Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Arasat Meydanı»

Schriftart:

Takdim
Canseyit TÜYMEBAYEV
Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

Kazakistan’ın bağımsızlığından önce Kazak halkı nice tarihi dönemlerden geçmiştir. Adeta sırat köprüsü gibi geçen bu süreç içinde birçok kazanımların yanında her türlü katliamların da şahidi olmuştur.

Rus Çarlığının 1897 yılındaki nüfus sayımına göre, Kazak halkının nüfusu 4 milyon civarındaydı. 1918-1920 yıllar arasında ise, 6-7 milyona yükseldi. 1921 yılındaki açlık nedeniyle ölen kişi sayısı 1 milyon 700 bini geçmiştir. 1931-1934 yıllar içerisinde kara bulut gibi kaplayan açlık 2 milyon 300 bin kişinin hayatını götürmüştür.

Bu “yapay” afet, sadece Kazakistan topraklarında değil, Rusya, Ukrayna ve Belarus topraklarında da cereyan ederek toplam 7 milyon hayatın kaybedilmesine sebep olmuştur. O dönemde açlığa duçar olmayan, o korkunç felakete maruz kalmayan olmamıştır. Dolayısıyla dönemin totaliter politikasıyla yönetilen Kazak halkı nüfusunun yarısından çok insanını kaybetmiştir. Böylece açlık öncesindeki malları kayıt altına alma ve el koyma işlemlerinin neticesinde göçebe olarak yaşayan Kazak halkının hayat düzeni bozulmuştur. Yazar Mırjakıp Dulatov’un ifadesiyle, “Babadan oğul, anadan kız, eşinden eşi ayrıldı. Yürekler kanadı, gözler yaşardı. Yine açlık, yine çıplaklık, yine ölüm…” İşte o korkunç yıllarda akla hayale gelmeyen vergiler çoğaldı. Halk hayvanların yünlerine, boynuzlarına vergiler ödemek zorunda kaldı. Ahırında malı olmayan halkı ölüme sürüklemek daha kolaydı. 40 milyon irili ufaklı hayvandan anında 4 milyona düştü.

Kazak halkının açlıktan önceki nüfus sayısına ancak 70’li yıllarda kavuşabilmiştir. Bundan dolayı o acı dönemi çok iyi okumamız, araştırmamız gerekir ki, bundan sonraki dönemlerde tekrarlanmasın ve yeniden yaşanmasın. Zira bu felaket Kazak halkının ve tüm insanlığın hafızasından hiçbir zaman silinmeyecek bir gerçektir.

Değerli Kazak yazarı Smagul Elubay, “Arasat Meydanı” romanında bu acı, tarihi insanlık felaketi çok net bir şekilde anlatmaktadır. “Arasat Meydanı” romanı, sadece açlığın doğurduğu acı ve ıstırabı değil, o felakete sürükleyen çok yönüyle hatalı, hatta affedilmeyecek kadar zalim yönetim sistemini, o sistemin nicelerini sürgün ederek suçsuz cezalandırmasını tarihi olaylarla resmederek göstermektedir.

Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev devlet televizyon kanallarına röportaj verirken, gazetecinin yönelttiği “Son dönemde hangi edebiyat eserlerini okudunuz?” sorusuna şöyle cevap vermişti: “Ben genelde ekonomi ve siyaset kitapları okurum. Edebiyat eserlerini okumaya pek vakit bulamıyorum. Fakat yoğunluğuma rağmen son dönemde Smagul Elubay’ın “Ak Boz Üy” (Arasat Meydanı) romanını okudum. Halkımızın 30’lu yıllarda çektiği işkenceler, açlık ve bir sürü sıkıntılar hakkında güzel yazılan bir kitaptır. Kitabı çok beğendim.”

