Sevilmiş

Text
Aus der Reihe: Vampır Mektupları #2
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

İkinci Bölüm

Caitlin ambarın kapısını açtığında kısık gözleriyle karla kaplı bir dünyanın karşısında kalakaldı. Beyaz gün ışığı, çarptığı her şeyden yansıyordu. Daha önce hiç tecrübe et- mediği bir acı çekerken elini gözlerine götürdü. Gözleri onu resmen öldürüyordu.

Caleb  kollarıyla boynunu  ince ve şeffaf bir malzemeyle sarmayı bitirir  bitirmez onun yanına geldi. Bir sargı gibi duruyordu;  fakat teninin üstüne koyar koymaz yok oluyor gibiydi. Caitlin gerçekten orada bir şey olup olmadığına bile rahatlıkla cevap veremezdi.

“O nedir?”

“Ten sargısı”  dedi Caleb, gözleri aşağı bakarken.  Kol- larıyla omuzlarını tekrar ve tekrar, dikkatlice sarıyordu. “Güneş  ışığına çıkmamızı sağlayan şey bu. Bu olmazsa te- nimiz yanar.” Gözlerini ona çevirdi. “Senin ihtiyacın yok, henüz.”

“İhtiyacın olduğunu nasıl anlarsın?” diye sordu.

“İnan bana” dedi sırıtarak. “Anlarsın.”

Caleb elini cebine götürüp ufak bir göz damlası çıkardıktan sonra her iki gözüne birkaç damla bıraktı. Sonra dönüp ona baktı.

Caitlin’in  gözlerinin yandığı aşikar olmalıydı  ki Caleb, nazikçe elini alnına götürdü. “Kafanı arkaya yatır” dedi.

Caitlin denileni yaptı.

“Gözlerini aç” dedi.

Caitlin gözlerini açınca Caleb, her iki gözüne birer damla damlattı.

Öyle bir acı verdi ki Caitlin,  başını eğip gözlerini kapa- mak zorunda kaldı.

“Ah” dedi gözlerini  ovuşturarak.  “Eğer bana kızdıysan söylemen yeterliydi.”

Caleb sırıttı. “Üzgünüm.  İlk seferde biraz yakar; ama sonra alışırsın. Güneşe duyarlılığın birkaç saniye içinde yok olacak.”

Caitlin gözlerini kırpıştırarak açtı. Nihayet tam olarak aç- tığında gözleri yeniden harika durumdaydı. Caleb haklıydı. Tüm acı uçup gitmişti.

“Birçoğumuz  zorunda kalmadıkça hâlâ gün ışığında do- laşmaya çıkmaz. Hepimiz gün ışığında daha zayıfız; ama ba- zen çıkmak zorunda kalırız.”

Ona baktı.

“Hani şu bahsettiğin okul” dedi. “Uzakta mı?”

“Kısa bir yürüyüş mesafesi” dedi onun koluna girip kar- ların içinde yürümeye başlayarak. “Oakville  Lisesi. Birkaç hafta öncesine kadar orası benim de okulumdu. Arkadaşla- rımdan bir tanesi Sam’in yerini biliyor olmalı.”

*

Oakville Lisesi tam Caitlin’in  hatırladığı gibiydi. Tekrar burada olmak gerçeküstü geliyordu ona. Binaya baktığında sanki kısa bir tatile çıkmış da şimdi normal hayatına geri dönmüş gibi hissetti. Hatta kısa bir süreliğine önceki hafta olan her şeyin sadece manyakça  bir rüya olduğuna inandı için için. Tekrardan her şeyin normale döndüğünü, her şeyin tıpkı eskisi gibi olduğunu hayal etti. Bu iyi hissettiriyordu.

Ancak başını çevirip yanında duran Caleb’i gördüğünde hiçbir şeyin normal olmadığını anladı. Buraya gelmesinden daha gerçeküstü olan bir şey varsa o da yanında Caleb ile dönmüş olmasıydı. Eski okuluna kolunda bu yakışıklı mı yakışıklı, 180 santimden  daha uzun boylu,  geniş ve yapı- lı omuzları olan, tamamen siyah giyinmiş, uzun siyah deri ceketinin boynunu kapayan, yüksek yakalarının üstünden hafif uzun saçlarının süzüldüğü adamla girecekti. Caleb tam da şu popüler genç kız dergilerinden birinin kapağından fır- lamış gibi duruyordu.

