Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür», Seite 5

Schriftart:

The Jazz Singer (1927)

“Bir dakika, bir dakika, daha hiçbir şey duymadın!”

—Al Jolson, Jack Robin rolünde

Bu sözlerle aktör Al Jolson (1886–1950), bir Hollywood filmine ilk kez sekronik bir konuşma eklemiş, sesli filmler döneminin henüz başlangıcında sessiz sinemanın sonunu işaret etmiş oluyordu.

Senkron sesler daha önce kısa filmlerde kullanılmış, senkron olmayan sesler ise film müziği olarak değerlendirilmişti. Ne var ki daha önce hiçbir aktörün görüntüsü ile konuşması bir sinema filminde senkronize edilmemişti.

Alan Crosland (1894–1936) tarafından yönetilen bu film, 6 Ekim 1927 tarihinde Los Angeles’ta gösterildi. Film büyük bir ilgi uyandırmıştı. Çığır açan Vitaphone ses sistemini geliştiren Warner Bros, bu filmle, o tarihe dek elde edebildiği en büyük gişe hasılatını yaptı.

Filmin başarısı film sanayisinde bir devrime yol açtı. Hollywood kullandığı eski teknikleri değiştirmeye zorlanıyordu. Artık yukarıdan sarkan mikrofonların bulunduğu sessiz stüdyoların yapılması gerekiyordu. Kameranın, kamera operatörünün, sinematografın ve yönetmenin içinde olacağı ses geçirmez kutular hazırlanacaktı. Sinema salonlarında, ses yükseltici ve hoparlörler bulunmalıydı.

İki yıl içinde Hollywood’da üretilen filmlerin büyük bölümü, sesli filmler haline gelmişti.

The Jazz Singer (Caz Şarkıcısı) tamamen sesli bir film değildir. İki sahnede diyalog bulunmaktadır. Altısında Jolson’un şarkı söylediği, on müzikli sahne vardır. Asıl şarkılarını siyah maske ile söylemiş ve bu da filmi oldukça tartışmalı bir hale getirmiştir.

Öykü, şov dünyasına girmek isteyen ve babası sinagogda koro şefi olan bir genç hakkındadır. Genç delikanlı, sinagogdan uzaklaşarak caz şarkıları söylemeye başlar (Jolson’un kendisi de bir kantorun oğludur. Kantorlar, Yahudi inancına özgü dini ritüellerde müzikal faaliyetleri yönetirler. Jakie Rabinowitz olan ismini Jack Robin yapan filmin ana karakteri gibi Litvanya doğumlu olan Jolson’un da asıl ismi Asa Yoelson’dur.).

Film, nesiller arasındaki çatışmalar, dini hoşgörü ve kültürel asimilasyon gibi konuları işler. Film, Samson Raphaelson’un 1921 tarihli “The Day of Atonement” isimli öyküsünü temel alır. Eser 1925 yılında Raphaelson tarafından bir Broadway oyununa uyarlanmıştır.

Ek Bilgiler

1- Jolson başrolde oynaması düşünülen üçüncü isimdir. Broadway’de Jakie Rabinowitz’i canlandıran George Jessel ve Eddie Cantor rolü kabul etmemişlerdir.

2- Tamamı sesli çekilen ilk uzun metrajlı film 1928 tarihli “Lights of New York”dur.

3- “The Jazz Singer” 1952 ve 1980 tarihlerinde yeniden çekilmiştir.

4- 1929 yılında Warner Bros. prodüksiyon şefi Darryl F. Zanuck, “The Jazz Singer”la sektörde devrim yaratan sesli bir film çektikleri için stüdyo adına, Oscar Onur Ödülü almıştır.

Henry Ford ve T Modeli

20. yüzyılın başlarında sanayici Henry Ford, uyguladığı yeni üretim teknikleriyle otomobilin popülerleşmesine yardımcı oldu. Bu teknikler, orta sınıf Amerikalıların sahip olabileceği pahalı olmayan arabaların üretimini mümkün kılıyordu. Bu alanda uygulamaya konulan iki önemli yenilik, otomatik montaj hattı ve günlük beş dolarlık ücret, başta otomobil sanayi olmak üzere tüm Amerikan üretim sanayinde bir devrim yaratmıştır. Bu gelişmeler sonucunda otomobil, kısa süre içerisinde Amerika’nın temel ulaşım aracı haline gelecektir.


