Buch lesen: «Bulunmuş »

Schriftart:
Morgan Rice Hakkında

Morgan Rice, USA Today’in 1 numaralı çok satan destansı on yedi Kitaplık FELSEFE YÜZÜĞÜ; on bir Kitaplık (ve hala devam eden) genç yetişkin serisi 1 numaralı çok satan VAMPİR GÜNLÜKLERİ; 2 Kitaptan oluşan (ve devam eden) kıyamet sonrası gerilim, 1 numaralı çok satan KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ; ve yeni destansı fantezi serisi KRALLAR VE BÜYÜCÜLER Kitaplarının 1 numaralı çok satan yazarıdır. Morgan’ın Kitapları hem basılı hem de sesli olarak bulunabilir ve çeviriler 25 dilde mevcuttur.

Morgan sizi dinlemeyi çok seviyor, dolayısıyla lütfen www.morganricebooks.com adresini ziyaret edip eposta listesine eklenin, ücretsiz bir Kitap kazanın, ücretsiz hediyeler alın, ücretsiz uygulamaları indirin, Facebook ve Twitter ile bağlanın ve irtibatta kalın!

VAMPİR MEKTUPLARINA övgüler

“ALACAKARANLIK ve VAMPİR GÜNLÜKLERİNE rakip bir kitap, en son sayfasına kadar başınızı kaldırmadan okumak isteyeceksiniz! Macerayı, aşkı ve vampirleri seviyorsanız, bu tam size göre bir kitap!”

–-Vampirebooksite.com (Dönüşüm için)

“Rice, daha baştan sizi hikâyenin içine çekiyor, mekânın sade görüntüsüne baskın çıkan inanılmaz betimleyici gücü, hikâyeye yedirme konusunda harika bir iş çıkarıyor… Zevkle yazılmış ve bir solukta okunuyor.”

–-Black Lagoon Reviews (Dönüşüm için)

“Genç okuyucular için harika bir hikâye. Morgan Rice ilginç bir girdabı daha da derinleştirerek harika bir iş çıkarmış… Canlandırıcı ve eşsiz. Bu seriler bir kızın etrafında yoğunlaşıyor…sıradışı bir kız!…Okunması kolay ve bir solukta bitiyor…Derecelendirilmiş Kitaplardan.”

–-The Romance Reviews (Dönüşüm için)

“Daha başında beni içine aldı ve bir daha da bırakmadı…Bu hikaye nefes kesici bir macera, bir solukta okunuyor ve en başından sizi heyecana boğuyor. İçinde tek bir sıkıcı an yok.”

–-Paranormal Romance Guild (Dönüşüm için)

“Heyecan, romantizm, macera ve sürprizlerle dopdolu. Elinize aldığınızda tekrar tekrar âşık olacaksınız.”

–-vampirebooksite.com (Dönüşüm için)

“Harika bir konu ve özellikle bu, geceleri elinizden bırakamayacağınız türden bir kitap. Sonu o kadar heyecanlı bir yerinde bitiyor ki sırf neler olduğunu görmek için derhal bir sonraki kitabı almak isteyeceksiniz.”

–-The Dallas Examiner (Sevilmiş için)

“Morgan Rice bir kez daha inanılmaz derecede yetenekli bir hikaye anlatıcısı olduğunu kanıtlıyor…Bu kitap vampir/fantezi türü kitapların genç yaştaki severleri dahil geniş bir okuyucu kitlesine hitap ediyor. Sizi şok edecek ve beklenmedik bir yerde bitecek.”

–-The Romance Reviews (Sevilmiş için)

Morgan Rice’ın Kitapları
KRALLAR VE BÜYÜCÜLER
EJDERHALARIN YÜKSELİŞİ (1. Kitap)
CESURUN YÜKSELİŞİ (2. Kitap)
ONURUN BEDELİ (3. Kitap)
BİR KAHRAMANLIK OCAĞI (4. Kitap)
FELSEFE YÜZÜĞÜ
KAHRAMANLARIN GÖREVİ (1. Kitap)
KRALLARIN YÜRÜYÜŞÜ (2. Kitap)
EJDERHALARIN KADERİ (3. Kitap)
BİR ŞEREF HAYKIRIŞI (4. Kitap)
ŞEREF YEMİNİ (5. Kitap)
KAHRAMANLIK SALDIRISI (6. Kitap)
KILIÇ AYİNİ (7. Kitap)
SİLAHLARIN TESLİMİ (8. Kitap)
BÜYÜLÜ GÖKYÜZÜ (9. Kitap)
KALKAN DENİZİ (10. Kitap)
ÇELİĞİN HÜKÜMDARLIĞI (11. Kitap)
ATEŞ ÜLKESİ (12. Kitap)
KRALİÇELERİN YÖNETİMİ (13. Kitap)
KARDEŞLERİN YEMİNİ (14. Kitap)
ÖLÜLERİN DÜŞÜ (15. Kitap)
ŞOVALYELERİN MIZRAK DÖVÜŞÜ (16. Kitap)
SAVAŞIN ARMAĞANI (17. Kitap)
KÖLETÜCCARLARI ÜÇLEMESİ
ARENA BİR (1. Kitap)
ARENA 2 (2. Kitap)
VAMPİR GÜNLÜKLERİ
DÖNÜŞÜM (1. Kitap)
SEVİLMİŞ (2. Kitap)
ALDATILMIŞ (3. Kitap)
YAZGI (4. Kitap)
ARZULANMIŞ (5. Kitap)
NİŞANLI (6. Kitap)
YEMİNLİ (7. Kitap)
BULUNMUŞ (8. Kitap)
CANLANDIRILMIŞ (9. Kitap)
GÖMÜLMÜŞ (10. Kitap)
KADER (11. Kitap)
VAMPİR MEKTUPLARI serisini şimdi sesli kitap formatında dinleyin!

