Buch lesen: «Arena Bir »
Morgan Rice
Morgan Rice Hakkında Morgan efsanevi fantezi serisi, çok satanlar listesinde birinci olan ve on kitaptan oluşan THE SORCERER'S RING serisinin yazarıdır. Serinin ilk kitabı A QUEST OF HEROES ise ücretsiz indirilebilir!
Morgan Rice altı dile çevrilen ve on kitaptan oluşan yetişkin gençlere daha fazla hitap eden en çok satanlar listesinde birinci sırada olan VAMPIR MEKTUPLARI serisinin yazarıdır.
Morgan ayrıca gene çok satanlar listesinde olan kıyamet sonrasını anlatan etkileyici THE SURVIVAL TRIOLOGY üçlemesinin ilk iki kitabı olan ARENA ONE ve ARENA TWO’nun da yazarıdır. Morgan yorumlarınızı dört gözle bekliyor, istediğiniz zaman iletişim kurabilirsiniz.
“İtiraf etmeliyim ki, ARENA 1’den önce kıyamet sonrası hiçbir şey okumamıştım. Sevebileceğim bir şey olduğunu düşünmemiştim… Fakat bu kitabın ne kadar bağımlılık yapıcı olduğunu görünce çok şaşırdım. ARENA 1, elinizden bırakmak istemediğinizden, gözleriniz kapanmaya başlayana kadar gece boyu okuyacağınız bir kitap. Okuduğum kitaplarda güçlü kadın kahramanları sevdiğim bir sır değil… Brook sıkı, güçlü, merhametli ve kitapta ayrıca romantizm de olmasına rağmen Brooke bununla yönetilmiyor… ARENA 1’i şiddetle tavsiye ederim. “
–-Dallas Examiner
1 Numaralı Çok satan dizisi! ARENA 1 distopyan bir kurgu dizisinin ilk kitabı.
New York. 2120. Amerika ikinci bir İç Savaş ile yok edilmiş ve haritadan silinmiş. Bu kıyamet sonrası dünyada, çok az kurtulan var ve birbirlerinden uzaktalar. Üstelik kurtulanların birçoğu büyük şehirlerde yaşayan vahşi çetelerin üyesi, avcılar. Kırsal alanlarda gezip yeni köleler, taze kurbanlar arıyorlar; böylece onları favori ölüm oyunlarında oynatabilirler: Arena 1. Rakiplerin en barbarca yöntemlerle ölümüne savaşmaya çıktığı bir ölüm stadyumu. Sadece tek bir kural var: kimse hayatta kalamaz. Asla.
Vahşi doğanın içinde, Catskill Dağlarının yukarılarında, 17 yaşındaki Brooke Moore, kız kardeşi Bree ile saklanarak hayatta kalmayı başardı. Kırsalda gezinen köle toplayıcı çetelere yakalanmamak için çok dikkatliler. Fakat bir gün, Brooke yeteri kadar dikkatli olamadığı için Bree yakalanıyor. Köle tüccarları onu aldı ve şehre, yani kesin ölüme götürüyorlar.
Brooke, bir donanma mensubunun kızı olarak dünyaya geldi; güçlü ve hiçbir zaman dövüşmekten kaçmaz. Kız kardeşi kaçırıldığında harekete geçiyor ve köle tüccarları yakalayıp kız kardeşini geri almak için her şeyi kullanıyor. Yolda, 17 yaşındaki, kendisi gibi hayatta kalmayı başaran ve erkek kardeşi kaçırılmış Ben ile tanışıyor. Beraber bu kurtarma görevinde bir ekip oluşturuyorlar.
Bundan sonrası ise kıyamet sonrası, ikisinin, hayatlarının en tehlikeli sürüşünde köle tüccarları kovaladıkları, New York’un kalbine kadar takip ettikleri macera dolu bir gerilim… Yolda, eğer hayatta kalırlarsa, hayatlarının en zor seçimlerini ve fedakârlıklarını yapmak zorunda kalacaklar ve her ikisinin de hiç beklemediği hisler yaşayacaklar; birbirlerine karşı beklenmedik hisler de dâhil… Kardeşlerini kurtarabilecekler mi? Ve kendileri de arena da savaşmak zorunda kalacak mı?
ARENA 1 Köletüccarları Üçlemesinin 1. Kitabı ve 85,000 kelimeden oluşuyor.
“Başlangıçtan itibaren ilgimi çekti ve bir daha da bırakmadı… Bu inanılmaz macera daha başlangıcından itibaren çok hızlı ve macera dolu. Bir tek boş an bile bulamayacaksınız.”
–-Paranormal Romance Guild {Dönüşüm}
“Harika bir hikâye. Gece boyunca elinizden düşürmek istemeyeceğiniz bir kitap. Sonu ise tam bir heyecan seli; o kadar muhteşem ki, daha sonra ne olduğunu öğrenebilmek için hemen ikinci kitabı almak isteyeceksiniz.”
