Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Çöküş», Seite 2

Schriftart:
İnsanın Ruhsal Dünyasının Karanlık Yüzü

Tüm bu anlatılanlar -bu kadarıyla bile yeterince korkunç olsa da-hikâyenin sadece yarısı. Aslında tabiri caizse yaşananların sadece görünüşe yansıyan yarısı. Buraya kadar toplumsal ıstırap diyebileceğimiz, insanların birbirine uyguladığı zulümden bahsettik. Ancak insan ırkının zekâsı ve yaratıcılığına karşılık ödemek zorunda kaldığı bir başka bedel daha var.

İçimizden gelen bir başka ıstırap türü de var: ruhsal ıstırap. Varlığımızın o kadar olağan bir parçası haline gelmiş ki çoğu zaman artık farkına bile varmıyoruz. Fakat kendi etki alanında en az savaşlar ya da toplumsal baskılar kadar tehlikeli. Aslına bakarsanız onlardan daha da tehlikeli, çünkü -kitabın geri kalanında da göreceğimiz gibi- sözünü ettiğimiz bütün bu dışsal sorunları yaratan bizzat kendisi.

Bizi gözlemleyen dünya dışı varlıklar, insanlarda bireysel olarak da yanlış giden bir şeylerin olduğunun farkına muhtemelen varmıştır. Kendilerine şu soruyu soruyor olabilirler: İnsanlar için mutlu olmak neden bu kadar zor? Neden birçoğu -depresyon, bağımlılık, yeme bozukluğu gibi- psikolojik rahatsızlıklardan mustarip? Neden vakitlerinin çoğunu endişe, kaygı, suçluluk, pişmanlık ya da kıskançlık duyarak geçiriyorlar? Ya da neden tatminsizler ve mutluluk peşinde koşmalarına rağmen onu bir türlü yakalayamıyorlar? Neden yaşama dair genel bir hayal kırıklığı içinde ve sanki dünya tarafından aldatılmış gibi hissediyorlar?

Hayvan akrabalarımız böyle sorunlardan mustarip değiller. İntihar etmiyor (aşırı nüfus artışından kaynaklanan istisnai durumlar dışında), uyuşturucu kullanmıyor ya da kendilerine zarar vermiyorlar. Gelecek hakkında endişelenmiyor ya da geçmiş yüzünden suçluluk duymuyorlar. Amerikalı ünlü şair Walt Whitman’ın da hayvanları insanlarla kıyaslarken dediği gibi, “durumları yüzünden sıkıntıya girip ağlamıyorlar / karanlıkta uyanık kalıp günahları için gözyaşı dökmüyorlar… yeryüzünde bir tane bile mutsuz hayvan bulamazsınız.”27

Mutluluk öznel bir duygu ve birinin gerçekten mutlu olup olmadığını kesin olarak bilmek zor. Ancak her ne olursa olsun, ilk insanlar ve günümüze kadar varlığını koruyabilmeyi başarmış yerli halklar bizden daha huzurlu bir psikolojiye sahip ve nispeten hayattan memnun gözüküyorlar. Birçok antropolog, yerli toplulukların dinginliği ve hoşnutluğu karşısında şaşkınlığa düşmüştür. Örneğin Elman R. Service, Kanada’nın kuzeyinde yaşayan Bakır Eskimoları için şunları söylüyor: “Eskimolar neşeli, kaygısız, iyi mizaçlı ve iyimserler; bu durum, onlarla yaşayan yabancıları da çok mutlu etti.”28 1950’li yıllarda Orta Afrika’daki pigmelerle tam üç yıl geçiren İngiliz antropolog Colin Turnbull ise onları tasasız ve iyi mizaçlı insanlar olarak nitelendirdi. “Uygar” insanları etkisi altına alan psikolojik rahatsızlıklardan uzaklardı. Onlar için hayat “neşe ve mutluluk dolu, kaygılardan uzak müthiş bir şeydi.”29 Benzer bir şekilde, The Continuum Concept (Süreklilik Kavramı) kitabının yazarı Jean Liedloff da Güney Amerika’da yaşayan Tauripan Yerlileri için “gördüğüm en mutlu insanlar”30 diyor (Dördüncü Bölüm’de yerli halkların bizim kadar “ruhsal ıstırap” çekmediğini gösteren daha ayrıntılı bilgiler sunacağız).

Ancak tarihte belirli bir noktadan sonra büyük bir dönüşüm yaşanmışa benziyor. Böylece insan beyninde adeta içi psikolojik kurtlarla dolu devasa bir kutu açılıvermiş oldu.

Memnuniyetsizliğin Belirtileri

Eğer dünya dışı arkadaşlarımız daha yakından baksalardı, insanın ruhsal dünyasıyla ilgili yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu gösteren pek çok kanıtı da görebilirlerdi. Örneğin içimizde hiç kaybolmayan sürekli bir huzursuzluk var. Bu hal bizim bir şeyler yapmamızı inanılmaz derecede zorlaştırıyor ya da sürekli dikkatimizi bir şeyler üzerinde toplamak zorunda kalıyoruz. Yaklaşık 350 yıl önce, Fransız filozof ve matematikçi Pascal şöyle söylemişti: “İnsanın mutsuz olmasının tek nedeni, odasında sessizce ve huzur içinde oturmayı bilmemesi.”31 Elbette ki bu durum, bizim için artık o kadar da büyük bir sorun değil. Ne de olsa dikkatimizi verebileceğimiz televizyonumuz, bilgisayarımız ya da radyomuz var.