2012 yılında başkentimiz Astana’da 1932-1933 Yıllardaki Açlık Kurbanları İçin Anıt açılmış bulunmaktadır. Anıtın açılış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanımız Nursultan Nazarbayev, 30’lu yılların acısını dile getirerek o dönemin yönetim sistemini eleştirir ve bundan sonraki yapılması gereken önemli işlere dikkat çeker: “Bizler geleceğe yönelen milletiz. Bağımsızlığımızın 20. Yılını daha geçen sene kutladık. Sovyet Hükümeti kurulduğu günlerde Kazakistan’dan göç ederek ayrılan halklarımız az değildi. O dönemde 4 milyon kadar nüfusa sahiptik. İşte bağımsızlığın sayesinde bizler 1 milyon kadar kardeşlerimizi öz vatanına döndürdük. Günümüzde halkımızın refah seviyesi yükselmekte ve nüfusumuz artmaktadır. Milletimizin birliği, beraberliği devam etmeli, çokluğumuzla iftihar etmeliyiz. Bundan dolayı yapılacak çok işimiz var. Geçmişimizi unutmadan, atalarımızı her zaman anmalıyız.”

Hem Kazakistan-Türkiye arasındaki ilişkiler açısından önem arz eden hem de birbirimizi daha yakın tanımamıza vesile olan bu eserin çevrilmesinde emek veren Gülzada Temenova’ya, kitabın yayına hazırlanmasında emeği geçen Malik Otarbayev’e ve desteğini esirgemeyen dostumuz Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı Yakup Ömeroğlu’na şükran duygularımı arz eder, romanın başucu kitabı olmasını temenni ederim.

Takdim
Yrd. Doç. Dr. Yakup ÖMEROĞLU
Avrasya Yazarlar Birliği Genel Başkanı

II. Dünya Savaşına katılan meşhur Kazak şairi Juban Moldagaliyev:

 
“Ben Kazak’ım bin ölüp bin kere dirilen,
Kundaktayken anladım hüzün dilinden.
Ağladığı anda yüreğim, güneş tutulur,
Gece aydınlanır güldüğümde sevincimden…”
 

– diyerek Kazak halkının zaman zaman yaşadığı, yer yer şahit olduğu nice tarihi olaylarını göz önümüze serer gibi. Kalmak ile Jongarların istilasından Kazak Hanlığının yıkılmasına kadar, Sovyet Rus Emperyalizmin kuruluşundan Kazakistan devletinin bağımsızlığına kadar olan tarih sürecinde Kazak halkı savaş, açlık gibi birçok katliamların kurbanı olmuştur. Kardeş ülkemizde yaşanan korkunç olayları ister tarih kitaplarından, ister edebiyat eserlerinden öğreniyoruz.

Elinizdeki “Arasat Meydanı” romanı, Kazakistan’ın henüz bağımsızlığı ilan etmeden önce yazılarak gün yüzüne çıkmıştır. Geçmiş dönemin doğurduğu felaketi göz önümüze sererek detaylı bir şekilde anlatıyor. Özellikle, 1930’lu yıllarda elden yapılan yapay afeti konu ediyor. Halkın mal ile mülküne el geçiren dönemin hükümetinin zulmünü ayan beyan gösteriyor. Hayatını yitiren milyonlarca insanın çektiği işkenceleri, duçar oldukları nice zorlukları bir tek insan üzerinden hissettiriyor.

Değerli Kazak yazarı Smagul Elubay, yüksek seviyeli entelektüeldir. Kazakistan’da açlık afetinden ölenler için etkinlikler düzenleyerek her zaman milli değerleri savunan bir mümtaz şahsiyettir. Smagul Elubay’ın yazarlığı öykücülükle başlar. Henüz demir perdeler aralanmadan önce milli değerleri konu eder öykülerinde. Sonra Kazak halkının 1931-1934 yıllar arasında çektiği açlık konusunu işleyerek “Ak boz üy”, “Münacat” ve “Arasat meydanı” adlı üç ciltli romanı kaleme alır. Kazakça “Ak boz üy” (Beyaz çadır evi) olarak adlandırılan romanı yazarın isteğiyle “Arasat Meydanı” adıyla sunuyoruz tüm okurlarımıza.