Caitlin, diğer kızlar kendisini gördüğünde tepkilerinin ne olacağını hayal etti. Düşündükleri  onu gülümsetti. Hiç- bir zaman özel bir popülaritesi olmamış ve hiçbir erkek ona özel bir ihtimam göstermemişti. Adı sanı duyulmamış biri sayılmazdı -bazı iyi arkadaşları olmuştu- fakat hiçbir zaman en popüler grubun  ortasında olmuş da değildi. Ortalarda bir yerde olduğunu tahmin ediyordu. Böyleyken  bile hep birbirine yapışık dolaşan, koridordan burnu yukarıda bir edayla yürürken kendileri kadar kusursuz olmayan herkesi görmezlikten  gelen en popüler  kızların birkaçı  tarafından hor görüldüğü zamanları anımsıyordu. İşte şimdi, belki dik- katlerini çekerdi.

Caitlin ve Caleb merdivenlerden çıkıp okulun geniş çiftli kapısının içinden geçti. Caitlin saatine baktı: 8:30. Harika. İlk ders neredeyse bitiyor olmalıydı ve birkaç saniye içinde koridorlar insanla dolacaktı. Bu onları daha az göze batar hâle getirirdi. Böylece güvenlik görevlileri ya da koridor kar- tı gibi şeyler hakkında endişelenmesine gerek kalmazdı.

Tam da onu duymuşçasına zil çaldı ve birkaç saniye için- de koridorlar dolmaya başladı.

Oakville’in iyi tarafı, şu berbat New York City lisesinden apayrı  bir dünya olmasıydı.  Burada  koridorlar  doluyken bile manevra yapacak bir sürü yer oluyordu. Duvarlarda- ki büyük camlar ışığın ve gökyüzünün içeri sızmasına izin veriyordu ve gittiğiniz her yerde ağaçları görebiliyordunuz. Bu kadarı bile burayı neredeyse özlemesine yetiyordu;  ne- redeyse.

Okul artık canına yetmişti. Teknik olarak mezun olması- na sadece birkaç ay kalmış olmasına rağmen son birkaç haf- ta içinde bir sınıfta birkaç ay daha kıçının üstünde oturup resmî bir diploma aldığında öğreneceğinden çok daha fazla şey öğrendiğini hissediyordu. Öğrenmek hoşuna gidiyordu; fakat geriye asla dönmese şimdiki mutluluğundan bir gram eksilmezdi.

Koridorda yürürlerken Caitlin tanıdık yüzler görmek için etrafı taradı. Yanlarından geçenler çoğunlukla ikinci sınıfta- kiler ya da çömezlerdi, eski sınıfından birisini göremiyordu. Ancak yanlarından geçerken kızların suratlarında oluşan ifa- deyi görmek onu şaşırtmıştı: Abartısız oradan geçen her kız Caleb’e bakıyordu. Tek bir kız bile bunu saklama zahmeti- ne girmemişti, hatta gözlerini başka tarafa çeviremiyorlardı. İnanılmazdı. Sanki koridorda kolunda Justin Bieber ile yü- rüyormuş gibiydi.

Caitlin kafasını çevirdiğinde tüm kızların durup hâlâ onla- rı izlediğini gördü. Birçoğu birbirine bir şeyler fısıldıyordu.

Onun bunun farkında  olup olmadığını  merak  ederek gözlerini Caleb’e çevirdi. Fark etmişse bile buna dair hiçbir işaret göstermiyordu, kesinlikle umursamıyormuş gibiydi.

“Caitlin?”  dedi şaşkınlığını belli eden bir ses.

Caitlin o tarafa döndüğünde  taşınmadan önce arkadaş olduğu kızlardan biri olan Luisa’nın orada durmakta oldu- ğunu gördü.

“Aman Tanrım!” dedi Luisa  heyecanla ve sarılmak  için kollarını iki yana açtı. Daha Caitlin’in hamle yapmasına fır- sat kalmadan Luisa ona sarılmıştı. Caitlin  de karşılık verdi. Tanıdık bir yüz görmek iyi gelmişti.

“Ne oldu sana?” diye sordu Luisa. Her zamanki gibi he- yecanlı bir telaş içinde ve hafif Hispanik aksanıyla konuşu- yordu. Ne de olsa sadece birkaç yıl önce Porto Riko’dan gel- mişti. “Kafam  karıştı! Ben senin taşındığını düşünmüştüm! Sana mesaj ve e-posta attım ama hiç cevap vermedin…”

“Özür dilerim” dedi Caitlin. “Telefonumu kaybettim ve bir bilgisayarın karşısına geçmeyeli haftalar…”

Luisa dinlemiyordu. Caleb’i  şimdi fark etmişti ve büyü- lenmiş gözlerle ona bakıyordu. Ağzı tam anlamıyla bir karış açıktı.

