Buch lesen: «Ölü Canlar»
Nikolay Vasilyeviç Gogol, 1809 yılında Ukrayna’da doğdu. Annesi bir asker ailesinden geliyordu, babası ise amatör olarak şiir ve tiyatro oyunları yazan bir küçük soyluydu. Nijena’da açılan Yüksek Bilimler Askerî Lisesine başladı ve burada altı yıl okudu. Lisedeyken edebiyatın yanında tiyatro da ilgisini çekti, piyeslerde rol aldı. 1828’de bitirme sınavını geçtikten sonra kısa süreli olarak memuriyet görevinde bulundu. 1831’de Dikanka’nın ilk bölümünü, 1832’de ikinci bölümünü yayımladı. Bu eserle Rusya ve Slav dünyasında büyük ün kazandı. 1835 yılında Mirgorod ve Arabeski adlı eserlerini yayımladı. Yazdığı tek perdelik tiyatro eserleri de dâhil olmak üzere, içinde memuriyet ve askerlik geçen bazı eserleri, sansür nedeniyle yeniden kaleme alındı. Son olarak 1842’de Ölü Canlar adlı uzun romanına yönelik Petersburg Sansür Komitesi incelemesi gereğince Gogol, romanın Yüzbaşı Kopeykin’in Uzun Öyküsü bölümünü yeniden elden geçirmek durumunda kaldı. Ruhsal ve fiziksel sağlığı giderek bozulmaya başlayan ve zaman zaman maddi sorunlar da yaşayan Gogol, 21 Şubat 1852’de öldü. Bazı eserlerinde gerçekçiliğin dışına çıkan, doğa dışı fantastik tipler ve olaylar yazan Gogol, aynı zamanda Müfettiş ve Ölü Canlar gibi eserlerinde gerçekçiliğin şaheserlerini kaleme almıştır.
Eserleri: İki Soylu Kişinin Öyküsü, Masallar, Müfettiş, Palto, Ölü Canlar, Burun, Bir Delinin Hatıra Defteri, Portre, Eski Zaman Beyleri, Taras Bulba, Fayton, Kumarbazlar, Dava, Evlenme, Petersburg Hikâyeleri, Dikanka.
Ecem Kaya, 1997 yılında Ankara’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. 2020 yılında Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Rus Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Hâlen, çoğunlukla edebiyat alanında serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
BİRİNCİ CİLT
BİRİNCİ BÖLÜM
N. vilayetinin merkezindeki bir otelin avlu kapısından içeri; bekâr yarbay emeklilerinin, kurmay yüzbaşıların, yaklaşık yüz cana sahip toprak beylerinin, kısacası yalnızca orta sınıf beyefendilerinin binebildiği oldukça güzel, küçük bir yaylı araba girdi. Arabada yakışıklı olmayan ama çirkin de gözükmeyen bir bey oturuyordu. Ne çok kilolu ne de zayıftı; yaşlı denemeyeceği gibi pek genç de sayılmazdı. Şehre gelişi hiç ses getirmedi, bununla beraber özel bir şey de olmadı. Yalnızca, otelin karşısındaki meyhanenin kapısında dikilen iki Rus köylüsü, yolcudan çok arabayla ilgilenerek birkaç söz ettiler. Biri diğerine: “Şu tekerlere bak!” dedi. “Ne dersin, bu tekerlerle Moskova’ya kadar gidilir mi gidilmez mi?” diye sordu. “Gidilir.” diyerek cevap verdi diğeri. “Ama bence Kazan’a kadar gidemez, ne dersin?” diye tekrarladı. “Kazan’a gidemez.” dedi. Konuşma böylece son buldu. Sonra araba otele yaklaşınca beyaz çizgili, oldukça dar ve kısa pantolonlu, altından tabanca şeklindeki bronz bir tula iğnesiyle tutturulmuş plastronu1 görünen, modaya uygun frakını giymiş genç bir adamla karşılaştı. Genç adam arkasına döndü, arabayı şöyle bir gözden geçirdi, rüzgârdan neredeyse uçup gidecek kasketini eliyle tuttu ve yola koyuldu.