–-The Dallas Examiner {Sevilmiş}
“Morgan Rice bir kez daha inanılmaz yetenekli bir hikâye anlatıcı olduğunu kanıtlıyor… Bu kitap vampir/fantezi türünün genç fanları da dâhil geniş bir kitleyi çekebilir. Hiç beklenmedik ve sizi şoke edecek bir sonla bitiyor.”
–-The Romance Reviews {Sevilmiş}
YAZARIN KITAPLARI
THE SORCERER’S RING
Kahramanların Görevi
A QUEST OF HEROES (Book #1)
A MARCH OF KINGS (Book #2)
A FATE OF DRAGONS (Book #3)
A CRY OF HONOR (Book #4)
A VOW OF GLORY (Book #5)
A CHARGE OF VALOR (Book #6)
A RITE OF SWORDS (Book #7)
A GRANT OF ARMS (Book #8)
A SKY OF SPELLS (Book #9)
A SEA OF SHIELDS (Book #10)
A REIGN OF STEEL (Book #11)
A LAND OF FIRE (Book #12)
A RULE OF QUEENS (Book #13)
AN OATH OF BROTHERS (Book #14)
THE SURVIVAL TRILOGY
ARENA ONE (Book #1) Arena Bir Köletüccarları Üçlemesi
ARENA TWO (Book #2)
THE VAMPIRE JOURNALS
TURNED (Book #1): Dönüşüm
LOVED (Book #2) Sevilmiş
BETRAYED (Book #3): Aldatılmış
DESTINED (Book #4) Yazgı
DESIRED (Book #5)
BETROTHED (Book #6)
VOWED (Book #7)
FOUND (Book #8)
RESURRECTED (Book #9)
CRAVED (Book #10)
FATED (Book #11)
Genel Yayın Yönetmeni: Ferhat Bal
Morgan Rice Arena Bir
Orijinal Adı: Arena One
Yayýncý Sertifika No: 19845 ISBN 978-605-5391Kapak Tasarým: HayalEvi Baskı ve Cilt:
Barış Matbaacılık & Mücellit
Güven Sanayi Sitesi C Blok Topkapı-İstanbul
Tel: 0212 674 85 28
1. Baský 2013 (2000 adet) ELF YAYINCILIK
BÖLÜM 1
B İ R
Bugün diğerlerinden daha acımasız bir gün. Dağa doğru yaptığım yürüyüşümde acımasızca eserek bir kamçı gibi suratıma inen rüzgar, dev çam ağaçlarından süpürdüğü karları üzerime doğru atıyor. On beş santimetrelik karın altında kaybolmuş olan ayaklarım, bana aşırı küçük gelen çizmelerin içinde sıkışmış haldeler. Onları sağa sola oynatarak, ayak tabanlarımın nerede olduğunu anlamaya çalışıyorum. Aniden esen rüzgar o kadar kuvvetli ki, nefes almakta güçlük çekiyorum. Kendimi oyuncak bir kar küresinin içine doğru giriyormuş gibi hissediyorum.
Bree, Aralık ayında olduğumuzu söylüyor. Noel gününe kalan zamanı hesaplamayı sevdiği için, bulduğumuz eski bir takvimin üzerindeki günleri karalıyor. Bunu o kadar büyük bir hevesle yapıyor ki Aralık ayının henüz çok uzaklarda olduğunu ona söylemeye dilim varmıyor. Ona elindeki takvimin üç yıllık olduğunu veya dünyanın sonu geldiğinden beri takvim yapımı durduğu için, asla yeni bir tanesini bulamayacağımızı söylemeyeceğim. Ablalar bunun içindir.
Bree her halükarda inançlarına sıkıca sarılacaktır zaten. Onun için kar demek her zaman Aralık ayı manasına gelmiştir. Aksini söylesem bile fikrini değiştireceğinden şüphe ederim. İşte size 10 yaşına girmiş tipik bir çocuk.
Bree'nin anlamak istemediği şey, kış ayının buralara daha erken geliyor olduğu. Catskills'in1 doruklarında zaman ve mevsimler daha farklı şekilde ilerliyor. Burada, bir zamanlar New York şehri olan yıkıntıların üç saat uzağında yapraklar, Ağustos ayının sonlarında düşmeye başlayarak, gözün alabildiği yere kadar uzanan dağ sıralarının üzerine saçılıyor.
Takvimimiz bir zamanlar günceldi. Üç yıl önce buraya ilk vardığımız zaman yagan karı gördüğümde buna inanamamış ve hayretler içinde takvimi kontrol etmiştim. Takvim yaprağının nasıl olup da Ekim ayını gösterdiğini anlayamamıştım. Bu kadar erken gelen karın anormal bir durum olduğunu düşünmüştüm. Ancak kısa sürede durumun böyle olmadığını anlamıştım. Çünkü bu dağlar o kadar yüksek ve o kadar soğuklar ki burada kış, sonbaharı canlı canlı yiyor.
Eğer Bree takvimi çevirip, arka sayfalarına bakacak olsa, büyük ve kalitesiz harflerle yazılmış tarihi görebilir: 2117. Tabii, bu takvim üç yıllık. Kendini yaşadığı heyecana fazlaca kaptırdığı için, dikkatlice bakmayı akıl edemediğini düşünürdüm.
