Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Son Alperen Muhsin Yazıcıoğlu’nun Sır Görüşmeleri», Seite 4

Schriftart:

Şimdi bu tiplerin benim oradaki tavrım ve bir siyasi parti genel başkanının “Yahu biz anlaşmıştık. Şurada şöyle şöyle. Bunları hiç konuşmadık, haberimiz yok. Ne oluyor?” dediğimde ortalık karıştı ve bunların hakaretine uğrar gibi oldum. Neredeyse karşılıklı bize yakışmayacak güç, kuvvet, patırtı. Hepsi birbirine karışacak ortam doğdu. 51 kişi biliyorsunuz. “BBP’de bir şeyler oluyor.” diye basın yazdı. Biz böyle bir keyiflendik, havalandık falan. “Seçime girmiyoruz.” noktası çıktı.

“Ağar da Mumcu da Sırtından Attı Bizi”

Namık Kemal Zeybek, Erbakan ile temasını devam ettiriyordu, ben de DYP ile temasımı devam ettiriyordum. Ayrı ayrı görevlendirilmişiz. O teması devam ettiriyoruz. Orada iyi istişare edilerek yürütülemedi. Benim yakın arkadaşım, eski dostum ama Mehmet Ağar bizi sırtından attı. Daha doğrusu yine benim doktora öğrencim Erkan Mumcu Bey de oyalayıp oyalayıp sırtından attı. Bina falan ele geçirildikten sonra sen dışarıda kal, Muhsin Bey sen de dışarıda kal. Ben de inat ettim. Bunun ikisini bir araya getireceğim. Ağar’ı da razı ettim. Ama Muhsin Bey neredeydi? Samsun mu, Çorum mu bir partilinin oğlunun sünnet düğününde. Ne işin var orada? Bu kadar sene hukukumuz var. “Ben o hareketten bir şey ummuyorum. Olmayacağını düşündüğüm için de burada bari gönül alalım diye çıktım geldim.” dedi. Çok yanlış yaptın. Ben onu yakaladım. “Sen de burada olacaktın. Mecburen ikiniz bir araya gelecektiniz. Yoruma ve başkasından duyduklarımızla değil, bizzat hadiseyi yaşayarak noktayı koyacaktık.”

“Hakkınızı Helal Edin, Biz Gidiyoruz”

2007’de BBP’den ayrılmanız nasıl oldu?

2007’de bunu gördüm. Bir başka parti, ipe sapa gelmez bir parti. Ondan da daha evvel haberim olmayan bir görüşme çıktı orta yerde. İşte biraz evvel adını söylediğim, çok ülkücü herkese pabuç bırakmayacak şekilde konuşan adamlar. Bunlar çok zararlı olmuştur. Biz de önceden bunları kestirdik. Duyumlarımız da vardı. Daktilo edilmiş istifa dilekçelerimizi bizzat aldım. Dedim ki, “İstifa dilekçelerimizdir. Bunları biliyorduk.” Ondan sonra sizin başka şeylerle de görüşmeleriniz oldu. Ben o zaman sizinle ilgili kanaatlerimi, düşüncelerimi zaten muhafaza ediyordum. Daha kuvvetli ve en iyi bilen arkadaşımı tespit ettim ama ben istifa ettiğim anda bu nokta çok açık şekilde konuldu ve şaşırdı tabii. “Hakkınızı helal edin. Biz gidiyoruz.” dedik. Sadece bir mırıldandı. “Enis Hoca’yı bir türlü ben anlayamadım, keşfedemedim.” dedi ama neye yarar ve parti 3. defa bir travma yaşadı ve bunlar bizi üzmedi değil.

Ondan sonra ben aktif manada bir siyasi parti bünyesine girerek politika yapmadım. Sonra kendimiz bir parti kuralım dedim. Ama tertemiz adamlardan. Gösterdiğiniz zaman “Var mı sizde böyle parti, böyle düzgün adamlar?” Bunu diyebileceğimiz bir toplanma partisi, bölgesi kuralım. Bununla ilgili bir çalışma yaptık. Ama o arada bir erken seçimle yeni partiler hükûmetin bir takım tasarrufları, hâlleri falan ortalık bir karıştı. Bizim partinin, aldığımız partinin eski başkanı da onlarla beraber. Ben oradan da istifa ettim. Bugün soran olursa işte bilgileri, hatıraları aktarıyoruz.

“Rahşan Ecevit’in Babasına Asistanlık Yaptım”

Bugünlere gelmenizde emeği olan insanlar mutlaka vardır, siyaset ve bürokraside pişmenizi sağlayan…