Ford, T modelini 1 Ekim 1908 tarihinde üretti. Piyasadaki ilk araba olmamasına rağmen açık ara en güvenilir ve en ucuz modeldi. Ayrıca fiyatı giderek ucuzluyordu. Başlangıçta 850 dolar olan fiyatı 260 dolara kadar düşecekti.

Ford son derece verimli bir otomatik montaj hattı kullanarak fiyatları ucuz tutmayı başarıyordu. T Modeli’nin temel parçalarından başlayarak tüm bileşenleri, her biri özel bir görevi yerine getiren işçilerin önüne geliyordu. Bu sistem kullanılarak T Modeli’ni doksan üç dakika içerisinde üretmek mümkündü.

Ne var ki o günün şartlarına göre 260 dolar yüksek bir bedeldi (1908 yılında Amerika’da yıllık ortalama gelir yalnızca 326 dolardı). Ford arabalarına olan talebi arttırabilmek için işçilerin ücretini günlük beş dolara çıkardı. Zira işçilerinin aynı zamanda potansiyel müşteriler olduğunun farkındaydı.

Sonraki yirmi yıl içerisinde Ford, 15 milyondan fazla T Model araba sattı. 1927 yılında T Modeli’nin üretimi durduruldu. Bununla beraber diğer üreticiler Ford’un yenilikçi üretim tekniklerini kopyaladılar. Günümüzde onun kurduğu Ford Motor Şirketi, dünyanın en büyük araba üreticilerinden biri durumundadır.

Ek Bilgiler

1- Ford antisemitist olduğu yönündeki iddiaları reddetse de, sahibi olduğu “Dearborn Independent” gazetesi “The Protocols of the Elders of Zion” isimli antisemitik bir kitap yayınladı. 1938 yılında Nazi Almanya’sı tarafından yabancılara verilen en büyük ödül olan “Alman Kartalı Büyük Haçı” Ford’a verilmişti.

2- Ford ailesinin üyeleri Ford Motor Şirketi’ni işletmeye devam etmektedirler. Mevcut Yönetim Kurulu Başkanı William Clay Ford Jr. (1957–), Henry Ford’un büyük torunudur.

3- Henry Ford sanayici olmadan önce araba yarışçısıydı. 1996 yılında Amerika Motor Sporları Onur Listesi’ne alındı.

Babe Ruth

6 Mayıs 1915 tarihinde, Babe lakaplı George Herman Ruth, birinci ligde ilk kez topu oyun alanının dışına yollamayı başarmıştı. O anda bunun Amerika spor hayatında büyük bir değişikliğe neden olacak devrimci bir eylem olduğunun pek az kişi farkındaydı.

Ruth (1895–1948), topu oyun alanının dışına ilk kez yolladığı sırada, “Boston Red Sox”ın seçkin solak atıcılarındandı. Çok geçmeden uluslararası bir kahraman olacak ve “New York Yankees”in usta atıcısı olarak beyzbol tarihine geçecekti.

Ruth’tan önce topun oyun alanının dışına çıkması son derece nadir görülen bir durumdu. Oyuncular topa hafifçe dokunarak iç sahaya düşürmeye, tek atışlarla ya da stolen-baselerle sayı yapmaya odaklanırlardı (20. yüzyılın başlarında çok az sayı yapıldığından, bu yıllara beyzbolun ölü top dönemi denilirdi.). Ruth, 1919 yılında Red Sox’da oynarken tam 29 kez topu oyun alanının dışına gönderince, 1884 yılındaki Ned Williamson’a (1857–1894) ait 27 atışlık rekoru kırmış oldu. Bu hareketiyle hem bir kahraman haline gelmiş hem de beyzbolu modern çağa taşımış oluyordu.