En azından öyle umuyordum. Fakat son zamanlarda içimden bir ses, aslında Bree'nin her şeyin farkında olduğunu, ancak kendisini hayaller dünyasına bırakmayı tercih ettiğini söylüyor.
Tabii ki üç yıldır işe yarar bir takvimimiz yoktu. Bir cep telefonu, bilgisayar, televizyon, radyo, internet veya bunlara benzer bir teknolojiye de sahip değiliz. Elektrik veya musluk suyunu saymıyorum bile. Fakat yine de üç yıl boyunca, kendi başımıza hayatta kalmayı becerebildik. Nadiren açlık çektiğimiz yaz aylarında hayatta kalmak daha kolay oluyor. Bolca somon balığının olduğu dağ ırmaklarında, en azından balık tutarak tok kalabiliyoruz. Hatta bunca zamandan sonra, her şeye rağmen, kiraz, hatta az da olsa elma ve armudun yetiştiği bostanlar bile var. Arada bir, şansımız yaver giderse bir tavşan bile yakalayabiliyoruz.
Fakat kışlar tahammül edilemez. Her şey donmuş veya ölmüş durumda. Geçen her yılla beraber, bizim sonumuzun da böyle olacağından iyice emin oluyorum. Bu kış ise şimdiye dek yaşadıklarımızın en kötüsü. Kendimi işlerin düzeleceğine dair ikna etmeye çabalıyorum; ancak karnımıza bir şey girmeyeli günler oldu ve kış da henüz yeni başlamış sayılır. İkimiz de açlıktan bitap düştük ve üstüne üstlük Bree de hastalandı. Bu iki durum pek de hayra alamet sayılmaz.
Dün attığım talihsiz adımları takip ederek, yemek bulma umuduyla dağa doğru güçlükle ilerlerken, artık hiçbir şansımızın kalmadığını hissetmeye başlamıştım. Bree'nin öylece
uzanmış bir halde beni bekliyor oluşu, yığılıp kalmamı engelleyen tek düşünceydi. Kendime acımayı bir kenara bırakıp, Bree'nin suratını aklıma getirmeye çalıştım. Hastalığı için ilaç bulamayacağıma eminim, ancak bunun geçici bir soğuk algınlığı olduğunu ve iyi bir yemekle, biraz ısınmanın tedavi için yeterli olacağını umuyorum.
Asıl ihtiyacı olan şey, ateş. Fakat şöminemizi artık kullanmıyorum. Köle tacirlerinin çıkacak duman ve koku sayesinde yerimizi tespit etmeleri riskini göze alamam. Fakat bugün ona bir sürpriz yapacağım. Kısa bir süreliğine olsa da, şansımızı deneyeceğim. Bu, şömine ateşine bayılan Bree'nin moralini yerine getirecektir. Hele bir de buna eşlik edebilecek bir yemek bulabilirsem (bu bir tavşan gibi küçük bir şey bile olabilir), iyileşme süreci hepten hız kazanacak. Sadece fiziksel olarak iyileşmesinden bahsetmiyorum. Son birkaç gündür umudunu kaybetmeye başladığını fark ettim (Bunu gözlerinden anlayabiliyorum). Onun güçlü kalmasına ihtiyacım var. Hiçbir şey yapmadan oturup, gözlerimin önünde yitip gitmesine izin veremem. Tıpkı annemizin de başına geldiği gibi.
Yüzüme tokat gibi çarpan ani rüzgar bu sefer o kadar uzun ve acımasız ki, kafamı eğerek, geçmesini bekliyorum. Rüzgar kulaklarımın içinde uğulduyor. Ah, bu havalara uygun bir palto için neler yapmazdım ki. Yıllar önce yol kenarında bulduğum kapüşonlu bir svetşörtü giyiyorum. Sanırım bir oğlan çocuğuna aitti, bu sevindirici bir şey. Çünkü uzun kollarını kıvırarak, eldivenmişler gibi kullanabiliyorum. 170 santimetre civarlarında olan boyum pek de kısa sayılmaz. O yüzden
bu svetşörtün sahibi kimse, epey uzun biri olmalı. Acaba onun kıyafetini giydiğimi bilse bunu kafasına takar mıydı diye merak ediyorum. Sonra büyük ihtimalle ölmüş olduğu aklıma geliyor. Tıpkı diğer herkes gibi.
Pantolonumun durumu da pek farklı değil: onca yıl önce şehirden kaçtığımızdan beri halen aynı pantolonu giydiğimi utançla fark ediyorum. Pişmanlık duyduğum tek bir şey var ise o da şehri bu kadar alelacele terk edişimizdir. Sanırım burada, yukarlarda bir yerlerde halen açık bir dükkan bulabileceğimi ya da en azından Kurtuluş Ordusu2 benzeri bir şeyle karşılaşacağımı düşünmüş olmalıyım. Bu düşüncelerim aptalca; çünkü kıyafet satan dükkanların hepsi çoktan yağmalandı. Sanki bir gecede dünya bolluk içindeki bir yerden, kıtlığın kol gezdiği bir yere dönüşmüştü. Babamın evindeki çekmecelerde tek tük giyecek bir şeyler bulabilmiştim. Bunları Bree'ye verdim. Babamın kıyafetlerinin ve çoraplarının onu sıcak tutacak olması içimi rahatlatmıştı.