Şunu iddia edebilirim, bütün bu talebeliğimden beri gördüklerim, bir şansım da şu benim; Prof. Fındıkoğlu’nun asistanı olmak. Bunların en küçüğü 1904 doğumluydu. 2-3 devri bir arada görmüş insanlar. Bunların arasında Ecevit’in kayınpederi de vardı. Rahşan Hanım’ın babası: Namık Zeki Aral. Menderes döneminde Gelir Vergisi Kanunu’nu yazan, Parlamentodan geçiren ve Batı dünyasının sistemine uygun ilk kanununu da hazırlayan, yazan şahıstır. DP zamanında çok uzun süre de müşavirlik yapmıştır. Enteresan bir adamdı. O eski komutanlar cephelerinde, Doğu’da, Güney’de, Batı’da Yunan cephesinde savaşan komutanlar benim hocamın arkadaşlarıydı. Kimi kendisinden 3, 5, 10 yaş büyük, kimisi kendisi kadar ve bunların toplantıları olurdu. O toplantılara Fındıkoğlu Hoca “Sen meraklısın, gel.” diye beni zabit kâtibi olarak görevlendirmişti. Notları tutar, bir sonraki toplantıda bunları anlatırdık ve onların öyle hatıraları, öyle ağlamaklı, öylesine sevinilecek hatıraları vardı ki anlatamam. O dönemde bu kadar ileri görüşlü muhteşem adamların bulunmuş olması hâlâ hayretime muciptir. İşte onların iklimiyle, onların arasında bulunmuş olmak benim için çok büyük avantajdı.

“Garih’in Dedikleri Harfiyen Gerçekleşti”

Bütün bunlardan sonra şimdi ne derler, yeni nesle, politikacılara, bence yaşça benden de büyük oldular. Bunları anlattığım zaman dünyalarının değiştiğini görüyorum. O da şundan oluyor; doğru kaynaklardan doğru bilgilere varamayan insanlar Parlamentoya doldurulmuş. Haberi yok dünyadan. Doğru bildiklerinin yanlış olduğunu sorgulayamayacak kadar da kopmuşlar. İşte o ikili partinin birkaç kişinin gücü altında toplanmış olmanın sonuçları.

Onları konuştuk tabii. Onların hepsi arkadan getirildi ve demokrasi adına, insan hakları adına falan diye gündeme çıktı. Ama bunların arkasında daha başka türlü şeyler var. Sayın Baykal’ın da o aktif görevi dolayısıyla Recep Tayyip Bey de kurduğu partinin başbakanı olarak görev almak durumunda kaldı. Ama Üzeyir Bey’in bize anlattıkları harfiyen gerçekleşti. Dolayısıyla “Niye CHP?” derseniz çünkü CHP’nin tarihî bir geçmişi var. Büyük parti. Barajı her ne kadar 1999’da aşamasa da oradan çıkan bir Ecevit var, aşmış gelmiş. Sonra bunlar tabii aynı nehrin suları oldukları için birbirlerine daha çabuk kaynaşabiliyorlar.

Dolayısıyla orada bugün de şunu görüyoruz; gerek Amerika, İngiltere, İsrail üçlüsü gerekse buna yandan ama çok kuvvetli destekli Alman ve Fransız ikilisi buralarda oyun oynamaya ve rol almaya devam ediyorlar. Ne kadar düşerler ne kadar düşmezler, seyrediyoruz.

“İngilizler Kadar Bu Ülkeye Kötülük Eden Olmadı”

Mayınlı araziyle ilgili kanun, o dönemde kanunlaşmamıştı. Daha sonra kanunlaştı ama bunlar gündeme getirilmek istendiğinde o araziler yabancı şirketlere temizletilsin, verilsin denildiği dönemde Muhsin Bey de bizlerle aynı görüşteydi. “Bu temizlenecekse bunu Türk askeri, Genelkurmay temizletsin. Buraya vereceğimiz 30 milyon dolar asgari paraya biz çok daha güzel yaparız.” diyen bir Genelkurmay Başkanı var. Fakat hükûmet bunu buraya yaptırmak istemedi. İlla o şirketlere verilecek. Tabii “Bunların Yahudi şirketi olduğunu nereden biliyorsunuz?” sorusu gündeme getiriliyor. Biz Yahudi, Ermeni veya Yunanlı, Rus diye düşünmüyoruz. Millî menfaatlere aykırı buluyoruz. Yabancı kim olursa olsun, isterse Türk asıllı bir yabancı ülkenin vatandaşı olan birisi de olsa biz yabancıya böyle bir şeyin verilmesini istemiyoruz. Ordumuz tecrübe kazansın. Zaten bu işi biliyorlar. Daha çok tecrübe kazansınlar ve bu toprakların altında petrol var. Maden var. Bir de organik tarım… Niye verelim? Biz buna şiddetle karşı olduk. Muhsin Bey de karşıydı. Sonra bu hükûmet tarafından getirildi. Kanun geçti geçecek. Ben o zaman tanıdığım, öğrencim olan milletvekillerinin çoğunu aradım. Dedim ki, “Bakın vakıflar konusundaki davranışla mütekabiliyet esasına uymayan sınırların yabancıya verilmesi, üstelik de Orta Doğu ülkelerinin açık düşmanı olan, birbirine düşman olanlardan birisinin tercih edilmesi dış politika bakımından da bizim rahatımız, istikrarımız bakımından da yanlıştır. Buna karşı çıkın.” Çok fazla ses çıkarılamadı ve kanun çıktı. Kanun çıkmadan evvel biz 34 kişi toplandık. 6 tane bakan vardı. Diğerleri de siyasi partilerden müsteşarlık yapmış, başbakanlık müsteşarlığı da yapmış arkadaşlar. Toplandık ve bir yazı kaleme aldık. O yazıda bunun ne kadar mahsurlu, ne kadar yanlış olabileceğini anlattık.