O sezondan sonra Red Sox’ın para sıkıntısı çeken sahibi Harry Fraazee yıldız oyuncusunu New York Yankees’e 125 bin dolar karşılığında sattı. Transferin iki Amerikan takımı için de uzun dönemli sonuçları olacaktı. Ruth daha önce Dünya Serisi’nde hiçbir ciddi başarı elde edememiş olan Yankees’e efsanevi bir güç kazandırdı. Öte yandan Red Sox, seksen altı yıl boyunca bir daha şampiyon olamayacaktı.

Ruth, 1920 yılında Yankees’le oynadığı ilk sezonunda tam 54 kez topu oyun alanının dışına yolladı (Ondan sonra gelen ikinci en iyi skor George Sisler’e ait topu 19 kez saha dışına yollama rekoruydu). Sonraki yıl rekorunu 59’a çıkardı. 171 sayıyla birlikte 0,378 vuruş ortalaması yaptı. 1927 yılındaki en ünlü sezonunda Yankees’e Murderer’s Row lakabını kazandırdı ve tam 60 kez topu oyun alanının dışına gönderdi.

Ruth kariyerini tamamladığında tam 714 kez topu oyun alanının dışında göndermişti. Ayrıca çok sayıda başka vuruş rekoru bulunuyordu. Yankees’in yedi kez şampiyonluk forsu ve dört Dünya Serisi şampiyonluğu kazanmasına yardımcı oldu (1923, 1927, 1928 ve 1932).

Ruth sadece olağanüstü bir oyuncu değildi. Aynı zamanda efsanevi bir kişiliğe sahipti. Sosisli sandviç, bira ve kadınlara karşı doymak bilmez bir iştahı vardı. Araba kazaları, ilişkileri, hastalıkları, Hollywood’da aldığı küçük roller ile manşetlere çıkarak atletlerin ülke çapında ünlüler haline geldikleri bir dönemi başlatmıştır.

Ek Bilgiler

1- Ruth, lakabını 1914 yılında, on dokuz yaşında ilk profosyonel kontratını imzaladığı ikinci lig takımı “Baltimore Orioles”te oynarken almıştır. O yılın bahar antrenmanı sırasında takım arkadaşları ona, takımın sahibi Jack Dunn’un bebeği anlamında “babe” demişler ve bu lakap üzerine yapışmıştır.

2- 1920 yılında Ruth’un ilk sezonunda, Yankees seyirci sayısını ikiye katlamış ve tribünlerine 1 milyondan fazla kişiyi çekebilen ilk takım olmuştur. Üç yıl sonra “Ruth’un İnşa Ettiği Ev” diye de anılan Yankees Stadyumu açılmıştır.

3- Ruth, spor üzerine yazılan yazıların epey okunduğu bir dönemde oynamış ve onunla ilgili çok sayıda ilginç yakıştırma yapılmıştır. Bunların en bilinenleri “Bambino” ve “Sultan of Swat”dır.

Dans Maratonları

10 Haziran 1928 tarihinde New York City’deki Madison Square Garden’da on yılın en ünlü dans maratonu başladı. 5 bin dolarlık ödül için yarışan 132 çift arenada sahne aldılar. Bu Amerikan tarihinde yaşanmış çılgınlıkların doruk noktasıydı.



Dans maratonu çılgınlığı Alma Cummings adındaki Amerikalı bir kadın tarafından başlatılmıştı. Cummings 1923 yılında hiç durmadan yirmi yedi saat boyunca dans etmişti. Rekoru daha sonra New York City dans salonunda altmış dokuz saat boyunca dans eden Vera Shephard tarafından kırılacaktı (Shephard bir gazeteciye “Beni rahatsız eden tek şey sürekli bir adamın kollarında olmaktı” demiştir). Shephard’ın rekoru ise çok geçmeden Clevelandlı bir başka kadın tarafından kırılacaktı.

Benzeri maratonlar ülkenin her yerindeki şehirlerde düzenlendi. Organizatörler en başarılı çiftler için para ödülleri vaat etmeye başladılar. Madison Square Garden’daki maraton ise benzerleri arasında en üst düzeyde olanıydı.