Dün neler yaptığınızı bir düşünün. Muhtemelen uyanık olduğunuz zamanın çoğunu kendiniz dışındaki varlıklara odaklanarak geçirdiniz. Belki de kahvaltı ederken gazete okudunuz, arabada işe giderken radyoda haberleri dinlediniz. Sonraki sekiz ya da dokuz saat boyunca işinizi yaptınız ve ara sıra iş arkadaşlarınızla sohbet ettiniz. Muhtemelen eve dönerken yine arabada radyo dinlediniz ya da otobüste gazete okudunuz ve akşamı televizyon izleyerek, kitap okuyarak, arkadaşlarınızla konuşarak ya da spor yaparak geçirdiniz. Sadece birkaç dakika boyunca algınız dışsal uyarıcılar tarafından bu şekilde meşgul edilmedi ve dikkatinizi kendinize verdiniz -treni beklediğiniz on dakika boyunca, suyun kaynamasını beklerken, tuvalette ya da uykuya dalmadan önce yatakta geçirdiğiniz günün son beş-on dakikasında.

Dünya dışı varlıklar, tamamen hareketsiz ve kendimizle baş başa kalmamak için ne kadar büyük bir çaba sarf ettiğimizi görselerdi çok şaşırırlardı. Her gün halıları süpüren, bibloların tozunu alan, camları silen ev kadınları ya da aslında yıllar önce emekli olabilecek birikime sahip olmalarına rağmen haftada hâlâ altmış saat çalışan zengin iş adamları onları hayrete düşürürdü. Ama herhalde en ilginç bulacakları şey televizyon izleme alışkanlığımız olurdu. Bize neden televizyon izlediğimiz sorulduğunda vereceğimiz yanıtlar az çok belli: rahatlamak, eğlenmek, dünyada olup bitenlerden haberdar olmak için. Televizyonun bir nebzeye kadar bu işlevleri yerine getirdiği gerçek. Ancak televizyon izlemek için bu kadar zaman harcamamızın asıl nedeni, dikkatimizi kendimiz dışında toplayabileceğimiz bu kadar işlevsel bir başka araç ya da gereci bugüne kadar kimsenin icat edememiş olması.

Bu şekilde yaşamak artık bizim için o kadar olağan ki tarafsız bir gözlemci için ne kadar saçma gözükeceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. İnsanlar neden sürekli bir şeyler yapmak zorundalar ve neden sadece var olamıyorlar? Neden haftada ortalama 25 saatlerini bir odanın içinde, hareket eden bir takım imgeler gösteren bir kutuya bakarak geçiriyorlar? Ve neden geri kalan vakitlerinde sürekli meşgul olmak için ellerinden geleni yapıyorlar?

Sanki kendimizden korkuyoruz ve ruhsal dünyamızla yüzleşmek istemiyoruz. Bu korku elbette yersiz değil. Hayatta öyle anlar var ki gerçekten de kendimiz dışında bir şeyler düşünmek çok zorlaşıyor ve bu canımızı yakıyor. İşsizlik, bu yüzden insanların umutsuzluğa kapılıp depresyona girmesine neden oluyor. Psikolojik çalışmalar işsiz insanların daha çok depresyona girdiğini, daha çok intihar ettiğini, alkolik ya da bağımlı olduğunu, hastalandığını ve öldüğünü ortaya koydu.32 Emekliler de benzer sorunlarla karşı karşıyalar. Yapılan araştırmalar emekli olduktan sonra insanların ilk önce kendilerini özgür hissettiğini gösteriyor. Ancak kısa süren bu “balayı” devresinin ardından hayal kırıklığı geliyor. İnsan kendisini boşta hissediyor, kendisine olan saygısını yitiriyor ve depresyona giriyor.33

Elbette bütün bu sorunların birçok nedeni olabilir. Sosyal temas ve onaydan yoksun kalmak veya maddi güçlüğe girmek gibi. Ancak asıl neden basitçe şöyle görünüyor: insanın boşta kalması. Yani işsiz ya da emekli olduğumuzda, çalışırken her gün bizi bir şekilde meşgul eden o sekiz ya da dokuz saatten yoksun kalmamız. Dikkatimizi cezbeden dışsal etkenler olmayınca odağımız kendimize dönüyor ve içimizde müthiş bir uyumsuzluk ve tatminsizlikle yüzleşiyoruz. Pop müzik ya da film yıldızları, genelde her günü belirlenmiş bir yaşam sürmedikleri ve bir anda servet sahibi olunca sonrasında artık düzenli çalışmaya ihtiyaç duymadıkları için uyuşturucu bağımlılığı ya da diğer psikolojik sorunlara muhtemelen daha yatkın oluyorlar. Tüm servet ve şöhretlerine rağmen, en az diğer insanlar kadar onlar da eylemsizlikten olumsuz etkileniyorlar.

Benzer şekilde, Amerikalı psikolog Mihayl Csikszentmihayli’nin çalışmaları da yalnız yaşayan insanlar için haftanın en mutsuz ânının pazar sabahı olduğunu gösteriyor.34 Bu, Freud’dan beri birçok psikoloğun, sinir krizlerinin genelde Pazar sabahı geçirildiğini gösteren ilginç gözlemleriyle de uyuşuyor. Bunun nedeni pazar sabahlarının haftanın rutini içerisinde en hareketsiz geçen zaman dilimi olması. Dolayısıyla dikkatimizi kendimiz dışında bir yerde toplamamız güçleşiyor. Csikszentmihayli’nin de yazdığı gibi, “kendinden başka dikkatini çeken bir şey olmayınca [insanlar] kararsız kalıyor. Haftanın geri kalanı bir rutinle geçiyor… Ama pazar sabahı, kahvaltı edip gazete okumaktan başka insan ne yapabilir ki?”35