Bir de ben şunu çok iyi biliyorum, orada etkili olduğumu söylemeliyim. Bor Madenlerini Osmanlı döneminde İngiliz şirketleri çalıştırıyordu. Bu İngilizler kadar Türkiye’ye kötülük ve düşmanlık yapan ikinci bir ülke yoktur. Herkes Rusya zanneder. Evet Rusya çok kötülük yapmıştır ama İngilizler kadar kötülük yapan başka bir millet yoktur. Birinci sıra ona aittir. Tarih bunu ortaya koyuyor. Kültürel anlaşmalardan ölüme kadar giden yerde hep bunu görürüz. Bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Kendileri de inkâr edemiyor zaten. Sadece konuşulmasını istemiyorlar.

O ocaklarda çalıştırılan yabancı işçiler var. Bunlar gündüzleri ocakta çalışıyormuş gibi istirahat ediyorlar, talim yapıyorlar. Geceleri de Yunan ordusunun elemanı gibi köy basıp, birlik basıp adam öldürüyorlar ve oralarda yayılma hareketini sağlamaya çalışıyorlar. Atatürk’ün yazdığı Nutuk’ta da uzun uzun anlatılır. O mektuba bunu da koyduk. Çünkü orada çok enteresan bir madde var. Diyor ki; “Burada herhangi bir inzibati bir hadise, bir olay çıkarsa İngiliz şirketi talep etmedikçe Osmanlı zabitanı buraya asla müdahale edemez.” Çünkü müdahale ederse casuslar yakalanacak. Bu madde maalesef bu kanuna da girmiş. Bu böyle çıktı. O zaman Abdullah Gül benim fakülteden öğrencim olduğu için, zarif de bir adam, ona da götürdük yazılı olarak. Bazı arkadaşlar gidip görüştüler. İmzaladı. Nasıl beyninizden vurulmazsınız. Vurulduk. Sonra Anayasa Mahkemesi ittifakla çok ağır bir gerekçeyle iptal etti.


Demirel’le cumhurbaşkanlığından ayrıldıktan sonra görüşme yaptınız, niçin gittiniz?

Süleyman Bey cumhurbaşkanlığından emekli olmuştu. Politika dışındaydı. Birisinde yine 4 kişi beraber Süleyman Bey’e gitmeyi, bir konu hakkında malumat sahibi olunması için kararlaştırdık. Sanıyorum ya eşinin ya birisinin kızının bir rahatsızlığı oldu. Baki Tuğ, Giresun milletvekilliği de yapmış Refaattin Şahin ve ben Süleyman Bey’e gittik. Muhsin Yazıcıoğlu ile gittiğimizde Baki Bey vardı galiba ama Refaattin Bey yoktu. O görüşmelerde İstanbul’da bir otelde yemekte karşılaşmış olduğumuz zaman “Çocuklar nasılsınız? Sizin gidişatınızı çok beğeniyorum.” dediği için “Efendim bizim sizin tavsiyelerinize ihtiyacımız var.” diye bir espri yaptı Muhsin Bey. “Bekliyorum.” dediği için gidildi. Daha sonra o konulara başka konular da eklenince Süleyman Bey’e hadiseyi doğrulatmak niyetiyle gidildi, çok yalan söyleniyor çünkü. Özellikle Hasan Ekinci adını vereyim. Onun ağzından çok şey üretiliyordu bizim partiyle ilgili. Hasan Ekinci bizim partide hasım adam şeklinde görülüyordu. Onları da öğrenelim diye biz gittik. Tabii hepsinin uydurma olduğu ortaya çıktı. Sayın Demirel’in de görüşlerini aldık. Bize çok da faydalı görüşler söyledi.

“Erbakan’ı Ölünce Daha İyi Anladım, Haklı Çıktı”

Erbakan’la görüşmeniz oldu, ne önerdi size?

O görüşmede Sayın Erbakan bizimle görüşmeyi teklif etti. Bizde bunlar nasıl olabilir, neler yapılabilir, hangi konularda fikri nedir diye görüşmeye gittik. Tabii zannediyorum araya bir ikindi namazı da girdi ama bunları çıkarırsanız en az 2-2,5 saat sürdü bu konuşma. Bunun 2 saatini rahmetli Erbakan, kalan yarım saatin de 5 dakikasını Muhsin Bey, 2 dakika ben, Bahri Zengin, Asiltürk falan kalabalık bir heyet. 7-8 kişi onlardan, bizden de 3 kişi. Orada öyle şeyler anlattı ki biz çıktıktan sonra Muhsin Bey ile “Yahu hayalinden geçenleri hakikat mi zannediyor, rahatsız da olduğu için.” diye böyle birbirimizle konuştuk. Bana da öyle geldi, sana da öyle geldi falan. Bizim aklımıza yatmaz gibi geldi. Ama sonra hepsi doğru çıktı.