Copyright © 2012 Morgan Rice


Her hakkı saklıdır. ABD 1976 Telif Hakları Yasasının izin verdiği maddeler dışında bu yayının hiçbir kısmı hiçbir şekilde ve hangi amaçla olursa olsun çoğaltılamaz, dağıtılamaz ve alıntı yapılamaz; yazarın önceden izni alınmaksızın bir veri tabanında ya da depolama sisteminde saklanamaz.


Bu e-kitap yalnızca sizin kişisel kullanımınız için yetkilendirilmiştir. Bu ekitap tekrar satılmamalı ya da başkalarına dağıtılmamalıdır. Başka biri ile bu kitabı paylaşmak isterseniz, lütfen her alıcı için yeni bir kopya satın alınız. Bu kitabı okuyorsanız ve satın almamışsanız ya da yalnızca sizin kullanımınız için satın alınmadıysa, lütfen geri verin ve kendi kopyanızı satın alın. Bu yazarın zorlu çalışmalarına saygı duyduğunuz için teşekkür ederiz.


Bu bir kurgu çalışmasıdır. İsimler, karakterler, işler, örgütler, mekânlar, durumlar ve olaylar ya yazarın hayal gücünün bir ürünüdür ya da kurgusal bir şekilde kullanılmıştır. Hayatta ya da ölmüş gerçek kişilere benzerlikler tamamen tesadüf eseridir.


Kapak Modeli: Jennifer Onvie. Kapak fotoğrafı: Adam Luke Studios, New York. Kapak makyaj sanatçısı: Ruthie Weems. Bu sanatçılardan herhangi biri ile iletişime geçmek isterseniz lütfen Morgan Rice ile bağlantı kurunuz.

GERÇEK:
İsa’nın ölümünün tam tarihi bilinmezliğini korumasına karşın, genel olarak M.S. 33 yılının 3 Nisan gününde öldüğüne inanılmaktadır
GERÇEK:
Dünyanın en eski sinagoglarından biri olan Capernaum’daki (İsrail) sinagog İsa’nın öğretisini yaydığı, dünyada hala ayakta kalıp varlığını sürdüren birkaç yerden biridir. Burası aynı zamanda İsa’nın “günahkâr bir şeytanın ruhuna sahip olan” bir adamı iyileştirdiği yerdir
GERÇEK:
Kudüs’te yer alan şimdiki Kutsal Kabir Kilisesi (Yeniden Diriliş Kilisesi) dünyadaki en kutsal kiliselerden biridir, İsa’nın çarmıha gerildiği ve göğe yükseldiği varsayılan yere kurulmuştur. Bununla birlikte, çelişkili bir biçimde söz konusu bu kilise inşa edilmeden önce ve İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonraki 300 yıl boyunca bu nokta bir Pagan Tapınağı tarafından işgal edilmiştir
GERÇEK:
Son Akşam Yemeğinin ardından İsa, Getsemani’nin antik bahçesinde Yehuda tarafından ihanete uğradı
GERÇEK:
Hem Musevilikte hem de Hristiyanlıkta kıyametin olacağına, hayatın sonunun geleceğine inanılır, bu sırada bir Mesih (Kurtarıcı) gelecek ve ölenlerin hepsi yeniden dirilecektir. Museviliğe göre Mesih geldiğinde, ilk dirilecek olanlar Zeytin Dağı’nda gömülü olanlardır
 
“Öyleyse dudaklarından öperim;
Orada bir parça zehir kalmıştır belki;
Bir zamanlar hayat veren dudakların
Bu kez son versin hayatıma.
Gel ey sevgili hançer!”
 
--William Shakespeare, Romeo ve Juliet


BİRİNCİ BÖLÜM

Nasıra, İsrail

(Nisan, M.S. 33)


Caitlin’in zihninde kötü rüyalar birbirini kovalıyordu. En iyi arkadaşı Polly’nin uçurumdan aşağı yuvarlandığını gördü, uzandı ve onu tutmaya çalıştı ama elini yakalayamadı. Erkek kardeşi Sam’i gördü, sonsuz bir arazide Caitlin’den kaçıyordu, Caitlin ne kadar hızlı koşarsa koşsun, onu yakalayamıyordu. Sonra Kyle ve Rynd’ın onun meclis üyelerini gözlerinin önünde boğazladığını, parçalara ayırdığını gördü ve kanları her yanına bulaştı. Bu kan, kan kırmızısı bir gün batımına dönüştü ve Caleb’le düğün törenlerinin üzerinde asılı kaldı. Ama bu düğünde orada yalnızca ikisi vardı, dünyada kalmış son kişiydiler, kan kırmızısı bir gökyüzüne karşı bir uçurumun kenarında duruyorlardı.

