Sevilmiş

Text
Aus der Reihe: Vampır Mektupları #2
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Üçüncü Bölüm

Caitlin  ve Caleb nehrin  kıyısından  sessizce yürüyorlar- dı. Hudson’ın bu tarafı pek bir ihmal edilmişti; artık çalışmayan fabrikalar ve kullanılmayan  benzin depolarıyla doluydu. Nehrin bu yakasının hâli perişan olsa da sessiz ve sakindi. Caitlin  nehre doğru baktığı zaman bu soğuk mart gününde, nehrin üstünde yol alıp hafifçe parçalanan buzları gördü. Havadaki tek ses, onların çıkardığı hassas ve dikkat edilirse duyulabilecek  çatırdamalardı. Başka bir dünyadan gelmiş gibi duruyorlardı; hafif bir pus etrafı kaplarken ışık- ları tuhaf  şekillerde yansıtıyorlardı.  Caitlin şu büyük  buz kütlelerinden birinin üstüne oturup o nereye giderse onunla gitmek istedi bir an.

Her ikisi de kendi alemlerine dalmış hâlde sessizce yürü- yorlardı. Caitlin,  Caleb’in  önünde o şekilde hiddetlendiği için utanıyordu. Bu kadar vahşileştiği, içinde meydana gelen şeyleri durduramadığı için utanıyordu.

Aynı zamanda kardeşi adına,  o bu şekilde davrandığı  ve böyle aylaklarla takıldığı için utanıyordu. Onun daha önce hiç böyle davrandığını görmemişti. Caleb’i  buna maruz kalmak zorunda bıraktığı için utanıyordu. Onu ailesiyle tanıştırmak için harika bir yoldu gerçekten! Onun hakkında kim bilir ne düşünüyordu. Her şeyden çok canını yakan şey buydu.

Hepsinden kötüsü, buradan sonra nereye gidecekleri so- rusu canını sıkıyordu.  Babasını bulmak  konusunda en iyi umudu Sam olmuştu. Başkaca bir fikri yoktu. Eğer olsaydı onu kendisi yıllar önce bulmuş olurdu. Caleb’e ne söylemesi gerektiğini bilmiyordu. Acaba şimdi yanından gidecek miy- di? Elbette gidecekti. Kendisinin  ona hayrı dokunacak bir tarafı yoktu ve onun bulması gereken bir kılıç vardı. Ne diye onunla kalsındı ki?

Sessizce yürürlerken içini bir tedirginlik kapladı. Caleb’in ona gideceğini  söylemek  niyetiyle  kelimelerini  dikkatlice seçmek için doğru zamanı beklediğini düşünüyordu. Tıpkı hayatındaki diğer herkesin yaptığı gibi.

“Gerçekten çok üzgünüm”  dedi sonunda yumuşak bir şekilde. “Orada öyle davrandığım için. Kontrolümü kaybet- tiğim için özür dilerim.”

“Üzülme. Sen yanlış bir şey yapmadın. Öğreniyorsun ve çok güçlüsün.”

“Aynı zamanda kardeşim öyle davrandığı için de özür di- lerim.”

Caleb gülümsedi. “Eğer yüzyıllar içinde öğrendiğim tek bir şey varsa o da aileni kontrol edemeyeceğindir.”

Sessizce yürümeye devam ettiler. Caleb nehre doğru baktı.

“Yani?” diye sordu sonunda. “Şimdi ne yapıyoruz?”

Caleb durdu ve ona baktı.

“Gidecek misin?” diye sordu tereddüt ederek.

Caleb derin düşüncelere dalmış gibi bakmaya devam etti.

“Babanın  olabileceği başka bir yer biliyor musun? Onu tanıyan başka biri? Herhangi bir şey?”

Caitlin  bunları zaten düşünmüştü. Hiçbir  şey bilmiyor- du. Mutlak anlamda hiçbir şey. Başını iki yana salladı.

“Bir şeyler olmalı” dedi Caleb empati kurarak, “Zorla bi- raz. Hatıraların falan. Kafanda hiçbir anı yok mu?”

Caitlin hafızasını zorladı. Gözlerini kapayıp kendini ger- çekten hatırlamaya zorladı. Kendisine defalarca aynı soruyu sordu. Babasını rüyalarında o kadar fazla görmüştü ki artık hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu  hatırlayamı- yordu. Kendisini bahçede koşarken ve babası uzaktayken, ardından o yaklaşmaya çalışınca babası gittikçe uzaklaşırken, defalarca gördüğü aynı rüyayı zaten ezbere biliyordu. Ancak bu o değildi. Onlar sadece rüyaydı işte.