Yani meselelerin derinliğine takibini yapan birisiymiş ve öldükten sonra benim nazarımda “Daha fazla dinleyebilseydik bu adamı. Fikrine uymasak da particilik yapmasak da olabilirdi.” diye. Ama şunu hiç söylemedi; ”Bu partileri bir araya getirip niye birleşmiyoruz?” demedi Erbakan. Bize ne gözle bakıyordu, o çok yorum götürür. İtaat etmemizi teklif etmedi. İttifaka açık ama aynı partide beraber olmamıza kapalı gibi geldi. Muhsin Bey’e “Muhsin Bey evladım değil, Muhsin Bey kardeşim, aziz kardeşim.” bu sıfatlarla bize hitap ediyordu.

Öyle şeyler anlattı ki orada. Bu sanayileşme meselesinin nasıl engellendiğini ve birinci derecedeki engelin de İsrail taraftarı insanların devlet içerisine nasıl çöreklenip kendilerini nasıl sakladıklarını, bu saklanmayla beraber yetkili durumların Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nı nasıl işi ipe un serer hâle getirdikleriyle ilgili öyle şeyler anlattı ki ibretlik. Ağzınız açık kalır. Rahmetli oldu gitti. Şimdi dönüp ben o konulara şöyle baktığımda, daha beteri de oluyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Erbakan haklı çıktı.

“ ‘Ücretli, Görevli’ Derdi…”

Erbakan’ın o görüşmelerde Tayyip Bey’le ilgili düşüncesi nasıldı?

Recep Tayyip konusu konuşulmadı. O toplantıda konuşulmadı. Başka bir toplantıda o konuya başından beri soğuktu. Bir türlü Recep Tayyip’i bağrına basamadı, sevemedi. “Ücretli, görevli” lafı onun ağzından çıktı. Ben neyin ücretinin, neyin verilip de görev yaptırıldığını sağa sola sordum. İl başkanlığı veya daha evvelki görevlerde maaş ödenmiş Tayyip Bey’e. Gönüllü hizmet değilmiş. Ücretli hizmetmiş. Bunları sonradan öğrendik. Ondan dolayı kullanılacak, etkisiz hâle getirilecek, tehlikeli olursa itibarı zedelenecek, oynanacak.

İşte sizin gördüğünüz bu kadar adamın hakaretine uğramak istemediğim için hiçbir teklifi kabul etmedim. Hele birisi gece yarısı, -“Allah da istemedi” diyeceğim- “Mutlaka Başbakan sizinle görüşecek.” dedi. Necati Çetinkaya. Özellikle ben tabii dönem arkadaşım olduğu için üniversiteden, bizim de Meclis başkanı oldu ya Yozgatlı Cemil Çiçek. Daha bir sürü arkadaş. Onlar düğün, bayram hâlinde. İşin garibi Başbakan sizinle muhtemelen 00.00-01.00 arası gece görüşecek. “Niye?” dedim. Şöyle bir şey dediniz mi, “Bu tür teklifler Başbakan’dan veya Genel Başkan’dan gelmediği müddetçe ben saymam.” dedim bunu. Çünkü bir sürü aracı oluyor. Sizi oraya getirirse kendi kredisi artacak. Ben bunları defalarca gördüm, yaşadım. Dolayısıyla ben bunu ciddiye almam. Bu tür meselelerin dışında kalmak istiyorum. Bir talebim de yok. Bir de “Ben orada uzun süre geçinebileceğimi zannetmiyorum.” dedim. “Biz seni göstereceğiz.” Çetinkaya çok hevesli. O arada da bir telefon geldi albay arkadaşın hanımından. Trafik kazası geçirmiş hastanede. “Enis Hoca’nın tanıdığı vardır, biz burada ciddi bir alaka görmüyoruz demiş.” Ben de hanıma dedim ki, “Ben hemen gideyim.” Telefonumu yanıma almadım. O telefondan arayabilirler belki. Geç olduğu için görüşmek istemedim. Ben nazikçe reddetmeyi düşünüyorum. Tayyip Bey de tahmin ediyor. Çünkü üç deneme boşa çıkmış.

Neden AK Parti ve Erdoğan’la siyaset yapmak istemediniz?

Şimdi diyeceksiniz ki niye bu kadar peşin hükümlüsünüz, uzak durdunuz? Kuleli Askerî Lisesinin biraz üstünde Konyalı kimler vardı orada? İş adamları. Onların evinde yapılan bir toplantıda Murat Ülker, -benim de kurucu başkanı olduğum vakfının da üyesidir- 22 kişilik iş adamlarıyla, bilim adamlarıyla kurduğumuz Avrasya Vakfı var, şimdi Şaban Gülbahar onun başında. Bir ilim yuvası olarak nazik, kibarca bilgi sunma ve bilgilendirmenin ötesine geçmiş. “Gel burayı idare et.” diyor. Ben İstanbul’a yerleşemem ki! Benim neyim varsa sattım. Kalmadı ki kooperatif dairesi. Başımı sokacak bir yer buldum. O evdeki toplantıda benim kurucuları arasında yer almam konusunda çok fazla ısrar ettiler, özellikle Ülker Ailesi ve diğer dostlarım. Tayyip Bey’in orada bir cümlesi oldu: “Biz Enis Bey’i tanıyoruz. Daha evvel birtakım iş birliği yaptık. Belediye başkanlığı seçiminde Küçükçekmece, Avcılar değişik yerlerde. Ben Türkeş Bey’i de ikna ederek bunların talebi doğrultusunda iyilik de yaptım. Çok fazla dürüst. Çok fazla Türkperest.”