Rüzgar sonunda kesiliyor. Tekrar esmeye başlamadan önce başımı doğrultup, düzlüğe varana kadar iki katı bir hızla ilerlemeye başlıyorum.
En tepeye vardığımda, sızlayan bacaklarımın üstünde zorla nefes alarak, etrafa göz gezdiriyorum. Ağaçların daha seyrek olduğu bu bölgenin ilerisinde küçük bir göl var. Bu göl de diğerleri gibi donmuş bir halde ve üzerinden yansıyan güneş ışınları o kadar keskin ki gözlerimi kısmak zorunda kalıyorum. Derhal önceki gün iki kayanın arasına sıkıştırdığım oltama bakıyorum. Gölün üzerine doğru bükülü halde, ucundan sarkan uzun bir ip parçası, buzun üzerindeki küçük bir delikten içeri doğru sarkıyor. Eğer olta eğik vaziyette ise bu akşam Bree'nin karnı doyacak demektir. Eğer değilse, hiçbir şey yakalayamadığını anlayacağım, önceki günlerde de olduğu gibi. Durumun ne olduğunu anlamak için bir ağaç kümesinin içinden, karları aşarak geçiyorum.
Olta dümdüz. Hiç şaşırmadım.
Yüreğim parçalanıyor. Küçük baltamla, buzun üzerinde başka bir küçük delik açsam mı diye düşünüyorum. Ama bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini çoktan biliyorum. Sorun olan deliğin yeri değil, gölün ta kendisi. Toprak kazıp solucan bulamayacağım kadar donmuş bir halde. Hem zaten nereyi kazmam gerektiğini de bilmiyorum. Doğuştan gelen bir avcılık veya tuzak kurma yeteneğim yok. Yolumun buralara varacağını bilsem, çocukluk yıllarımı izcilere katılarak, hayatta kalma yöntemlerini öğrenmekle geçirirdim. Fakat şu an yaptığım her işte kendimi o kadar yetersiz hissediyorum ki. Nasıl tuzak kurulacağını bilmemem bir yana, balıkçılık yeteneğim karnımızı doyurmaya yetmiyor.
Babamın kızı, yani bir deniz piyadesinin kızı olarak iyi bildiğim tek şey olan dövüşmek, burada hiçbir işe yaramıyor. Hayvanlar alemine karşı bu kadar çaresiz olsam bile, en azından iki bacaklılara karşı kendimi koruyabilirim. Gençliğimden itibaren, istesem de istemesem de, babam onun, yani bir deniz piyadesinin kızı olmam ve bununla gururlanmam için oldukça ısrarcıydı. Tabii aynı zamanda hiç sahip olamadığı oğlu olmamı da istiyordu. Beni boks, güreş ve çeşitli dövüş sanatları kurslarına kaydettiriyordu. Bir bıçağın nasıl kullanılması gerektiği, silahların nasıl ateşleneceği, vücuttaki basınç noktaları ve bel altı dövüşmenin kurallarını bana uzun uzun öğretti. Bunlardan daha önemli ise güçlü olmamı, asla korkup, ağlamaman gerektiğini bana sürekli hatırlattı.
İşin komik tarafı ise bana öğrettiği şeyleri kullanma şansını asla bulamamış olmam. Öğrettiği şeylerin bu dağın başında bana hiçbir faydası dokunmuyor. Çünkü burada benden başka tek bir kişi dahi yok. Asıl bilmem gereken şey, tekmelerimi nasıl savuracağım değil, yiyecek bir şeylere hangi yollardan ulaşabileceğim. Eğer başka birisiyle karşılaşırsam, yapacağım şey onu yere yıkmak değil, yardım istemek olacaktır.
Yukarlarda bir yerlerde daha küçük başka bir göl olduğunu hatırlıyorum. Kendimi maceraya yatkın hissettiğim bir yaz günü, dağın üst kısımlarına doğru çıkmıştım. Geçen yazdan beri gitmediğim bu göl, yarım kilometrelik dik bir yokuşun bitiminde yer alıyordu.
Kafamı yukarı doğrultup, iç geçiriyorum. Kırmızımsı tonlara bürünmüş olan asık suratlı güneş, çoktan batmaya başlamıştı bile. Şu an yapmak isteyebileceğim son şey daha da yukarılara çıkmak. Çünkü kalan son enerjimi de, aşağıya varabilmek için harcamam gerekiyor. Son günlerde ne zaman yalnız başıma kalsam, babamın sesi kafamın içinde gittikçe güçleniyor. Kendime kızarak, bunu engellemeye çalışıyorum. Ancak bir şekilde, başarısız oluyorum.
"Moore, sızlanmayı kes ve ilerlemeye devam et!"
Babam bana her zaman soyadımla hitap etmeyi sevmiştir. Benim bundan rahatsızlık duymam, onu ilgilendirmiyordu.