Bir de küçükken onunla bir yerlere gittiğine  dair sah- neler vardı. Yazın, diye düşündü içinden. Okyanusu hatır- ladı; ılıklığını,  gerçekten ılık oluşunu. Bunun  gerçek olup olmadığından emin değildi. Her şey daha da bulanıklaşıyor gibiydi. Bu kumsalın tam olarak nerede olduğunu hatırlaya- mıyordu.

“Çok özür dilerim” dedi. “Keşke elimde bir şey olsaydı. Senin için değilse bile benim için. Ancak yok. Nerede ol- duğu ya da onu nasıl bulacağım konusunda konusunda en ufak bir fikrim yok.”

Caleb yüzünü nehre doğru döndü. Derin derin iç çekti. Buza baktığında gözleri yine renk değiştirdi; bu sefer deniz grisiydiler.

Caitlin zamanın yaklaştığını hissediyordu.  Her an ona doğru dönüp haberleri verebilirdi. Terk ediyordu işte. Artık onun işine yaramazdı.

Neredeyse onunla kalması için bir şeyler uyduracak, ba- bası hakkında bir yalan atacaktı; fakat bunu yapamayacağını kendisi de biliyordu.

Ağlamak istiyordu.

“Anlamıyorum”  dedi Caleb hafifçe,  gözlerini  nehirden ayırmadan. “Senin ‘o’ olduğuna emindim.”

Sessizce bakmaya devam etti. Caitlin beklerken geçen her saniye, ona saatler gibi geliyordu.

Ona doğru dönüp nihayet, “Anlamadığım başka bir şey daha var” dedi. Kocaman gözleri hipnotize ediciydi.

“Senin etrafındayken bir şey hissediyorum. Ne  olduğu anlaşılmaz bir şey. Diğerleri  söz konusu  olduğunda,  ortak geçirdiğimiz hayatları, hangi şekilde olursa olsun, ne zaman yollarımızın kesiştiğini, hepsini görebiliyorum. Ancak sen olunca… Her şey puslu. Hiçbir  şey görmüyorum.  Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Sanki… Bir şeyi görmekten alıko- nuyormuşum gibi.”

“Belki yollarımız  hiç kesişmemiştir”  diye  cevap  verdi Caitlin.

Caleb başını iki yana salladı.

“Öyle olsaydı görürdüm.  Sen söz konusu  olunca  iki tarafı da göremiyorum.  Keza geleceğimizi de… Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Üç bin yıl boyunca,  asla. San- ki… Seni bir yerlerden hatırlıyormuşum  gibi hissediyo- rum. Sanki her şeyi görmenin eşiğine kadar gelmişim gibi. Tam aklımın kıyısında;  ama gelmiyor  bir türlü ve  beni deli ediyor.”

“Eğer öyleyse belki hiçbir şey yoktur. Belki sadece şimdi ve buradan ibarettir her şey. Belki asla daha fazlası olmamış- tır ve belki asla olmayacaktır” dedi Caitlin.

Der demez ağzından  çıkanlardan  dolayı  pişman  oldu. İşte yine yapacağını yapmıştı, dilini tutamayıp asla o anlama gelmesini istemediği şeyleri çıkarıvermişti ağzından. Neden böyle konuşmak  zorundaydı  ki? Söyledikleri,  hissettiği ve düşündüklerinin tam tersiydi. Şöyle demek istemişti oysa: Evet. Ben de aynısını hissediyorum. Sanki hep seninle olmuşum ve hep seninle olacakmışım  gibi.

Ancak bunun yerine, her şey tam tersi şekilde çıkmıştı. Tedirgin olduğu içindi. Artık hiçbirini geri alamazdı.

Caleb hiç de yılmış gibi değildi. Hatta ileri doğru bir adım atıp tek elini kaldırdı ve Caitlin’in  yüzünde duran saçı geri iterek yanağının üstüne koydu. Derin derin gözlerinin içine baktı. Caitlin, gözlerinin bu sefer griden maviye doğru renk değiştirişini izledi. Bakışları onun gözlerinin içine işliyordu. Aradaki temas nefes kesiciydi.

Tüm vücudunu  saran sıcaklığı hissettiğinde kalbi çarp- maya başladı. Başı dönüyormuş gibi hissediyordu.

Acaba hatırlamaya mı çalışıyordu? Acaba hoşçakal demek üzere miydi?

Yoksa onu öpmek üzere mi?