“Gül Üzerinden Teklif Geldi; ‘Gitmiyorum’ Dedim”

Bunu duydum da hadi Türkperest münakaşa edilir. Bana birisi düşmanlık yapıyorsa yapma diyorsun, inadına yapıyor. O zaman ben onu niye seveyim. Islah olması için uğraşırım. Ama dürüstlük meselesine ilmen bakıyorum, bir kulp bulamıyorum. Dinen bakıyorum kulp bulamıyorum. O teklifi yapmadı. Daha sonra Cemil Çiçek telefon etti. Abdülkadir Aksu telefon etti. Ben de şahit. Yanımda arkadaşlarım var. Dediler ki, “Erkan Mumcu ile Enis Bey’i alacağız. Başka kimseyi almayacağız.” Ben de danıştım. Ben bu sözden çok müteessir olduğum için düşünmediğimi söyledim ama bunlar yine ısrar ettiler. Ben düşünmediğimi söyledim. O arada bir haber daha geldi Tayyip Bey’den ve yakınındaki arkadaşlardan. “Abdullah Bey sizi bekliyor. Abdullah Bey ile hemen konuşsunlar. Bu işi bitirin.” dedi. Abdullah Bey hem öğrencin hem dostun. Yine geldiğim noktaya başa sardık. “Gel görüşelim.” demiyor. Abdullah Bey ile görüşün. Abdullah Bey’in üzerinde kalacak benim kabul edilmeyişim. Yarın bir çıngar çıkarırsam “Al senin adamın.” diye Abdullah Bey’in üzerinde bir tokmak olacak. Bu şekilde hiç kimsenin incinmesini de istemem. Bu tür siyaset yapmak da tabiatıma aykırıdır. “Gitmiyorum.” dedim.

ERKAN MUMCU KİMDİR?

1995’te ANAP’tan Isparta milletvekili seçildi. ANAP’ta genel başkan yardımcılığı ve genel sekreterlik görevlerinde bulundu. 57. Hükûmet’te Kültür ve Turizm Bakanı olarak görev yaptı. 2002’de AK Parti’ye katıldı. Millî Eğitim Bakanı olarak görev yaptı. 2005’te hem bakanlıktan hem de partiden istifa etti. ANAP’ın başına geçti. 2008’den itibaren de aktif siyaseti bıraktı. ANAP-AK Parti ve DP’de siyaset yaptığını herkes biliyor ama 1993’te BBP’ye üye olduğu pek bilinmez. Mumcu, “O bizim ‘Reisimiz’di.” dediği Yazıcıoğlu’nu anlattı.

ESKİ BAKAN ERKAN MUMCU:

“O Hayatta Olsa Yapılamazdı…”

Gıyabi tanışmamızdan önce biz kendisini tanıyorduk. Buna literal olarak tanışma demek doğru olmaz ama o bizi bilmese de biz onu çok iyi biliyorduk. O bizim “Reisimiz”di. Ülkücü Hareket’in efsaneleşmiş önderlerinden biri idi. Özellikle 12 Eylül sonrası tutukluluk devresinde onu tanıyan insanlarla beraber günler, haftalar, aylar geçirdim. Onunla ilgili pek çok anı anlattıklarına tanık olmuşumdur. Onun hakkında konuşan herkes onu sevgi, hürmetle anıyordu. 12 Eylül’den sonra rahmetli Türkeş’in cezaevinden çıkmasıyla beraber hem Ülkücü Hareket hem de MHP’nin geleceğine ilişkin tartışmalar vardı. Türkeş ve hareketin önderlerinin pek çoğu tutuklu iken, dışarıda yayın hayatına pek yansımasa da çeşitli topluluklar arasında süregiden bir muhasebe vardı. 12 Eylül öncesi politikalarının hatta daha genelde ideolojik çerçevenin başımıza gelenleri, yaşadıklarımızı karşılamaya yeterli olup olmadığı konusunda bir tartışma vardı.

Bu tartışmaya paralel, belli belirsiz bir ayrışma da vardı. Rahmetli Türkeş cezaevinden çıktıktan sonra bıraktığı yerden devam etme eğilimi gösterdi. Herhangi bir muhasebe yapma yönlü tutumu yoktu. Hareketin mensuplarında böyle bir ihtiyaç duyumsanıyordu. O zaman parti ve teşkilat diye bir ayrım yapardık. Ocak diye daha doğrusu. Parti görüşü ile Ülkü Ocağının görüşü arasında ilan edilmemiş bir mesafe çoğu zaman hissedilirdi. Bu belki Ankara’da hissedilmiyor olabilirdi, o zaman taşrada kulaklar Ülkü Ocağının ağabeylerine çevrilirdi. Ben kendi adıma rahmetli Türkeş’in tutumunu çok onaylamıyordum. Bir gün Muhsin Yazıcıoğlu çıkacak ve bize bir ışık, yol olacak diye bekliyorduk. Ama benim adıma beklediğimiz şey olmadı.