Kardeş ülke Kazakistan’ın ve Kazak halkının başından geçirdiği bu büyük felaketi tanıtmak, yaşadığı tarihi süreci göstermek amacıyla yayınlanan bu muhteşem eserinin çıkmasına destek veren Kazakistan Ankara Büyükelçisi Canseyit Tüymebayev’e, eseri Türkiye Türkçesine kazandıran Gülzada Temenova’ya ve yayına hazırlayan Malik Otarbayev’e teşekkürlerimi arz eder tüm okuyucularımıza hayırlı olmasını dilerim.

KUYU BAŞINDA

 
Karadağ’ın başından göç geliyor,
Göçtükçe bir taylak boş geliyor…
 
(“Elim-ay”)

1

Kimsesiz, sessiz ve bomboş çevre… Akşam saatleri… Karanlık çökmeye başlamıştır. Yer yer seyrek çalılar göze çarpıyor. Güneşin yuvasına girdiği bu saatlerde büyük ve geniş bozkır, sessiz ve sakin bir uykuya dalmak üzere. Bir süre sonra çevreyi saran, huzur dolu bu sessizliği bozan ve biraz da hareketlendiren bir çan sesi duyulur. Gecenin sessizliğinde uzaklardan âdeta boğularak gelen bu ses, gittikçe daha iyi ve daha yakından duyulmaya başlar. Gece karanlığında sıra sıra dizilen develeriyle bir kervan görünür. Kocaman tek hörgüçlü develerin sırtı, ağır yüklerle doludur. Yolcular pek sessiz. Develerin boyunlarındaki bakır çanların şıngırtısı, yürüyen develerle birlikte ayrı bir ahenk oluşturarak ortama güzellik katıyor. Saz tellerine parmak uçlarıyla dokunarak çalınan sakin bir ezgi gibi gelen bu sesler, sessiz akşamın huzurunu korumakla kalmıyor, hatta bu gizemli âna, harika bir şekilde uyum sağlayarak, onu daha da güzelleştiriyor.

Çok geçmeden kervan yoldan saparak kumlu tepebaşında duraklar. Kervan yolcuları ufak bir alanda develerini yere çöktürerek, ortaya küçük çuvallarıyla heybelerini indirirler. Altı yedi kişi yorgunluktan başlarına torbalarını yaslayarak giysileriyle oracıkta uzanıverirler. Yol yorgunu yolcuların birçoğu, uzanır uzanmaz horlayarak derin bir uykuya dalar.

Bir tek, başına kaftanını örterek uzanmakta olan Fahreddin’in küçük kardeşi Ezbergen göz kırpmaz. Fahreddin büyük hanımdan, o ise küçüğünden doğmuştur. Ezbergen, hayata küsmüş biridir. Özellikle, dün pazarda “Zenginlerin sonu gelmek üzere,” diye laflar duyunca pek canı sıkılmış ve sinirlenmiştir. Uyuyamayınca başını kaldırıp otururken, Fahreddin’in kalkmış olduğunu fark eder. Yıldızların pırıl pırıl parladığı gökyüzünün altında, epey ileride Fahreddin’in arkası dönük şekilde görünen gölgesi kararmaktadır. Kaftanı omuzunda, dünden bu yana böyle bir fırsatı kollamıştır. Tam konuşma zamanı. Kalkarak kendisine sırtı dönük bir şekilde duran ve geceye göz gezdiren cüsseli Fahreddin’e doğru yaklaşır ve yere tükürür. Fahreddin biraz kenara çekilerek, ona göz ucuyla bakar, fakat sesini çıkarmaz. Ezbergen de bilerek bir süre sessiz kalır. Çatık kaşlarıyla o da karanlık geceyi seyre dalar. Ağzını açacak olsa, içindeki öfkeyle kızgınlık ortaya dökülüverecekmiş gibi oluyor. Sonunda dayanamaz ve patlayıverir:

– Sensin, suçlu sensin… Çoktan taşınmalıydık… Gitmeliydik… İşte şimdi… Dedi, pat diye.

Sözleri ağzından dirhemle çıkan Ezbergen, normalde hareketli bir kimsedir. Şimdiyse ne diyeceğini şaşırır, kekeleyerek, boğazı düğümlenerek olduğu yerde kalakalır. Bunu gören Fahreddin, hiçbir şey demez. Derin bir iç çekerek sendeler gibi olur ve bir şey söylemeden kararan yüklere doğru dönüp yürüyüverir. Üzerine kaftanını örterek yatar kalır.

