Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Dar Sokakta Ayak Sesleri», Seite 3

Schriftart:

Osmanbey’e doğru ilerlerken her akşam televizyonda sunulan hava durumu raporunda en son gösterilen Güneydoğu Anadolu haritasını zihnimde canlandırmaya çalıştım. Alt tarafta Suriye’ye sınırı olan Gaziantep, yanında Şanlıurfa, daha doğuda da Mardin vardı sanırım. Daha üstte Adıyaman ve Diyarbakır olmalı…

Uçakla Urfa’ya, kara yoluyla Harran’a, oradan Mardin Midyat, Hasankeyf ve Diyarbakır’a gidilecek sonra tekrar uçakla İstanbul’a dönülecekti; böyle yazıyordu ilanda.

Bu konuyu düşündükçe heyecanlandığımı fark ediyordum. Hâlâ böyle bir geziye çıkma isteğimin birdenbire neden ve nasıl ortaya çıktığını anlayamıyor ve yeterince tatminkâr cevaplar bulamıyordum. Sonra yoruluyor ve bu sorunun yanıtını aramaktan vazgeçiyordum.

Aslında Ege veya Akdeniz’in güzel bir kıyı kasabasına gidip istersem bir hafta veya on gün kalabilirdim. Fakat dediğim gibi içimdeki o gizli güç -veya adı her ne ise o- Güneydoğu gezisine gitmem için beni heveslendirip şevklendiriyor, âdeta bu geziye çıkmam için teşvik ediyordu.

O gece karmakarışık rüyalar görerek uyudum. Bunların hemen hepsi tanımadığım, ürkütücü, çok sıra dışı, karmakarışık yerlere yapılan gezilerden oluşuyordu. Sabah uyandığımda evimde güvende olmaktan büyük rahatlık duydum.

BEŞİNCİ BÖLÜM SONU

Eminönü’ne, şansımın yaver gitmesiyle boş yer bulabildiğim körüklü uzun otobüsle geldim. Vaktim vardı ve Mısır Çarşısı’nın Sirkeci tarafından bakan kapısının içindeki küçük dükkânda, ince, kaşarlı bir tost yiyip havuç suyu içtikten sonra çalıştığım iş hanının fotoselle çalışan geniş cam kapısından içeri girdim.

Kapıdaki güvenlik görevlisi Sırrı Bey her zamanki gibi güler yüzle karşılamaya alışmıştı gelenleri. Onunla selamlaştıktan sonra nihayet çalıştığım kata ulaşabildim.

Sol tarafta oturan masa komşum Yusuf Bey benden sonra girdi içeri herkese gülücükler dağıtarak. Çalışanlardan eksik olan kimse yoktu.

Masamda her sabah yaptığım güne hazırlık çalışmalarına başlarken tatile çıkmak konusunu Meral Hanım’a ne zaman açsam diye düşünüyordum.

Temmuz ve ağustos aylarında en eskiler, en kıdemliler izne ayrılıyorlardı. Benim gibi yenilere sadece haziran ayı kalıyordu. Gezi de haziranın yirmi ikisindeydi; on iki gün vardı.

Meral Hanım’ın sert yüz ifadesi, yanına gitme cesaretimi kırıyordu ve o an bu geziden vazgeçmemin en doğru hareket olacağını düşünüyordum. Fakat daha önce de dediğim gibi, nasıl ve neden doğduğunu anlayamadığım içimdeki o garip kuvvet bu duruma engel olmak için beni tekrar teşvik edip heveslendirerek hemen harekete geçiriyor ve kırılan istek ve cesaretimi tekrar toplamamı sağlıyordu. Onunla gidip konuşayım veya şimdi çok sinirli görünüyor, en iyisi gidip konuşmayayım kararsızlığı içinde birkaç saati geçirdim ve bu konuyu düşünmekten bir hayli yoruldum. O tarafa mümkün olduğu kadar bakmamama rağmen, Meral Hanım’ın sesini her duyduğumda onunla gidip konuşma isteği yeniden içimde canlanıyor fakat yüzündeki o can sıkıcı ifadeye bakınca hemen vazgeçiyordum.