Dans maratonunun yarışmacılar üzerinde ağır bir fiziksel etkisi oluyordu. Bahçedeki iki gün için New York Times, “Yarışmacılar, güçlerini yitirmeye başladıklarında kurulmaya ihtiyaç duyan mekanik oyuncaklara benzemişlerdi” diye yazmıştır. Katılımcılar dans tekniklerine göre değerlendirilmemişlerdir. Yegane ölçü dayanma gücüydü (buna rağmen New York maratonunda yarışmacılara periyodik olarak on beş dakika mola izni verilmişti).

1928 Madison Square Garden Maratonu yirmi günün ardından son buldu. Zira şehrin sağlık delegesi, kalan sekiz yarışmacının sağlıklarından endişe etmeye başlamıştı.

1935 yılında romancı Horace McCoy (1897–1955) Büyük Buhran dans maratonu etrafında gelişen bir cinayet komplosunu anlatan They Shoot Horses, Don’t They? isimli bir roman yazmıştı. Yönetmen Sydney Pollack (1934–2008), başrolünde Jane Fonda’nın (1937–) oynadığı 1969 tarihli bir filmle romanın uyarlamasını yaptı. Film bir dalda Oscar kazanmış ve sekiz dalda Oscar’a aday gösterilmişti. Pollack’ın filmi dönemin yoksul ama hırslı amatör dansçılarının geçinmek için nasıl sabaha kadar dans ettiklerini ortaya koymaktaydı.

Ek Bilgiler

1- Amerikan Dans Öğretmenleri Topluluğu, 1923 yılında dans maratonlarına karşı imza kampanyası başlatmışlardı. Onlara göre maratonlar sağlık için zararlı, eğlence olarak yararsız ve dans sanatı açısından tam bir rezaletti.

2- Efsaneye göre Montana Butte’deki Rensaw Hall’da yapılan ilk dans maratonu da on beş saatin ardından bir sağlık delegesi tarafından durdurulmuştu.

3- Meksiko City 1933 yılında dans maratonlarını yasaklamıştı. Onlara göre maratonların kimseye faydası yoktu.

Salvador Dali

Büyük gözleri, yukarı kıvrılmış komik bıyıkları, baston koleksiyonu ve alışılmadık değerlendirmeleri ile ressam Salvador Dali (1904–1989) parçası olduğu sanat akımının cisimleşmiş hali gibiydi: sürrealizm. Dali ününü eksantrik dâhi kişiliği ve yenilikçi eserlerine olduğu kadar şovmenliği ve reklam düşkünlüğüne de borçluydu.



Fantastik görsel imgeleri ve bilinçaltını kullanımı ile sürrealizm, 1920’lerde Avrupa sanatının önemli bir akımı olarak ortaya çıkmıştı. Dali’nin ilk büyük uluslararası atılımı 1928 yılında gerçekleşti. Üç resmi, Pittsburg’daki Uluslararası Carnegie Sergisi’nde sergilendi. Bir yıl sonra Paris’teki tek kişilik ilk gösterisini yaptı.

Bu dönemde “paranoyak-eleştirel yöntem”i geliştirdi. Bu yöntemde, kendi psikotik-halüsinasyonlarından sanat yapıtları meydana getirmek için yararlanıyordu. Akımın tarihindeki en ünlü eser olan The Persistence of Memory (1931) adlı tablosu ile yerini sağlamlaştırdıktan sonra sürrealizmin en ünlü ismi konumuna geldi. Çalışma Dali’nin en karakteristik imajlarından bazılarını içeriyordu. Bunların arasında; zamanın bükülmesini temsil eden eriyen saat, çürümeyi temsil eden karıncalar ve Katalonya’nın kır manzarası vardı.

On yılın kalan bölümünde sürrealist eserleri sergilerde gösterilmeye devam etse de, politik düşünceleri nedeniyle 1934 yılında akımdan dışlandı (Diğer sürrealistlerin büyük bölümü marksistti.).

1940’lardan başlayarak dini, bilimsel ve tarihi temalara yoğunlaşmaya başladı. Kariyeri boyunca son derece verimliydi. Bu durum 1980 yılında Paris’te açtığı 168 resim, 219 çizim, 38 obje ve 2000’den fazla belgeden oluşan retrospektif sergide de bütün çıplaklığı ile açığa çıkmıştı.