Eğer şimdi geri dönersem, Bree bu gece aç kalacak. Aklıma gelen en iyi fikir, yemek bulmak için son şansım olan yukardaki o göl. Ayrıca Bree'nin ısınmasını da istiyorum. Fakat buradaki bütün odunlar ıslak bir vaziyetteler. Rüzgarın daha güçlü olduğu üst kesimlerde, çıra olarak kullanabileceğim kurulukta odunlar bulabilirim. Dağa doğru bir bakış daha atıyorum ve tırmanmaya karar veriyorum. Oltam yanımda, kafamı eğerek yürüyüşe başlıyorum.
Kasıklarıma batan milyonlarca iğne ve ciğerlerimi delen soğuk hava, her bir adımımı ıstıraba döndürüyor. Rüzgar hızlanırken kar, tıpkı bir zımpara kağıdı gibi suratıma sürtünüyor. Tepemde bir kuş, benimle alay ediyormuş gibi ötüyor. Tam bir sonraki adımı atamayacakmışım gibi hissettiğimde, kendimi bir sonraki düzlüğe varmış buluyorum.
Çok yükseklerde olan bu düzlüğü diğerlerinden ayıran bazı noktalar var; çam ağaçlarının sıklığı görüş mesafesini üç metreye kadar indiriyor. Ağaçların bir tente gibi çekilmiş geniş dalları, gökyüzünü görmeye engel oluyor. Karın içi ağaçlardan düşen sivri, yeşil iğnelerle kaplanmış. Ağaçların geniş gövdeleri ise rüzgarın önünü kesmeyi başarmış. Sanki kendimi, dünyanın geri kalanından saklanmış küçük ve özel bir krallığın topraklarındaymış gibi hissediyorum.
Durup, ağaçların arasından görünen manzaraya bakıyorum. Görüntü inanılmaz. Babamın dağın orta kesimlerinde yer alan evindeki manzaranın her zaman harika olduğunu düşünmüşümdür. Ancak burada, yani en tepe noktada ise manzara olağandışı. Dağın zirveleri her bir yöne doğru yükseliyor. Onların ardında, uzaklarda, parıldamakta olan Hudson Nehri'ni bile görebiliyorum. Ayrıca dağın çevresinde dolanan, dikkate değer şekilde sağlam kalmayı başarabilmiş yolları da buradan seçmek mümkün. Yolların sağlam kalmış olmasının sebebi büyük ihtimalle kimsenin onları kullanarak, dağa çıkmamasından kaynaklıyor. Şahsen şimdiye kadar tek bir araç dahi görmedim. Kara rağmen, yollar açık; yokuşlu, viraj yollar, üzerlerindeki suların çekilmesi için güneşin altına uzanmış bir halde bekliyor. Ve şaşırtıcı bir şekilde, karların çoğu erimiş.
İçimi ani bir endişe sarıyor. Yolların, araçların geçmesini imkansız kılan buz ve karla kaplı olmasını tercih ederim. Çünkü bu günlerde benzin ve araçlara sadece Arena Bir için insan arayan acımasız kelle avcıları, yani köle avcıları sahipler. Her yerde devriye gezerek, hayatta kalanları arıyorlar. Bulduklarını ise kaçırarak, arenaya köle olarak getiriyorlar. Duyduğuma göre, orada, hayatta kalanları sırf eğlenceleri için birbirleriyle ölümüne dövüştürüyorlar.
Bree ve ben şanslıydık. Burada bulunduğumuz yıllar içinde bir tane bile köle avcısına rastlamadık. Fakat sanırım bunun nedeni, bu kadar yüksek ve uzak bir noktada yaşıyor olmamız. Ancak bir kere çok uzaklardan, nehrin diğer tarafında ki bir yerlerden geçen köle avcılarına ait bir arabanın motorundan çıkan gürültüyü işitebilmiştim. Aşağılarda bir
yerlerde, devriye gezdiklerine eminim. Asla risk almıyorum. Dikkat çekmediğimizden emin oluyor, ihtiyacımız olmadıkça ateş yakmayıp, gözlerimi Bree'nin üzerinden asla ayırmıyorum. Çoğu zaman avlanmaya giderken, onu da yanıma alırım. Bu kadar hasta olmasaydı, bugün de yanımda olurdu.
Düzlüğe geri dönüp, küçük gölü gözüme kestiriyorum. Öğleden sonrası güneşinin altında parıldayan donmuş göl, adeta kayıp bir mücevher gibi, ağaçların arasındaki çalılarda uzanmış, duruyor. Yaklaşarak, kırılmayacağından emin olmak için deneme amaçlı birkaç adım atıyorum. Sağlamlığından emin olunca, biraz daha ilerliyorum. Kemerimden çıkardığım baltayı seçtiğim bir noktaya sertçe birkaç sefer indiriyorum ve bir çatlak oluşuyor. Bıçağımı çekerek, eğiliyorum ve çatlağın tam ortasına doğru sivri ucunu indiriyorum. Çatlağın içinde bıçağı oynatarak, bir balığın çıkabileceği genişlikte bir delik oyuyorum.