Sahip Olma Çılgınlığı

Dünya dışı varlıkların kafası muhtemelen Walt Whitman’ın deyişiyle “sahip olma çılgınlığına” kapılmış halimizi -yani çoğumuzun ihtiyaç bile duymadığı ve bize hiçbir faydası dokunmayacak eşyaları elde etmek için yaşamımızın en büyük zamanını ayırdığımızı- görünce de epey karışırdı. İnsanlar neden yeni giysiler, mücevherler, arabalar, antika eşyalar, süs eşyaları, mobilyalar satın almak konusunda bu kadar takıntılılar? Üstelik bunlardan ellerinde zaten yeterince varken ve hatta çoğunu aslında hemen hemen hiç kullanmıyorken. Neden büyük ve lüks evlerde yaşamak, en son model arabaları kullanmak, en pahalı mobilyalarda oturmak istiyoruz? Neden daha küçük ev ve arabalar ya da daha sade mobilyalar aslında daha kullanışlıyken bunlarla yetinemiyoruz? İleriki sayfalarda da göreceğimiz gibi, Amerikan Yerlileri de Avrupalıların ruhsal dünyasının bu özelliği karşısında hayrete düşmüştü. Oturan Boğa’nın dediği gibi:

Beyaz Adam her şeyi yapmasını biliyor, ama ürettiklerini nasıl dağıtacağı hakkında hiçbir fikri yok. Sahip olma tutkusu onlarda bir hastalık halini almış. Zaten yönetimde olanlara maddi destek olmak için fakirlerden vergi topluyorlar. Toprak anayı sadece kendilerinin zannederek komşularını dışlıyorlar.36

Benzer bir şekilde, yine tarafsız bir gözlemci “başarılı” olmanın ya da başkaları tarafından takdir ve saygı görmenin çoğumuz için bu kadar fazla önem taşımasına şaşırabilirdi. Bazılarımız, sonunda “özel ve önemli” kişiler olacaklarını umarak tüm vakit ve enerjisini kariyerlerinde ilerlemeye adıyor. Bazılarımızsa hayatlarının daha tatmin edici olacağını ümit ederek ünlü bir pop ya da televizyon yıldızı olmak istiyor. Bazılarımız ise belli bir tarzda giyinip; gösterişli arabalar, pahalı mücevherler, en son moda mobilyalar ya da ev aletleri gibi belli eşyalara sahip olup; popüler restoranlar ya da klüpler gibi belli yerlere gidip belli bir şekilde hareket ederek başkalarında hayranlık uyandırmaya çalışıyor. Bu durumu gören dünya dışı varlıklar muhtemelen kendilerine şu soruyu sorarlardı: İnsanlar neden oldukları gibi var olmaktan memnun değiller? Neden sadece yaşamlarını her yeni gün sürdürdükleri, hayatta kalmayı başardıkları için kendilerini kutlamayıp, dünyada hep başka bir yere “varmak” ve herkesi kendilerine hayran bırakmak zorunda olduklarını hissediyorlar?

Hiç değilse sahip olduklarımız ve toplumsal mevkiimiz bizi tatmin etseydi bu anlattıklarım çok da büyük bir sorun olmazdı. Ancak çoğu insan, hayatından memnun değil ve sürekli daha fazlasını istiyor. Yeni bir ev ya da araba bizi bir süre oyalıyor, ama ardından memnuniyetsizlik yeniden ufukta beliriyor ve daha iyi bir ev ve araba istemeye başlıyoruz. Çalıştığımız şirketin müdürü olduğumuzda, ilk romanımız yayınlandığında ya da bestelediğimiz şarkı radyoda çaldığında kısa bir süre mutlu olabiliriz. Ancak egomuzu tatmin ettiğimiz bu anlar oldukça kısa sürüyor ve ardından yeni bir başarı arayışı geliyor.

Bu kısır döngü hayatın başka alanlarında da mevcut. Çoğumuz hiç dinmeyen bir değişiklik arayışı içerisindeyiz -daha iyi bir iş, yeni bir eş, başka bir mahallede başka bir ev, farklı mobilyalar, dış görünüşümüzü iyileştirmek gibi. Ancak bu arzularımızı gerçekleştirdiğimiz anda yerine bir yenisi geliyor.

İnsanların derdi ne? Adeta psikolojik bir uyumsuzluktan mustaribiz. Bu, bize sürekli işkence eden bir memnuniyetsizlik. Aslında hepimiz van Gogh ya da Friedrich Nietzsche gibi rahatsız ruhlara sahibiz. Yeteneklerimizin bedelini psikolojik dengesizlik ve karmaşalarla ödüyoruz. Filozof ve yazarların, insanların doğuştan mutsuz olduğu sonucuna varmış olması hiç de şaşırtıcı değil. Doktor Johnson’ın da dediği gibi, “insan mutlu olmak için dünyaya gelmiyor.”37 Aslında Buda’nın “hayat acı çekmektir” sözü de savaşlar ya da toplumsal baskılardan ziyade tam da bu ruhsal acı çekmeye gönderme yapıyor (Budist bir metin olan Dhammapada’da şöyle yazar: “Bir düşman başka bir düşmana zarar verebilir, nefret duyan bir insan başka bir insanın canını yakabilir; ama yanlış yönlendirilmiş akıl, insana çok daha büyük bir zarar verir”38). Bu ruhsal ıstırap, hayattan hoşnut olmamamıza ve ölümden sonraki hayat fikrine sarılarak teselli bulmamıza yol açmış olabilir. Eğer mutlu olsaydık kendimizle barışık olur, sadece var olabilir ve dikkatimizi başka varlıklara odaklayarak dağıtma ihtiyacı hissetmezdik. Pascal’ın da dediği gibi, “Eğer gerçekten mutlu olsaydık onu düşünmemek için başka arayışlar içerisine girmezdik.”39 Benzer bir şekilde eğer gerçekten mutlu olsaydık, iyi hissetmek ve ruhsal huzursuzluğumuzu telafi etmek adına birtakım dışsal şeylerin -mal mülk ve toplumsal mevki gibi- peşinden koşmaz ve gerçekten ihtiyaç duyduklarımız dışında bir şey istemezdik.