Dördüncü Bölüm

Eğer Kyle’ın  insanlardan daha fazla nefret ettiği birileri varsa o da politikacılardı. Yapmacıklıklarını, ikiyüzlü- lüklerini, kerameti kendinden menkul haklılıklarını kaldı- ramıyordu. Somut hiçbir temeli olmayan kibirlerine taham- mül edemiyordu. Bunların birçoğu en fazla yüz sene yaşardı. O ise beş bin yılı devirmişti. ‘Geçmiş tecrübelerinden’ ko-nuşmaya başladıklarında Kyle’ın midesi bulanıyordu.

Kyle’ın her akşam uykusundan uyanıp belediye konağın- daki merkezlerinden yeryüzüne çıkarken bu politikacıların omuzlarına temas etmek zorunda kalıyor oluşu herhâlde kaderin bir cilvesiydi. Kara Metcezir Meclisi, kendi yaşam alanını New York belediye binasının altına yüzyıllar önce- sinde inşa ederek kendini sağlama almış ve her zaman po- litikacılarla  yakın bir ortaklık kurmuştu.  Aslına bakılırsa binanın  içine doluşan sözde politikacılardan  birçoğu gizli meclis üyeleriydi ve meclisin şehir ile eyalet çapındaki gün- demlerini yürürlüğe koymaktaydılar. İnsanlarla bu şekilde iş yapma, yüz göz olma durumu mecburiyetten girilen bir günahtı.

Ancak bu politikacıların  yeter miktarı,  Kyle’ın tenini karıncalandıracak kadar sahici insanlardı. Onların binada yaşamalarına izin veriyor oluşlarına katlanamıyordu. Bilhas- sa çok yakınına gelmeleri fazlasıyla canını sıkıyordu.  Kyle yürümekteyken omzunu, içlerinden birine doğru eğip sert- çe çarptı. “Hey!” diye bağırdı adam; fakat Kyle yürümeye devam etti. Dişlerini  gıcırdatıyor ve koridorun  sonundaki geniş çiftli kapıya doğru yürümeye devam ediyordu.

İş Kyle’a kalsa hepsini öldürürdü; fakat bunu yapmasına müsaade yoktu. Meclisi,  hâlâ Yüce Konsey’e  hesap vermek zorundaydı ve artık nedeni her neyse bu işten geri duruyor- lardı. İnsan ırkını  yeryüzünden silmek için doğru zamanı kolluyorlardı. Kyle şu an itibarıyla binlerce yıldır bekliyor- du ve daha ne kadar süreceğini bilmiyordu. Tarih içerisinde bu noktaya yaklaştıkları, yeşil ışığın yakıldığı  birkaç güzel an vardı. 1350’de Avrupa’da, nihayet herkes bir uzlaşmaya vardığında hep beraber veba salgınını başlatmışlardı. Ah, ne güzel zamanlardı! Kyle bunu düşününce gülümsedi.

Güzel olan başka birkaç zaman daha vardı: Karanlık Çağ- lar gibi. Savaşı tüm Avrupa sahasına yaymalarına izin veri- len, milyonlarca kişiyi öldürüp tecavüz ettikleri zamanlar… Kyle’ın gülümsemesi yüzüne yayıldı. Bunlar hayatındaki en güzel birkaç asır arasındaydı.

Ancak son birkaç asırdır Yüce Konsey pek zayıf, pek zavallı hâle gelmişti. İnsanlardan korkuyor gibiydiler. İkinci Dünya Savaşı güzeldi gerçi; ama çok sınırlı ve kısa olmuştu. Kyle daha fazlasını istiyordu. O zamandan beri ne geniş çaplı salgınlar ne de gerçek savaşlar olmuştu. Sanki vampir ırkı, insanların gittikçe artan sayısından ve gücünden korkup felç geçirmişti.

Artık nihayet bir araya geliyorlardı.  Kyle çalım  sata sata belediye binasının kapısından çıkıp merdivenlerden inerken yaylanarak yürüyordu. South Street Limanı’na  olan yolculu- ğunu hatırlayınca adımlarını büyüttü. Onu bekleyen büyük bir nakliyat vardı: On binlerce sepet dolusu, el değmemiş, ge- netiği değiştirilmiş hıyarcıklı veba virüsü. Bunu yüzlerce yıldır Avrupa’da depolamaktaydılar; son salgından beri kusursuz bir şekilde koruma altına almışlardı. Şimdi bir de antibiyotikle- re tamamen dayanıklı olması için genetiğini değiştirmişlerdi. Alıp canının istediğini yapması, Amerika kıtasına yani kendi bölgesine yeni bir savaş yaymak  için hepsi Kyle’ın  olacaktı. Önümüzdeki yüzyıllar onun ismini hiç unutmayacaktı.

 

Bunu düşünmek Kyle’a yüksek sesli bir kahkaha attırdı. Yüz ifadesine bakılırsa kahkahası daha çok bir sırıtma gibi duruyordu.