Araba avlu kapısından içeri girince beyefendiyi, bir meyhane hizmetçisi ya da Rus meyhanelerindeki deyişiyle “polovoy” karşıladı. O denli canlı ve hareketli bir adamdı ki yüzünü bile görmek mümkün değildi. Elinde peçeteyle, üzerinde arka kısmı neredeyse ensesine kadar çıkmış, pamuktan yapılma uzun redingotuyla, saçlarını şöyle bir savurarak hızlıca koştu ve beyefendiyi, Tanrı’nın ona bu geceyi geçirsin diye verdiği odayı göstermek için yukarıdaki ahşap kata hızlıca götürdü. Oda herkesçe bilindik bir odaydı. Zira otel de öyleydi; yani tam olarak günlük iki ruble karşılığında yolcuların her köşesinden kuru erik gibi gözüken hamam böceklerinin çıktığı, sessiz sakin fakat yolcularla alakalı en ufak ayrıntıyla ilgilenen, olağanüstü meraklı birinin yerleştiği yan odanın kapısının her daim bir komodinle kapatıldığı bir odaydı. Otelin dış cephesi de tıpkı içi gibiydi: Oldukça uzun, iki katlı bir binaydı; alt katın sıvası yapılmamıştı, kötü hava koşullarından ve pislikten kararmış koyu kırmızı tuğlalarıyla kendi hâline bırakılmıştı; üst katın her yeri sarı renkle boyanmıştı. Altta hamut,2 ip ve ekmek satan küçük dükkânlar vardı. Bu dükkânlardan köşede olanında ya da daha doğrusu köşedeki dükkânın penceresinde bakırdan yapılma sbiten3 semaveri ve tıpkı semaver gibi kıpkırmızı bir yüz duruyordu. Bu yüz öyle kırmızıydı ki içlerinden birisinin katran gibi simsiyah sakalı olmasaydı pencerede iki tane semaver var sanılabilirdi. Yolcu, odasını gözden geçirdiği sırada eşyalarını getirdiler. İlk yolculuğu olmadığı belli olan biraz yıpranmış beyaz deri bavulu, üzerine gocuk giymiş, kısa boylu arabacı Selifan ve üzerinde daha önce belli ki efendisinin eskisi, bol bir redingot giymiş biraz sert bakışlı, oldukça iri dudaklı, iri burunlu, otuzlu yaşlarındaki uşak Petruşka getirdi. Bavulun ardından, Karelya huş ağacından yapılma, küçük bir maun sandık, çizme kalıbı ve mavi bir kâğıda sarılmış, kızarmış tavuk getirildi. Tüm bunlar taşınınca arabacı Selifan, arabayla ilgilenmek üzere atların yanına yöneldi. Uşak Petruşka ise daha önceden paltosunu ve kendine has kokusunun sindiği çeşitli uşak kıyafetlerinin bulunduğu çuvalı; oldukça küçük, karanlık bir köpek kulübesini andıran odaya yerleştirmeye başlamıştı. Alçak, üç ayaklı yatağını odanın duvarına dayamış; otelin sahibinden yalvar yakar almayı başardığı Rus gözlemesi gibi yassı, sert ve belki de yine Rus gözlemesi gibi yağlı, şilteye benzer küçük bir şeyi yatağın üzerine seriyordu.
Arabacı ve uşak bu işlerle uğraştığı sırada, bey ortak salona gitti. Her yolcu bu ortak salonları oldukça iyi bilir. Yağlı boyayla boyanmış, pipo dumanından üst kısımları kararmış ve alt kısımlarının ise çeşit çeşit yolcunun; daha çok da pazarların kurulduğu gün gelip ünlü “birkaç bardak çaylarını” içen yerli tüccarların sırtlarını dayayarak kirlettiği hep o aynı duvarlar, aynı isli tavan, garsonun üzerinde tıpkı deniz kıyısındaki kuşlar gibi bir yığın çay fincanının olduğu tepsiyi kıvraklıkla sallayarak yıpranmış muşambanın üstünde koşuşturduğunda kıpırdayıp şıngırdayan, her yerinden cam sarkan aynı avize, bütün duvarlarda yağlı boyayla yapılmış aynı tablolar… Kısacası bütün salonlar gibiydi burası da. Yalnızca tek bir fark vardı ki o da tablolardan birinde resmedilen perinin, sanıyorum ki okuyucunun bu dünyada asla göremeyeceği kadar büyük memeleriydi. Ne var ki doğanın buna benzer cilveleri, Rusya’ya ne zaman ve nereden getirildiği bilinmeyen çeşitli tarihî tablolarda bulunur. Bazı zamanlarda bizim sanatsever asilzadelerimiz bile tavsiye üstüne bu tabloları İtalya’dan getirtmiştir. Bey, başından kasketini çıkardı ve boynundaki capcanlı renkteki yün atkısını çözdü. Bu tarz atkıları evli beylere eşleri kendi elleriyle örerler, nasıl bağlayacaklarına dair oldukça ayrıntılı talimatlar verirler; bekârlara ise bu atkıları kim örüyor bilemem, bunu ancak Tanrı bilir; ben böyle bir atkı hiç takmadım ki. Bey, atkısını çıkardıktan sonra yemek sipariş etti. Ona meyhanelere özgü, gelip giden yolcular için saklanan birkaç haftalık börekle lahana çorbası, beyinli bezelye, sisli lahana, kızarmış tavuk, salatalık turşusu ve her daim servis edilmeye hazır tatlı ve tuzlu börek gibi çeşitli yemeklerden getirdiler. Bütün bu yiyecekler ona ısıtılmış ya da öylece soğuk bir şekilde getiriliyordu. Garsona meyhaneyi önceden kimin işlettiği, şimdi kimin işlettiği, iyi kâr yapıp yapmadığı, patronların büyük bir alçak olup olmadığı gibi yığınla saçma soru soruyordu. Garson, diğer garsonlar gibi “Ah, hem de çok büyük bir dolandırıcıdır beyim!” diye cevapladı.