Ama bütün bunlara rağmen o bölgeye yapılacak geziye katılma isteğim hiç azalmadan tuhaf bir şekilde artarak devam ediyordu. Bu geziye beni çağıran belki kaderimdi ve ben onun çekiminden esrarlı bir etkiyle kurtulamıyordum.

Ege ve Akdeniz kıyılarını iyi biliyordum ve bunların benim için pek bir ilginçliği kalmamıştı. En son, liseyi bitirdiğim yaz annem ve babamla mavi yolculuğa çıkmıştık. Çocukluğumdan beri Alanya ile Balıkesir arasında gezilebilecek hemen her yeri görmüş tanımıştım. Bizimkiler, denizi, gezmeyi, yeni yerler görmeyi çok sevdikleri için beni de yanlarına aldıkları gibi Akdeniz veya Ege’nin bir kıyı kasabasında alırlardı soluğu.

Emekli olduktan sonra babamda yüksek tansiyon rahatsızlığı başlayınca Silivri’deki yazlık evi alıp daha sakin ve serin olur diye annemle birlikte yaz aylarını artık orada geçirmeye başladılar.

Üniversiteyi okurken birkaç kez Fethiye’ye, Kaş’a, Didim’e gittim. Arkadaşlarım içki içip olay çıkarınca soğudum tatilden. Sonraki sene tek başıma gittim, sıkıldım. Geçtiğimiz yazı nasıl geçirdiğimi ise başta anlatmıştım.

Vakit öğlene yaklaşıyordu ve on beş dakika sonra yemek ve dinlenme saati başlayacaktı. Masadan kalktım; Meral Hanım’a doğru gidip masasının önünde dikildim. Hiç olmazsa dün akşamki ziyaretimin hatırına biraz daha cana yakın davranmasını bekliyordum fakat o, bu düşüncemi boşa çıkarırcasına her zamanki mesafeli tavrı ile yüzüme baktı. Donuk ve ciddi yüz ifadesinin gerisinde neyin gizlendiğini tahmin edebiliyordum.

“Nuri Bey nasıl, iyidir umarım?” dedim.

“İyi, ziyaretiniz için tekrar teşekkür ederim ama yorulmanıza gerek yoktu!” dedi duygusuz bir sesle. Sonra aynı donuk ifadeyle yüzüme bakmaya devam edince:

“Efendim, yıllık iznimi kullanmak istiyorum.” dedim

Kendisinden borç para istenilmesinden hoşlanmayan biri gibi, yaşlanmış, parlaklığı kaybolmuş yüzünü buruşturarak:

“İzin istemek için iyi bir zaman değil!” dedi huysuzca. Başka türlü davransaydı şaşırırdım zaten.

“İhtiyacım var efendim!” derken epeyce gerilmiştim.

“Önemli olan sizin değil, işletmemizin ihtiyaçlarıdır. Bunu burada çalışan herkes çok iyi bilir… Müdür beyle konuşur size bildiririm. Fakat bu ne zaman olur bilmem!” dedi.

O kadar soğuktu ki bu kısa konuşmanın sonunda, üzüldüm, incindim, kırıldım, öfkelendim. Bütün bunların hepsi yıldırım hızıyla birkaç saniyede oluverdi içimde. Sanki cebinden borç para çıkarıp verecekti kadın…

Öğlen arası hemen hemen başlamak üzereydi. Kızgınlıkla aşağı indim, denize doğru yürüdüm. Üstünde “Üsküdar” yazan vapur iskelesinin yanında korkuluklara yaslanıp Boğaz’ın bütün canlılığını izlerken derin derin nefesler çekip sakinleşmeyi bekledim.

Karaköy rıhtımına yanaşmış çok büyük bir yolcu gemisini ve gerisindeki Galata Kulesi’ni seyrederken; hem denizde yol alırken yolcu gemisinde olup bitenleri hem de kartal kanatları ile Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Boğaz’ın üstünden Üsküdar’a doğru uçarken aşağıya bakıp neler düşünmüş olabileceğini ve o zamanki İstanbul’u hayal ettim.