Çok geçmeden doğu sınırlarından bozararak ay görünür. Gökyüzünün batı tarafını kalemle çizer gibi çizerek, hızla bir yıldız kayar. Pelin otlarının arasından çenesi düşük çekirge sesi işitilir.

Ezbergen, kumların üzerine sırt üstü yatarak gecenin derinliği kadar sonsuz derin düşüncelere dalar. Yan tarafta sere serpe uzanmış olan büyük devenin ağır kokusu genzini yakar. Bağlanmış develer avurtlarını oynatarak geviş getirirler. Fahreddin başına kaftanını örtüp ters dönerek uzanır. O, ağabeyini hiç anlayamıyor. Bir de buralara kadı olarak atanmış. Şuradaki Majan gibi binlerce hayvanlık sürüye sahip olmasa bile, kendisi pek yoksul sayılmaz, fakat hükümet dendiğinde nedense sesi kesiliverir. Böyle yapınca, ona merhamet edeceklerini mi sanıyor acaba? Hiç anlam veremiyor. Daha geçen sene yönetime geçmiş olan köyün kunduracısı Şarip’in önündeki çekingenliğine ve çaresizliğine ne dersiniz? Tam da böyle düşüncelere dalmışken, aniden Ezbergen’in tepesi atıverir. Vay bee, gücüne bakmaksızın şu kunduracının oğlu bir de Hansulu’yu istiyor… Tüh, şu pisliklerden pek çekmişti bu güne dek. Hansulu, Ezbergen’in yeğeni, Fahreddin’in tek kızıdır. Bugünlerde âdeta incecik bir dal gibi pek güzelleşmiş ve epey büyümüştü. Güzel mi güzel, nazlı mı nazlı bir kız. Böyle güzelliklere sahip yeğenine Şarip’in, o kendini beğenmiş kardeşinin eli değeceğini düşündükçe namusundan çıldırıp delirecek gibi oluyor.

Sabaha doğru ağaran tanla beraber o yalnız kervan, kocaman develerin boyunlarındaki bakır çanlarını şıngırdatıp, adım adım ilerleyerek tekrar yoluna devam etmeye başladı. Kervandakilerin köylerinde neredeyse bir aydır yüzlerini görmedikleri ve çok özledikleri aileleri, çoluk çocukları, akrabaları vardı.

Kervan paldır küldür bir şekilde, hızla ilerlemeye devam eder.

2

Köyde koyun kırkım zamanıdır. Toprak renksizdir. Otlar iyice seyrekleşmiştir. Özellikle kuyu yanları pek çıplaklaşmış ve toz toprak içinde kalmıştır.

Sıradan doru atına eyersiz binmiş Şege, kuyuya doğru ilerlemektedir. Etraf çok gürültülüdür. Koyunların melediği, itlerin havladığı, deve yavrularının bozlayıp bağrıştığı sıradan bir köy. Ortalığa hayvanlarla insanların bir birine karıştığı akşam telaşı hâkimdir. Şu oğlan da ilginç birisi. Gücüne bakmaksızın bir de Hansulu’yu hayal ediyor. Gece gündüz demeden tek amacı o kıza ulaşmaktır. Şuna bak, bir Hansulu, hepsi de ümitli kalabalık gençlerin hangisine yetecektir? Çok… Bu memlekette kız çok… Onlardan birini niye istemiyor? Hansulu’da ne bulmuş ki? Ne diye ulaşamayacağı yükseklere doğru bakıyor? Anlam veremiyor.