Kültürlü Avrupa’da olduğu gibi kültürlü Rusya’da da garsonla konuşmadan hatta bazen onlara tuhaf şakalar yapmadan yemek yiyemeyen oldukça fazla sayıda saygın insan vardır. Ne var ki yolcu yalnızca boş sorular sormakla kalmıyordu. Olağanüstü ayrıntılı bir şekilde şehrin valisinin, meclis başkanının, savcısının kim olduğunu soruşturuyordu. Kısacası önemli tek bir devlet memurunu bile atlamamıştı ama daha da ayrıntılı olarak hatta belki de büyük bir ilgiyle, bütün önemli toprak beylerini de soruşturuyordu. Kimin kaç tane canı vardı? Şehirden ne kadar uzakta yaşıyordu hatta karakterleri nasıl ve şehre ne sıklıkla geliyorlardı? Vilayetin durumunu; ilde ateşli salgın hastalıkların, ölümcül sıtma nöbetlerinin, çiçek hastalığının ve buna benzer şeylerin olup olmadığını dikkatle soruşturuyor ve bunları basit bir meraktan çok daha öte görülecek bir titizlikle soruyordu. Bu beyin ağırbaşlı bir tavrı vardı ve büyük bir gürültüyle sümkürüyordu. Neden böyle yaptığı bilinmez ama burnundan boru sesine benzer bir ses çıkıyordu. Belli ki oldukça masum gözüken bu hareket ona meyhanedeki garsonun saygı duymasını sağlıyordu, öyle ki bu sesi her duyduğunda saçlarını savurur, daha saygılı bir şekilde doğrulur ve başını yere eğerek: “Bir şeye ihtiyacınız var mı efendim?” diye sorardı.
Bey, yemekten sonra bir fincan kahve içti ve Rus meyhanelerinde yumuşak yün yerine daha çok tuğla ve kaldırım taşına benzer bir şeylerle doldurulmuş gibi gelen yastığa sırtını vererek divana oturdu. Sonra esnemeye başladı ve kendisini uyuduğu odasına götürmelerini buyurdu, orada da kesintisiz iki saat boyunca uyudu. Uyanınca meyhanedeki garsonun ricası üzerine güzergâhını polise bildirmek amacıyla bir parça kâğıda rütbesini, adını ve soyadını yazdı. Garson merdivenlerden inerken kâğıtta yazanları heceleyerek okudu: “Müsteşar Pavel İvanoviç Çiçikov, toprak beyi, iş için geldi.” Garson henüz kâğıtta yazanları heceleyerek okuduğu sırada, Pavel İvanoviç Çiçikov şehirde gezintiye çıktı. Şehir çok hoşuna gitmiş gibi görünüyordu zira diğer vilayetlerden aşağı kalır bir yanının olmadığını fark etmişti. Taş evlerin sarı boyaları göz alıcıydı, daha mütevazı ahşap evlerse koyu griydiler. Evler bir, bir buçuk ve iki katlıydı, hepsinin vilayetteki mimarların zevklerine göre yapılmış çok güzel asma katları vardı. Bu evler yer yer tarla gibi geniş sokakların, sonu gelmeyen çitlerin arasında kaybolmuş, yer yer bir yığın hâlinde bir arada bulunuyorlardı. Burada daha çok insan ve hareketlilik vardı. Yağmurdan neredeyse boyası akmış, üzerinde çörekler ya da çizmeler olan bir başka yerde mavi pantolon resmedilmiş, Arşavlı bir terzinin adı yazan, kasket satan bir dükkânda “Yabancı Vasiliy Fedorov” ibaresi bulunan; bir başka yerdeyse kasket takmış, bizim tiyatroda sahneye en son çıkan oyuncular