Kalkan Denizi

Text
Aus der Reihe: Felsefe Yüzüğü #10
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

YEDİNCİ BÖLÜM

Steffen peşinde Kraliçe muhafızlarından onlarcasıyla tozlu yoldan aşağı dörtnala inerek, günlerdir olduğu gibi Kraliyet Sarayı’ndan doğuya yol alıyordu.  Kraliçe’nin bu görevi ona bahşetmiş olmasından dolayı gurur duymuştu ve bunu başarıyla yerine getirmek için altın, gümüş ve saray sikkesi yüklü; mısır, bakliyat, buğday, çeşit çeşit erzak ve her türlü inşa malzemesiyle dolu olan kraliyet arabalarının oluşturduğu konvoyla kasabadan kasabaya geçiyordu. Kraliçe, Halka’nın en küçük köylerine yardım götürmekte ve oraların yeniden kurulmasını sağlamakta kararlıydı. Steffen bu görevi yerine getirmek için en uygun kişiydi.

Steffen şimdiden birçok kasabayı dolaşmış, vagonlardaki erzakları Kraliçe adına en çok ihtiyaç duyan köylere ve ailelere dikkatle ve eksiksiz olarak dağıtmıştı. Erzakları yardıma muhtaçlara dağıtıp, Kraliyet Hükümdarlığındaki köylerin yeniden inşasına yardım etmek için tayin edilen insan gücünü ayarladığında yüzlerindeki sevinci görünce gurur duymuştu. Gwendolyn’in adına, her seferinde bir köye giderek Kraliçe’nin Halka’yı yeniden inşa edecek güçte olduğuna dair güveni perçinlemeye yardım ediyordu. Hayatında ilk kez insanlar görünüşüne önem vermiyorlar ve ona sıradan bir insan gibi saygıyla davranıyorlardı.  Bu duyguya bayılmıştı. İnsanlar da bu Kraliçe’nin yönetiminde unutulmadıklarını fark ediyorlardı. Steffen, Gwendolyn’e olan sevgilerini ve bağlılıklarını yaymaya yardımcı olmanın bir parçası olduğu için heyecan duyuyordu. İstediği her şeye sahipti.

Kaderin işine bakın ki, Kraliçe’nin Steffen’ı yönlendirdiği güzergahta onca yıldan sonra göreceği kendi kasabası, büyüdüğü yer vardı. Steffen, listenin bir sonraki durağının kendi kasabası olduğunu fark ettiğinde korku duyduğunu, karnına bir ağrı saplandığını hissetti. Geri dönmeyi ve görevin bu ayağından kaçınmayı istedi.

Tabii bunu yapamayacağını biliyordu. Görevini yerine getireceğine dair Gwendolyn’e söz vermişti ve mevzu bahis onuruydu. Kabuslarına hiç tükenmeden konu olan bu yere geri dönmeyi bile gerektirse görevini yerine getirecekti. Burası büyürken tanıdığı bütün insanları, ona işkence etmekten, görünüşüyle dalga geçmekten zevk alan insanları barındırıyordu. Kendinden güçlü bir şekilde utanmasına sebep olmuş insanları. Oradan ayrılırken bir daha asla geri dönmeyeceğine, ailesini artık hiç görmeyeceğine yemin etmişti. Şimdi ise görevi yolunu buraya düşürerek, ihtiyaçları ne olursa olsun Kraliçe adına onlara yardım etmesini gerektirmişti. Kader bazen çok zalimdi.

Steffen bir tepeye tırmandı ve köyünün ilk görüntüsüne hakim oldu. Karnı bir garipti. Burayı görür görmez kendini küçümsemeye başladığını hissediyordu. Sanki kıvrılıyor ve içine çekiliyordu, bu nefret ettiği bir histi. Kendini uzun zamandır özellikle de yeni görevi, mahiyeti ve Kraliçe’ye bizzat hesap vermesi göz önüne alınınca hayatta hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu, Fakat şimdi bu yeri görünce, insanların eskiden onu nasıl algıladıkları yeniden zihnine üşüştü ve bu duygulardan iğreniyordu.

O insanlar hala burada mıydı? diye merak etti. Her zaman olduğu kadar zalimler miydi? Öyle olmadığını umdu.