Küçük balıkçı ve yolcu tekneleri Galata Köprüsü’nün altından Haliç’e girip çıkıyorlardı. Köprünün üstünden durmadan araçlar geçiyordu. Ya iskeleye yanaşmak ya iskeleden ayrılmak ya da önüne çıkan küçük bir tekneyi uyarmak için öten, Boğaz’da çalışan yolcu vapurlarının düdüğü dikkatimin o yöne çevrilmesini sağladı.

Üsküdar’a gitmek için iskeleden ayrılan vapurun manevra yaparken pervanesinin suda yarattığı anafor ürkütücüydü. Balıkçı motorlarını takip eden martılar aç olduklarını belli eden sesler çıkarıyorlardı.

Etraftaki küçük büfelerden yayılan pişmiş balık ve döner kokuları aç olduğumu hatırlatıyordu. Deniz havası iyi gelmişti; içimdeki kırgınlık ve öfke azalır gibi olmuştu. En yakındaki büfeden ekmek arası balık aldım ve yerken Boğaz’ı, Anadolu Yakası’ndaki kıyıları izledim.

İşe döndüğümde kendimi daha iyi hissediyordum. Meral Hanım’a bakmamaya özen göstererek çalıştım. Akşama doğru günün yorgunluğu iyice üstüme çökmüştü artık.

Eve dönenlerin yarattığı kalabalıkla Eminönü yine mahşer yeri gibiydi. Yarım saatten fazla bir süredir otobüse binebilmek için kuyrukta bekliyordum. Öğrenciler geçirdikleri günden etkilenmemiş gibi canlı ve neşeli hareket ediyorlardı. İşçi oldukları zayıf, kansız suratlarından belli olan yoksul gençlerin ve orta yaş ile üstündekilerin yüzlerindeki yorgun ve anlamsız bakışlar, bir an önce gitmek istediklerini açıkça ortaya koyuyordu.

ALTINCI BÖLÜM SONU

Tam dört gün boyunca sanki onunla konuşmamışım gibi hiç ses çıkmadı Meral Hanım’dan. Bu konuyu çok sorun edip gergin bir hâlde gidip geldim işe. Nihayet beşinci günün sonunda istediğim izne çıkabileceğimi her zamanki donuk yüz ifadesiyle söyleyince rahatlayıp gevşedim ve ona karşı içimdeki öfke azaldı.

Akşam işten çıkışta otobüsten Divan Otelinin az ilerisindeki durakta indim ve yürüyerek; gitmek istediğim Güneydoğu gezisini düzenleyen iş yerinin önüne geldim.

Biraz heyecanlanarak içeri girdim ve o gün camdan içeriyi seyrederken bir iki kez bana meraklı bakışlar fırlatan birinci masadaki güzel kızın yanına gittim. Beni ilk kez görüyormuş gibi yüzüme baktı. Nedense ondan, beni tanıyacakmış gibi davranmasını, en azından hatırlamasını bekliyordum. Bunun saçma bir düşünce olduğunu bile bile böyle düşünüyordum. Oysa o, onu gördüğüm günden beri zihnimden hiç silinmemiş ve güzel yüzünü hep muhafaza etmişti.

“Hoş geldiniz.” deyince sesinin de yüzü kadar güzel ve etkileyici olduğunu fark ettim ve içinde bulunduğum hayal kırıklığından acıyla sıyrılmaya çalıştım.

“Camda ilanını gördüğüm Güneydoğu gezisine katılmak istiyorum.” dedim.

Bana kibarca önündeki iki siyah koltuktan birine oturmamı söyledi.

“Bu geziye ilgi beklediğimizden daha fazla oldu. Kalan son üç yerden birini size vermek kısmet olacak demek ki. Bir şey içer misiniz?”

“Hayır, teşekkür ederim!”

“Nakit ödemelerde yüzde on indirim yapıyoruz.”