gibi giyinmiş iki oyuncunun bulunduğu bir bilardonun resmedildiği tabelalara rastlanılıyordu. Oyuncular istekalarıyla hedef almış, kolları ileriye doğru bükülmüş ve sanki az önce zıplamış gibi bacakları eğilmiş biçimde tasvir edilmişlerdi. Hepsinin altında da “İşte Müessesemiz” yazıyordu. Bazı yerlerde öylece sokağa konmuş, üzerinde fındık, sabun ve sabuna benzer kurabiyelerin olduğu masalar vardı. Üzerine çatalların saplandığı kocaman balık resimleri olan bir aşevi de vardı. Bunların hepsinden çok daha fazla dikkat çeken şey ise artık kararmış iki başlı devlet kartelasının yerini alan “meyhane” sözcüğüydü. Kaldırımlar berbat hâldeydi. Üçgen biçimindeki, yeşil yağlı boyayla oldukça güzel boyanmış desteklerle aşağıdan tutturulan incecik ağaçların olduğu şehir bahçesinde gezindi. Ne var ki bu ağaçlar sazlıklardan daha uzun olmamasına rağmen gazetelerde şöyle süslü bir haber yazılmıştı: “Belediye başkanımız sayesinde; kavurucu sıcakların olduğu günlerde serinlik veren, uzunca dallanıp budaklanmış gölgelikli ağaçların bulunduğu bahçemiz, şehrimize zenginlik katmıştır.” Ve şöyle devam ediyordu: “Vatandaşların kalplerinin, duyulan aşırı minnettarlıktan kaynaklanan titrek atışlarını ve sayın başkanımıza duydukları şükranın bir göstergesi olarak gözlerinden sicim gibi akan yaşları görmek çok duygulandırıcıydı.” Eğer gerekirse manastıra, devlet dairelerine ve valinin yanına en kısa yoldan nasıl gidileceğini polise sorduktan sonra, şehrin ortasından akan nehri görmek için yola koyuldu. Yoldaki direğe tutturulmuş afişi otele gittiğinde şöyle güzelce okumak için kopardı, ahşap kaldırımdaki güzel kadını büyük bir dikkatle izledi. Onun ardından askerî üniformalı bir genç elinde bohçasıyla yürüyordu. Ve hiçbir yerini unutmamak için bir kez daha çevreyi gözden geçirdikten sonra merdivenlerinde meyhanenin garsonuyla biraz oyalandığı oteldeki odasına doğru yola koyuldu. Çay içtikten sonra masanın başına geçti, mum getirilmesini buyurdu, cebinden afişi çıkardı, muma doğru tuttu ve sağ gözünü biraz kısarak okumaya başladı. Afişte ilgi çekici bir şeyler yazıyordu. Kotzebue’nun dramasının sahneleneceği, Rolla rolünü G. Paplyovin, Kora rolünü ise genç kız Zyablova’nın oynayacağı yazıyordu, diğer oyuncular pek de önemli değildi ne var ki afişteki her şeyi hatta parter4 fiyatlarını bile okudu ve afişin şehir yönetiminin basımevinde basıldığını öğrendi. Sonra, başka bir şey yazılıp yazılmadığını öğrenmek için afişin diğer tarafını çevirdi ama hiçbir şey bulamayıp gözlerini ovuşturdu, afişi düzgünce katlayıp eline geçen her şeyi içine koymayı alışkanlık edindiği sandığına koydu. Anlaşılan o ki gün; bir porsiyon soğuk dana eti, bir tas ekşi lahana çorbası ve engin Rusya’nın bazı yerlerinde de söylendiği üzere “ölü gibi” derin bir uykuyla sona erdi.