Meclislerinin lideri Rexius’a bunu bildirmek zorunda ka- lacaktı elbet fakat bu, teknik bir ayrıntıdan ibaretti. Gerçek- te ise bunu yönlendiren kendisi olacaktı. Kendi meclisindeki-ve tüm komşu meclislerdeki- vampirler ona cevap vermek zorunda kalacaktı.

Kyle hâlihazırda  salgını  nasıl yayacağını biliyordu:  Bir posta Penn İstasyonu’na,  bir tane Grand Central’a  ve bir tane de Times Meydanı’na. Zamanlamaları, yoğun saatlere denk gelecek şekilde kusursuz hesaplanacaktı. İşte bu, oku yaydan  çıkarabilirdi  gerçekten.  Tahminlerine   göre  birkaç gün içinde Manhattan’ın yarısı enfeksiyonu kapmış ve diğer hafta içindeyse tamamı hastalanmış olacaktı. Bu salgın ça- bucak yayılıyordu. Onu öyle bir düzeltmişlerdi ki artık hava yoluyla taşınabiliyordu.

Zavallı insanlar  elbette  şehri karantina  altına alacaktı. Köprüleri,  tünelleri, hava ve deniz trafiğini kapatacaklardı. İşte bu tam da onun istediği şeydi. Kendilerini,  peşinden gelecek terörün içine kapatmış olacaklardı. Salgından ölmek üzereyken  Kyle ve binlerce müridi,  insan ırkının  şimdiye kadar gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bir vampir savaşı çı- karacaktı. Birkaç gün içerisinde tüm New York sakinlerini yeryüzünden temizleyeceklerdi.

Sonra da kent onların olacaktı. Sadece yerin altı değil ye- rin üstü de… Bu, şehirdeki ve ülkedeki her meclisin aynısını yapması için çağrıda bulunan bir işaret fişeği olacaktı. Birkaç hafta içinde tüm dünya değilse bile tüm Amerika onların olabilirdi. Tüm bunları başlatan kişi de Kyle olacaktı. Vam- pir ırkını yer üstüne çıkaran kişi olarak akılda kalacak kişi o olacaktı.

Tabii geri kalan insanlar için her zaman bir çare düşüne- bilirlerdi. Mesela hayatta kalanları köleleştirip devasa üreme çiftliklerine  tıkıştırabilirlerdi.  Bu Kyle’ın hoşuna  giderdi. Köle insanların semirip tombullaşmasını garanti altına alır ve böylece kendi ırkı beslenmek istediği zaman ellerinde iç- lerinden dilediklerini tercih edebilecekleri, tamamı hazır ve nazır, sonsuz seçeneğe kavuşurlardı. Evet, düzgün beslenir- lerse insanlar iyi köleler ve pek leziz öğünler olurlardı.

Kyle’ın bu düşünceler karşısında salyaları aktı. Önünde muhteşem zamanlar duruyordu.

Hiçbir şey yoluna çıkamazdı; Cloisters’ın altına yuva yap- mış şu lanet Ak Meclis  dışında. Evet, onlar yoluna  çıkan taş olacaklardı; fakat pek büyük bir tanesi değil. Bir kez şu Caitlin denen melun kızı ve Caleb denen alçak muhbiri bul-duğunda ikisi onu kılıca götüreceklerdi. Ardından Ak Mec- lis savunmasız duruma düşecekti. Yollarında duracak kimse kalmayacaktı.

Kyle avucunun içinden kaçan o küçük aptal kızı düşün- dükçe hiddetle doldu. Onun tarafından resmen aptal yerine konulmuştu.

Wall Street’e döndüğünde oradan geçen iri yarı bir adam karşısından geçme talihsizliğine mazhar oldu. Tam yolları- nın kesiştiği sırada Kyle adama var gücüyle bir omuz attı. Adam birkaç adım geri gidip duvara tosladı.

İyi bir takım elbise giymiş olan bu adam bağırdı, “Hey ahbap, derdin ne senin?”

Kyle küçümseyici gülüşüyle ona baktığında adamın yüz ifa- desi değişti. 195 santimlik boyu, geniş omuzları ve iri hatlarıy- la Kyle meydan okunacak bir adam gibi durmuyordu. Adam oldukça cüsseli olmasına rağmen çabucak arkasını dönüp yü- rümeye devam etti. Yoğurdu üfleyerek yiyordu besbelli.

Adama omuz atmak kendini biraz daha iyi hissettirmiş olsa da Kyle’ın hiddeti hâlâ alev alevdi. O kızı yakalayacaktı ve yavaş yavaş öldürecekti.