“Ödememi mümkünse taksitle yapmak istiyorum.”

“Temmuz ayından itibaren, kredi kartıyla altı eşit taksit yapalım size o hâlde.”

Konuşurken gözlerime çok içten bakıyor, kısa aralıklarla yüzüme bakarak kendinden çok emin bir şekilde gülümsüyordu. Gerekli işlemleri yaptıktan sonra:

“22 Haziran sabahı saat 5’te burada olmanız gerekiyor. Uçağımız 07:30’da kalkıyor. Havaalanına gidiş, bilet ve bagaj işlemleri için yeterince zamanımız olacak. İyi bir tatil geçirmenizi, işletmemizden memnun olmanızı temenni ediyorum.”

“Umarım!”

Geziye ilişkin sözleşmenin bir nüshasını, gidiş dönüş uçak biletimi, uzun beyaz bir zarfın içine koyarak nazikçe uzattı.

Çıkacağım geziyi babamdan ziyade özellikle annem duyunca itiraz ettiyse de bir sonuç alamadılar. 22 Haziran sabahına kadar gideceğim yerlere ilişkin bilgiler topladım. Hava durumunu takip ettim ve valizimi hazırladım. Sabah erkenden uyandım ve telefonla bir taksi çağırıp beni tarif ettiğim adrese götürmesini söyledim.

Sokaklar ıssız ve ürkütücü bir sessizlik içindeydi. Hava henüz aydınlanmamıştı. Son yıllarda gasp, kapkaç ve hırsızlık olaylarının yol açtığı ölüm ve yaralanmalar herkes gibi beni de huzursuz ediyordu.

Geziyi düzenleyen iş yerinin önüne geldiğimde benden çok daha erken gelenlerin olduğunu gördüm. Saatime baktım; daha beşe çeyrek vardı ve bizi havaalanına götürecek otobüs hazır hâlde bekliyordu.

İş yerinin bütün ışıkları açıktı ve gündüz gördüğüm, masalarda oturmuş, gelen müşterilerle ilgilenen alımlı kızların hiçbiri yoktu. Benim işlemlerimi yapan güzel kızın masasına hüzünlü bir sessizlik çökmüştü. Onu orada göremeyince mutsuz olduğumu fark ettim ve nedense hayatın tuhaf ve acı veren bir yanının olduğunu düşündüm.

Görevli olduğu kıyafetinden belli olan genç bir erkek kapıda gelenleri karşılıyor, bazen servis şoförü ile konuşmak için dışarı çıkıyor sonra tekrar gelip kapıda bekliyordu.

İçeride karı koca oldukları her hâllerinden belli olan, yüzleri uykulu, orta yaşlı dört kadınla dört erkek, valizlerini önlerine ve yanlarına koymuş dışarıyı seyrediyorlardı. Ben de bir köşeye gidip oturduktan sonra arkamdan on yaşlarında, henüz uykudan yeni uyanmış bir kız çocuğu ile etrafı biraz şaşırmış gibi seyreden on üç, on dört yaşlarında bir erkek çocuğu anne ve babaları ile içeri girdiler. Anne ve baba birbirlerine uygun, kısa boylu ve şişmancaydılar. Onları bırakan taksi hızla uzaklaşırken küçük kız oturdukları yerde başını annesinin koluna dayayarak uyumaya başladı.

Çocuksuz iki genç çiftle, dört erkek daha gelince içerisi biraz hareketlenir gibi oldu. Kapıda gelenleri karşılayan güler yüzlü genç görevli saatini kontrol ettikten sonra gidip servis şoförüne bir şeyler söyledi.

Muavin otobüsün bagaj kapaklarını açarken orta yaşlı, orta boylu, saçı yanlardan iyice açılmış şoför, otobüsün iç ışıklarını yakıp tekrar aşağı indi. Yolcular gitme vaktinin geldiğini düşünerek bagajları ile dışarı çıkarken ben acele etmeden yerimden onları izliyordum. Tavandan yerdeki parlak granitlere vuran ışıklar seyri hoş bir görüntü oluşturuyordu.