“Arkadaşın kim?” diye sordu sonunda fısıldayarak. Cait- lin gülümsedi. Daha önce arkadaşını hiç böyle bocalarken görmemişti.

“Luisa, bu Caleb” dedi Caitlin.

“Memnun oldum” dedi Caleb, gülümseyip elini uzatırken.

Luisa bakmayı sürdürdü. Elini sersem bir şekilde yavaşça ileri uzattı. Görünüşe göre dili tutulmuştu. Böyle bir adamı nasıl düşürdüğünü  anlayamıyormuşçasına  Caitlin’e baktı. Ancak farklı bir şekilde sanki onun kim olduğunu bilmiyor- muş gibi bakıyordu.

“Şey…”  dedi Luisa gözleri fal taşı gibi açılarak, “…şey… yani…nerede…yani…  ikiniz nasıl tanıştınız?”

Bir anlığına Caitlin  nasıl cevap vermesi gerektiğini dü- şündü. Luisa’ya her şeyi anlattığını hayal etti. Bu fikir onu gülümsetti. Kesinlikle işe yaramazdı.

“Bir… konserin ardından tanıştık” dedi Caitlin.

En azından kısmen doğruydu.

“Aman Tanrım, ne konseri? New York’ta mı? Black Eyed Peas mi yoksa?” diye sordu telaşla, “Çok kıskandım! Onları görmek için çıldırıyorum!”

Caitlin, Caleb’i bir rock konserinde hayal edince gülüm- sedi. Nedense  onu öyle bir resmin içinde düşünemiyordu artık.

“Şey… Pek değil” dedi Caitlin. “Luisa, dinle, lafını kesti- ğim için kusura bakma; ama çok zamanım yok. Sam’in ne- rede olduğunu bulmalıyım. Onu gördün mü?”

“Elbette.  Herkes gördü. Geçen hafta geri döndü. Garip görünüyordu. Ona senin nerede olduğunu  ve onun neyin peşinde olduğunu sordum; ama cevap vermedi. Muhteme- len o pek sevdiği boş ambarda takılıyordur.”

“Orada değil” diye cevap verdi Caitlin. “Oradan geliyoruz.”

“Gerçekten mi? Üzgünüm. Bilmiyorum. O bir çömez-di, biliyorsun.  Yollarımız  pek o kadar  kesişmezdi.  Ona e-posta atmayı denedin mi? Her zaman Facebook hesabı açık oluyor.”

“Telefonum yok ki…” diye başlamıştı söze Caitlin.

“Benimkini al” diye kesti Luisa ve onun lafını bitirmesine fırsat kalmadan telefonu eline tutuşturuverdi.

“Zaten Facebook açık. Sadece hesabına gir ve mesaj at.”

Elbette, diye düşündü içinden Caitlin.  Neden bu aklıma gelmedi ki?

Caitlin  hesabına girdi, Sam’in  adını arama kutucuğuna yazdı, profilini açtıktan sonra mesaj düğmesine bastı. Ne ya- zacağını bilemeyerek bir an duraksadı. Ardından şöyle yazdı: Sam. Benim. Ambardayım. Benimle buluşmaya gel. Müm- kün olduğu kadar çabuk şekilde.

Gönder tuşuna  bastıktan  sonra  telefonu  Luisa’ya  geri verdi.

Bir gürültü patırtı duydu ve kafasını o yöne çevirdi.

Son sınıftaki kızların en popüler olanlarından birkaç ta- nesi, doğruca onların tarafa gelmekteydi. Aralarında fısılda- şıyor ve hepsi de gözlerini ayırmadan Caleb’e bakıyorlardı.

Caitlin, ilk kez içinin yepyeni bir duyguyla dolup taştı- ğını hissetti: Kıskançlık. Ona daha önce hiç ilgi gösterme- miş bu kızların bir saniye içinde Caleb’i  yanından çalmak- tan pek mutlu olacaklarını gözlerinden okuyabiliyordu.  Bu kızlar okuldaki  her erkeğe, istedikleri herhangi  bir erkeğe hükmedebilirlerdi. Çocuğun bir kız arkadaşı olup olmaması fark etmezdi. Gözlerini sizin erkeğiniz üstüne dikmemeleri- ni ummaktan başka bir şey gelmezdi elinizden.

 

İşte şimdi hepsi Caleb’e bakıyordu.

Caitlin, Caleb’in onların güçlerine karşı bağışık olmasını, sonrasında da ondan hoşlanmaya devam etmesini diledi. Bu- nun hakkında düşünürken ‘niye öyle yapsın ki’ sorusuna bir yanıt bulamıyordu. Kendisi o kadar ortalamaydı ki… Neden bunlar gibi kızlar onunla olmak için çıldırırken Caitlin’in yüzüne baksındı ki!