Ancak zamanı daha gelmemişti. Önce kafasını toplama- lıydı. Nakliye için limana gitmek gibi yapacak daha önemli işleri vardı.

Evet, derin bir nefes aldı ve tekrar yavaşça gülümsedi. Yü- kün olduğu yere ulaşmasına sadece birkaç blok kalmıştı.

Onun Noel günü bu olacaktı.

Beşinci Bölüm

Sam şiddetli bir baş ağrısıyla uyandı. Gözlerini açtığında ambarın zemininde, samanların üstünde sızmış olduğu-nu fark etti. Soğuktu.  Arkadaşlarından hiçbiri önceki gece ateşe odun atma zahmetine girmemişti. Onların  da kafası çok iyiydi demek ki.

Daha da kötüsü, oda hâlâ dönüyordu.  Sam başını kal- dırdığında ağzında kalmış bir tutam samanı çıkardı ve şa- kaklarında korkunç  bir acı hissetti. Garip bir pozisyonda uyuyakaldığı için döndürmeye çalıştığında boynu acıyordu. Gözlerini ovuşturup üstünde kalan örümcek ağlarını temiz- lemeye çalıştıysa da meret pek çabuk temizlenmiyordu. Son gece gerçekten fazla kaçırmıştı. Bongu  hatırlıyordu.  Sonra bira, sonra viski, sonra yine bira. Kusma molası. Sonra biraz daha ot, rahatlamak için. Sonra tam olarak nerede ve ne za- man olduğunu hatırlayamadığı sızması.

Hem karnı açtı hem midesi bulanıyordu.  Sanki bir istif gözleme ve bir düzine yumurta yiyebilirmiş gibiydi;  fakat bunu yaptığı saniye kusacağını hissediyordu. Aslında şimdi de hiç kusası yokmuş gibi değildi.

Önceki günden kalma tüm parçaları birleştirmeye çalış- tı. Caitlin’i  hatırlıyordu. İşte bunu unutamazdı zaten. Onu mahveden şey gerçekte buydu. Caitlin çıkagelmiş, Jimbo’yu ve köpeğini fena benzetmişti. Vay canına! Bunların hepsi ol- muş muydu gerçekten?

Kafasını çevirdiğinde köpeğin içinden uçup gittiği duvar- daki deliği gördü. Soğuk havanın içeri girdiğini hissettiğinde her şeyin gerçekten olduğuna inandı. Tüm bunlardan ne çı- karacağını bilemiyordu. Caitlin’in yanındaki şu herif kimdi? Adam bir buz hokeyi oyuncusu gibi duruyordu;  ama ceset kadar da soluktu. Sanki daha yeni Matrix’ten çıkmış gibiydi. Onun tam olarak kaç yaşında olduğunu da bilemedi. İşin en garip yanı şuydu ki onu bir yerlerden tanıyormuş  gibi hissetmişti biraz.

Sam etrafına baktığında tüm arkadaşlarının muhtelif po- zisyonlarda sızdığını ve çoğunun horladığını gördü. Saatini yerden aldı. 11:00’i  gösteriyordu. Onlar bir süre daha uyu- yacaklardı.

Sam ambarın karşı tarafına geçip bir şişe su aldı. Tam iç- mek üzereydi ki aşağıya doğru baktı, sigara izmaritleriyle do- luydu. İğrenerek şişeyi bıraktı ve yenisini aramaya koyuldu. Göz ucuyla yerde yarı boş bir sürahi olduğunu gördü. Eline aldı ve yarısını bitirinceye kadar içmeyi bırakmadı.

İşte böylesi daha iyiydi. Boğazı öyle kurumuştu ki! Derin bir nefes aldı ve bir elini şakağının üstüne koydu. Oda hâlâ dönüyordu. İçerisi kokuyordu. Dışarı çıkmalıydı.

Sam karşı tarafa geçip ambarın kapısını açtı. Soğuk sabah havası iyi geldi. Şükür ki bugün hava bulutluydu. Yine de et- raf hâlâ acayip parladığı için gözlerini kısması gerekti; fakat bundan beteri olmaz dedirtecek bir durum yoktu. Yine kar yağıyordu. Harika. Sanki yeterince yokmuş gibi.

Sam eskiden karı, özellikle de karlı günlerde okula gitme- den evde kalabilmeyi severdi. Caitlin  ile tepenin başına gi- dip yarım gün boyunca hiç durmadan kaydıkları zamanları hatırlıyordu.

Artık çoğunlukla okula gitmediği için karın bir fark oluş- turması söz konusu değildi. Artık kocaman bir dert yarat- maktan başka bir işe yaramıyordu.