İki taksi daha geldi peş peşe; birinden genç iki erkek, diğerinden bir kadınla, orta yaşlı bir adam indi ve doğruca otobüsün başındaki bagaj telaşına katıldılar.

İçinde oturduğum genişçe iş yerinin, beyaz duvarlarında ülkemizin çeşitli bölgelerinden çekilmiş büyük fotoğraflar asılıydı. Deniz olmayan tek görüntü Kapadokya ve Nemrut Dağı’na aitti. Nemrut Dağı’nın zirvesindeki anıt mezarın eteğinde bir sıra hâlinde oturup Güneş Tanrısı’nın doğuşunu seyreden, Kommagene kralı ve ailesine ait heykel gövdelerinin, yıldırım ve şiddetli fırtınalarla sağa sola devrilmiş olan başları, sanki cüzzam hastalığı ile çürümüş ve delik deşik olmuş gibi ürkütücü ve itici bir manzara oluşturuyorlardı.

Bizi havaalanına götürecek otobüsün yanı yeni gelenlerle kalabalıklaşmıştı. Ben de yerimden kalktım, insanların içinde birbiriyle konuşanları bir süre dinledikten sonra valizimi sürücünün yardımcısına teslim ettim ve orta kapıdan otobüse binerek gidip en arkadaki koltuklardan birine oturdum.

Büyük çınar ağaçlarının altındaki sokak lambalarının ışıkları, araçsız geniş yollarda, insansız kaldırımlarda hüzünlü ve sessiz bir görüntü oluşturmuşlardı. Otobüsün içi her binen yolcuyla biraz daha hareketleniyordu. Şoför, koltuğuna kurulmuş, motoru çalıştırmış, harekete hazır bekliyordu.

Karşı yolda beyaz bir Mercedes otomobil belirdi ve kaldırımın kenarında farlarını söndürmeden durdu. İçinden hayli alımlı bir çift indi. İkisi de oldukça uzun boyluydu. Yanım boştu sanırım geziye benden başka tek başına katılan kimse yoktu. Vücudumu daha da dikleştirerek onları ilgi ile seyrettim. Sürücü yardımcısı koşarak kadının ve adamın elindeki valizi aldı ve geri döndü

Kadın beyaz etek ceket, ayaklarına parlak derili, topuklu bir kundura giymişti. Geziden çok bir iş görüşmesine gidecekmiş gibi görünüyordu. Yanındaki adam kot pantolonun üstüne krem rengi bir gömlek, ayağına pantolonun renginde üst yüzü bezden spor bir ayakkabı giymişti. Uzun boylu kadın, dalgalı, uzun, kızıla boyanmış saçlarını beyaz ceketinin üstünde hoplatarak yanındaki adamın koluna yapışmış, kendinden ve güzelliğinden emin bir edayla otobüse doğru ilerliyordu. Onların da binmesi ile nihayet hareket ettik.

Tarlabaşı’ndan aşağı inerken şimdi epeyce geniş olan caddenin, eski, yıkık dökük, dar, trafiğe geçit vermez, pavyonlarla, randevu evleriyle dolu hâlini dinlemiştim bir defasında babamdan. Oralara düşen yoksul, sahipsiz, eğitimsiz taşralı kızların trajik hikâyesini anlatırken yüzündeki mutsuz ifadeyi çok iyi hatırlıyordum. İyi ki yıkılmış o berbat batakhaneler, diye düşündüm.

Şimdiye kadar yolculuklarımı kara ve deniz yolu ile yapmış, birçok insan gibi uçaktan çekindiğimden uzak durmuş binmemiştim. Onun için havaalanına yaklaştıkça içimde iyice beliren heyecan korkuya dönüşüyordu. Topkapı ve Bakırköy’ü geçip Yeşilköy’e ulaştığımızda hava iyice açılmıştı.