Ertesi gün tamamen ziyaretlere ayrıldı. Çiçikov, kentin bütün yüksek rütbelilerini ziyaret etmeye koyuldu. Önce tıpkı Çiçikov gibi ne kilolu ne de zayıf olan, boynunda Aziz Anna Nişanı bulunan ve hatta yıldız nişanı almasının an meselesi olduğu söylenen valiye saygılarını sunmak için gitti. Vali çok iyi bir insandı, hatta bazen tül üzerine nakış bile işlerdi. Sonra vali yardımcısına gitti, ardından savcıya, meclis başkanına, emniyet müdürüne, mültezime,5 devlet fabrikalarının müdürlerine… Ne yazık ki dünyadaki bütün nüfuzlu kişileri hatırlamak biraz zordur ancak memnuniyetle söyleyebilirim ki Çiçikov, ziyaretler konusunda olağanüstü bir titizlik gösteriyordu. Hatta sağlık işleri müfettişi ve şehir mimarını bile ziyaret etti.
Sonrasında, başka kimleri ziyaret etmesi gerektiğini düşünerek uzun süre arabasında oturdu. Artık şehirde ziyaret etmediği memur kalmamıştı. Şehrin bütün nüfuzlu kişilerini ustalıkla pohpohlamıştı. Valiye laf arasında şehre girince kendini cennete gelmiş gibi hissettiğini, yolların her yerde kadife gibi olduğunu ve böyle bilge kişileri tayin eden yöneticilerin büyük övgülere layık olduğunu ima etmişti. Emniyet müdürüne şehirdeki polislerle ilgili oldukça gurur okşayıcı laflar etmişti, henüz yalnızca beşinci dereceden devlet memurları olan vali yardımcısı ve meclis başkanına bile iki kere yanlışlıkla “ekselansları” demiş, bu da onların çok hoşuna gitmişti. Bunun sonucunda vali, tam da o, evindeki davete katılmalarını istemiş, öteki memurlardan da kimi yemeğe kimi iskambil oynamaya kimiyse çay içmeye davet etmişti.
Çiçikov, belli ki kendisi hakkında konuşmaktan kaçınıyordu. Eğer konuşursa da belirgin bir alçak gönüllülükle, genel konulardan bahsediyor ve böyle durumlarda biraz edebî konuşuyordu. Bu dünyada önemsiz bir solucan olduğunu, merak edilmeye layık olmadığını, yaşamında birçok şey görüp geçirdiğini, memuriyetinde hakikat uğruna çok şey çektiğini, hatta hayatına kasteden birçok düşmana sahip olduğunu, şimdiyse sonunda huzura kavuşmayı arzulayarak hayatını geçirecek bir yer aradığını ve buraya gelince şehrin ileri gelenlerine saygılarını takdim etmeyi zorunlu bir borç olarak gördüğünü söylüyordu. İşte çok hızlı bir şekilde valinin davetinde kendini göstermekten kaçınmayan şehirdeki yeni kişiyle ilgili öğrenilen her şey bu kadardı. Bu davete hazırlanması iki saatten fazla zamanını almıştı ve kıyafetine daha önce hiç görülmediği kadar çok özenmişti. Yemeğin ardından biraz uyuduktan sonra banyosunun hazırlanmasını buyurdu ve olağanüstü uzun bir süre yanaklarını diliyle içeriden destekleyerek sabunla ovaladı, ardından meyhane görevlisinin omuzundaki havluyu alıp iki defa görevlinin suratına nefesini verdikten sonra kulaklarından başlayarak yüzünün her tarafını havluyla kuruladı. Sonra aynanın karşısında plastronunu taktı, burnundan sarkan iki tel kılı kopardı ve hemen yaban mersini kırmızısı frakını giydi.
Böylece giyindikten sonra arabasına binip alabildiğine geniş bir caddeden gelen cılız aydınlatmaların pencereden bir görünüp bir kaybolan ışıkları arasından geçti. Ne var ki valinin evi sanki balo varmışçasına aydınlatılmıştı. Fenerleri yanan arabalar, giriş kapısının önünde iki jandarma, uzaklardan gelen arabacıların bağrışmaları… Kısacası her şey olması gerektiği gibiydi. Çiçikov salona girince bir anlığına gözlerini kapamak zorunda kalmıştı çünkü mumlardan, lambalardan ve kadınların elbiselerinden gelen parlaklık korkunçtu. Her şey ışıl ışıldı. Siyah fraklar, tıpkı yazın sıcak temmuz vakitlerinde, açık pencerenin önünde ihtiyar kalfa kadının vurup parçalara ayırdığı ışıl ışıl parıldayan beyaz şekerin üstüne konan sinekler gibi kâh tek başına kâh bir küme hâlinde, bir görünüp bir kayboluyordu. Bütün çocuklar kadının etrafına toplanmış, çekici kaldıran sert elinin hareketlerini merakla izliyorlardı ve hafif havanın kaldırdığı sinekler sanki ev sahibi onlarmış gibi cesurca uçuyor, ihtiyarın pek iyi görmemesinden ve güneşin de gözünü rahatsız etmesinden faydalanarak bir sürü hâlinde şekerlere konup havalanıyorlardı. Bolluk ve zenginlik içindeki, adımbaşı her türlü yemeğin bulunduğu yaz mevsiminde şeker parçalarını yemek için değil; yalnızca kendilerini göstermek, üzerinde bir ileri bir geri uçuşmak, ön veya arka ayaklarını birbirine sürtmek, ya kanatlarının altını kaşımak ya da ön ayaklarının ikisini birden uzatıp kafalarının altına sürtmek, dönüp tekrar uçmak ve sonra yeni bir can sıkıcı sürü hâlinde tekrar konmak içindi.