Dali’nin şovmenliği, çok ürün vermesi ve kibirli olması sıkça eleştirilmesine neden oldu. Onun gözünde ise eleştirmenler yalnızca kendisini kıskanan sanatçılardan ibaretti. 1958 yılında gazeteci Mike Wallace (1918–2012) hangi sanatçıya hayran olduğunu sorduğunda şöyle yanıtlamıştı: “Önce Dali, Dali’den sonra Picasso.” Hayranlık duyduğu sanatçılar listesi bundan ibaretti.

Dali seksen dört yaşında kalp yetmezliğinden öldü.

Ek Bilgiler

1- Dali çeşitli alanlarda ürünler verdi. Yağlı boya, sulu boya, çizim, grafik, heykel, film, fotoğraf ve kuyumculuk bunlardan bazılarıdır.

2- Film alanındaki katkılarının da altı çizilmelidir. İspanyol yönetmen Luis Buñuel (1900–1983) ile birlikte önemli iki sürrealist film yaptı: “Un chien andalou” (1929) ve “L’âge d’or” (1930). Dali aynı zamanda Alfred Hitchcock (1899–1980) tarafından çekilen “Spellbound” (1945) filmindeki düşsel sahnelerin hazırlanmasına yardımcı oldu. Walt Disney (1901–1966) ile birlikte, yayınlanması 2003 yılında gerçekleşen “Destino” animasyonunun yapımına katkılarda bulundu (Dali 1945 ve 1946 yıllarında Destino üzerinde çalışmıştı.).

3- Sansasyon yaratan yorumlar yapmak Dali’nin kişiliğinin bir parçasıydı. Bir keresinde Fransız usta Paul Cézanne (1839–1906) için “Gördüğüm en beceriksiz ressam” demişti.

Carl Sandburg

Amerikan tarihindeki en iyi şairlerden olan Carl Sandburg (1878–1967), en çok Orta Batı’nın ünlü endüstri şehrinin verimliliğini, gücünü ve sahip olduğu özgün karakteri yücelttiği “Chicago” (1914) şiiriyle ve on yıllar sonra yazdığı uzun Abraham Lincoln biyografisi ile anımsanmaktadır. Sandburg’un anlaşılır ve canlı şiirleri onu yaşadığı sırada oldukça popüler biri haline getirmişti. Çalışmaları günümüzde de oldukça geniş bir okur kitlesine hitap etmektedir.



Batı İlinois’teki küçük bir şehir olan Galesburg’da yaşayan yoksul bir İsveçli çiftin çocuğuydu. Küçük yaşta okuldan ayrıldı. Onlu ve yirmili yaşlarında kötü işlerde çalışmak zorunda kalmıştı. Bu dönemde yerel kültürü ve Orta Batı geleneklerini yakından tanıma fırsatı buldu. Yerel politik kampanyalardan berber dükkanlarına ve çiftliklere kadar bölgeye aşinaydı. 1913’te Chicago’ya yerleşti ve gazetecilik yapmaya başladı. Bir yandan da şiirler yazıyordu.

İlk şiir derlemesi olan Chicago Poems (1916) çok popüler oldu ve ünlü “Chicago” şiiri onu ünlü biri yaptı. Bu çalışma Sandburg’un şiire yaklaşımının çok güzel bir örneğidir: Şiiri vurgulu ve açıklayıcı ifadelere dayanır. Basit ve çağrışım gücü yüksek imgelere yer verir. Efsanevi Chicago betimlemesinde olduğu gibi: “Fırtınalı, dinç, kavgacı / Büyük omuzların şehri.” Şiirlerini, genellikle kafiyesiz serbest nazımla yazmıştır. Dili geleneksel şiirden çok daha özgür ve anlaşılır bir biçimde kullanmaktadır. Şehriyle gurur duymasına rağmen suç, fuhuş ve yoksulluk gibi sorunların farkındadır. Şehrin dayanıklılığı ve zorlukları yenme gücüne ise hayranlık beslemektedir.