Ardından Caitlin kızı Scarlet’i gördü, engin bir denizde, yalnız başına küçük tahta bir sandalda oturuyor ve çalkantılı sularda sürükleniyordu. Scarlet, Caitlin’in babasını bulmak için ihtiyacı olan dört anahtarı yukarıya kaldırdı. Ama Caitlin’in gözleri önünde Scarlet ileriye uzandı ve onları suya düşürdü.

Caitlin “Scarlet!” diye çığlık atmaya çalıştı.

Ama sesi çıkmadı ve o izlerken, Scarlet okyanusa, ufukta toplanan devasa fırtına bulutlarının arasına sürüklenerek ondan uzaklaştı.

“SCARLET!”

Caitlin Paine çığlık atarak uyandı. Doğrularak oturdu, zorlukla nefes alarak etrafına bakındı ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Bulunduğu yer karanlıktı, tek ışık kaynağı on beş yirmi metre ötedeki küçük bir açıklıktı. Sanki bir tüneldeydi. Ya da bir mağarada.

Caitlin altında sert bir şey hissetti ve eğilip bakınca küçük taşların üzerinde, çamurlu bir yerde oturmakta olduğunu anladı. Bulunduğu yer sıcak ve tozluydu. Her neredeyse bu kesinlikle İskoç havası değildi. Çok sıcak ve kuruydu – sanki bir çöldeydi.

Caitlin bir süre orada oturdu, kafasını kaşıdı, gözlerini kısarak karanlığa alışmaya ve hatırlamaya çalıştı; rüyaları gerçeklerden ayırmak için uğraştı. Rüyaları çok canlı ve yaşadıkları da bir o kadar gerçeküstüydü, aradaki farkı anlamak gittikçe zorlaşıyordu.

Yavaş yavaş düzenli bir şekilde nefes almaya başlayınca, o korkunç görüntülerden sıyrıldı ve zamanda geriye gitmiş olduğunu fark etmeye başladı. Bir yerlere gelmişti ve hayattaydı. Yeni bir yerde ve zamandaydı. Çamur parçalarını cildinde, saçlarında ve gözlerinde hissetti ve banyo yapmaya ihtiyacı duydu. Bulunduğu yer fazlasıyla sıcaktı ve nefes almak oldukça güçtü.

Caitlin cebinde alışık olduğu bir şişkinlik hissetti ve elini oraya uzattığında günlüğünün yolculuğu başarıyla atlattığını anlayınca rahatladı. Hızla diğer cebini kontrol etti ve dört anahtarın da orada olduğunu anladı, ardından boynunu yoklayarak kolyesinin de yerinde olduğundan emin oldu. Her şey yerli yerindeydi. Caitlin rahat bir nefes aldı.

Ardından bir şey hatırladı. Hemen etrafında döndü ve Caleb ve Scarlet de kendisiyle birlikte geri gelmeyi başarıp başaramadığını görmek için baktı.

Karanlıkta hareketsiz bir şeklin yattığını görebildi ve önce bunun bir hayvan olup olmadığını merak etti. Ama gözleri karanlığa alıştığında o şeklin hayvan olmadığını anladı. Yavaşça kalktı ve oraya doğru yaklaşmaya başladı; taşların üzerinde yatmaktan kaskatı kesilen vücudu acı içindeydi.

Mağaranın karşı tarafına yürüdü, diz çöktü ve usulca o geniş şekli omzundan itti. Caitlin çoktan kim olduğunu sezmişti: yüzünü görmeye ihtiyacı yoktu. Bunu mağaranın karşı tarafından da hissedebiliyordu. İçi rahatlayarak bunun hayattaki biricik ve tek aşkı olduğunu biliyordu. Kocasıydı. Caleb.

Caleb sırt üstü yuvarlanınca Caitlin sağlıklı bir şekilde zamanda geri gelmiş olması için dua etti. Ve kendisini hatırlaması için içinden Tanrıya yalvardı.

Lütfen, diye geçirdi içinden. Lütfen. Sadece son bir kez daha. Caleb’in bu yolculuğu atlatarak hayatta kalmasına izin ver.

Caleb sırt üstü dönünce Caitlin yüz hatlarının bozulmamış olduğunu görüp rahatladı. Herhangi bir yara izi görmedi. Yakından bakınca nefes aldığını anlayıp daha da rahatladı. Caleb’in göğsü yavaş bir ritimde inip çıkıyordu ve ardından Caitlin, göz kapaklarının seğirdiğini gördü.

Caleb’in gözleri titreyerek açılınca Caitlin rahat bir nefes koyuverdi.

Caleb “Caitlin?” dedi.

Caitlin gözyaşlarına boğuldu. Eğilip Caleb’e sarılınca kalbi hızla atıyordu. Birlikte geri gelmeyi başarmışlardı. Caleb hayattaydı. Caitlin’in ihtiyacı olan tel şey buydu. Dünyadan bundan başka bir şey isteyemezdi.