Çiçikov, etrafa şöyle bir bakınmaya fırsat bulamadan vali onu kolundan yakalayıp eşiyle tanıştırdı. Konuk burada da davranışını değiştirmedi. Rütbesi ne çok yüksek ne de çok düşük olan, orta yaştaki birisi için oldukça güzel iltifatlarda bulundu. Dansa kalkan çiftler herkesi duvar diplerine kadar itince Çiçikov, ellerini arkasında kavuşturup birkaç dakika oldukça dikkatli bir şekilde onları izledi. Bazı hanımefendiler modaya uygun, çok güzel giyinmişlerdi, bazılarıysa kasabada bulabildikleriyle yetinmişlerdi. Her yerde olduğu gibi buradaki erkekler de iki gruba ayrılıyordu. Bunların ilki hanımefendilerin etrafında dört dönen zayıf erkeklerdi. Aralarından bazılarını Petersburglulardan ayırmak çok zordu. Onlar gibi ölçülü ve zevkle taranmış favorileri ya da sinekkaydı tıraş edilmiş oval yüzleri vardı; yine tıpkı onlar gibi hanımefendilerin yanında savsakça oturuyorlar, Fransızca konuşuyorlar ve kadınları Petersburg’daki gibi güldürüyorlardı. Bir diğer erkek grubu ise şişman ya da Çiçikov gibi ne zayıf ne de şişman olanlardan oluşuyordu. Bunlar diğerlerinin tam tersine hanımlara göz ucuyla bakıyor ve onlardan kaçınıyorlardı, yalnızca vali görevlilerinin olduğu tarafa henüz yeşil vhist6 masasını kurup kurmadıklarına bakıyorlardı. Suratları şişkin ve yuvarlaktı, hatta bazılarında siğil ve çiçek bozuğu vardı. Saçları ne perçemli ne bukleli ne de Fransızların “Bana bakın hele!” tarzındaydı. Saçlarını ya çok kısa kestirmişler ya da uzatmışlardı, yüz hatlarıysa çok daha yuvarlak ya da sert görünüyordu. Şehirdeki en saygın memurlardı bunlar.
Heyhat! Şişmanlar bu dünyada işlerini nasıl yapacaklarını zayıflardan daha iyi bilirler. Zayıflar daha çok özel görevleri yerine getirirler ya da yalnızca oraya buraya gidip gelirler. Hayatları oldukça kolay, rahat ve tamamen emniyetsizdir. Şişmanlarsa her daim sabit görevlerde bulunurlar, bir yere oturdular mı emniyetli ve sağlam otururlar, böylece çok geçmeden oturdukları yer çatırdar ve altlarında ezilirler ama silinip gitmezler. Dış görünüşlerinde şatafatı sevmezler. Frakları zayıflarınki gibi tam oturmaz üstlerine; buna karşılık, sandıkları Tanrı vergisi lütuflarla doludur. Üç seneye varmadan zayıfın elinde rehin verilmemiş tek bir can bile kalmaz, şişmansa rahattır. Bir bakmışsın şehrin bir ucunda karısı için ev, sonra şehrin diğer ucunda bir başka ev, şehre yakın bir köy, en sonunda da bütün araziyi almış. Tanrı’ya ve hükümdara hizmet etmiş, herkesin saygısını kazanmış şişman en sonunda emekliliğe ayrılır, başka bir yere taşınır; şanlı, misafirperver bir toprak beyi olur ve yaşamaya, çok güzel yaşamaya başlar. Onun ardından zayıf vârisleri yerini alır, Rus alışkanlığıyla, babadan kalma bütün mal mülkü har vurup harman savurur. Çiçikov’un çevresindekileri izlerken aklından bu tarz düşüncelerin geçtiğini saklaması imkânsızdı ve en sonunda, neredeyse aralarındaki bütün yüzler ona tanıdık geldiği için şişmanların arasına girdi. Bu yüzlerin arasında kapkara, gür kaşlı ve sol gözünü sanki “Başka bir odaya gidelim kardeşim, orada sana bir şeyler söyleyeceğim.” dermiş gibi kırpıştıran ancak buna karşılık ciddi ve sessiz bir insan olan savcı; kısa