Caitlin, sadece bu seferliğine, kızların yanlarından yürü- yüp geçmesi için dua etti.

Elbette öyle bir şey olmadı. Grup doğruca onların yanına gelirken yüreği ağzına geldi.

Hoş olmaya  çalışan  sahte sesiyle, “Selam Caitlin” dedi kızlardan biri.

Tiffany. Uzun boy, düz sarı saçlar, mavi gözler ve incecik bir beden. Tepeden tırnağa özel kesim kıyafetler giymiş. “Ar- kadaşın kim?”

Caitlin ne diyeceğini bilemiyordu. Tiffany ve arkadaşları daha önce Caitlin’e  hiç yüz vermemişlerdi. Hatta hiç onun olduğu  tarafa bakmamışlardı bile. Kendisinin var olduğu- nu ve adını bildiklerine bile şaşırıyordu. Şimdi de tutmuş muhabbet  açıyorlardı.  Tabii ki Caitlin, bunun kendisiyle bir alakası olmadığını biliyordu. Onlar Caleb’i istiyorlardı. Hem de öyle fena istiyorlardı ki onunla konuşma zahmetine bile katlanıyorlardı.

Bu iyiye işaret değildi.

Caleb, Caitlin’in  huzursuzluğunu sezmiş olacak ki ona doğru bir adım yaklaşıp kolunu omzuna koydu.

Caitlin, bir jeste hayatında bu kadar minnettar olmamıştı.

Özgüveninin  yerine gelmesiyle birlikte konuşacak gücü buldu. “Caleb” diye yanıt verdi.

“Peki, siz neler yapıyorsunuz  buralarda?”  diye sordu bir diğer kız. Kumral olması dışında Tiffany’nin  kopyası gibiy- di. “Ben senin taşındığını falan düşünmüştüm.”

“İşe bak ki geri döndüm” dedi Caitlin.

“Peki, sen de burada yeni falan mısın?” diye sordu Tiffany Caleb’e. “Yoksa son sınıf mısın?”

Caleb gülümsedi. “Burada  yeniyim, evet” diye muğlak bir cevap verdi.

Tiffany bu cevabı onun okula yeni geldiği şeklinde yo- rumlamış olacak ki gözleri kocaman açıldı. “Harika”  dedi. “Bu gece bir parti var, eğer gelmek istersen. Benim evimde. Sadece birkaç yakın arkadaşım için aslında; ama seni de ara- mızda görmekten mutluluk duyarız. … Şey… Seni de sanı- rım” dedi Tiffany, Caitlin’e bakarak.

Caitlin içinde öfkenin kabardığını hissediyordu.

“Davetinizi takdir ediyorum, hanımlar” dedi Caleb. “An-cak bu akşam Caitlin ile önemli işlerimiz var.”

Caitlin kalbinin eridiğini hissetti.

Zafer.

Kızların  yüzündeki ifadenin domino  taşları misali çök- mesini izlediği zamanki kadar ferahlamamıştı hiç.

Kızlar burunlarını hafifçe kaldırıp sinsice uzaklaştılar.

Caitlin, Caleb ve Luisa yalnız başlarına orada duruyorlar- dı. Caitlin tuttuğu nefesini koyverdi.

“Aman Tanrım!” dedi Luisa. “O kızlar  daha önce hiç kimseye yüz vermemişti. Birini  davet ettikleriyse görülmüş şey değil.”

“Biliyorum” dedi Caitlin.

“Caitlin!”  dedi Luisa birden koluna yapışarak. “Şimdi ha- tırladım. Susan. Sam ile ilgili bir şeyler söylemişti.  Geçen hafta. Coleman’lar ile takılıyormuş. Üzgünüm, şimdi aklıma geldi. Belki yardımı olur.”

Coleman’lar. Elbette. Başka nerede olacaktı?

“Bir  de”  diye   devam etti Luisa aceleyle,   “Bu  gece Frank’lerde toplanıyoruz. Gelmelisin! Seni çok özledik. Ta- bii ki Caleb’i de getir. Tadına doyum olmaz bir parti olacak. Sınıfın yarısı geliyor. Orada olmalısın.”

“Yani… bilmem ki…”

Zil çaldı.

“Gitmeliyim! Döndüğüne çok sevindim. Seni seviyorum. Beni ara. Hoşçakal!” dedi Luisa ve Caleb’e el salladıktan son- ra arkasını dönüp aceleyle koridorda uzaklaştı.