Kuyu tarafta kovayı kuyudan çekmeye çalışanların “Çek!”, “Geri dön!” diye bağrışmalarıyla çıkardıkları çıkrık sesleri bütün düşüncelerini alt üst eder. Başını kaldırır. Güneş ufku boylamaya başlamış. Gölgeleri uzuyor, batmakta olan güneşin çapraz düşen ışınları, sanki geniş bozkırla kahveye çalan dağ sırtlarını kırmızı alev gibi sararak güzel bir nura boyuyor. Köyün aşağısındaki kuyu başı şimdilerde pek kalabalıktır ve sürü sürü hayvanlarla doludur. Kararan insan gölgeleri gözüküyor. Otlaktan dönen yılkılar kuyuya doğru katar katar giderken, develer kana kana su içerek karınlarını iyice şişiriyor, kuyu başından ağır ağır uzaklaşıyor. Bunların birçoğu, şu üzerliklerin yetiştiği sarı dağın sırtında yerleşmiş Majan köyünün hayvanlarıdır. Majan’ın idare ettiği ve içlerinde Fahreddin’in de bulunduğu köyün birçok adamı, taaa Temir’deki pazara, hayvanlarını satmaya gitmişlerdir.

Şimdilerde iki köyün ortası çeşitli hayvanlarla doludur. Dışarısı ise develerini sağıp, deve yavrularını sürerek işleriyle meşgul olan insanlarla dolup taşıyor. Kulağa şıngır şıngır eden bakır çan sesleri geliyor. Hayvanların gürültüleriyle insanların bağrışmaları birbirine karışıyor. Hayvanların ayaklarından çıkan tozlar rüzgârsız köyün üzerinde âdeta bir bulut gibi birikiyor. Toprağa kurulmuş olan yer ocaklarından parça parça dumanlar yükseliyor.

Şege kuyuya yaklaşınca devesini sulamakta olan arkadaşı Jadakay’ı görüp kıs kıs güler. Jadakay, onun bu köydeki tek sırdaşdır. İkisinin dertleri ortaktır. O da kendisi gibi âşıktır. Pazara giden Majan’ın köyde kalan genç kuması Balkıya’ya, Jadakay Hansulu’ya hastadır. İkisi bir araya gelecek olsa, tek konuştukları konu Balkıya ile Hansulu oluyor, şüphesiz.

Jadakay Şege’yi taa uzaktan görür görmez sırıtıverir. O, benekli, kısa boylu, geniş omuzlu, kuvvetli bir delikanlıdır.

– Çek! Diye, bağırdı kuyudan su çekmekte olan iri yarı Bulış adlı esmer delikanlı.

Çıkrığa koşulan büyük kara deve bu sese aldırmadan ters döner dönmez her şeyi devirerek öne doğru ilerler. Eyere bağlanan kayıştan urganı kuvvetle sarsarak çeker. Devenin boynundaki ipi tutmakta olan çocuk koşarak önüne geçer.

– Dön…

Ayakları kalın tüylerle kaplı büyük deve, kocaman adımlarıyla geri dönmeye çalışır.

Kuyunun taştan yapılmış kenarında ayaklarını açarak duran Bulış, su dolu kovayı gerilerek çeker. Daha sonra kuyudan çekilen masmavi sular yalağa doğru şırıl şırıl akmaya başlar.

Yalağı çepe çevre sarmış olan deve sürüleri ise buz gibi suyu hemen höpürdetmeye başlarlar.

Jadakay, Şege’yi böğründen dürter.

– Cesur çocuk, oraya bak… O tarafa bak.

Şege dönerek Jadakay’ın işaret ettiği tarafa baktığında, kuyunun doğu yanındaki dağ yamacını dolaşarak, koyu doru atıyla hızla koşturarak Hansulu’nun geçmekte olduğunu görür. Başında puhu kuşu tüyleri olan kunduz derisinden yapılma şapkası, üzerinde kırmızı ceketi vardır. İnce belini kemerle sıkı sıkı bağlamıştır. Gümüş eyer takımı batmakta olan güneşin alev gibi nuruyla birlikte pırıl pırıl parlıyor. Altındaki koyu doru yüksek atı da sahibinin bakımlı, güzel genç kız olduğunu biliyormuşçasına, ayaklarını oynak oynak basıyor.

Kızın boncuk gibi gözlerini, kıvrık kirpiklerini, kiraz dudaklarını hayal eden Şege, derin bir iç çeker.

– Merak etme, der Jadakay, arkadaşını omuzlarından silkeleyerek. Ne kadar havalanırsa havalansın, senden daha iyisini bulabilir mi? Dediğim çıkınca görürsün, sonunda bu kuş senin omuzlarına konacaktır, görürsün.