“İlk Tanışma, BBP’ye Üye Oldum”

Yazıcıoğlu ile tanışmanız ne zaman oldu?

Ne zaman bu ayrışma ortaya çıktı? BBP’nin kuruluş aşamasına götürülen olaylar zincirinde. Ben ilk defa BBP’nin kuruluş aşamasında bir topluluk içinde dinledim kendisini. Hatta bir arkadaşım bu toplantının videosunun var olduğunu söyledi. Orada kısmi eleştiride de bulunmuştum. Ordadır ilk tanışmamız. Daha sonra her ne kadar eleştirsem de ben samimiyetine ve milletine adanmışlığına şüphesiz inanıyordum. Siyasi partilerle demokratik yollardan varılacak bir yol olduğuna dair inancı çok zayıf olmasına rağmen gittim BBP’nin Bahçelievler teşkilatına üye oldum. Bu daha çok yönteme inanmaktan ziyade ona inanmaktan. Onun samimiyetine inanmışlığımdan kaynaklanan bir şeydi. Bir iki İstanbul ziyaretinde de beraber olduk.

Standart gibi gördüğüm politika kulvarı içinde çok büyük ümitler beslemediğim için daha çok olup bitenleri pesimist/eleştirel bir dille yorumluyordum. Bu yükü omuzlamış bir lidere haksızlıktı aslında. Bunu şimdi anlıyorum. O zaman yararlı olduğuna inandığım düşünceleri kendisiyle samimi olarak paylaştığım kanaatindeydim. Önerilerimin bazılarının isabetli olduğunu bugün bile değerlendirmekle beraber yaptığımın tümüyle yanlış olduğunu hayat bana sonradan öğretti.


“ANAP-RP Koalisyonu İçin Birlikte Çalıştık”

Daha sonra ayrıldınız ama ittifak çatısı altında yeniden buluştunuz!

Sonra kader bizi aynı partinin çatısı altında (İttifak dolayısıyla.) 1995 Parlamentosunda buluşturdu. Zaten birbirimizi tanıyorduk. Fakat onlar hiç bana daha sonraki hareketlerinde birlikte hareket etme yönlü telkinde bulunmadılar. Zannediyorum demokratik terbiyenin bir icabı olarak yapmadılar. Yapsam mutlu olurlar mıydı, bilmiyorum. Ama yaptıklarını yapmamaları için çok uğraştım. O tarihte “REFAHYOL mu ANAYOL mu kurulsun?” diye bir tartışma vardı; kurulması gerekenin REFAH-ANAP koalisyonu olduğu yolundaki fikrimiz için çok çaba sarf ettik ama sonuç vermedi. Bundan dolayı kimin kusurlu olduğunu bugün dahi söyleyemiyorum. Erbakan ve ekibinin mi, Mesut Yılmaz ve ekibinin mi kusurlu olduğuna adil bir karar veremiyorum. Refah Partisinin de süreci iyi yönetemediğini düşünüyorum. İçinde olduğum ANAP’ın kusurlarını zaten görüyorum ama kusurlar o başarısızlığı açıklamaya yetmez. O fırsatın kaçırılması ülke adına bedeli ağır neticeleri de davet etti, sonradan yaşayarak gördük. Rahmetli Reis ile aynı çatı altında buluşmuşluğumuz o yüzden çok uzun süremedi.

28 Şubat sürecindeki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Koalisyon kurulamadı. ANAYOL kısa sürdü, ardından REFAHYOL ve 28 Şubat. 28 Şubat meselesi, ayrışmanın da başladığı yerdir. Oralarda tamamen hem demokratik hem millî diyebileceğimiz bir duruşu tercih etti Muhsin Bey. Dirayetli duruşu gösterdi hem de vakarla gösterdi. Hiç tutumunu şova dönüştürmedi. Ama sonraki yıllarda o günkü dirayetinin, çeşitli siyasi fırsatlar ve imkânlar elde etmiş olmasına rağmen destek verdiği siyasi kadrolarca bilinmediği kanaatindeyim.

“ ‘İslamcılar’ Bencil…”

Hatta bırakınız bir iyilikle mukabele etmeyi bir şükran ifadesiyle bile karşılaştığından şüpheliyim. Bence Türkiye’de “İslamcı” diyebileceğimiz siyasetin aslında ne kadar dar bir çerçeve ve bencil bir hâletiruhiye ile sevk ve idare edildiğini en iyi gösteren örneklerden birisi rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na reva gördükleridir. En dar zamanlarında her zaman yanlarında buldukları bir adamı kendileri rahatta olduğu zaman hatırlamak bile istemediler. Buna kısmi bir örnek de Hasan Celal Güzel’dir. Kısmi diyorum, Yazıcıoğlu’nu anarken eş değerde gördüğüm anlaşılmasın. Güzel’e karşı takınan tavır da benzeri. 28 Şubat’ta dirayetli duruş gösteren kim varsa bakın, İslamcı siyasetin dışında kalmıştır. Çoğu da ülkücü-milliyetçi-merkez sağın demokrasiye inanmış insanlarıdır. Onlar çok sağlam ve dirayetli bir duruş gösterdiler. Hiç tevazu oyununa girmeden kendimi de bu tanımın içine koyarım. Ben de çok namuslu ve dirayetli bir duruş gösterdiğime inanıyorum.