Sorunların Kökeni

Yukarıda saydığımız sorunlar kesinlikle bunlarla sınırlı değil. Daha sonra da göreceğimiz gibi, verdiğim üç örnek dışında toplumsal ıstırabın başka çeşitleri de mevcut: Örneğin, tarihin son birkaç binyılında insan bedenine ve cinselliğe karşı gösterdiğimiz düşmanca suçluluk duygusu ve doğadan yabancılaşma -ve ona hükmetme arzusu- gibi. Doğaya karşı bu olumsuz tavrımızdan kaynaklanan ve belki de insanlıkla ilgili yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun en ikna edici kanıtı olan devasa bir soruna henüz değinmedim bile: çevreye verdiğimiz zarar. Burada ayrıntıya girmeyeceğim çünkü maalesef aslında hepimiz bu durumun umutsuzluğa kapılacak kadar farkındayız. Belki de tarafsız bir gözlemciye en mantık dışı gözükecek şey de, gezegenimizdeki yaşam döngüsüne verdiğimiz zarar ve onu yavaş yavaş tamamen yok etmeye doğru gidişimizdir.

Peki, tüm bunlara ne sebep oldu? İnsanın doğuştan vahşi, sadist ve hoşnutsuz olduğunu mu varsaymalıyız? Yani, savaşı ve ataerkilliği cinsel ve doğal seçilimin sonucu olarak gören evrimsel psikolojinin ve savaşın ve ataerkilliğin hormonlardan ve beynimizdeki kimyasallardan kaynaklandığını öne süren bilim insanlarının iddia ettiği gibi, yapabileceğimiz hiçbir şey yok mu? Ya da dünya üzerindeki birçok kültürün inandığı “Çöküş” miti gibi, nispeten daha ahenkli ve bu sorunlardan uzak bir dünya bir zamanlar vardı da sonra müthiş bir değişim yaşandı ve biz o ahengin dışına “düşerek” kendimizi toplumsal kaos ve ruhsal kargaşanın içinde mi bulduk?

Bu kitabı yazmaktaki amacım, bu son senaryonun doğru olduğunu ve tarihteki bir dönüm noktası sonrasında insanlıkla ilgili bir şeylerin yanlış gitmeye başladığını göstermek. En ilginci de ilk bakışta birbirinden bağımsız gözükseler bile bu bölümde bahsettiğim bütün sorunların (özellikle toplumsal ve psikolojik olanların) izini sürdüğümüzde aynı kökene varmamızın mümkün olması. Bu iddia yaratıcılık, deha, teknolojik ve bilimsel yeteneklerimiz gibi olumlu yanlarımız için de geçerli. İnsan ırkının artı ve eksileri, aynı olgunun olumlu ve olumsuz sonuçları: yani, Çöküş’ün ya da daha kesin konuşmak gerekirse-Ego Patlaması’nın.

2
Çöküş-Öncesi Dönem

TOPLUMSAL VE PSİKOLOJİK sorunlarımız hakkında aklımızda tutmamız gereken en önemli nokta, bir önceki bölümde belirtmeye çalıştığım gibi, bu sorunların ezelden beri insan yaşamının bir parçası olup olmadığı. Tam aksine, sorunların ortaya çıkışı, eğer bütün insanlık tarihini göz önünde bulunduracak olursak, aslında oldukça yeni bir gelişme.

Yaklaşık MÖ 8000’e kadar insanlık yüzbinlerce yıl boyunca avcı-toplayıcı olarak yaşadı; yani, vahşi hayvanları avlayarak (erkeklerin görevi) ya da yabani ot, kabuklu yemiş, meyve ve sebze toplayarak (kadınların görevi) hayatta kaldı. Avcı-toplayıcı gruplar küçük (sayıları genellikle birkaç düzineyi aşmıyordu) ve göçebeydiler. Bir bölgedeki yiyecek kaynakları azalmaya başladığında, yani birkaç haftada ya da bir iki ayda bir yer değiştiriyorlardı. Aynı zamanda (en azından günümüzdeki avcı-toplayıcılara kıyasla) oldukça değişkendiler, yani üyeleri sık sık değişiyordu. Antropologlar Lee, DeVero40 ve Turnbull41’un da öne sürdüğü gibi, günümüzdeki avcı-toplayıcı gruplar da birbirleriyle iletişim ve etkileşim içerisindeler. Birbirlerini ziyaret ediyor, birbirleriyle evleniyor ve üye değiş tokuşu yapıyorlar. Bilim insanları bu topluluklarda yiyeceklerin çoğunu erkeklerin karşıladığını varsayagelmişti. Muhtemelen içinde yaşadığımız modern toplumda evi geçindiren kişinin erkek olduğu düşünüldüğü için. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar (ve Avustralya Aborijinleri gibi günümüzde hâlâ varlığını sürdüren avcı-toplayıcı gruplar hakkında yapılan gözlemler), aslında kadınların yiyeceklerin % 80-90’ını sağladığını ortaya koydu. Hatta bu nedenle bazı antropologlar bu insanlara toplayıcı-avcı denmesini bile önerdi.42