Caleb de Caitlin’e sarıldı. Caitlin, onun dalga dalga kaslarını hissederek uzun süre onun kollarının arasından ayrılmadı. Oldukça rahatlamıştı. Caleb’i dile getirebileceğinden daha fazla seviyordu. Birlikte geçmişte pek çok yere ve zamana gitmişler, beraber en kötü şeyler, iyi şeyler de dâhil olmak üzere birçok şey görmüşler, çok fazla acı çekmişler ve çok şeyi de kutlamışlardı. Caleb’in onu hatırlamadığı, zehirlendiği zamanlar gibi Caitlin neredeyse birbirlerini kaybedecekleri bütün o anıları düşündü… İlişkilerindeki engellerin hiç sonu gelmeyecekmiş gibi görünmüştü.

Ve şimdi, sonunda başarmışlardı. Geçmişe yapılan son bir yolculukta yeniden beraberlerdi. Caitlin, bu sonsuza dek birlikte olacakları anlamına mı geliyor? diye düşündü ve var olan her bir hücresine kadar bunun böyle olmasını umut etti. Bu defa, sonsuza dek birlikte olacaklardı.

Caleb dönüp Caitlin’e baktığında daha da olgunlaşmış görünüyordu. Caitlin onun parıldayan, kahverengi gözlerine baktı ve o gözlerden dışarı boşalan aşkı hissedebiliyordu. Caleb’in de kendisi gibi aynı şeyi düşündüğünü biliyordu.

Caitlin onun gözlerine bakınca, bütün anılar bir anda geri geldi. İskoçya’ya yaptıkları son yolculuğu düşündü. Her şey korkunç bir rüya gibi hızla kafasına üşüşüyordu. Önce her şey çok güzeldi. Kale, bütün arkadaşlarını görmek. Düğün, Tanrım, o düğün. Caitlin’in hayatında asla hayal edemeyeceği en güzel şeydi. Bakışlarını aşağıya indirdi ve eline bakıp yüzüğü gördü. Hala parmağındaydı. Yüzük de geri dönmeyi başarmıştı. Aşklarının simgesi de hayatta kalmayı başarmıştı. Caitlin buna inanamıyordu. Gerçekten evliydi. Ve Caleb’le. Caitlin bunu bir işaret olarak gördü: eğer yüzük zamanda geri gelmeyi başardıysa, bütün her şeye rağmen, yüzük hayatta kalabildiyse o zaman aşkları da yaşayacaktı.

Yüzüğün parmağındaki görünüşü gerçekten her şeyi unutturuyordu. Caitlin duraksadı ve evli bir kadın olmanın nasıl hissettirdiğini duyumsadı. Farklıydı. Daha somut, daha kalıcı bir şeydi. Caitlin daima Caleb’i sevmişti ve onunda kendisini sevmiş olduğunu sezmişti. Her zaman birleşmelerinin sonsuza kadar olacağını hissetmişti. Ama şimdi bu artık resmiyet kazandığı için farklı hissediyordu. Birlikte gerçekten tek bir vücut olduklarını hissediyordu.

Ardından Caitlin geçmişi düşündü ve düğünden sonra neler olduğunu hatırladı: Scarlet, Sam ve Polly’den ayrılmak zorunda kaldıklarını anımsadı. Scarlet’i okyanusta bulmuşlardı ve Aiden’ı görüp ondan o korkunç haberleri duymuşlardı. Polly, en iyi arkadaşı ölmüştü. Sam, tek kardeşi ondan sonsuza dek ayrılmış, karanlık tarafa dönmüştü. Cadılar meclisi dostları boğazlanmıştı. Caitlin için bütün bunlar neredeyse dayanılmayacak kadar ağırdı. Orada yaşanan korkunç şeyleri ya da Sam ya da Polly olmadan yaşanacak bir hayatın nasıl olacağını hayal edemiyordu.

Ani bir dürtüyle düşünceleri Scarlet’e döndü. Birden, paniğe kapılmış bir halde kendini geri çekerek Caleb’i bıraktı ve Scarlet’in de geri gelmeyi başarıp başarmadığını merak ederek mağarayı araştırmaya koyuldu.

Caleb de aynı anda aynı şeyleri düşünüyor olmalıydı ki gözleri ardına kadar açıldı.

Her zamanki gibi Caitlin’in zihnini okuyarak “Scarlet nerede?” diye sordu.

Caitlin döndü ve mağaranın dört bir yanına koşturmaya başladı. Karanlık çatlakları araştırdı, Scarlet’den herhangi bir işaret, onu gösterecek bir gölge, bir şekil var mı diye baktı. Ama hiçbir şey yoktu. Delirmiş bir şekilde araştırmaya devam etti, mağaranın her bir köşesini didik didik ederek Caleb’le birlikte mağarayı bir baştan bir başa taradılar.

Ama Scarlet orada değildi. Orada olmadığı açıktı.

Caitlin hayal kırıklığına uğradı. Bu nasıl olabilirdi? Nasıl olurdu da o ve Caleb yolculuğu sağ salim atlatırlardı da Scarlet yapamazdı? Kader bu kadar zalim olabilir miydi?

Caitlin döndü ve mağaranın çıkışına, güneş ışığına doğru koştu. Dışarı çıkmalıydı. Dışarda ne olduğunu ve orada Scarlet’ten herhangi bir işaret olup olmadığını görmeliydi. Caleb de onun yanında koştu ve ikisi mağaranın ağzına koştular ve tam girişinde, güneşe doğru durdular.