Sonradan vardığım bir değerlendirme; olup biten… Yazıcıoğlu bunu millî, izzetinefis olarak görürken, işlerin neticesi, sonradan iktidarı gücü ele geçirenlerin politik bir pragmaya dönüştü. Tarih bunu maalesef kanıtladı.

“Bakan İken Ricasını Emir Telakki Ettim”

Siz AK Parti’de bakan olduktan sonra ilişkiniz nasıldı, sizden ricası olur muydu?

Yazıcıoğlu’nun ömrünün son deminde, bugün benim tespit ettiğim olguya tanık olmanın hayal kırıklığını ve üzüntüsünü yaşadığını düşünüyorum. Bunu zaman zaman konuşmalarımızda da açık bir şekilde ifade etmese de çeşitli konulara ilişkin eleştiri ve yakınmaları bana da söyledi. Biz partilerimizin takındığı tavır nedeniyle farklı kamplarda görünüyorsak da aralıksız olarak iletişimimizi sürdürdük. Hem kadrosuyla hem kendisiyle. Ben naçizane partimin (AK Parti) iktidarda olduğu ve bakan olduğum dönemde onun her türlü ricasını emir telakki ettim. Geciktirmeden, bekletmeden neticelendirdim. Taleplerinin çoğu, sınırlı sayıda belediyelerinin mağduriyetlerinin ortadan kaldırılması veya bürokraside mağduriyete uğramış ya da uğraması muhtemel değerli vatan evlatlarının hak ve hukukunun gözetilmesinden ibaret şeylerdi. Benim için anlamı, onun rica etmesi değil, benim dikkatime getirmiş olmasıdır. Bunları yerine getirmekten bahtiyarım çünkü milletimizin tarihi içinde çok özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Özel bir şahsiyet modeli olduğunu düşünüyorum.

“Adanmış Bir Ömür, Dava Adamı”

Sadece bir siyaset adamı olarak mı gördünüz, tanıdınız?

Yazıcıoğlu’nu bir siyasetçi diye yorumlamak, anlamak doğru ve tutarlı bir şey değil. Böyle birisi değildi. Bir taraftan aydındı, toplumun değerlerine, kaderine, ülküsüne duyarlı, onu ayağa kaldırmaya adanmış bir ömrün, hangi durumda nerede durması gerekiyorsa onu yapmaya çabalayan ve üstüne yüklenen yükün ağır mı hafif mi olduğuna, taşıyıp taşıyamayacağına hiç bakmaksızın yük varsa altına giren bir adamdı. Onu böyle BBP, milletvekilliği veya siyasi partiler veya siyaset parantezi içine sıkıştırmak ona haksızlık olur. Aynı zamanda kültür adamı idi, şimdilerde değerini çok yitirmiş olsa da o bir dava adamıydı. Onun hayatı adanmışlık üzerine kuruluydu. Muarızları acımasız militanlığına dair hikâyeleri çok anlatırlar. Ama ben onu her zaman merhametli bir adam olarak gördüm. İletişime çok açık, muarızlarını bile anlamaya çok açık insandı. Meclis kulisinde etrafında oluşan halka her zaman rengârenk bir halka olmuştur. Hem milletvekilleri hem ziyaretçiler hem de basın mensuplarına kategoriler hâlinde bakın, hiç tek renkli bir topluluk görmezdiniz.


“Tebessümünü Unutamıyorum”

Çok beğendiğiniz, unutamadığınız bir özelliği var mı?

Kendisine çok yakışan muhteşem tebessümü ile onu hep öyle hatırlıyorum. O tebessümden bahsetmek istiyorum. Benim aklımdan çıkmayan şey odur. Yazıcıoğlu deyince aklıma o gelir. Öyle bir tebessüm ki samimiyet, içtenlik, mahcubiyet, tevazu… Her şey o tebessümün içinde vardı. O tebessümün zihnime kazınmasının sebeplerinden bir tanesi de kendisine bir gün kılık kıyafet seçimi konusunda yaptığım bir eleştiriye verdiği yanıt olmasıdır. Dedim ki “Reis, biz biliyoruz yani her tarafın buram buram Anadolu da, kılıktan kıyafetten yansımasa. Ben sana stil danışmanlığı yapayım.” O anlattığım gülümsemesi ile bir şey demeden tebessüm etmişti. “Bizden bu kadar.” gibi bir şey söylemişti. Sadece samimiyetim mazeret yerine geçebilir. Kabalık değildi. O da biliyordu ki her zaman olabileceği en iyi yerde görmeyi hayal ettim. Bunu bildiği için olumsuz tepki göstermeyip “Erkancığım bizimki de bu kadar.” demişti.

“Nankörlükten Yorulmuştu”

Son yıllarında görüşmeniz oldu mu?