Caitlin normal hayatına geri döndüğünü  hayal etmeye bıraktı kendini; tüm arkadaşlarıyla birlikte takıldığını, parti- lere gittiğini, normal bir okulda mezun olmak üzere olduğu- nu… Bu his hoşuna gitti. Bir anlığına, geçen hafta olan şey- lerin tamamını bütünüyle aklından çıkarmayı denedi ciddi ciddi. Kötü olan hiçbir şeyin meydana gelmemiş olduğunu hayal etti.

Ancak dönüp Caleb’i  gördüğünde gerçeklik suratına bir tokat gibi çarptı. Hayatı  kalıcı olarak değişmişti. Asla eski hâline  dönmeyecekti.  Bunu kabul etmekten  başka  çaresi yoktu.

Birini öldürmüş olduğundan,  polisin onu aradığından, onu yakalamalarının sadece bir zaman meselesi olduğundan ya da tüm bir vampir ırkının harıl harıl onun peşinde oldu- ğundan, şu aradıkları kılıcın bir sürü insanın hayatını kurta- rabileceğinden bahsetmeye bile gerek yoktu.

Hayat asla eskisi gibi değildi ve olmayacaktı. Sadece mev- cut gerçekliğini kabul etmeliydi.

Caitlin, Caleb’in koluna girdi. Ön kapıya doğru yürüme- ye koyuldular. Coleman’ların nerede yaşadığını biliyordu ve Sam’in orada kalıyor olması akla yatkındı. Şu an okulda de- ğilse muhtemelen oradaydı. Gitmek  zorunda oldukları bir sonraki yer orası olacaktı.

İkisi ön kapıdan çıkıp temiz havaya adım attıklarında Ca- itlin, bu liseden bir kez daha yürüyerek çıkmanın ne kadar iyi hissettirdiği karşısında şaşakaldı.

*

Caitlin ve  Caleb, Coleman’ların  evinin karşısında  yü- rürken ayaklarının altındaki çimenlerin üstünü kaplayan karlar çatırdıyordu.  Evin kendisi pek ahım şahım değildi; taşra yolunun kenarında, mütevazı bir çiftlik eviydi. Ancak evin epey arka tarafında bir ambar vardı. Caitlin, bir sürü yük kamyonunun çimenliğin üstüne gelişigüzel park ettiği- ni, buz ve karın üstündeki ayak izlerini görünce de ambarın oraya doğru epey bir trafik olduğunu anladı.

Oakville’deki  çocukların yaptığı şey buydu  işte: Birbir- lerinin ambarlarında takılmak. Oakville biraz köy biraz da taşra özellikleri taşıyordu; çocuklara ebeveynlerinin evinden yeterince  uzaktaki  bir yapının  içinde takılma fırsatını su- nuyordu ve böylece anne-babalar çocuklarının ne yaptığını ya bilmiyor ya da umursamıyordu. Bu durum kömürlükte takılmaktan bin kat daha iyiydi.  Ebeveynleriniz yaptığınız hiçbir  şeyi duyamazdı.  Bir de herkes buraya kendi  başına girer, çıkardı.

Caitlin derin bir nefes alıp ambara doğru yürüdü ve ağır ahşap kapıyı yana doğru itti.

Dikkatini  çeken ilk şey kokuydu:  Esrar kokusu. İçerisi duman altıydı.

Bu koku, çok kesif bir bayat bira kokusuyla birleşiyordu.

Ardından onu diğer her şeyden daha çok şaşırtan şey ise bir hayvan kokusu oldu. Önceden  duyuları hiç bu kadar keskin değildi. Bir hayvanın mevcudiyeti onu sarsarak tüm duyularını esir aldı. Sanki az önce amonyak koklamış gibiy- di.

Gözlerini  sağa çevirip zum yaptı. İşte orada, köşede bir Rottweiler  duruyordu.  Yavaşça ayağa kalkıp  ona baktı ve hırladı. Kısık, karından gelen bir havlama  sesi çıkardı.  Bu Butch idi. Onu şimdi hatırlamıştı,  Coleman’ların  çirkin köpeği. Sanki Coleman’ların pek fena resimlerine, rezil bir hayvanı eklemeye ihtiyaçları varmış gibi…

Coleman’lar her zaman kötü haber demekti. On yedi, on beş ve on üç yaşlarındaki üç kardeşten ortanca olanı Gabe ile Sam bir zaman arkadaş olmuştu.  Her biri birbirinden beterdi. Babaları çok uzun zaman önce onları terk etmişti, kimse nereye gittiğini  bilmiyordu  ve anneleri hiç ortalıkta olmuyordu.  Kendi kendilerini  yetiştirmişlerdi.  Yaşlarına bakmadan, ne zaman görseniz ya sarhoştular ya da kafaları iyiydi.  Okula  gitmedikleri zamanlar ise gittiklerine kıyasla daha fazlaydı.