boylu ama nüktedan ve felsefe yapmayı seven posta müdürü ve oldukça sağduyulu ve nazik bir insan olan meclis başkanı da bulunuyordu. Hepsi de Çiçikov’u sanki eski bir tanıdığıymış gibi selamladı, ne var ki o pek de hoş olmayan bir şekilde yana eğilerek selamlarına karşılık verdi. Burada oldukça nazik ve saygılı bir toprak beyi olan Manilov’la ve kendisini görür görmez ayağına basan, sonra da “Affedersiniz.” diyen, biraz hantal görünen Sobakeviç’le de tanışmıştı. Hemen eline iskambil kartlarını tutuşturdular, o da nazik bir selamlamayla aldı kartları. Yeşil masanın başına geçtiler ve akşam yemeğine kadar kalkmadılar. Bir işe kendinizi kaptırıp gittiğiniz her seferinde olduğu gibi muhabbet de oyun başlar başlamaz kesildi. Posta müdürü çok geveze birisi olsa da eline kartları alır almaz yüzü düşünceli bir hâl almış, alt dudağını üst dudağıyla kapamış ve tüm oyun boyunca öylece kalakalmıştı. Kartları atarken elini masaya sertçe vuruyor, kart eğer kızsa “Haydi bakalım ihtiyar kocakarı!” eğer papazsa “Haydi bakalım Tambov7 köylüsü!” diyordu. Meclis başkanıysa “İşte şimdi tuttum bıyığından! Şimdi tuttum!” diyordu. Bazen kartları masaya vurarak atarken “Ah be, karo atmak oldu mu şimdi!” sesleri yükseliyor, bazen de kendi aralarında verdikleri isimleri kullanıyorlardı: “Sinek olmaz, kurt derler buna! Seni gidi kurt yeniği! Pike! Maça beyine bak!” Oyunun sonunda, her zamanki gibi oldukça yüksek sesle tartışıyorlardı. Bizim konuğumuz da tartışıyordu ama bunu öyle olağanüstü bir ustalıkla yapıyordu ki onun tartıştığını fark etseler de bunun hoş olduğunu düşünüyorlardı. Hiçbir zaman “Oynasanıza.” demez, “Buyurun oynayınız.” ya da “Sizin ikilinizi kırma onuruna eriştim.” gibi şeyler söylerdi. Rakipleriyle herhangi bir şeyde daha da fazla uyuşmak adına her seferinde onlara koku verilmesi için iki menekşe konulmuş gümüş tütün kutusunu uzatıp ikram ediyordu. Konuğun dikkati özellikle yukarıda bahsedilen toprak beyleri Manilov ve Sobakeviç üzerindeydi. Meclis başkanını ve posta müdürünü bir kenara çekip bu toprak beyleriyle ilgili sorular sormuştu. Misafirin yönelttiği birkaç soru onun yalnızca meraklı değil aynı zamanda oldukça titiz olduğunu da göstermişti çünkü ilk önce bu toprak beylerinin kaçar tane canı olduğunu, malikânelerinin durumlarını, sonra da isimlerini ve babalarının isimlerini sormuştu. Kısa sürede herkesi kendine hayran etmeyi başarmıştı. Henüz yaşı geçmemiş, her gülümsediğinde kıstığı şeker gibi tatlı gözleri olan toprak beyi Manilov, ondan oldukça etkilenmişti. Çiçikov’un elini uzun süre sıktı ve söylediğine göre şehir karakolundan yalnızca on beş verst uzaktaki köyünü ziyaret edip onu onurlandırmasını ısrarla rica etti. Çiçikov bu ricaya, başını oldukça nazik bir şekilde eğerek ve içtenlikle elini sıkarak bu ricayı büyük bir hevesle yerine getirmeye hazır olmakla kalmayıp bunu kutsal bir görev olarak gördüğünü söyleyerek karşılık verdi. Sobakeviç de özellikle Rus topraklarında bahadırların soylarının tükenmeye başladığı şu zamanlarda, eşine rastlanılması zor olan devasa boyutlardaki çizmeli ayaklarını hafifçe birbirine vurduktan sonra kısaca, “Bana da uğrayın.” dedi.