Sam cebine uzanıp yamulmuş bir sigara paketi çıkardı. Bir tanesini dudaklarına koyup yaktı.

Sigara içmemesi gerektiğini biliyordu; ama tüm arkadaş- ları sigara içtiği için onu da zorluyorlardı. Sonunda  neden olmasın ki, demişti. Yani daha birkaç hafta önce başlamıştı. Şimdiyse yavaş yavaş hoşuna gitmeye başlıyordu. Daha çok öksürüyor ve ciğerleri canını epey yakıyor olsa da şöyle dü- şünüyordu: Ne çıkar ki? Bunun onu öldüreceğini biliyordu; fakat o kadar uzun yaşayacağını düşünmüyordu  zaten. Hiç düşünmemişti. Kafasının gerisinde bir yerlerde, asla yirmisi- ne geleceğine bile inanmamıştı.

Kafasını yeni yeni toplamaya başladığı için tekrardan ön- ceki günü düşündü. Caitlin. Onunla ilgili kötü hissediyor- du, gerçekten kötü. Onu seviyordu. Gerçekten  seviyordu. Tüm bu yolu onu görmek için gelmişti. Neden ona babala- rıyla ilgili sorular soruyordu ki? Acaba hayal mi görmüştü?

Buraya geldiğine de inanamıyordu bir türlü. Annesi de- lirince mi kaçtı diye merak ediyordu. Öyle olmalıydı. An- nesinin şu an kafayı yediğine bahse girebilirdi. Muhtemelen ikisinin de izini sürmeye çalışıyordu; ama tekrar düşününce belki de çalışmıyordu. Kimin umurunda ki zaten! Onları oradan oraya o kadar çok sürüklemişti ki…

Ancak Caitlin başkaydı. Ona öyle davranmaması gerekir- di. Daha iyi olmalıydı; ama o sırada kafası çok iyiydi. Hâlâ kendini kötü hissediyordu. O yer artık neresiyse artık içinde bir yerlerin her şeyin normale dönmesini istediğini tahmin ediyordu. Hem elinde Caitlin’den daha normale yakın bir şey de yoktu.

Neden dönmüştü ki? Oakville’e geri mi taşınıyordu yok- sa? Bu harika olurdu. Belki birlikte bir yer bulurlardı. Evet, Sam bunu düşündükçe fikir daha çok hoşuna gitti. Onunla konuşmak istiyordu.

Cebinden  telefonunu  çıkardığında  kırmızı  ışığın yanıp sönmekte olduğunu  gördü.  İkona tıkladığında  Caitlin’den yeni bir Facebook mesajı aldığını fark etti. Eski ambardaydı.

Harika. Derhâl oraya gidecekti.

*

Sam park edip eski ambara doğru evin karşı tarafına geçti. ‘Eski ambar’dan sonra başkaca bir şey demelerine gerek yok- tu. İkisi de bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Oakville’de yaşarlarken hep gittikleri yer burasıydı. Yıllardır piyasada sa- tılmayı  bekleyen boş bir evin arka tarafındaydı.  Ev orada bomboş öylece duruyordu. Bildikleri kadarıyla kimse bak- maya bile gelmemişti.

Evin epey arka tarafında ise bu süper ambar vardı. O da tamamen boş bir şekilde öylece duruyordu. Sam bir gün bu- rayı keşfetmiş ve Caitlin’e  göstermişti. İkisi de burada ta-kılmak konusunda bir sakınca görmemişlerdi.  Her ikisi de ufacık karavanlarında anneleriyle birlikte kalmak zorunda olmaktan nefret ediyordu. Bir gece ikisi geç saatlere kadar burada kalıp muhabbet etmiş, şöminede şekerleme kızart- mış ve birlikte uyuyakalmışlardı. Bunun ardından ne zaman evde işler çığırından çıksa ambara gelmişlerdi. Burayı kulla- nabiliyorlardı hiç değilse. Birkaç ayın ardından burayı kendi mekânlarıymış gibi hissetmeye başlamışlardı.

Sam evin öte tarafına  doğru geçerken  içinde Caitlin’i görme hevesiyle yaylanarak yürüyordu. Özellikle arabayla buraya  gelirken  yuvarladığı  Dunkin’ Donuts kahvesinden sonra yavaş yavaş ayılmaya başlamıştı. Daha on beş yaşında olduğu için araba kullanmaması gerektiğini biliyordu.  An- cak ehliyetini almaya sadece birkaç yıl kaldığı için beklemek istemiyordu. Henüz çevirmeye yakalanmamıştı. Nasıl sürü- leceğini de biliyordu. O zaman niye beklesindi ki? Arkadaş- ları kendi pikaplarını almasına izin veriyordu ve bu da onun için fazlasıyla yeterliydi.