Caitlin, Sam’in onlarla takılmasına bozuluyordu. Bunun onu iyi bir yere götürmesi olanaksızdı.

Arka planda müzik çalıyordu; Pink Floyd, Wish You Were Here.

Tahmin ettiğim gibi, diye düşündü Caitlin.

Etraf karanlıktı. Işıl ışıl bir gündüz vakti içeri girince göz- lerinin alışması için birkaç saniye gerekti.

İşte oradaydı, Sam. Eski püskü kanepenin ortasında otu- ruyor ve etrafını bir sürü oğlan çevreliyordu. Bir tarafında Gabe, diğer tarafında ise Brock vardı.

Sam bir bong kullanmaktaydı. İçine çekmeyi yeni bitir- mişti ve arkaya çekilip yaslandı; dumanı çekmişti ve bırak- mıyordu. Nihayet dumanı dışarı üfledi.

Gabe onu dürttü  ve Sam ona baktı. Dumanın  içinden çakır gözlerle Caitlin’e baktı. Gözleri kan çanağı gibiydi.

Caitlin midesine  bir sancının  saplandığını  duyuyordu. Hayal kırıklığının ötesindeydi bu. Olanlar sanki kendi ha- tasıymış gibi hissediyordu. Birbirlerini New York’ta en son gördükleri zamanı, kavga edişlerini, can yakan sözlerini dü- şündü. “O zaman git!” diye bağırmıştı ona. Neden bu kadar acımasız olmak zorundaydı ki? Neden bunu düzeltmek için hiç şansı olamamıştı?

Artık çok geçti. Eğer farklı kelimeler seçseydi işler daha farklı olabilirdi.

Aynı zamanda bir öfke dalgası hissetti. Coleman’lara, şu yırtık pırtık kanepenin, sandalyelerin ve saman istiflerinin üstünde oturup içmek ve esrar çekmekle meşgul, yaşamla- rıyla ilgili bir derdi olmayan tüm şu oğlanlara karşı. Yaşam- larıyla ilgili bir dert taşımamakta  özgürdüler;  fakat  Sam’i de yanlarına çekmek konusunda değil. Sam onlardan daha iyiydi. Sadece ona yol gösteren kimse olmamıştı, o kadar. Ne bir baba figürü görmüştü ne de annesinden bir nezaket. O harika bir çocuktu ve Caitlin biliyordu ki sadece yarı-sabit bir evi olsa bile sınıfının en iyisi olabilirdi. Ancak gelinen noktada her şey için çok geçti. Sam bunları umursamayı bı- rakmıştı.

Caitlin ona doğru birkaç adım yaklaştı. “Sam?” dedi.

Sam tek bir kelime etmeden sadece baktı.

Bu bakışların ne manaya geldiğini anlamak zordu. Uyuş- turucular yüzünden miydi? Yoksa umursamıyormuş taklidi mi yapıyordu? Acaba gerçekten umursamıyor muydu?

Kayıtsız  bakışları Caitlin’i feci şekilde üzdü.  Onu gör- düğünde çok mutlu olacağını, ayağa kalkıp ona sarılacağını beklemişti; bunu değil. O umursuyormuş gibi dahi gözük- müyordu. Sanki Caitlin bir yabancıymış gibi. Acaba sadece arkadaşlarının karşısında fiyakasını bozmamak için rol mü yapıyordu? Yoksa Caitlin bu sefer işleri iflah olmayacak ka- dar berbat mı etmişti?

Birkaç saniye geçtikten sonra Sam, nihayet gözlerini ka- çırıp elindeki  bongu  arkadaşlarından birine uzattı.  Diğer arkadaşlarına bakmaya  ve onu görmezden gelmeye devam etti.

“Sam!”  dedi çok daha yüksek bir sesle, yüzü öfkeden kı- zarmıştı. “Seninle konuşuyorum!”

Aylak arkadaşlarının kıs kıs güldüğünü duymasıyla bir- likte vücudunu bir öfke dalgasının kapladığını hissetti. Baş- ka bir şey daha hissediyordu. Hayvani  bir içgüdü. İçindeki öfke, zapt edilmesi imkânsız bir noktaya doğru yaklaşıyor- du. Caitlin’in  korkusu, hiddetinin çok yakın bir sürede sını- rı geçmesiydi. Hissettiği şeyler insani değildi artık, giderek hayvanileşiyordu.