2007 yılında beni evinde bir kahvaltıya çağırdı. İslamcı siyasa, kendisini millî mefkûrenin bir aygıtı olarak görmekten çok, gücün sahibi olarak görür. Kendisine vaaz eden bir hâletiruhiye ile hareket ettiği yönündeki eleştirilerimi söylediğimde, acı ile tebessüm ettiğini hatırlıyorum. Yorgundu. Nankörlükten yorulmuştu aslında. “Delikanlı” bir adam olduğu, pes etmek kitabında da yazmayan bir adam olduğu için mukadderatına doğru gitti.

DYP ile ittifakı (2007) başarabilseydik ben yeniden yollarımızın bir araya gelebileceğini ve aslında AP’li babalarımızdan devraldığımız Türkiye’yi, sağ siyaset mirasını kendi kuşağımızın konumlandırmasıyla yeniden devam ettirebileceğimize inanıyordum. Böyle bir hayalim vardı. DP, AP, ANAP’a gelen çizginin yeniden DP’yle birleşmesiyle 60-70’lerde yapılmış dışlayıcı hataları yapmadan demokrat bir siyaset alanı olarak başarılabileceğini, kendisinin de tarihsel bir rol oynayabileceğine inanıyordum. Biz başaramadık.

İttifak niye kurulamadı?

Biz şunu hedefliyorduk. DYP-ANAP-BBP, gelirlerse SP, ben Devlet Bahçeli’ye de gittim. Hatta MHP. Çok kapsamlı bir sağ siyasal çatıyı kurabilir miyiz? Ben ağırlıklı olarak bu çabayı gösteriyordum. Erken seçim kararı alınması, yeni bir siyasi parti çatısını imkânsızlaştırdı. Çünkü YSK, seçime girecek partilerin listesini yayımlamıştı. Mevcut tüzel kişiliklerinden birinin çatısı altında bir birleşme dışında hukuki imkân kalmamıştı. Bu bizi hayallerimizden uzaklaştırdı. Rahmetli Başkan’la da bu aşamada görüşmüştük. İttifak formülünün bu aşamada daha doğru olacağını ifade etti. Ben de vatandaşın ittifaklara güven duymadığını, seçimde başarı elde etmenin ittifak değil birleşmeler olduğunu söyledim. Benim önerim imkânsızlaştı.

“Aşağılık Bir Kolpa ile Dışarıda Kaldık”

Mehmet Ağar da prensipte olumsuz bir beyanda bulunmuyordu. Benimle konuşurken bulunmuyordu ama Ağar’ın beyanlarının pek çoğu sonradan yalan çıkınca hangi beyanında samimiydi değildi bugün yargılama imkânından yoksunuz. DYP’nin DP olması ve birlikte seçime girme imkânımız yoğun bir sabotaja maruz kaldı, anladığım kadarıyla rahmetli Muhsin Bey de bu sabotaj girişimlerini görüyordu, konuştuğumuz şeyin gerçekleşme ihtimali kalmadığını o da gördü. Erken seçim kararı ve 367 tartışmalarının yarattığı travma, sonradan çok daha ayrıntıları ortaya çıkan başta örtülü ittifakların Mehmet Ağar’ın iradesini bloke ettiğini bize gösterdi. Nitekim biz o seçimde, aramızda bir anlaşma hatta imzalı yazılı protokol bulunmasına rağmen seçim dışı bırakıldık. Bildiğiniz kolpa… Aşağılık bir kolpa ile seçim dışında kaldık. Hayallerimiz yıkıldı. Türkiye yanlış yola girdi, 15 Temmuz’a kadar getirdi.

Türkiye’nin başına gelenleri, olaylar üzerinden tarih okuması yapmıyorum. Ne yaşadıysak, 10-20 yıl önce ne yaşanacağını neredeyse takvim vererek söyledim. Bu bir kehanet değil. Sosyal hadiselerin tabiatı vardır. Toplumun tabiatı vardır, siz o tabiat hakkında hakikatlere vâkıfsanız sıhhatli öngörülerde de bulunursunuz ve bu kehanet değil. O hayal böylece tarihin çöplüğüne atıldı. Başka bir koalisyon AK Parti-Fetö koalisyonu iktidar oldu.

2007’nin sonunda siyaseti tamamen bıraktım. Ülkede yaşananlar karşısında özellikle aydınların duyarsız hatta ikiyüzlü, iktidar yardakçısı pozisyonları beni tiksindiriyordu ve o yüzden siyasete dair ne varsa uzaklaşma kararlılığındaydım, gidip gelemedim. Ama Reis dirayetli adamdı, mücadelesine, kavgasına devam ediyordu, doğrusu ben de kendisini bir taraftan hayranlıkla, bir taraftan hak ettiği saygınlığa kavuşmamış olması nedeniyle öfkeyle izliyordum. Öfkem, yanında olması gerekip olmayanlara idi. En azından hakkını şifahen bile teslim edecek bir kadirşinaslık bekliyordum, görmedim. Rahmetlinin hayatı boyunca da bunu gördüğüne tanık olmadım.

Demek ki tıpkı Nebiler, Resuller, Veliler, Şehitler gibi… Şehitlerin şahı Hz. Hüseyin gibi kimseden bir şey ummadan, beklemeden, mücadelesini sürdürdü. O belli ki mükâfatını Hak’tan bekliyormuş, Cenabımevla ona mükâfatını, bize ibretlik bir ders verdi.