Çiçikov ertesi gün yemek ve davete katılmak için emniyet müdürünün evine gitti. Öğleden sonra saat ikiden gece saat üçe kadar “vhist” oynadılar. Çiçikov bu sırada, az biraz patavatsız birkaç kelam ettikten sonra ona “sen” diye hitap etmeye başlayan, otuzlu yaşlarındaki toprak beyi Nozdrev ile tanıştı. Nozdrev, emniyet müdürü ve savcıya da “sen” diye hitap ediyor ve dostça davranıyordu ama oyunun başına geçtiklerinde emniyet müdürüyle savcı onun koyduğu bahisleri ve attığı her bir kartı olağanüstü bir dikkatle takip ediyorlardı. Çiçikov ertesi günü, konuklarını üzerindeki biraz yağlı gömleği ve iki hanımefendiyle karşılayan meclis başkanının evindeki davette geçirdi. Sonra vali yardımcısının davetine, mültezimin düzenlediği büyük ziyafete, savcının evindeki küçük olmasına rağmen kalabalık görünen öğle yemeğine ve şehrin önde gelenlerinden birisinin sabah ayininden sonra atıştırmalıklar ikram ettiği, yine öğle yemeği sayılabilecek davetine gitti. Kısacası tek bir saatini bile otelde oturarak geçirmedi, oraya yalnızca uyumak için gidiyordu. Gittiği her yerde, her konuda söyleyecek bir şey buluyor, kendini deneyimli bir sosyete gibi gösteriyordu. Konu ne olursa olsun her zaman muhabbete dâhil oluyordu. At çiftliğinin mi konusu açılmıştı, hemen at çiftliğinden bahsediyordu; cins köpeklerinden mi konu açılmıştı, hemen dikkate değer bir düşüncesini paylaşıyordu; devam ettirilen mali bir soruşturmayla ilgili mi konuşuluyordu, hukuktan da anladığını gösteriyordu; bilardodan mı laf açılmıştı, o bilardoda asla ıskalamazdı; erdemden mi bahsediliyordu, bu konuda da oldukça iyi, hatta gözlerinde yaşlarla konuşurdu; konu sıcak şarap yapımı mıydı, bununla da ilgili hatırı sayılır bir bilgiye sahipti; bahsi geçen gümrük gardiyanları ve memurlarıysa sanki bir zamanlar o da bu meslekleri icra etmiş gibi onlar hakkında da fikirlerini dile getiriyordu. Ama en mükemmeli de nasıl iyi davranacağını ve kendini nasıl ifade edeceğini oldukça iyi biliyordu. Ne yüksek ne de alçak, tam da olması gerektiği gibi bir ses tonuyla konuşuyordu. Kısacası nereden bakarsanız bakın oldukça düzgün bir adamdı. Bütün memurlar bu yeni gelen kişiden memnunlardı. Vali onun iyi niyetli biri, savcı iş bilir biri, jandarma albayı bilgili, meclis başkanı yetkili ve saygın biri, emniyet müdürü hatırı sayılır ve nazik, emniyet müdürünün eşi çok kibar ve sevecen biri olduğunu söylüyordu. Hatta birilerinin iyi yönlerinden çok nadir bahseden Sobakeviç bile, şehirden oldukça geç bir vakitte dönüp kıyafetlerini çıkardıktan sonra sıska karısının yanına yatınca ona: “Valinin evindeki davete katıldım canım, emniyet müdürünün evindeki öğle yemeğine de gittim ve orada Pavel İvanoviç Çiçikov adında bir müsteşarla tanıştım. Mükemmel bir adam!” demişti. Buna karşılık karısı ise “Hımm!” demiş, onu ayağıyla itmişti.
Bu konukla ilgili oldukça gurur okşayıcı düşünceler oluşmuştu o şehirde. Bu düşünceler de konuğun garip bir özelliği ve iş yeri ya da okuyucunun hemen şimdi öğreneceği, oranın yerlilerinin dediği gibi pasaj ortaya çıkıp neredeyse bütün şehri şaşkınlığa uğratana dek sürüp gitmişti.