Tarihöncesi döneme ilişkin bir diğer varsayımımız da o zamanlar günlerin çok zor ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu olduğudur. Avcı-toplayıcıların hayatının bazı açılardan çok zorlu olduğu doğru; ömürlerinin kısa sürmesi, vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar karşısında korunmasızlık gibi. Ancak diğer yandan, modern zamanlara kıyasla yaşamları oldukça basitti. Antropologlar avcı-toplayıcıların zamanlarını nasıl kullandıklarını sistemli bir şekilde incelediklerinde gördüler ki onlar yemek aramaya bütün vakitlerini değil, sadece haftada on iki ila yirmi saat arası bir vakit ayırıyorlardı; yani modern dünyadaki çalışma saatlerinin yarısı ila üçte biri! Tam da bu nedenle antropolog Marshall Sahlins, avcı-toplayıcılara “tarihteki ilk refah toplumu” yakıştırmasını yaptı. Aynı adı verdiği ünlü makalesinde toplayıcılar için “yemek arayışı o kadar başarılı geçiyordu ki insanlar zamanlarının yarısında ne yapacağını bilemiyordu”43 diye yazdı. Christopher Ryan ise Thomas Hobbes’un hayatı “çirkin, vahşi ve kısa” olarak tanımlamasına karşı çıkarak, “yaşam Buzul Çağı’nda (yani, MÖ 1.8 milyon ile 10.000 arasında), günümüzdeki ve Hobbes’un iddia ettiği türde yaşamların aksine- stresten uzak, sosyal, barışsever ve hayat doluydu,”44 dedi. Benzer bir şekilde, Robert Lawlor da hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan Avusturyalı Aborijinler’in günde sadece dört saat yemek aradığını ve günün geri kalan kısmında müzik ve sanatla ilgilendiklerini, hikâye anlattıklarını ya da aileleri ve arkadaşlarıyla vakit geçirdiklerini belirtiyor.45

Araştırmalar -kulağa garip gelse de- avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarının bizimkine kıyasla çok daha sağlıklı olduğunu da gösteriyor. Çok az yedikleri et dışında (günlük yiyecek tüketimlerinin sadece %10-20’si), aslında neredeyse günümüzdeki veganlar gibi besleniyorlardı. Süt ürünleri tüketmiyor; çoğunlukla meyve, sebze, kök ve kabuklu yemiş yiyorlardı. Üstelik hepsini çiğ tüketiyorlardı (günümüzdeki beslenme uzmanlarının en sağlıklı beslenme şekli olarak tavsiye ettiği gibi). Bu durum, keşfedilen avcı-toplayıcı iskeletlerinin, neden şaşırtıcı derecede büyük ve sağlam olduğunu ve neredeyse hiç hastalık ya da diş çürüğü belirtisi göstermediğini de kısmen açıklıyor. Antropolog Richard Rudgley şöyle yazıyor: “Yediklerinden ve iskeletlerinin durumundan, avcı-toplayıcıların genel olarak sağlıklı olduğunu biliyoruz.”46 Fizyolog Jared Diamond’ın çalışmaları, günümüzdeki Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşamış avcı-toplayıcı erkeklerin ortalama 1.77, kadınların ise ortalama 1.67 metre boya sahip olduğunu gösteriyor. Ancak tarıma geçilmesinin ardından bu rakamlar sırasıyla 1.59 ve 1.54’e düştü.47 ABD’deki Illinois Vadisi’nde yapılan arkeolojik kazılar ise insanların mısır ekmeye başlaması ve yerleşik hayata geçmesiyle birlikte bebek ölümlerinin arttığını, boylarının kısaldığını ve kötü beslenmeye dayalı birçok hastalığın ortaya çıktığını gösteriyor.48

Bunun bir diğer nedeni de avcı-toplayıcıların daha sonraki insanlara kıyasla hastalıklara daha dayanıklı olması. Aslına bakarsanız tarihte hastalığa en az yakalanan insanların, modern tıbbın geliştiği ve sağlık koşullarının düzeldiği 19. ve 20. yüzyıllara kadar onlar olduğu söylenebilir. Bugün yakalandığımız hastalıkların çoğu, hayvanları evcilleştirdiğimizde ve dolayısıyla onlarla daha yakın temasa geçtiğimizde ortaya çıktı. Hayvanlardan bize birçok hastalık geçti: domuz ve ördekten grip, attan soğuk algınlığı, inekten çiçek hastalığı ve köpekten kızamık. Süt ürünleri tüketmeye başladığımızda ise en azından otuz yeni hastalıkla daha tanıştık.49

Bu kitabın ana fikri açısından daha da ilginç olan, son birkaç bin yıldır insanlığı etkileyen sorunlara dair avcı-toplayıcılarda hiç iz olmaması. İlk insanlarla ilgili en yanlış varsayım, onların ağzı öfkeden köpüren ve ellerinde sopalarla ortalıkta dolaşıp sürekli birbirlerine saldıran vahşi yaratıklar oldukları efsanesi. Gerçek, bundan daha farklı olamaz diye düşünülüyordu.

Arkeolojik çalışmalar avcı-toplayıcılğın sürdüğü dönemde savaşa dair neredeyse hiçbir kanıta rastlamadı; yani, insan ırkının ortaya çıkmasından MÖ 8000’e kadar dönemde. Aslında, onbinlerce yıl boyunca yaşandığı kesin olan sadece iki olay tespit edildi. Nil Vadisi çevresindeki bazı alanlarda, MÖ 12.000’den itibaren yaşanmış şiddet olaylarına ilişkin bir takım belirtiler görülüyor. Örneğin Jebel Sahaba’da vahşi bir şekilde öldürülmüş elliden fazla insan cesediyle dolu toplu bir mezar bulundu. Avustralya’nın güneydoğusundaki bazı kazı alanlarında ise kabileler arası kavgaya -ve çocukların kafataslarının parçalanması gibi başka toplumsal şiddet örneklerine- ait MÖ 11.000 ve 7000’e ait birkaç ize rastlandı.50 Lawrence Keeley’nin War Before Civilization (Medeniyetten Önce Savaş) kitabı da tarihöncesine ait birçok şiddet ve savaş örneği veriyor gibi gözüküyor. Ancak bunların hiçbiri güvenilir değil; dolayısıyla diğer bilim insanları tarafından reddedildiler. Örneğin Keeley, insan kemiklerindeki kesik izlerini yamyamlığın kanıtı olarak sunuyor; ancak muhtemelen bu kesikler tarihöncesi dönemdeki cenaze törenlerine ait kemikleri etten temizleme geleneğinin bir sonucu olarak oluştu. Keeley, Avustralya’daki mağaralarda yer alan oldukça soyut çizimleri de savaş resimleri olarak yorumluyor; fakat bu çizimleri pek çok başka açıdan yorumlamak da mümkün. Antropolog R. Brian Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın insanlık kadar eski olduğunu ima ederken Keeley maksadını fazlasıyla aşıyor.”51