Caitlin aniden ve tam zamanında durmuştu: mağaranın ağzından küçük bir düzlük dışarı doğru çıkıntı yapıyor ve ardından doğruca dik bir şekilde aşağı düşüyordu. Caleb de onun yanında aniden durdu. Dışarı çıkıntı yapmış dar bir kaya tabakasının üzerinde duruyor, aşağı bakıyorlardı. Her nasılsa Caitlin, yüzlerce metre yukarıdaki bir dağ kovuğuna inmiş olduklarının farkına vardı. Yukarı ya da aşağı gitmenin imkânı yoktu. Ve eğer bir adım daha atacak olsalar, yüzlerce metre aşağıya düşmeleri işten bile değildi.

Önlerinde kocaman bir vadi bulunuyor, göz alabildiğine ufka doğru uzanıyordu. Kırsal bir çöl manzarasıydı, orada burada ara sıra kayalık çıkıntılar ve palmiye ağaçları yer alıyordu. Uzaklarda yükselen tepeler vardı ve tam onların aşağısında taş evlerden ve çamurlu sokaklardan oluşan bir köy yer alıyordu. Burada, güneşin altında hava daha sıcaktı, dayanılamayacak kadar aydınlık ve sıcak hâkimdi. Caitlin İskoçya’dan çok farklı bir yerde ve iklimde olduklarını fark etmeye başladı. Ve köyün ilkel görünümünden anlaşılacağı gibi oldukça farklı bir zamandaydılar.

Bütün o çamurun, kumun ve kayaların arasında ara sıra görülen yeşil araziler tarım yapıldığına işaret ediyorlardı. Bu yeşil arazi parçalarından bazıları bağlarla kaplıydı, dik yamaçlardan aşağılara doğru düzenli sıralarla gittikçe genişliyorlardı ve bunların arasında Caitlin’in tanıyamadığı ağaçlar vardı: bunlar küçük, eski görünümlü ağaçlardı, eğri büğrü dalları ve güneşte parlayan gümüş renkli yaprakları vardı.

Caleb tekrar Caitlin’in zihnini okuyarak “Zeytin ağaçları,” dedi.

Caitlin Zeytin ağaçları mı? diye düşündü. Tanrı aşkına biz neredeyiz?

Caitlin, Caleb’in bu yeri ve zamanı tanıyabileceğini sezerek omzunun üzerinden ona baktı. Caleb’in gözlerinin ardına kadar açık olduğunu gördü ve buraları tanıdığını anladı. Caleb çok şaşırmıştı. Manzaraya uzun süredir görmediği bir arkadaşına bakar gibi bakıyordu.

Caitlin neredeyse öğrenmekten korkarak “Neredeyiz biz?” diye sordu.

Caleb önlerindeki vadiyi inceledi ve sonunda dönerek Caitlin’e baktı.

Usulca “Nasıra,” dedi.

Gördüğü manzarayı içine çekerek duraksadı.

“Şu köye bakılacak olursa birinci yüzyıldayız.” Caleb büyülenmiş gibi Caitlin’e bakıyordu. Gözleri heyecanla parlıyordu. “Aslında, öyle görünüyor ki İsa’nın zamanında bile olabiliriz.”

İKİNCİ BÖLÜM

Scarlet yüzünü bir şeyin yaladığını hissetti ve gözlerini açtığında kör edici bir güneş ışığıyla karşılaştı. Yüzünü yalayan dil duracak gibi değildi ve Scarlet daha bakmadan bunun Ruth olduğunu anlamıştı. Onun ancak görebilecek kadar gözlerini araladı: Ruth eğilmiş, inliyordu ve Scarlet gözlerini açınca inanılmaz bir biçimde heyecanlandı.

Scarlet gözlerini daha fazla açmaya çalışınca vücuduna bir acı saplandığını hissetti; kör edici güneş ışığı çok rahatsız ediciydi, gözleri hiç olmadığı kadar hassaslaşmış ve neredeyse harap olmuştu. Başı fena halde ağrıyordu ve kendini zorlayıp gözlerini çok hafif aralayınca bir yerlerde, bir sokakta kaldırım taşının üzerinde yattığını gördü. İnsanlar aceleyle yanından geçip gidiyorlardı. Scarlet çok yoğun bir şehrin ortasında olduğunu anlamıştı. İnsanlar dört bir yana gidip geliyorlardı ve Scarlet günün ortasındaki bu kalabalığın gürültüsünü duyabiliyordu. Ruth inlemeye devam ederken Scarlet doğrulup oturdu ve nerede olduğunu hatırlamaya, anlamaya çalıştı. Ama hiçbir fikri yoktu.

Scarlet daha başına ne gelmiş olduğunu anlayamadan aniden birinin onu ayağıyla kaburgalarından ittiğini hissetti.

“Kalk!” diye derin bir ses geldi. “Burada uyuyamazsın.”

Scarlet omzunun üzerinden baktı ve hemen dibinde bir Romalı sandaleti gördü. Ardından başını kaldırdı ve hemen yanında dikilen bir Romalı asker gördü; üzerinde kısa bir asker ceketi vardı, beline kemer takmıştı ve bu kemerden aşağıya doğru küçük bir kılıç sallanıyordu. Başında ise üzerinde tüyler olan küçük bir pirinç miğfer vardı.

Asker tekrar eğildi ve Scarlet’i ayağıyla itekledi. Bu defa Scarlet’in karnını acıtmıştı.