Üstümüzden geçip piste doğru alçalan dev bir uçağın açılmış tekerleri ve gövdesinin alttan görünüşünü hayretle seyrettim. Atatürk Havalimanı İç Hatlar Terminali kapısında bizi karşılayan şirket sorumlusu, kısa bir hoş geldin konuşmasından sonra geziye ilişkin bilgiler verdi. Bilet ve bagaj işlemlerini halledip kontrol noktalarından geçtikten sonra, otobüse bindik, bizi Urfa’ya götürecek uçağın yanına gitmek için.

Havaalanı pisti, zannettiğimden daha büyüktü ve etrafta değişik hava yollarına ait bir sürü uçak vardı. Az önce kalkış yapan British Airways Havayollarına ait büyük uçağın şiddetli bir gürültüyle gökyüzüne doğru yükselişini tedirgin bir ruh hâliyle seyrettim. Teknoloji bir yanıyla hayatımızı kolaylaştırıcı olmakla birlikte bir yanıyla da ürkütücüydü.

Uçağa yolcu götüren otobüs, bizi motorları çalışan uçağın yanında bıraktı ve geri döndü. Bagajımı görevliye gösterdikten sonra uçağa binmek için metal merdivene tırmanırken dizlerim titriyordu ve bizi kapıda güler yüzle karşılayan hostes bile sakinleşmemi sağlayamadı.

Önümde az önce bahsettiğin uzun boylu, kızıl saçlı kadınla, yanındaki adam vardı. Kadın beyaz kundurasının ucuyla basamaklara özenle basarak çıkmıştı merdiveni.

Motorlardan uçağın içine yayılan uğultu, bulunduğum mekânı daha ürkütücü hâle getiriyordu. Geziye katılanlarla diğer yolcular birbirine karışmışlardı. Nemli ama insanı sıkmayan serin bir hava olmasına rağmen beni sıkıntı basmıştı. Üstteki dolaplara el bagajlarını yerleştirenler, ortadaki koridorun tıkanmasına sebep oluyorlardı. Uçağın küçük penceresinden diğer uçakları ve onların gerisindeki binaları görebiliyordum. Cana yakın hostesler herkes gibi yerimi bulmamda bana da yardımcı oldular. Cam kenarında oturacaktım.

Saat tam yedi buçukta uçağımız havalanacağı uzun piste doğru ilerlerken yüreğimdeki çarpıntı daha da artmıştı. İstanbul’u, Marmara Denizi’ni ve kıyılarını yukarıdan seyretmek inanılmaz bir duyguydu fakat uçağın her an düşebileceği ihtimali hiç zihnimden çıkmıyordu. Gözlerimi kapattım, başımı geriye yaslayıp sakinleşmeye çalıştım. Sonra yaşamın nasıl bir şey olduğunu düşünmeye başladım.

Hayat sırlarla doluydu ve hemen hemen anlaşılması imkânsız bir şeydi. Zaman zaman onu kavramak için gösterdiğim çabaların çoğu zihnimde cevabı olmayan binlerce sorunun birikmesinden başka bir işe yaramıyordu ve yeterince şeyi anlatmıyordu. Belki de daha çok bilgiye ihtiyaç vardı ve maalesef bu bilgi elimde yoktu veya -varsa- böyle bir bilgiye nasıl ulaşılacağını bilemiyordum. Düşündüklerimin, gördüklerimin ötesinde bir şeyler olmalıydı… Varlığını bildiğimiz fakat nasıl olduklarını anlayamadığımız, büyüklüklerini kavrayamadığımız çok uzaktaki galaksiler gibi…

Yaşamın, zihnimizde anlamlandırdığımız şeylerin ötesinde bir anlamı olmalıydı. Yoksa neden vardık ve iyi ile kötüden neden farklı şekilde etkileniyorduk? Bizim için iyiyi kötüden ayıran şey neydi? Uçaktaki en ufak titremeyi acımasızca hissediyordum. Vardık, yaşıyorduk ve ölmekten korkuyorduk. Her insan gibi seviniyor, üzülüyor, çiftleşme isteği duyuyorduk, bazen iyi bazen kötü oluyorduk. Mikroplu su içince bağırsak enfeksiyonu geçiriyorduk. Akşama doğru yorulup acıkıyorduk. Fakat bunların hepsi ne anlama geliyordu?