Düşe kalka gölün kenarına koşuyorum ve oltayı iki ağacın arasına yerleştirdikten sonra çıkardığım ipi, göle geri koşarak, oluşturduğum delikten içeri bırakıyorum. Metal kancanın buzun altında yatan balıkların ilgisini çekeceğini umarak, ipi birkaç kere hızlıca çekiştiriyorum. Ancak hem bunun boş bir çaba olduğunu, hem de bu dağlarda artık yaşayan bir şeyin kalmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum.
Burası o kadar soğuk ki oturup, oltayı izlemem imkansız. Hareket halinde olmalıyım. Dönüp, gölden uzaklaşmaya başlıyorum. Batıl inançlara yatkın olan tarafım eğer burada öylece durup, göle bakmayı kesersem, belki bir balık tutabileceğimi söylüyor. Ağaçların etrafında dolaşarak ısınmak için ellerimi ovuşturuyorum. Fakat pek işe yaradığını söyleyemem.
İşte o an kuru odun aklıma geliyor. Belki birkaç dal parçası bulurum diye etrafıma şöyle bir bakıyorum ama boşuna. Toprağın üstü tamamen karla kaplanmış bir halde. Ağaçların dalları ve gövdeleri bile karla örtülüler. Fakat uzakta bir yerde, rüzgarın üzerindeki karları döktüğü ağaçlar gözüme çarpıyor. O tarafa doğru yürüyüp, ellerimle kabuklarını kontrol ediyorum. Dallardan bazılarının kuru olduğunu anlayınca, rahatlıyorum. Baltamı çekip, büyük dallardan birini kesiyorum. Bu kadar büyük bir dal ihtiyacımı karşılayacaktır.
Karın içine saplanmasını istemediğimden, onu havada yakalıyorum. Ağacın gövdesine dayadıktan sonra, tam ortasından kesip, ikiye ayırıyorum. Elime çıralardan oluşan küçük bir yığın geçene kadar kesmeye devam ediyorum. Bunları kardan korumak için ağacın gövdesindeki bir oyuğa yerleştiriyorum.
Diğer ağaçların gövdelerini incelerken, bir şey dikkatimi çekiyor. Dikkatle bakarak, ağaçlardan birine yaklaşıyorum ve kabuğunun diğerlerininkinden daha değişik olduğunu fark ediyorum. Evet, bu öbürleri gibi bir çam ağacı değil, bir akçaağacı. Bu kadar yükseklerde bulunmasına şaşırıyorum ama onu tanıyabilmiş olmama ise daha çok şaşırıyorum. Aslına bakarsak, bir akçaağacı, belki de doğada tanıyabileceğim tek şey bile olabilir. Tüm çabalarıma rağmen, aklıma hatırlamak istemediğim bir anım geliyor.
Ben henüz gençken, babam beni doğada bir geziye çıkartmayı kafasına koymuştu. Neden olduğunu Tanrı bilir ya, akçaağaçların sıvısını akıtmak için böyle bir yolculuğa çıktık. Tanrının bile unuttuğu bir bölgeye uzun süren bir araba yolculuğu yaptık. Benim elimde metal bir kova, onun elinde bir ibrik ucu, yanımızda ise tur rehberi ile mükemmel akçaağacını bulmak için ormanda saatler boyunca gezindik. İbrik ucunu taktığı ilk ağaçtan sonra suratında oluşan hayal kırıklığı ifadesini hatırlıyorum. Babam şurup beklerken, ağaçtan renksiz bir sıvı akmıştı.
Rehberimiz ona gülerek, akçaağaçların şurup değil, besi suyu ürettiğini söylemişti. Bu suyun kaynatarak, şurubu elde edebilirdik. Bunun saatlerce süren bir işlem olduğunu söyledi. Bir litrelik şurup için 300 litrelik besi suyu gerekiyordu.
Elindeki kovadan taşan sıvıya baktıktan sonra sanki biri onu kandırıp, dolandırmışçasına, babamın suratı kırmızı bir renk aldı. Babam, tanıdığım en gururlu adamdı ve birinin onu aptal yerine koymasından daha çok nefret ettiği bir şey varsa, bu da onunla dalga geçilmesiydi. Gülen tur rehberine fırlattığı kova, adamı kıl payı ıskaladı. Babam beni elimden tutup, öfkeyle oradan ayrıldı.
Bu olaydan sonra, bir daha asla doğa yürüyüşlerine çıkmadık.
Yaşananları kafaya fazla takmayan ben, bu geziden keyif bile almıştım. Gerçi babam dönüş yolu boyunca burnundan solumuştu ama olsun. Geri dönmeden önce besi suyundan,
küçük bir bardağın içinde bir miktar aşırmayı başarmıştım. Ona çaktırmadan arada bir birkaç yudum aldığımı hatırlıyorum. Şekerli suya benzeyen bu şeye bayılmıştım.
Bu ağacı sanki ailemden biriymiş gibi hemen hatırlamıştım. Dağın bu kadar yükseklerinde yer alan türünün bu örneği o kadar güçsüz ve cılızdı ki, içinde birazcık bile besi suyu olsa, buna şaşırırdım. Fakat kaybedecek bir şeyim yok. Bıçağımı çekip, aynı noktaya defalarca indiriyorum. Açılan deliğe bıçağı saplayarak, derinlere itiyorum ve iyice çeviriyorum. Fazla bir beklentim yok.