Sandburg sıklıkla 19. yüzyılın büyük popülist şairi Walt Whitman (1819–1892) ile karşılaştırılmaktadır. Gerçekten de Sandburg, Whitman’ın başyapıtı Leaves of Grass (1855) adlı çalışmasında serbest şiiri kullanma biçimine büyük bir hayranlık beslemektedir. Whitman’ın Amerikan toplumuna özgü basit, günlük ve özgün meseleleri yüceltişi ilgisini çeker. Whitman gibi Sandburg da Amerikan halk sanatı ve demokratik sisteminden büyülenmiştir. Şiirlerinin dışında Amerikan tarihi ve müziği ile ilgili düzinelerce kitap yazmıştır.

Ek Bilgiler

1- Aynı zamanda sahneye çıkmaya da hevesliydi. Okuma günlerinde halk şarkıları ve öyküleri kullanarak dinleyenlerini eğlendirmekten hoşlanırdı.

2- Walt Whitman gibi Sandburg de Abraham Lincoln hayranıydı. Onun biyografisini yazmak için uzun yıllar harcamış ve 1940 yılında bu çalışmasıyla tarih dalında Pulitzer Ödülü kazanmıştı.

3- Amerikalı çocukların ulaşabileceği peri masallarının çoğu Avrupa kaynaklıydı. Sandburg kendi peri masallarını yazma kararı vermişti. Bunlar belirgin bir biçimde Amerikan karakteri taşıyan peri masalları olacaktı.

Bessie Smith

Columbia Records, Bessie Smith’i (y. 1894–1937) “Blues Müziğin Kraliçesi” ilan ettiğinde müzik basını aynı fikirde olmadığını açık bir biçimde ortaya koymuştu. Kraliçe unvanı onun için yeterli değildi. Ünlü şarkıcıya verilmesi gereken unvan “Blues’un İmparatoriçesi” olmalıydı.



Bessie Smith, 1920’lerin ve 1930’ların en popüler blues sanatçısıydı. Kayıt stüdyosuna girmeden önce de bir performans sanatçısı olarak önemli bir başarı kazanmıştı. 1912 yılında Smith “Blues’un Anası” lakaplı Gertrude Rainey (1886–1939) ile bir revüde birlikte şarkı söylemiş, yaşlı yıldızı kendisine hayran bırakmıştı. Rainey, Tennessee’li sanatçıya başarılı bir sahne performansı için kimi tüyolar verecek ve çok geçmeden boynuz kulağı geçecekti.

Smith, 1920’de Atlantic City’de kendi şovuna başladı. 1923 yılında New York’a gitti ve vodvil turnesinde muazzam bir ilgi gördü. Aynı yıl Columbia ile bir sözleşme imzaladı ve ilk albümünü çıkardı.

Smith Columbia’nın “race record” serisinin ilk şarkıcısıydı. Şirket Afro-Amerikan blues müziğinin popülerliğinden faydalanmayı umuyordu. Smith’in ilk eserleri olan Gulf Coast Blues (1923) ve Down Hearted Blues (1923) çok popüler oldu ve iyi sattı. Diğer hit eserleri ise Baby Won’t You Please Come Home (1923) ve Nobody Knows When You’re Down and Out (1929) idi.

Büyük Buhran’ın Amerika’nın eğlence bütçesini kısması ve sesli filmlerin yaygınlaşması ile birlikte Smith’in yıldızı sönmeye başladı. Sesli filmlerin çekilmesi vodvil performanslarının cazibesini yitirmesine yol açtı. Her şeye rağmen Smith formunun zirvesindeydi ve hâlâ gençti. Kimileri 1930’larda yeniden popüler olacağını umuyordu. Ne var ki böyle bir şansı olmadı. 26 Eylül 1937 tarihinde Mississippi’de geçirdiği bir trafik kazasında “Blues’un İmparatoriçesi” hayata gözlerini yumdu.

Ek Bilgiler

1- 1975 yılında folk-rock grubu “The Band”, ismini Bessie Smith’den alan bir parça yaptı.

2- Smith’in doğum tarihi kimi zaman Temmuz 1892, kimi zamansa 15 Nisan 1894 şeklinde gösterildi. Hangisinin doğru olduğu kesin olarak bilinemese de Smith doğum günü olarak 15 Nisan’ı tercih ederdi.