Neden özellikle, yoksul bir çocuk, hayatın hoyratlığı karşısında savunmasız kalan bir genç kız, çaresiz bir kadın, işsiz bir baba görünce üzülüyordum? Üzülmek için vicdanımı harekete geçiren aklımın gerekçesi neydi? Yeterince yanıtım yoktu ve zaman zaman bunun mutsuzluğunu yaşıyordum!

Vicdanımız, içimizi kanatan durumlar karşısında neden eziyet çekiyordu?

İyi olmak veya iyilik yapmak için önemli bir nedenimiz var mıydı? Varsa bu neydi? İyilik yapma isteğimizin en altında yatan sebep, yüce yaratıcıya biz farkında olmadan olan inancımız mıydı? Bütün bu zor kavramların ve soruların içinden çıkabilecek durumda değildim ve yüce bir değere, yüce bir yaratıcıya inanıp inanmama meselesi çözülememiş önemli bir problem olarak ve içimi acıtarak varlığını devamlı hissettirerek duruyordu zihnimin en karanlık ve en derin köşesinde.

Annemin ve babamın bir şeye inanıp inanmadıklarını hâlâ biliyor değilim; sanki sakıncalı bir şeymiş gibi hiç konuşmamışlardı bu konuyu yanımda! Veya bir şeye inandıklarını gösteren herhangi bir davranışlarına da şahit olmamıştım. Onlar birbirinin tekrarı günlerini yaşayıp sürdürürken illa bunu dayandırabilecekleri yüce bir değerin olması gerektiğini belki düşünmüşlerdi veya düşünüyorlardı ama bunu belli edecek davranışlarda hiç bulunmuyorlardı. Böyle bir konu yokmuş gibi yaşayıp hareket ediyorlardı. Sanki inançlı veya inançsız olmak, onların değil, başkalarının hayatını ilgilendiren veya aklını meşgul eden sorunlarmış gibi kayıtsız davranıyorlardı.

Benden kaymakam ya da vali olmamı istemişlerdi ama inançlı mı inançsız mı olmam gerektiği konusunda konuşmaya hiç zaman ayırmamışlardı… Veya belki de tahmin ettiğim gibi ne kendilerine ne de bana söyleyecekleri önemli bir sözleri yoktu herhâlde. Fakat bu, düşünen bir canlı için ızdırap verici bir durumdu.

Oysa iyi veya kötü olmamız, sadece bizi ve karşımızda bu durumdan olumlu ve olumsuz yönde etkilenen diğer insanları mı ilgilendiriyordu? Hepsi bu kadar mıydı? Hayatımız için büyük saydığımız uğraşlarımız, aklımıza sığdırmakta güçlük çektiğimiz evrenin sınırsızlığı karşısında ne ifade ediyordu? Hayatımızın, günlük çabalarımızın ötesinde bir anlamı var mıydı ve varsa bu tam olarak neydi? Bu sorulara verilmiş sizi ikna edecek yeterince yanıtınız yoksa benim gibi, ruhunuzda bir şeylerin eksikliğini duyar üzülürsünüz herhâlde… Evet, sanırım üzülürsünüz; çünkü ben bazı zamanlarda bu konuyu düşününce çok üzülüyorum! Sırtımı güvenle dayayabileceğim sağlam bir duvar arıyorum ama bulamıyorum; yoksa bu hâliyle hayat çok saçma ve katlanılması çok güç… Şimdilik bu hâlden kurtulamamanın acısını ve eksikliğini içimde duyarak insanları seyrediyorum. Onlardan kiminin yüzündeki ürkek ifade aslında ne kadar zavallı olduğumuzu anlatmaya yetiyordu. Kulağımda uçağın gürültüsü, zihnimde bu düşüncelerle Urfa Havaalanına bir an önce sağ salim inmeyi sabırsızlıkla bekliyordum.

YEDİNCİ BÖLÜM SONU

Der kostenlose Auszug ist beendet.