Akan bir damla besi suyunu gördüğüm de inanılmaz şaşırıyorum. Bir süre sonra besi suyunun yavaşça damlamaya devam ettiğini görünce ise hepten apışıp, kalıyorum. Parmağı uzatıp, dokunuyorum ve dilime değdiriyorum. Şeker beni diriltirken, çok iyi bildiğim bu tadı hatırlıyorum. Hatırlamamla beraber, bu olanlara inanamıyorum.
Besi suyu şimdi çok daha hızlı akıyor ve yere düşen damlarlar yüzünden birçoğunu kaybediyorum. Kova veya benzeri bir şeyler bulabilmek için gözlerimi umutsuzca etrafımda gezdiriyorum. Sonra aniden aklıma termosum geliyor. Plastik termosu kemerimden çıkarıp, baş aşağı tutarak içindeki suyu döküyorum. Etrafımda, özellikle bunca kar varken, temiz su bulmak oldukça kolay. Fakat bulduğum bu besi suyu, şu an benim için sudan değerli. Keşke uygun bir ibrik ucum olsaydı diye düşünürken termosu ağacın hizasına getiriyorum. Termosu ağacın gövdesine elimden geldiği kadar bastırarak, çıkan
sıvının çoğunu yakalamayı başarıyorum. Biraz yavaş doluyor ama birkaç dakika içinde termosun yarısını doldurmayı başarıyorum.
Sıvı akmayı kesiyor. Acaba tekrar başlar mı diye birkaç saniye bekledikten sonra, termosu çekiyorum.
Etrafıma şöyle bir baktığımda, beş metre ilerimde başka bir akçaağaç olduğunu görüyorum. Hızla o yöne doğru ilerliyorum, bıçağımı büyük bir hevesle kaldırıyorum, kafamda termosu doldurduğum ve tadına baktığı zaman Bree'nin suratının alacağı ifadeyi hayal ederek, sert bir darbe indiriyorum. Pek besleyici olmayabilir ama onu mutlu edeceği kesin.
Ancak bıçağımın bu seferki darbesinde, hiç beklemediğim bir yarılma sesi çıkıyor ve ardından ise tahtaların çıkardığı iniltilere benzer bir gürültü yükseliyor. Tüm ağacın eğilmekte olduğunu görüyorum ve geç de olsa farkına varıyorum ki bir buz tabakasının üzerinde duran bu ağaç, çoktan ölüymüş. Tepeden aşağı yuvarlanması için gereken son şey, bıçağımın indirdiği darbeymiş.
Bir dakika içinde, en azından on metre uzunluğunda olan bu ağaç, yere çakılıyor. Kar ve çam ağacı dikenlerinden oluşan koca bir bulutu da yerden kaldırıyor. Birileri beni fark etmiş olabilir diye çömeliyorum. Kendime çok kızgınım. Yaptığım şey düşüncesiz ve aptalcaydı. Ağacı daha dikkatli incelemeliydim.
Etrafta kimsenin olmadığını fark edince, kalp atışlarım birkaç dakika içinde normale dönüyor. Mantıklı olmaya çalışıp,
ağaçların sürekli kendi başlarına devrildiğini, bunun için illa insanların gerekli olmadığını kendime hatırlatıyorum. Az önce ağacının durduğu yere baktığım zaman, gördüğüm şeyden emin olamıyorum. Durduğum yerde kıpırdamadan, inanmayan gözlerle bakıyorum.
İlerde, bir ağaç topluluğun arkasında, dağın hemen yanına inşa edilmiş taştan yapılma bir kulübe bulunuyor. Küçük, düzgün kesilmiş bir kare şeklindeki bu yapının genişliği yedi, yüksekliği beş metre civarında ve yüzlerce yıllık kesme taşlardan yapılmış duvarlara sahip. Bir kemerin içine yerleştirilmiş olan ahşap kapı ise aralık.
Bu küçük kulübe o kadar iyi kamufle olmuş ve çevresiyle o kadar uyumlu ki, ona bakarken bile zar zor seçebiliyorum. Duvarları ve çatısı karla kaplı olan kulübenin taşları, tabiat ile uyum içindeler. Kulübe o kadar eski görünüyor ki sanki yüzlerce yıl önce yapılmış gibi. Burada ne işi olduğunu, neden ve kim tarafından yapılmış olabileceğini bir türlü anlayamıyorum. Belki bir orman korucusunun eviydi. Belki inzivaya çekilmiş birine aitti. Ya da hayatta kalma konusunda takıntılı olan birine.
Yıllardır kimse buraya gelmemiş gibi görünüyor. Giriş katının dışarısını ve içerisini inceleyerek, bir hayvan ya da insana ait ayak izi var mı diye kontrol ediyorum. Fakat buna dair bir iz göremiyorum. Karın başladığı birkaç gün önceyi düşünüp, kafamda hesaplamalar yapıyorum. En azından üç gündür buraya gelen veya giden olmamış.