Kuyunun batı kanadındaki hayvanların birbirine karıştığı Majan köyünden süslü bir genç kadın geliyor. Omuzunda saka sırığı, geniş etekli beyaz elbisesiyle salına salına yürüyor. Yanında küçük bir kız çocuğu var. Şege Balkıya’yı görür görmez tanıyıverir. Uyanıklık yapan Jadakay’ın başını eğdirtmenin tam da zamanıydı.

– Haydi, Jadakay… Şimdi de bu tarafa bak bakalım.

Güneşin altında patikanın tozunu birbirine katarak gelmekte olan Balkıya’yı görünce Jadakay’ın yüzü hemen somurtuverir. Zaten dim dik dikilen kirpi gibi saçları, daha da dikleşir. Aniden endişelenerek sinirlenmeye başlar. Bunu gören Şege katıla katıla gülmeye başlar. Jadakay ise kızararak ter içinde kalır ve:

– Cesur çocuk, kimseye ağzını açma, bugün sana çok ilginç bir şey göstereceğim, diye fısıldar konuyu değiştirmek istediği için.

– Nasıl bir şey göstereceksin?

Jadakay işaret parmağıyla dudaklarına dokunarak göz ucuyla kuyudan su çekmekte olan Bulış’ı işaret eder. Şege her şeyin farkına varır. Demek ki, bu ilginç olay Bulış’la ilgili.

3

Akşam yemeklerini yiyen köy halkı çoktan uykuya dalmıştır. Ortalık göz gözü görmeyecek kadar karanlıktı ve henüz ay çıkmamıştı.

Jadakay’ın ‘‘ilginç bir şey göstereceğim,’’ dediğini merak eden Şege, epeydir Majan köyünün develerinin gecelediği yerde oturarak bekliyor. Etrafında uzanmış kocaman develer var. İkisi iri göbekli, yaşlı dişi devenin yanındaki kuytu yerde oturuyorlar. Gözetledikleri biraz ileride kararan Balkıya’nın evidir.

Saç bağı şıngırdayarak eve girip çıkıp günlük işlerini halleden Balkıya, sonunda kandili söndürerek yatmıştır.

Jadakay Şege’nin böğründen dürter.

– Gördün mü, beklediği biri var, yalnız yattı. Cesur çocuk, şimdi bak neler olacak, dedi.

Ardından epeyce bir zaman geçer. O ev, hâlâ sessizliğini korumaktadır. Uykuda gibidir; köy sakin ve sessizdir hatta köpekler bile susmuştur. Sadece ahır tarafından koç katımında yoğun bir dönem geçiren koçların pat küt ettiği hareketleri farkedilmektedir; ara sıra çatır çutur yaparak birbirlerini boynuzlamaktadır.

Köyün arka tarafından baykuş sesleri gelmektedir. Çığlıklarıyla âdeta bir belayı davet eder gibidir. İşler yolunda gitseydi bari. Genç kumanın kapısını açacak dedikleri avcı Bulış, halen ortalarda gözükmüyor.

– Çok geçmez. Ay doğmadan gelecek, diyor Jadakay fısıldayarak, iki hörgücün ortasından boynunu uzatarak bakmaya çalışırken. Şişmiş karınlarıyla sere serpe uzanarak uyuklayan develer geviş getiriyorlar. Ortalığa ise develerin nahoş kokuları yayılıyor.

– Jadakay, boş oturacağına o gördüklerini anlatsana, dedi Şege. Jadakay, gördüğü ilginç şeyleri anlatmak üzere hazırlanır.

– Senin bütün olup bitenleri kendi gözlerinle görmeni istemiştim, şu Bulış’ın gelmeyerek bizi bu kadar beklettiğine ne demeli… Tamam, anlatayım o zaman, diye kollarını sıvar Jadakay:

– Kocası şehre gittiğinden bu yana ben çekinmeden her akşam Balkıya’nın kapısını gözetler olmuştum, diye Jadakay, hikâyesini anlatmaya başlar.