Bu oğlanlar  iri yarıydı;  fakat damarlarında birikmekte olan güç, hepsini tek bir hamlede halledebileceğini söylü- yordu ona. Öfkesini kontrol etmeye çalışırken çok fazla zor- lanmaktaydı; ama bunu yapabilecek kadar güçlü olduğunu umuyordu.

Tam o sırada, Rottweiler sanki bir şeylerin olacağını se- ziyormuşçasına ona doğru yavaşça yürümeye ve havlamaya başladı.

Omzuna hafifçe bir elin dokunduğunu fark etti. Caleb’di. Hâlâ oradaydı. Aralarındaki hayvani içgüdü ortaklığına bağ- lı olarak öfkesinin kabardığını hissetmişti. Onu sakinleştir- meye, kendisini kontrol etmesi ve bırakmaması gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Onun varlığı Caitlin’i teskin etti; fa- kat kolay olmadı.

Sam nihayet döndü ve ona baktı. Bakışlarında bir mey- dan okuma vardı. Hâlâ kızgındı. Bu belli oluyordu.

“Ne istiyorsun?” diye çıkıştı.

Caitlin’in  kendi ağzından çıktığını duyduğu ilk cümle, “Neden okulda  değilsin?”  oldu. Ona sormak  istediği  bir sürü başka şey varken neden bunu söylediği konusunda pek emin değildi. Ancak içindeki annelik içgüdüsü ipi ele almış- tı. Neticede ağzından çıkan bu olmuştu.

Kıs kıs gülmeler arttı. Caitlin’in öfkesi kabardı.

“Neyi umursuyorsun ki sen?” dedi. “Bana gitmemi sen söyledin.”

“Özür dilerim” dedi. “Onu kastetmemiştim.”

Bunu söyleme  fırsatını  bulduğu  için pek memnundu; ama Sam üzerinde pek bir etkisi olmamıştı. O sadece bak- maya devam ediyordu.

“Sam, seninle konuşmalıyım. Baş başa” dedi.

İstediği, onu o ortamdan yalnız başına temiz havaya çı- karmaktı ki gerçekten bir şeyler konuşabilsinler. Sadece ba- bası hakkında bir şeyler öğrenmek derdinde değildi;  aynı zamanda, tıpkı eskiden yaptıkları  gibi, onunla  sadece ko- nuşmak istiyordu. Bu arada, mümkün olursa, annesiyle ilgili haberleri acıtmadan iletmek istiyordu.

Artık görebiliyordu ki bu pek olası değildi. Her şey yokuş aşağı gitmekteydi. Bu kalabalık ambardaki enerjinin çok ka- ranlık, çok vahşi olduğunu ve kontrolünü kaybettiğini his- sediyordu. Caleb’in eli omzundaki eline rağmen onu teslim almakta olan şeyi durdurabilecekmiş gibi gelmiyordu.

“Burada iyiyim” dedi Sam.

Caitlin, Sam’in arkadaşlarının gülme sesinin arttığını du- yabiliyordu.

“Neden rahatlamıyorsun?”  dedi çocuklardan  biri ona. “Çok gerilmişsin. Gel otur. Bir fırt al.”

Bongu ona doğru uzattı.

 

Caitlin dönüp ona baktı.

“Neden o bongu kıçına sokmuyorsun?” dedi dişlerinin arasından.

Oğlan grubundan bir uğuldama sesi yükseldi. “Ah, kah- retsin!” dedi içlerinden biri.

Ona bir fırt almayı önermiş olan, Caitlin’in futbol takı- mından kovulduğunu hatırladığı, iri yarı ve kaslı çocuk kıp- kırmızı oldu.

“Ne dedin bana orospu?” dedi ayağa kalkarak.

Caitlin ona baktı. Oğlan hatırladığından çok daha uzun duruyordu, en azından 195 santimetre vardı. Caleb’in om- zundaki elinin sıkılaştığını hissetti. Bunu onu sakinleşmeye zorlamak için mi yaptığını, yoksa kendisinin de mi gerildi- ğini bilemiyordu.

Odadaki tansiyon inanılmaz arttı.

Rottweiler yaklaşmaya devam etti. Artık sadece iki adım uzaktaydı ve deli gibi havlıyordu.

“Jimbo, sakinleş” dedi Sam iri yarı çocuğa.

İşte koruyucu Sam buydu. Ne olursa olsun onu hâlâ ko- ruyordu. “Kendisi bir baş belasıdır; ama öyle demek isteme- di. Hâlâ benim kardeşim ne de olsa. Rahatla.”