İçerde bulabileceğim şeyleri düşündükçe, kalbim hızla atmaya başlıyor. Yiyecek, giyecek, ilaç veya silah. Ne olursa olsun, bu tanrının bir lütfu olurdu.
Açıklıkta dikkatlice ilerlerken, izlenmediğimden emin olmak için omuzun üzerinden geriye doğru bakıyorum. Hızla hareket ederken ardımda, karın içinde, büyük ve dikkat çeken ayak izleri bırakıyorum. Ön kapıya ulaştığımda, arkama dönüp, son bir kez daha bakıyorum. Kapının önünde dikilip, etrafı dinliyorum ama kulağıma gelen tek ses yakınlardaki bir dereye ve rüzgara ait. İçerde saklanan hayvanları son kez uyarmak için, baltamın sapıyla kapıya sert bir şekilde vuruyorum.
Cevap yok.
Karı sürükleyerek, kapıyı hızlıca açıyorum ve içeri adımımı atıyorum.
İçerideki karanlığa gözlerimin alışması biraz vakit alıyor. Odayı aydınlatan tek şey, küçük camlardan içeri sızmakta olan günün son ışıkları. İçerde burayı sığınak olarak kullanan hayvanların olması ihtimaline karşın sırtımı kapıya dayayarak, tetikte bekliyorum. Bu şekilde birkaç saniye daha durduktan sonra, gözlerim loş ışığa tamamen alışıyor ve yalnız olduğumu anlıyorum.
Bu küçük ev ile ilgili fark ettiğim ilk şey, sıcaklığı. Büyük ihtimalle bu kadar küçük ve alçak bir tavana sahip olup, dağın hemen bitişiğine inşa edildiği için ya da rüzgarlardan korunduğu için. Camları sonuna kadar açık ve kapısı aralık
olduğu halde, içerisi, dışarıya nazaran en az on beş derece daha sıcak. Babamın evinde şömine yaktığımız zaman bile bu kadar ısınamıyoruz. Bir kere babamın evi ucuza mal edilmiş bir yerdi. Kağıt kadar ince duvarlar, kalitesiz bir yalıtıma sahip ev, üstüne üstlük tam da rüzgarın estiği yönde yer alan bir tepenin ucuna yerleştirilmişti.
Fakat burası daha farklı. Taş duvarlar o kadar kalın ve ustaca yapılmışlar ki kendimi burada rahat ve güvende hissediyorum. Kapıyı kapatsam, camlara tahtalar yerleştirsem ve kullanıma hazır görünen şömineyi yaksam, buranın daha ne kadar ısınabileceğini hayal etmekte zorlanıyorum.
İçerisi, geniş bir odadan oluşuyor. Gözlerimi kısarak, işime yarayacak ufakta olsa bir şeyler bulabilmek için karanlığı tarıyorum. Şansıma, buraya savaştan beri kimse girmemiş gibi görünüyor. Şimdiye dek gördüğüm evlerin tümünün camları kırılmış, içleri yıkıntıya dönmüş ve kablolarına kadar işe yarayabilecek her şeyleri yağmalanmış bir haldeydi. Ama bu ev, onlardan farklı. Sanki sahibi bir gün kalkıp, gitmiş gibi temiz, düzenli ve el değmemiş görünüyor. Savaştan bile önce terk edilmiş olabilir. Tavandaki örümcek ağlarını, şaşırtıcı konumunu ve ağaçların arasında ne kadar iyi saklanmış olduğunu göz önüne alırsam, onlarca yıldır burada kimsenin yaşamadığını düşünmek gayet makul.
İlerdeki duvarda yer alan bir nesneyi genel hatlarıyla görüyorum. El yordamıyla karanlıkta ona doğru ilerliyorum. Ellerim ile ona dokunduğum zaman, bunun bir komidin olduğunu anlıyorum. Parmaklarımı, pürüzsüz, tahta yüzeyinde gezdirirken, üzerini kaplayan tozu hissedebiliyorum. Parmaklarım, çekmece kolları olduğunu anladığım yuvarlak şeylere rastlıyor. Nazikçe çekerek, açıyorum. Çekmecelerin içerisi görmek için fazla karanlık olduğundan, elimi içlerine sokup, tarıyorum. İlk çekmece boş çıkıyor, tıpkı ikinci gibi. Kalanları hızlıca açarken, umutsuzluğum iyice artıyor; ta ki beşinci çekmeceye ulaşana kadar. Çekmecenin arkalarında, bir şeyler elime değiyor. Onu yavaşça dışarı doğru çekiyorum.
Işığa doğru kaldırıyorum ama en başta ne olduğunu anlayamıyorum; fakat parmaklarım alüminyum folyoya değdiğinde, bunun ne olduğunu hemen kavrıyorum: çikolata. Üzerinden birkaç ısırık alınmış, ancak halen orijinal ambalajına sarılı ve çoğu duruyor. Folyoyu biraz açıp, burnuma yaklaştırdıktan sonra kokluyorum. Bu inanılmaz: gerçek bir çikolata. Savaştan beri çikolatamız olmamıştı.