3- Smith 1929 yılında “St. Louis Blues” filminde başrol oynadı. Sanatçıya ait yegâne kamera görüntüsü bu filmde yer almaktadır.

Greta Garbo

İsveç doğumlu Greta Garbo (1905–1990), 1930’ların en büyük gişe yıldızıydı. Sessiz filmlerden sesli filmlere başarılı bir biçimde geçiş yapan az sayıdaki sanatçıdan biriydi. Otuz altı yaşında emekli olduğundan kariyeri nispeten kısa sürmüştü. Buna karşılık ekran ışığı ve sinema perdesi dışındaki gizemli yaşantısı nesiller boyunca sinemaseverleri büyülemeye devam etti.



Stockholm’de doğan Garbo’nun asıl adı Greta Lovisa Gustafsson’du. Efsanevi Hollywood yapımcısı Louis B. Mayer tarafından keşfedilmeden önce çeşitli Alman ve İsveç filmlerinde rol almıştı. İlk sözleşmesini MGM ile yaptı ve 1926 yılında ilk üç filmini çekti: The Torrent, The Temptress ve Flesh and the Devil.

İsveç kökenli, yorgun bir Amerikan fahişesini canlandırırken sinema tarihine geçen ilk sözlerini söylemişti: “Bir viski ver bana, bir de zencefilli gazoz. Hadi bakalım cimrilik yapma.” Aksanıyla ilgili endişeler yersiz çıkmıştı. Gırtlaktan konuşması sadece gizemli ve şuh havasının daha da artmasına yarıyordu. 1930’lar boyunca, Büyük Buhran yaşanıyor olmasına rağmen her film için 500 bin dolardan fazla aldığı söyleniyordu.

Olağanüstü güzelliği ile Garbo, hızla ünlü bir sessiz film yıldızı haline geldi. Ona “İsveç Sfenksi” deniliyordu. İskandinav aksanı, MGM’in 1930 yılına kadar onu sesli filmlerde oynatmasına mani olmuştu. Bu tarihte Eugene O’Neill’in Anna Christie oyunundan yapılan bir uyarlamada rol aldı. Rolüyle fazlasıyla adından söz ettirmişti. Öyle ki, MGM filmi tanıtırken “Garbo Konuşuyor” sloganı ile bir reklam kampanyası başlatmıştı.

Bütün ünlü film replikleri içerisinde belki de en ünlü olanı, en iyi film dalında Oscar alan Grand Hotel (1932) filmindeki sözleridir. Filmde Rus bir balerini canlandıran Garbo, “Yalnız olmak istiyorum” der. Bu cümle Garbo’nun ömrünün geri kalan kısmında, özellikle 1941 yılında emekliye ayrılıp sessiz bir hayat sürmeye başladıktan sonra yankılanmaya devam edecektir.

MGM’in “Garbo Gülüyor” sloganı ile piyasaya sürdüğü klasik romantik komedi Ninotchka (1939) Garbo’nun son önemli performansıdır. Tam dört kez en iyi oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilmişse de ödülü kazanamamıştır. İki yıl sonra, son filmi olan Two-Faced Woman’ın (1941) ardından emekliye ayrılır.

Sonraki elli yıl boyunca hiçbir röportaj vermemiş, kamuoyundan uzak durmuştur. Buna rağmen seksen dört yaşında ölene dek efsanesi büyümeye devam etmiştir.

Ek Bilgiler

1- Garbo “Flesh and Devil”in başrol oyuncularından John Gilbert’le 1926 yılında nişanlanmıştır. Ancak son anda evlenmekten vazgeçer. Hiçbir zaman evlenmeyen Garbo’nun biseksüel olduğu düşünülmektedir.

2- MGM tarafından çekilen son sessiz film olan “The Kiss”de (1929) başrol oynamıştır.

3- 1954 yılında Guinness Rekorlar Kitabı’nda Garbo “Yaşamış en güzel kadın” olarak geçmektedir.

4- 1955 yılında Oscar Onur Ödülü almıştır.