“Ne dediğimi duydun mu? Kalk burdan yoksa seni tutuklayacağım.”

Scarlet onun sözünü dinlemek istedi ama gözlerini biraz açtığında güneş onları öyle bir acıttı ki nasıl kalkacağını, ne yöne döneceğini şaşırdı. Doğrulmaya çalıştı ama sanki ağır çekimde hareket ediyormuş gibi hissetti.

Asker kaburgalarına bir tekme savurmak için geriye doğru eğildi. Scarlet tekmenin geldiğini gördü, yeterince hızlı bir şekilde tepki gösteremeyince elleriyle kendini korumaya çalıştı.

Scarlet bir hırlama duydu, omzunun üzerinden bakınca Ruth’un sırtındaki tüylerin kabarmış olduğunu ve askere saldırdığını gördü. Ruth askerin ayak bileğini havada yakaladı ve bütün gücüyle keskin dişlerini bileğine geçirdi.

Asker acı bir çığlık koyuverdi ve bileğinden kan boşalırken çığlığı dört bir yanda yankılandı. Ruth askerin bileğini bırakacak gibi değildi, bütün gücüyle bileği tutmuş sallayıp duruyordu ve askerin daha biraz önceki kendini beğenmiş yüz ifadesi şimdi korkuya dönüşmüştü.

Kılıcının kınına doğru uzanarak kılıcını çıkardı ve onu havaya kaldırarak Ruth’un sırtına indirmeye hazırlandı.

İşte o an Scarlet bir şey hissetti. Sanki bir güç bedenini hâkimiyet altına alıyordu, sanki içinde başka bir kuvvet, başka bir varlık egemendi. Ne yapmakta olduğunun farkına varmadan birden harekete geçti. Bunu kontrol edemiyordu ve ne olduğunu anlamıyordu.

Scarlet ayağa fırladı, kalbi adrenalin patlaması yaşıyordu ve tam asker kılıcını aşağı indirirken bileğini havada yakalamayı başardı. Askerin kolunu tutarken içindeki daha önce hiç bilmediği bu gücün dışarı akmakta olduğunu hissetti. Asker bütün gücüne rağmen kıpırdayamadı.

Scarlet onun bileğini sıktı ve gücü o kadar baskın geldi ki asker şok içinde aşağıya doğru Scarlet’e bakınca sonunda kılıcını düşürdü. Kılıç çınlayarak kaldırım taşlarının üzerine düştü.

Scarlet usulca “Tamam Ruth, sorun yok,” dedi ve Ruth yavaş yavaş askerin ayak bileğini bıraktı.

Scarlet askerin kıpırdamasına izin vermeyerek bileğini tutup bir süre orada durdu.

Asker “Lütfen bırak gideyim,” diye yalvardı.

Scarlet içinden taşan gücü hissetti, istese ona gerçekten zarar verebileceğini anladı. Ama zarar vermek istemedi. Sadece yalnız başına kalmak istiyordu.

Scarlet yavaşça elini çekti ve onu serbest bıraktı.

Korku dolu gözlerle sanki bir şeytanla karşılaşmış gibi bakan asker hemen döndü ve kılıcını yerden geri almakla bile uğraşmayıp kaçarak uzaklaştı.

Scarlet onun daha fazla askerle geri gelebileceğini hissederek “Hadi gidelim Ruth,” dedi, etrafta oyalanmak istemiyordu.

Bir süre sonra ikisi birlikte yoğun kalabalığın içine daldılar. Scarlet gölgede kuytu bir yer bulana kadar kıvrılıp giden dar sokaklarda koşturdular. Scarlet, askerlerin onları burada bulamayacağını biliyordu ve kendini yeniden toparlamak, nerede olduklarını anlamak için biraz zamana ihtiyacı vardı. Scarlet sıcakta nefes almaya çalışırken Ruth da yanında hızlı hızlı soluk alıp veriyordu.

Scarlet kendi güçleri karşısında korkmuş ve büyülenmişti. Bir şeylerin değiştiğini anlamıştı, ama kendisine ne olduğunu tam olarak kavrayamamıştı; ayrıca herkesin nereye kaybolduğunu da anlamıyordu. Burası çok sıcaktı ve o tanımadığı, kalabalık bir şehirdeydi. Burası büyüdüğü Londra’ya hiç mi hiç benzemiyordu. Önünde uzanan sokağa doğru baktı ve orayı dolduran insanları izledi. Üzerlerinde cübbeler, ihramlar vardı ve ayaklarına da sandalet giymişlerdi; başlarının üzerinde ve omuzlarında incir ve hurma dolu büyük sepetler taşıyorlardı, bazıları ise türban takmıştı. Scarlet eski, taş binalar, bu binaların arasında kıvrılıp giden daracık geçitler, Arnavut kaldırımlı sokaklar gördü ve hayretler içinde dünyanın neresinde olabileceğini düşündü. Burası kesinlikle İskoçya değildi. Buradaki her şey çok ilkel görünüyordu, Scarlet kendini sanki binlerce yıl geriye gitmiş gibi hissetti.

Anne ve babasından bir işaret yakalayabilme umuduyla her yere göz gezdirdi. Yanından geçmekte olan her bir yüzü inceledi ve birinin durup ona dönmesini umut etti.