Sam ambara doğru yaklaşırken şu iri yarı adamın Caitlin’in yanında olup olmayacağını merak etti. O adamda bir şey- ler vardı… Ne olduğunu çıkartamıyordu. Neden Caitlin ile olduğunu anlayamıyordu. Çıkıyorlar  mıydı yoksa? Caitlin ona her şeyini anlatırdı. Nasıl olmuştu da bu adamı daha önce hiç duymamıştı?

Neden Caitlin birden babalarıyla ilgili sorular soruyordu ki? Sam kendine kızıyordu; çünkü önceki günle ilgili ona vermek  istediği  birtakım  haberler  vardı aslında.  Nihayet Facebook’taki arkadaşlık tekliflerinden birine cevap almıştı. Bu cevap babalarından geliyordu. Gerçekten oydu. Onları özlediğini ve görmek istediğini söylemişti. Nihayet.  Bunca yıldan sonra. Sam cevap vermişti bile. Yeniden konuşmaya başlamışlardı. Babaları da onu görmek istiyordu. İkisini de. Neden Sam ona söylememişti ki? Neyse, en azından şimdi söyleyebilirdi.

Sam yürüdüğü sırada karlar ayağının altında çatırdıyor, kar yağışının hızı artıyordu. Bu ona kendini tekrardan mut- lu hissettirdi. Hele Caitlin yanında olsa her şey normale bile dönebilirdi. Belki de tam doğru zamanda gelmişti; o kendini bu kadar dağıtmışken onu bundan kurtarmak için. Caitlin her zaman bunu yapmanın bir yolunu bulurdu. Belki bu seferki şansı buydu.

Tam başka bir sigara almak için cebine uzanmıştı ki ken- dine hâkim oldu. Belki işleri değiştirmeye başlayabilirdi.

Sam paketi buruşturup çimenlerin üstüne attı. Ona ihti- yacı yoktu. O buna ihtiyaç duymayacak kadar güçlüydü.

Ambarın kapısını açtığında Caitlin’i şaşırtmak ve ona ko- caman sarılmak için hazırdı. Ona üzgün olduğunu söyle- yebilirdi. Caitlin de yaptıkları için üzgün olurdu ve her şey tekrardan rayına girerdi.

Ancak ambar boştu.

Sam kimsenin olmadığını bile bile, “Merhaba!” diye bağırdı.

Şöminede  ateşin sönmek  üzere olan közlerini fark etti; birkaç saat önce söndürülmüş olmalıydı.  Ancak etrafta hiç-bir eşya, onların hâlâ burada olduğunu gösterebilecek hiçbir şey yoktu. Gitmişti. Muhtemelen o adamla beraber. Neden onu bekleyememişti ki? Ona bir şans vermek için? Sadece birkaç saatliğine?

 

Sam, sanki birisi tüm gücüyle karnına tekme atmış gibi hissetti. Kendi kardeşi. O bile artık onu umursamıyordu.

Oturmalıydı. Bir saman istifinin  üstüne oturup  başını ellerinin arasına aldı. Baş ağrısının geri döndüğünü hissede- biliyordu. Caitlin gerçekten yapmıştı. Gitmişti. Hiç gelme- mek üzere mi peki? Derinde bir yerlerde, Sam aynen böyle hissediyordu.

Nihayet derin bir nefes aldı. Pekâlâ.

Vücudunun  gerildiğini hissediyordu. Tek başınaydı işte. Bununla nasıl başa çıkacağını biliyordu. Nasılsa kimseye ih- tiyacı falan yoktu.

“Hey oradaki.”

Güzel, yumuşak, dişi bir sesti.

Sam kafasını kaldırdığında bir an Caitlin’i görmeyi umdu; fakat duyduğu andan itibaren sesin kardeşine ait olmadığını biliyordu zaten. Zira şimdiye kadar duymuş olduğu en güzel sesti.

Ambarın girişinde bir kız durmuş,  gelişigüzel bir şekil- de duvara yaslanmıştı. Vay canına! Nefes kesiciydi. Uzun, dalgalı kızıl saçları ve açık yeşil gözleri vardı. Muhteşem bir vücudu da… Tam onun yaşlarında, belki birkaç yaş daha bü- yük gösteriyordu. Sigara içiyordu.

Sam ayağa kalktı.

Pek inanası gelmiyordu; ama kızın ona nasıl baktığı görü- lecek olursa sanki flört ettiği ve onunla gerçekten ilgilendiği söylenebilirdi. Daha önce hiçbir kızın kendisine bu şekilde baktığını görmemişti. Şansına inanamıyordu.