– Vay bee…

– Beklentim pek büyüktü. Kocası ihtiyarın tekidir zaten. Kendisi ise pek gençtir. Süslü kadın böyle bir zamanda kaçamak yapmayıp da ne zaman yapacak, diyordum kendi kendime. Akşam olur olmaz bu tarafa doğru koşuyordum, fakat ne zaman kapısına dayansam, bana bir şeyler oluyor ve olduğum yerde taş kesilip kalakalıyordum. O kapalı kapıya elimi uzatmak benim için âdeta dünyanın sonu gibi geliyordu. Ellerim titreyerek, nefesim kesilerek, kulaklarım çınlayarak, kalbim küt küt atmaya başlardı hep. Daha dün, yine o halde kapı önünde dikilirken gecenin karanlığından biri çıkıvermez mi. Ödüm kopmuştu ya. Bir ara kendime gelince evden bazı fısıltıların geldiğini fark ettim.

– Bu yana… Buraya gel, diyen Balkıya’nın sesini duydum. Dikkat et, yolunun üstünde ibrik var, diyordu.

– Yalnız mısın? Diye Bulış ürkek sesle sordu.

– Yalnız olmayıp da ne yapayım, kocamla mı yatıyorum sanmıştın?

– Sus… Çoluk çocuk yok mu, diyorum yani?

– Boşuna endişelenme…

O arada ağaç yatak gıcırdamaya başlamıştı.

Devamını doğru düzgün işitemedim. Fısır fısır konuşuyorlardı. Ben bir şeyler duymak umuduyla kulağımı eve doğru yaklaştırmaya çalışıyordum, herhalde tıkırtımı duymuş olmalılar:

– Höst! Vay boynuzu kırılasıca, höst! Diye bağırdı Balkıya içeriden. Ben de oradan hızla koşarak uzaklaştım.

Atları bağlamak için takılmış urgan yanında karanlıkta diz üstü oturan adamı görünce bir anda Şege’nin yüreği hoplar. Jadakay’ı dürterek:

– Şuraya bak, birisi oturuyor.

– Nerede?

İkisi aşağı doğru eğilir. Karartısı görülen adam bir süre sonra yerinden kalkarak geri döner ve gider. Kenardaki eve doğru yönelir. Elinde ibriği varmış.

– Öf, ananı… Bu Kaukaş ya… Abdest alan, diye Jadakay, Majan’ın çobanını acımadan bir güzel sövdükten sonra doğuya doğru bakar. Karanlık gökyüzünün sol tarafı bozarmaya başlamıştır.

– Cesur çocuk, ay doğuyor, dedi Jadakay telaşlanarak. Bu saatten sonra Bulış, ölse de gelmez artık.

– Ne yapacağız şimdi? Boş ver, dönelim o zaman, dedi. Şege de pişman olup.

– “Dönmek” de neyin nesi birader. Şurada kocaman iki delikanlı dururken… Genç kadın da evinde yalnız yatarken, diye kızarak homurdandı Jadakay.

– O zaman git, bekliyordur seni… Dedi, Şege alaylı bir şekilde gülerek.

– Giderim. Ne var? Diye Jadakay, kendi kendini yüreklendirerek horozlandı.

– Hee, ne duruyorsun, git, git…

– İşte gidiyorum. Birileri gelecek olursa haber ver. Diye Jada-kay devenin arka tarafından geçip, Balkıya’nın evine doğru yöneldi. Gizlice eğilip bükülerek eve doğru koşmaya başladı. Koşa koşa giderken dönüp Şege’ye baktı. Şege “devam et” dercesine elini salladı. Jadakay dikkatle basarak eğile büküle ilerlemeye devam etti. Uykuya dalmış olan sessiz evin kapısına dayandı. Boyunu dikleştirerek bir süre kapı önünde durakladı.

Şege de pek heyecanlanmıştı ve Jadakay’ın yerinde âdeta kendisi varmış gibi kalbi küt küt atmaya başladı.

Jadakay herhalde seslenmiş olmalı ki, çok geçmeden kapı açıldı. Açılan kapıdan Jadakay hızla içeri doğru süzüverdi.