Savaşa dair kanıtların yokluğu oldukça çarpıcı. Örneğin 1999’da dünyanın farklı bölgelerine ait arkeolojik kanıtlar üç kez gözden geçirildi ve üst Paleolitik döneme (yani, MÖ 40.000-10.000 yılları arasına) ait savaşla ilgili hiçbir delil bulunamadı.52 Vahşi bir şekilde ölümden ya da savaşın neden olduğu zarar ve ziyandan hiç iz yoktu. Üstelik alet ve çanak çömlek gibi çok sayıda tarihi eser bulunmuş olmasına rağmen hiç silaha rastlanmadı. Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın bu dönemde o kadar yaygın olup da bu şekilde görünmez kalmış olmasını anlamak çok zor.”53 Arkeologlar, Paleolitik döneme ait üç yüzün üzerinde mağara “sanat galerisi” de keşfetti. Hiçbirinde savaşa, savaşçılara ya da silahlara dair çizim yoktu.54 Bu gibi kanıtlardan yola çıkarak arkeolog W. J. Perry şu sonuca vardı: “Toplayıcı insanların savaşçı olduğunu düşünmek çok yaygın ve büyük bir hata… Aksine elimizdeki bütün kanıtlar toplayıcı dönemin tarihin son derece barış dolu bir dönemi olduğunu gösteriyor.”55 Bir başka antropolog Richard Gabriel, bu durumu daha açık bir dille ifade ediyor:

Taş Devri başladıktan doksan beş bin yıl sonrasına (MÖ 4000 yılına) kadar insanın bırakın savaş yapmayı, örgütlü grup şiddeti uyguladığına dair bile hiçbir delil yok. Başkasının canına kıymayla ilgili genel olarak çok az kanıt var.56

Bunun doğru olduğunu, günümüzde hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan ya da çok kısa süre öncesine kadar böyle yaşamış gruplara baktığımızda da görüyoruz. Bazı antropologlar haklı olarak günümüzdeki yerli topluluklarını geçmiş kültürlerin temsilcisi olarak görmenin yanlış olacağını belirtiyor. Günümüzde var olan yerli topluluklar “uygar” halklar tarafından yozlaştırıldığı; hatta çoğu kez tamamen ortadan kaldırıldığı- için bu fikre katılmamak mümkün değil. Dünyada, tamamen yerli ve ilkel kültür muhtemelen kalmadı. Ancak yine de bu insanlara, en azından Avrupalılarla ilk temasa geçtikleri zamanlar (ve bunu takip eden dönemde) oldukları haliyle, tüm insan ırkının geçmişine açılan bir pencere olarak bakabileceğimize inanıyorum. Bu insanlar, binlerce yıl boyunca değişmeyen kültürlere sahipti. Örneğin, antropolog Robert Lawlor bunu şöyle ifade ediyor:

Geleneksel arkeolojik kanıtlar, Aborijinlerin Avustralya’da 60.000 yıldır varolduğunu gösteriyor; ancak yeni kanıtlar bu rakamı 120.000, hatta 150.000’e çıkardı. Aborijinlerin törensel adetleri, inançları ve kozmolojisi insan türünün en derin toplumsal hafızasını temsil ediyor olabilir.57

Günümüzün ve eski dönemlerin avcı-toplayıcı grupları arasında pek çok benzerlik mevcut. Örneğin, bildiğimiz kadarıyla eski avcı-toplayıcılar da günümüzdekiler gibi animist dünya görüşüne sahip, doğaya saygılı ve eşitlikçi bir toplumsal düzende yaşıyordu. Aslında birçok bilim insanı, geçmişe ait arkeolojik ve günümüze ait etnografik kanıtların birbirini desteklediğini kabul ediyor. Sosyolog Lenski’nin de dediği gibi, “Yapılan karşılaştırmalar sadece geçerli değil aynı zamanda çok büyük öneme sahip… benzerlikler çok sayıda ve temel unsurlara ait; farklılıklar ise çok daha az sayıda ve önemsiz.”58