“Ben Samantha” dedi tatlı bir şekilde. Sonra da ileri çıkıp elini uzattı.

Sam ileri uzanıp elini sıktı. Teni yumuşaktı.

Rüya mı görüyordu? Bu kadının burada, ıssızlığın orta- sında işi neydi acaba? Buraya  gelmeyi nasıl becermişti? Bir arabanın park edişini ya da ambara birinin yaklaştığını bile duymamıştı. Oraya daha yeni gelmişti. Anlayamıyordu.

“Ben Sam” dedi.

Kız muhteşem beyaz dişlerini göstererek gülümsedi. Gü- lümsemesi inanılmazdı.  Kız ona bakarken  Sam dizlerinin gevşediğini hissediyordu.

“Sam, Samantha” dedi kız. “Kulağa gelişi hoşuma gitti.”

Sam ne diyeceğini bilemeden öylece baktı.

“Seni burada gördüm  ve üşümüş olabileceğini düşün- düm” dedi. “Gelmek ister misin?”

Sam ne demek istediğini anlamak için beynini zorladı.

“İçeri derken?”

Dünyadaki en normal şeymişçesine daha da geniş gülüm- seyerek “Eve” dedi.

“Hani  kapıları ve pencereleri olan?”

Sam genç kadının ne dediğini idrak etmeye çalışıyordu. Onu eve mi davet ediyordu? Hani  şu satılık olan? Onu ne- den içeri davet etsindi ki?

“Burayı yeni satın aldım” dedi sanki düşüncelerine cevap verircesine. “Henüz satılık tabelasını indirecek zamanım ol- madı” diye ekledi.

Sam sarsılmıştı. “Bu evi mi aldın?

Kız omuz silkti. “Başımı  bir yere sokmam gerekiyordu. Oakville Lisesi’ne gidiyorum. Son yılımdayım.”

Vay canına. İşte bu her şeyi açıklıyordu.

Yani demek Oakville’de kalıyordu. Lise sondu. Belki Sam de okula geri dönerdi. Dönülmez  mi hiç? Eğer o oradaysa neden olmasın?

Sam mümkün olduğu kadar gelişigüzel şekilde, “Evet ta- bii, her neyse” dedi. “Neden olmasın? Bir bakmak hoşuma gider.”

Arkalarını dönüp eve doğru birlikte yürüdüler. Yürüdük- leri sırada Sam buruşmuş sigara paketinin yanından geçer- ken eğildi ve onu yerden aldı. Caitlin gitmişti nasıl olsa, ki- min umurunda ki gerisi?

“Yani, o zaman, sen, burada, yeni misin?” diye sordu Sam.

Bunun aptalca bir soru olduğunu biliyordu. Zaten yeni olduğunu söylemişti. Fakat başka ne diyeceğini bilemiyor-du. Muhabbet konusunda hiç iyi değildi.

Kız sadece gülümsedi. “Onun  gibi bir şey.”

“Neden  burası?” diye sordu. “Yani, yanlış anlama; ama bu kasaba berbat.”

“Uzun hikâye” dedi kız gizemli bir şekilde.

Sam’in kafasına bir şey dank etti.

“Yani, bir dakika, sen evi satın aldığını mı söyledin? Yani sen mi sadece? Annen baban falan değil mi?”

“Hayır, ben dedim. Şu görmüş olduğun gibi” diye yanıt- ladı. “Kendi başıma aldım.”

Sam hâlâ anlayamıyordu. Bir aptal gibi görünmek istemi- yordu fakat bu meseleyi aydınlatması lazımdı.

“Yani, o zaman, ev sadece sana mı ait? Yani,  annen ba- ban…”

“Annem babam öldü” dedi. “Evi kendim aldım. Kendim için. Artık on sekiz yaşındayım. Yetişkinim. Canım ne ister- se yapabilirim.”

Sam samimi şekilde etkilenerek, “Vay canına” dedi. “Çok havalı. Kendin için koca bir ev. Vay canına! Yani, annen ba- ban için üzüldüm; fakat ben… Bunun gibi birini tanımıyo- rum başka, yani bizim yaşımızda kendi evi olan.”

Kız yüzüne baktı ve gülümsedi. “Benim hakkımda keşfe- deceğin bir dolu sürpriz var.”

Kapıyı açtı ve Sam’in coşkulu bir şekilde içeri yürümesini izledi.

Öyle kolay oyuna gelmişti ki.

Ön dişlerinde baş gösteren açlık hissiyle dudaklarını ya- ladı.

Bu, düşündüğünden çok daha kolay olacaktı.

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?