“Aynen öyle demek istedim” diye bağırdı Caitlin, hiç olmadığı kadar öfkelenerek. “Siz kendinizi havalı falan mı sanıyorsunuz? Küçük kardeşimin kafasını iyi yapacaksınız ha? Hepiniz  boş gezenin boş kalfasısınız. Sizden  ne köy olur ne kasaba. Eğer kendi hayatınızın içine etmek isti- yorsanız buyurun,  hiç durmayın;  ama Sam’i buna karış- tırmayın!”

Jimbo, eğer bu mümkünse,  daha kızmış görünüyordu. Ona doğru tehditkâr birkaç adım attı.

“Bakın burada kim varmış. Öğretmen hanım. Cici anne- cik. Bize ne yapmamız gerektiğini söylemeye gelmiş!”

Bir kahkaha tufanı koptu.

“Neden  sen ve kılıbık erkek arkadaşın gelip şansınızı üs- tümde denemiyorsunuz?”

Jimbo ileri çıkıp kocaman avucunu kaldırdı ve Caitlin’in omzunu itti.

Büyük hataydı.

Caitlin’in içindeki öfke, kontrol edebileceği sınırı ezip ge- çerek patladı. Jimbo’nun parmağı ona değer değmez şimşek hızıyla uzandı ve bileğini kapıp ters çevirdi. Bileği kırılırken yüksek bir çatlama sesi çıkardı.

Bileğini sırtına dayayıp yukarıya kaldırdıktan sonra onu önce yüzü düşecek şekilde yere doğru itti.

Çaresiz bir şekilde yüzüstü yere düşmesi bir saniye alma- dı. Caitlin  ileri çıkıp ayağını ensesine koydu ve onu sıkıca yere yapıştırdı.

Jimbo acı içinde bağırdı.

“Aman Tanrım, bileğim, bileğim! Seni adi kaltak! Bileği- mi kırdın!”

Sam, tüm diğerleri gibi sarsıldığını belli eden bakışlarıyla ayağa kalktı. Gerçekten  şoka girmiş gibi duruyordu. Ufak kız kardeşi bu kadar iri yarı bir adamı, bu kadar hızlı nasıl alt eder aklı almıyordu.

“Özür dile” diye hırladı Jimbo’ya. Çıkarttığı ses karşısın- da şaşırmıştı. Tıpkı bir hayvan gibi gırtlağından konuşuyor- muş gibi duruyordu.

“Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!” diye bağırdı Jim inleyerek.

Caitlin onu bırakmak, bu kadarıyla yetinmek istiyorduy- sa da içinde bir yer bunu yapamıyordu. Hiddet onu aniden ve çok kuvvetli  bir şekilde ele geçirmişti. Öylece  içinden atamıyordu. Hâlâ ilerlemeye, artmaya devam ediyordu. Bu çocuğu öldürmek istiyordu. Aklın almayacağı bir şeydi; ama gerçekten istiyordu.

“Caitlin!” diye bağırdı  Sam. Caitlin sesindeki korkuyu duyabiliyordu. “Lütfen!”

Ancak Caitlin içinden geleni durduramıyordu. Bu çocu- ğu gerçekten öldürecekti.

Tam o sırada bir havlama sesi duydu ve gözünün ucuy- la köpeği gördü. Köpek sıçramıştı, havadaydı ve keskin dişi tam boğazına doğru geliyordu.

Caitlin aniden tepki verdi. Jimbo’yu bırakıp tek bir hare- ketle köpeği havada yakaladı. Onu yukarı kaldırdı, karnın- dan tuttu ve fırlattı.

Köpek öyle bir hızla uçtu ki önce üç, sonra beş metreyi, sonra odanın diğer tarafındaki ahşap duvarı geçip dışarı fır- ladı. Köpek diğer tarafa doğru uçarken duvardan yüksek bir çatlama sesi geldi.

Odadaki herkes Caitlin’e baktı. Az önce tanıklık ettikleri şeyin ne olduğunu çıkartamıyorlardı. Kesinlikle insanüstü bir güç, hıza dayalı bir eylemdi ve mümkün olan hiçbir açık- laması yoktu. Orada öylece, ağızları beş karış açık bakakal- dılar.

Caitlin içindeki  duyguların  onu esir aldığını  hissetti. Öfke. Üzüntü. Ne hissettiğini tam olarak bilmiyor ve artık kendine güvenmiyordu. Konuşacak durumda değildi. Bu- radan çıkmalıydı. Sam’in gelmeyeceğini biliyordu. O artık başka birine dönüşmüştü.

Kendisi de öyle.