İlk Avrupalı kâşiflerin ve günümüz antropologlarının avcı-toplayıcılarda -ve hâlâ oldukça geleneksel bir yaşam süren avcı-toplayıcı gruplarda- gözlemlediği bir başka çarpıcı özellik ise çok az savaşmış olmaları. Çok az sayıda kabile Avrupalılarla temasa geçmeden önce de savaşçıydı. Örnek olarak Güney Amerika’daki Amazon Havzası’nda yaşayan kabileler veya Jivaro ve Yanamamo Yerlileri verilebilir (bu istisnai durumları Dördüncü Bölüm’de daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağız). Kuzey Amerika’nın ortasındaki düzlük alanlarda yaşayan Yerliler (Plains Indians – Ova Yerlileri) gibi pek çok avcı-toplayıcı ise Avrupalılarla sorun yaşamaya başlayınca şiddete başvurmak zorunda kalmıştı. Son birkaç on yılda ise Afrika’nın güneyinde yaşayan !Kung halkı da benzer bir süreçten geçti. !Kunglar bir zamanlar son derece barışseverdi; ancak -kültürel yozlaşma sonucunda- artık birçok Batı ülkesinden çok daha yüksek bir cinayet oranına sahipler.59 “Savaş insanlık kadar eski” sözüne inananlar genellikle bu tür örneklere dikkat çekerek savaşın doğal olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Ancak R. Brian Ferguson’un deyişiyle, “ilkel ya da yerli savaşlarının, Batı ile temas sonrasında tüm dünyada genel olarak dönüşüme uğradığı, sıklaşıp yoğunlaştığı ve kimi zaman da hızlandığı”60 gerçeğini gözardı ediyorlar. Lenski’nin de dediği gibi, günümüzde hâlâ “[avcı ve toplayıcı gruplarda] savaşa çok az rastlanıyor. Modern çağda bile ayakta kalabilen kabileler çok ender savaşıyor; grup-içi şiddet nadiren görülüyor.”61

Örneğin, Avustralyalı Aborijinler için bu genellikle geçerli bir tespit. Antropolog Elman R. Service Aborijin kabilesi Arunta için şunları söylüyor:

Kabileler arasında savaş yok. Yaşanan çatışmalar, savaştan ziyade adli bir nitelik taşıyor. Bir grup ya da aile, bir birey tarafından kendisine yanlış yapıldığına inanıyorsa bu yanlışı düzeltmek ve intikam almak adına keşfe çıkıyor. Ancak bu süreç, genelde muharebe yerine anlaşmayla son buluyor.62

Eski bir antropolog olan William Graham Sumner bildiği hiçbir yerli topluluğun (örneğin, Aborijinler veya Hindistan, Alman Melanezyası ve Papua Yeni Gine’de yaşayan kabileler gibi) savaşmadığını ifade etmişti. Özetlediği gibi, “En az uygar insanlara dair gerçeklere baktığımızda, savaşçı olmadıklarını ve ellerinden geldiğince savaştan kaçındıklarını görüyoruz.”63 Bir diğer kadim antropolog Branislav Malinowski ise pek çok yerli halkın, hiddet belirtisi gösterdiği zamanlarda bile “bunun gerçek bedensel şiddete dönüşmesinin istatistiki olarak önem verilemeyecek derecede nadir olduğunu”64 belirtiyor.

Elbette bu topluluklarda da kimi zaman çatışma gerçekleşiyordu. Ancak mümkün olduğunca az şiddetli geçmesini sağlamak için sürece müdahale ediliyor ve çatışma törenselleştiriliyordu. Gruplar arasında kavga çıktığı zaman antropologların “turnuva savaşları” (tournament fights) dediği yola başvurularak düşmanca duyguların dışa vurulması sağlanıyordu. Örneğin, ünlü Eskimo şarkı yarışmalarının amacı buydu. Diğer kabilelerse güreş, mızrak ve kafa atma turnuvaları düzenliyordu.65 Bu “törensel saldırganlığın” bir örneği, W. Divale tarafından War in Primitive Society (İlkel Toplumda Savaş) adlı kitapta tasvir ediliyor.66 “İleri” kabile kültürlerinde, “savaşçı” gruplar önceden kararlaştırılmış bir alanda buluşuyor ve topluca savaşmak yerine çiftlere ayrılarak düello düzenliyorlardı. Aynı anda düzinelerce düello vuku buluyordu. Bir “savaşçı” rakibine hakaret ediyor ve ardından mızrak ya da ok atıyordu. Ancak bireyler arasında oldukça uzun bir mesafe bulunduğu ve “savaşçılar” oktan kaçmakta oldukça yetenekli olduğu için bu süreç neredeyse hiçbir seferinde ölümle sonuçlanmıyordu. Divale’nin de dediği gibi, “Eğer bir kişi ağır bir şekilde yaralanır ya da ölürse o gün muharebeye ara veriliyordu.”67

Burada önemli olan nokta, avcı-toplayıcıların genellikle kendilerini bir toprak parçasına ait hissetmiyor olması, dolayısıyla bölgelerine yaklaşanlara da saldırmıyorlardı. Burch ve Ellanna’nın da dediği gibi, “Avcı-toplayıcılarda hem toplumsal hem de mekânsal sınırlar oldukça esnekti; üyeleri ve benimsedikleri coğrafya sık sık değişiyordu.”68 Sınır kavramını bilmedikleri için, bir toprak parçasını ya da üzerindeki doğal kaynakları korumak adına savaşmalarına da gerek kalmıyordu. Aksine, Margaret Power’ın deyişiyle, “yemek kaynakları konusunda endişelenmiyor, onlara sahip olmaya çalışmıyorlardı.”69 Bu tez, arkeolojik kanıtlarla da uyumlu. Antropolog Haas’ın tarihöncesi Kuzey Amerika hakkında yazdığı gibi,