Ama anne ve babası hiçbir yerde yoktu. Her geçen yüzle beraber Scarlet gittikçe daha da yalnız hissetmeye başladı.

Bir an bedenini bir panik hali sarmaya başladı. Yalnız başına nasıl buraya geldiğini anlayamadı. Onu bu şekilde nasıl terk ederlerdi? Nerede olabilirlerdi? Zamanda geriye doğru yolculuk mu yapmıştı ve acaba anne ve babası da gelmiş miydi? Neden gelip onu bulmuyorlardı, ona bu kadar değer vermiyorlar mıydı?

Scarlet orada durup insanları izleyip bekledikçe içinde bulunduğu durumun daha iyi farkına varıyordu. Yalnızdı. Yabancı bir yerde ve zamanda tamamen kendi başınaydı. Anne ve babası da burada bile olsa onları nerede araması gerektiği konusunda hiçbir fikri yoktu.

Scarlet İskoçya’yı terk etmeden hemen önce ona verilmiş olan ve üzerinde sallanan bir haç bulunan bileğindeki bileziğe baktı. Oradaki kalenin avlusunda dururlarken, beyaz cübbe giyen yaşlı adamlardan biri eğilmiş ve onu Scarlet’in bileğine takmıştı. Scarlet bunun çok hoş olduğunu düşündü ama ne olduğu ya da ne anlama geldiği konusunda hiçbir şey bilmiyordu. Bunun bir tür ipucu olabileceği konusunda içinde bir his vardı ama bu ipucunun ne olduğuna dair bir fikri yoktu.

Ruth’un bacağına sürtündüğünü hissetti ve eğilip ona sarılarak başını öptü. Ruth, Scarlet’in kulağının dibinde inildedi ve onu yaladı. En azından Ruth yanındaydı. Ruth, Scarlet için bir kız kardeş gibiydi. Scarlet onun da kendisiyle birlikte gelmeyi başardığı için ve onu o askerden korumuş olduğu için çok minnettardı. Hayatta daha çok sevdiği kimse yoku.

Scarlet, o askeri, karşılaşmalarını anımsayınca, güçlerinin düşündüğünden de daha derin olması gerektiğinin farkına vardı. Küçük bir kız olarak kendisinin onun hakkından nasıl geldiğini anlayamıyordu. Bir şekilde değişmekte olduğunu hissetti ya da çoktan daha önce hiç olmadığı bir şeye dönüşmüştü. İskoçya’dayken annesinin bunu kendisine açıkladığını hatırladı. Ama hala tam olarak anlayamamıştı.

Scarlet bütün bunların kaybolup gitmesini diledi. Sadece normal olmak, her şeyin eskiden olduğu gibi normale dönmesini istiyordu. Yalnızca anneciğini ve babacığını istiyordu; gözlerini kapamak ve açtığında İskoçya’da, o kalede, Sam, Polly ve Aiden ile olmak istiyordu. Anne ve babasının düğün törenlerine geri dönmek istiyordu; dünyadaki her şeyin değişmeden yerli yerinde kalmasını istiyordu.

Fakat gözlerini açtığında hala buradaydı, bu garip şehirde ve bu garip zamanda Ruth’la birlikte yapayalnızdı. Tanıdığı tek bir kimse bile yoktu. Kimse arkadaş canlısı görünmüyordu. Ve Scarlet nereye gitmesi gerektiğini bilmiyordu.

Sonunda buna artık daha fazla dayanamayacağını hissetti. Harekete geçmesi gerekiyordu. Sonsuza dek bekleyerek burada saklanamazdı. Anneciği ve babacığı dışarda bir yerdelerdi, bunu anlamıştı. Midesinin açlıktan kazındığını hissetti ve Ruth’un da yanında mızmızlandığını duydu. Belli ki o da acıkmıştı. Scarlet kendi kendine cesur olması gerektiğini söyledi. Dışarı çıkıp anne ve babasını bulmaya çalışmalıydı— ve hem kendi hem de Ruth için yiyecek aramalıydı.

Scarlet, etrafta askerlerin olabileceğini düşünüp temkinli bir şekilde kaynaşan dar sokağa adımını attı; uzakta sokaklarda devriye gezen askerleri gördü, ama özel olarak onu arıyor gibi bir halleri yoktu.

Scarlet ve Ruth insan yığınlarının arasından güçlükle ilerlemeye ve kıvrılan dar sokaklardan giderlerken itilip kakılmaya başladılar. Burası çok kalabalıktı, dört bir yandan insan akını vardı. Scarlet ahşap el arabaları olan satıcıların yanından geçti; bunlar meyve, sebze, somun ekmek, şişelenmiş zeytinyağı ve şarap satıyorlardı. Bütün bu satıcılar birbirine neredeyse yapışık duruyor, bu tıklım tıkış dar sokaklarda müşteri çekmek için bağırıyorlardı. İnsanlar da sağdan soldan yaklaşarak onlarla pazarlık ediyorlardı.

Sanki yeterince kalabalık değilmiş gibi bir de sokaklar hayvanlarla doluydu— develer, eşekler, koyunlar ve her türden çiftlik hayvanları sahiplerinin önünde ilerliyorlardı. Bunların arasında yaban tavukları, horozlar ve köpekler koşturup duruyordu. Korkunç kokuyorlardı ve bu gürültülü pazar yerini durmak bilmeyen anırmaları, melemeleri ve havlamalarıyla daha da gürültülü bir hale getiriyorlardı.