“İşte, sana bir macera,” der, Şege kendi kendine. Yerinden nasıl kalktığını bile anlamadan kendisinin de eğile büküle kapıya doğru ilerlemekte olduğunun farkına vardı. Amacı, evin sırtından Jadakay’ın macerasını izlemekti. O anda evin içinden âdeta ata değnekle vurmuş gibi ‘‘Pat,’’ diye bir ses duydu, ardı sıra leğenin şangırtısı geldi ve kapıdan dışarıya fırlayan Jadakay, çıkar çıkmaz başının aldığı yöne doğru var gücüyle koşmaya başladı.

Şege de çok düşünmeden ardından hızla koşmaya başladı. İkisi vadiye doğru uçuyorlardı. Onların gürültüsünden bağlı olan develer de ürkerek ayağa fırladı. Köyün köpekleri de havlamaya başladı.

Şege Jadakay ile yan yana koşarken:

– Ne oldu, zavallı? Der, Şege nefes nefese.

– Patlattı işte, çocuğum, kaç! Der Jadakay ve başını dimdik tutarak hızla koşmaya devam eder.

Böylece ikisi kaçarak köyün yanındaki derin ovaya gelip yuvarlanırlar. Bu arada köyün bütün köpekleri havlayarak onların peşine düşer.

Ovaya yuvarlanınca ikisi de sessizce yere uzanırlar.

– Jadakay, ne oldu?

– Ne diye soruyon? Halletti işte. Der, Jadakay ‘‘kıs kıs’’ gülerek. Şege’nin elini başına götürerek kafasını gösterir. Jadakay’ın şakağı kocaman şişmişti.

– Hayırlısı olsun, şimdi anlat bakalım…

– Kapıyı açtım, girdim. Der, Jadakay nefes nefese anlatarak. Balkıya gece elbisesiyle karşımda duruyordu ve mis gibi kokuyordu. “Ne istiyon?” dedi. Sesi çok sertti. Ne diyeceğimi şaşırmıştım ve şaşkınlıktan “Yenge, oynaşalım!” demişim… Dizlerim titreyerek ayağına sarılıp yere çöküvermişim. Bana karşı bir şeyler hisseder umuduyla işte… O anda yengem: “Serseri, al işte, oynaşmak nasılmış, gör bakalım,” deyip, tam kafamın ortasından, “Pat,” diye indirmez mi bir şeyi. Çok sert vurdu. Elinde oklavası varmış. Hemen kapıya doğru fırladım. Kaçarken de leğen midir nedir, bir şeyin üzerine basıvermişim. O arada yengem, sırtımın ortasından oklavayla yine indirmez mi bir güzel… “Oynamak dediğin böyle olur işte,” diyordu. Eşikten geçmek üzereyken kafamı da kapının eşiğine çarpmaz mıyım? Anlayacağın geberdim ya…

Bunları duyan Şege yerlere yatarak gülmekten ölüyordu.

– Höst! Höst! Deyip, koyunların etrafında dolaşan biri bağırır bu arada.

Majan’ın köpekleri biraz ileride dizilerek havlıyor, fazla yaklaşmıyorlardı. İyice sinirlenen Jadakay, bir ara diz üstü çökerek elleriyle yere dayanarak “Hav, hav,” diye, köpeklerin üzerine doğru yürür. Uzun bacaklı kocaman köpekler o anda her yana dağılıp tozutarak kaçışmaya başlarlar.

– Balkıya’dan çektiklerim yetmiyormuş gibi… Bu ne ya… Deyip, Jadakay geri döner.

Bu sırada gece iyice çökerek, doğudan bir dilim kavun gibi sarararak ay doğmaktaydı. Karanlık dağılıp, gökyüzündeki yer yer göze çarpan yıldızların altında, sessizlik içinde âdeta uyuklayan evler daha da belirginleşmeye başlarlar.

İki delikanlı çok geçmeden evlerinin yolunu tutar. Şege kuyunun diğer tarafındaki kendi köyüne doğru, Jadakay ise Majan köyünün kenarındaki kendi evine doğru yönelir.

€0,92