27.Whitman, 1980, s. 73.
28.Service, 1978, s. 83.
29.Turnbull, 1993, s. 29.
30.Leidloff, 1989, s. 24.
31.Pascal, 1966, s. 67.
32.Argyle, 1989; Raphael, 1984.
33.Argyle, 1989; Atchley, 1985.
34.Csikszentmihalyi, 1992.
35.a.g.e
36.Wright, 1992, s. 304 içinde.
37.Dr. Johnson, 1905, s. 206.
38.The Dhammapada, s. 9, 42. dize.
39.Pascal, 1966, s. 48.
40.Lee ve DeVore, 1968.
41.Turnbull, 1972.
42.Lenski, 1995; Lee ve DeVore, 1968.
43.Sahlins, 1972, s. 13.
44.Ryan, 2003, s. 55.
45.Lawlor, 1991.
46.Rudgley, 2000, s. 36.
47.Diamond, 1992.
48.Ryan, 2003.
49.Rudgley, 2000.
50.DeMeo, 2002.
51.Ferguson, 2000, s. 159. Savaşın kökenlerinin çok eskiye dayandığına inanan bir başka bilim insanı ise İngiliz arkeolog Nick Thorpe (1999, 2000). Thorpe, Mezolitik Dönem’de (MÖ 9. binyıl, yani Orta Taş Çağı’nda) bile savaşların yaşandığına dair kanıtlar olduğuna inanıyor. Buna dair üç farklı kanıt sunuyor: silahlar, savaş çizimleri ve iskelet kalıntıları. Ancak kendisinin de kabul ettiği gibi, kazılarda ne kadar çok hançer ya da balta bulunmuş olursa olsun bunların silah olarak kullanıldığından asla emin olamayız. Pekâlâ alet-edevat ya da av için de kullanılmış olabilirler. Thorpe, ikinci olarak, Mezolitik (ya da geleneksel tarihlendirme yöntemlerinin yanlış olabileceğini söylediği için Neolitik) Dönem’de savaşların yaşandığına dair İspanyol Levantenlerin kayalara yaptığı çizimleri kanıt olarak sunuyor. Ancak hemen ardından “kaya çizimlerinin dolaysız olarak yorumlanmasına karşı çıkan pek çok kişi var” diyerek yine kendi tezinin güvenilirliğini sorguluyor (Thorpe, 1999).
  Ardından, en güvenilir kanıtların ise özellikle kurşun gibi delici bir nesneyle açılan yaralara sahip iskelet kalıntıları olduğunu belirtiyor. Bununla ilgili olarak, “İtalya’da bulunmuş, geç dönem Paleolitik Çağ’a ait ve kemikleri üzerinde çakmak taşıyla açılmış yaralar bulunan iki iskelet” (a.g.e) ile İsveç, Zelanda, Brittany ve Romanya’dan birkaç münferit örnek sunuyor. Ayrıca, Danimarka ve Kaliforniya’da bulunmuş ve kafatası yaralanmasına sahip iskeletlerden bahsediyor. Ancak bu örneklerin münferit olaylar olması, savaşa dair somut kanıtlar sundukları iddiasını havada bırakıyor. Eğer bu yaralanmalar gerçekten savaşlar sırasında oluşsaydı, tek tek bireylerde değil çok daha fazla sayıda iskelette gözlemlenmesi gerekirdi. Münferit olaylar olarak baktığımızda ise, bu yaralanmaların -özellikle de avlanma sırasında yaşanan- kazalar sonucunda oluşmuş olması oldukça muhtemel. Hatta kasıtlı şiddet sonucunda ortaya çıkmış olsalar bile gerçek savaşlardan ziyade sadece bireyler arasında yaşanan şiddet olaylarından kaynaklandıkları söylenebilir. Zaten Thorpe da bu ihtimali göz ardı etmiyor: “Bu örnekleri yorumlarken çok dikkatli olmalıyız” (a.g.e.). Son olarak, Mezolitik Dönem Avrupa’sında başa ya da gövdeye isabet eden “darbeler sonucunda oluşan kırık çıkık” vakalarından bahsediyor. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar “pek çok kazanın da kırık çıkık ile sonuçlanmış olabileceğini” gösterdi (a.g.e.).
  Thorpe’un bahsettiği ve gerçekten savaşı andıran kanıtlar ise orta ve geç dönem Neolitik Çağ’a aitler. Bavyera’daki Of-net bölgesinde bir mağarada, içinde hepsi de ölmeden önce yaralanmış tam otuz sekiz kişinin kafatası ve omurgası bulunan iki çukur keşfedildi. Danimarka’daki Dyrholmen’da ise derisi yüzülmüş dokuz kişinin kemikleri bulundu. Son olarak, Almanya’daki Talheim’da MÖ 5000 yılında kafalarına aldıkları darbe sonucunda ölmüş otuz dört kişiye ait bir toplu mezar bulundu.
  Kısacası, Neolitik Dönem’den önce savaşların yaşandığına dair kanıtlar -ana metnin içinde bahsettiğim iki örnek dışında- hiç ikna edici değil. Hatta Neolitik Dönem’e ait bile çok az örnek söz konusu. Ancak Keeley ve Thorpe gibi arkeologların vardığı sonuçları sorgulayıp sorgulamamamızın aslında pek de önemi yok: Fazlasıyla havada kalan iddialarını doğru kabul etsek bile MÖ yaklaşık 4000 yılına kadar son derece sınırlı sayıda savaşın yaşandığı, bu tarihten sonra ise savaşların sayısında aniden çok büyük bir artış yaşandığı su götürmez bir gerçek.
52.Chapman, 1999; Dolkhanov, 1999; Vencl, 1999.
53.Ferguson, 1997, s. 333.
54.Keck, 2000, s. xxi.
55.Heinberg, 1989, s. 169 içinde.
56.Gabriel, 1990, s. 21.
57.Lawlor, 1991, s. 9.
58.Lenski, 1978, s. 137.
59.Wrangham ve Peterson, 1996.
60.Ferguson, 2003.
61.Lenksi, 1978, s. 422.
62.Service, 1978, s. 27.
63.Sumner, 1964, s. 205.
64.Malinowski, 1964, s. 251.
65.Service, 1978; Sumner, 1964; Malinowski, 1978.
66.Divale, 1973.
67.a.g.e., s. xxi.
68.Burch & Ellanna, 1994, s. 61.
69.Power, 1991, s. 44.
2,47 €