Scarlet, bu hayvanların karşısında Ruth’un açlığının daha da arttığını hissedebiliyordu ve bu yüzden Ruth’un yanına diz çöktü ve boynundan tutarak onu geri çekti.

Sert bir şekilde “Olmaz Ruth!” dedi.

Ruth isteksiz bir şekilde itaat etti. Scarlet kendini kötü hissetti ama Ruth’un bu hayvanları öldürüp bu kalabalığın arasında büyük bir kargaşaya neden olmasını istemiyordu.

“Sana yiyecek bulacağım Ruth. Söz veriyorum.”

Ruth cevap olarak inildedi ve Scarlet de açlıktan midesinin ağrıdığını hissetti.

Scarlet aceleyle bu hayvanları geçerek Ruth’u ara sokaklardan aşağılara doğru götürdü. Kıvrılıp dönerek satıcıları ve daha bir sürü dar sokağı geçtiler. İçinde bulundukları bu labirentin sonu gelmeyecek gibi görünüyordu ve Scarlet neredeyse gökyüzünü bile göremiyordu.

Scarlet sonunda kocaman kızarmış et parçaları satan bir satıcı buldu. Etin kokusunu çok uzaktan alabiliyordu, bu koku içine işliyordu; aşağıya baktı ve Ruth’un ete bakarak dudaklarını yaladığını gördü. Scarlet beceriksizce bakarak etlerin önünde durdu.

Önlüğü kanla kaplı kocaman bir adam olan satıcı “Bir parça et satın almak ister misin?” diye sordu.

Scarlet bir parça eti her şeyden çok istiyordu. Bunun önemli olduğunu sezdi ve bu yüzden kendine hâkim olmak için sahip olduğu bütün gücü kullandı.

Ardından cevap olarak üzgün bir şekilde başını iki yana usulca salladı. Ruth’u tuttu ve onu adamdan uzaklaştırarak yola devam etti. Ruth’un sızlanmasını ve karşı çıkışını duyabiliyordu ama başka seçenekleri yoktu.

Yürümeye devam ettiler ve sonunda içinde bulundukları labirent güneşli, ferah ve alabildiğine geniş bir plazaya açıldı. Scarlet o koskocaman gökyüzünü görünce çok şaşırdı. İçinde binlerce insanın kaynaştığı o daracık sokaklardan çıkınca, bunun hayatında görebileceği en büyük açıklık olduğunu düşündü. Plazanın ortasında taş bir çeşme vardı ve etrafını yukarıya doğru yüzlerce metre uzanan uçsuz bucaksız taş bir duvar çevreliyordu. Duvardaki her bir taş inanılmaz kalındı ve neredeyse Scarlet’ten on kat daha büyüktü. Yüzlerce insan bu duvara karşı duruyor, inleyerek ağlıyor ve dua ediyordu. Scarlet’in ne onların bunu niçin yaptıkları konusunda ne de nerede olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktu, ama şehrin merkezinde olduklarını sezdi ve bu şehrin oldukça kutsal bir yer olduğunu anladı.

Arkasından “Hey sen!” diye bağıran kaba bir ses duydu.

Scarlet ensesindeki tüylerin kabarmaya başladığını hissetti ve yavaşça döndü.

Bir taşın ucunda oturmuş beş kişilik bir oğlan gurubu ona doğru bakıyordu. Oğlanların üzerindekiler paçavraydı ve baştan ayağa pislik içindeydiler. Bunlar yaklaşık on beş yaşında delikanlılardı ve Scarlet yüzlerindeki kötülüğü görebiliyordu. Bela aradıkları belliydi ve bir sonraki kurbanlarını bulmuş olabilirlerdi; Scarlet yalnız olduğunun bu kadar belli olup olmadığını düşündü.

Oğlanların arasında vahşi bir köpek vardı, devasaydı, kuduz olmuşa benziyordu ve Ruth’un iki katıydı.

Başlarındaki oğlan, diğer dördü kahkaha atarken alay eder gibi “Burada yapayalnız ne yapıyorsun?” diye sordu. Kaslıydı ve kocaman dudakları ve alnındaki bir yara iziyle aptal bir görünüşü vardı.

Scarlet onlara bakınca, daha önce hiç yaşamadığı yeni bir hissin kendine hâkim olmaya başladığını hissetti: bu giderek kabaran bir önseziydi. Ne olduğunu bilmiyordu ama birden oğlanların düşüncelerini apaçık okuyabildi, hislerini hissedebildi ve niyetlerini anladı. Hemen, apaçık bir şekilde kötü niyetli olduklarını hissetti. Ona zarar vermek istediklerini biliyordu.

Ruth, Scarlet’in yanında hırladı. Scarlet büyük bir kavganın başlamak üzere olduğunu sezdi— ama bu tam da onun kaçınmak istediği şeydi.

€3,77
Altersbeschränkung:
16+
Veröffentlichungsdatum auf Litres:
10 September 2019
Umfang:
274 S. 7 Illustrationen
ISBN:
9781632915368
Download-Format:

Mit diesem Buch lesen Leute