Eğer Steffen ailesine burada rastlarsa onlara ne söyleyecekti? Onlar Steffen’a ne diyecekti? Başarmış olduğu görevleri görünce onunla gurur duyacaklar mıydı?  Tayin edildiği bu göreve ve rütbeye ailesinden ve hatta köyünden kimse ulaşamamıştı. Kraliçe’nin en yüksek rütbeli danışmanlarından ve merkezi kraliyet konseyinin üyelerinden biriydi. Ne başardığını duyunca çok şaşıracaklardı. Nihayet onun hakkında yanıldıklarını, kesinlikle değersiz biri olmadığını kabul etmeleri gerekecekti.

Steffen en azından bu şekilde olmasını umdu. Belki sonunda ailesi ona hayranlık duyar ve halkı arasında kendini bir şekilde kanıtlamış olurdu.

Steffen ve kraliyet konvoyu küçük kasabanın kapılarına doğru ilerlerken, Steffen onları durdurdu.

Döndü ve Kraliçe’nin kraliyet muhafızlarından onlarcasını oluşturan ve onları yönlendirmelerini bekleyen bu adamlara baktı.

“Beni burada bekleyin,” diye seslendi Steffen. “Kasaba kapılarının ardında kalın. Halkımdan kimsenin henüz size görmesini istemiyorum. Onlarla tek başıma konuşmalıyım.”

“Evet, Kumandanımız,” diye cevapladılar.

Steffen atından aşağı inip kalan yolu tek başına yürüyerek kasabaya girmek istedi. Ailesinin kraliyet atını ya da mahiyetini görmesini istemiyordu. Olduğu haliyle, görevini veya rütbesini görmeden ne tepki vereceklerini merak etti. Hatta yeni kıyafetlerindeki kraliyet nişanlarını da çıkarttı ve eyerinde bıraktı.

Steffen kapıları geçip, hatırında kaldığı gibi vahşi kopek kokan, tavukların yollarda koşuşturduğu, yaşlı kadın ve çocukların da onları kovaladığı küçük ve çirkin kasabaya girdi. Sıra sıra dizili kulübeleri geçti. Azı taştandı, çoğu samandan yapılmaydı. Burada sokaklar fakir görünüyordu, çukurlar ve hayvan artıklarıyla kirlenmişti.

Hiç bir şey değişmemişti. Tüm bu yıllardan sonra değişen tek bir şey yoktu.

Steffen nihayet sokağın sonuna ulaşarak sola döndü, babasının evini gördüğünde karnı kasıldı. Hep göründüğü gibi duruyordu, tavanı eğimli, kapısı yamuk tahtadan küçük bir kulübe. Arkadaki baraka Steffen’a uyuması için verdikleri yerdi. Görüntüsü bile onu dümdüz etmek istemesine neden oldu.

Steffen açık duran kapının önüne giderek girişte durdu ve içeri baktı.

Tüm ailesini orada görünce nefesi kesildi: babası, annesi, tüm erkek ve kız kardeşleri, hepsi bu küçük kulübeye her zaman olduğu gibi doluşmuştu. Her zaman olduğu gibi masa etrafında toplanmışlar ufak tefek şeyler için atışıyorlar ve birbirleriyle şakalaşıyorlardı. Tabii hiç Steffen’la birlikte gülmemişlerdi. Sadece, ona gülmüşlerdi.

Hepsi yaşlanmıştı ama onun dışında aynılardı. Hepsini meraklı gözlerle izledi. Bu insanlardan gerçekten takdir görecek miydi?

Onu ilk fark eden annesi oldu. Dönüp onu görünce nefesi kesildi ve tabak elinden düşerek yerde parçalandı.

Sonra babası ardından da geri kalan herkes döndü, onu tekrar gördükleri için şok geçiriyorlardı. Hepsinin yüzünde sanki istenmeyen bir misafir gelmiş gibi memnun olmayan bir ifade vardı.

“Demek,” dedi babası kaşlarını çatık; yavaşça ellerindeki yağı mendiline silip, masanın etrafından ona doğru geliyordu, “nihayetinde geri döndün.”

Steffen, babasının mendili bir düğüm haline getirip ıslatarak onu kırbaçladığını hatırladı.

“Ne oldu?” diye ekledi babası, yüzünde alayacı bir ifadeyle. “Büyük şehirde yapamadın mı?”

“Bizden çok daha üstün olduğunu düşünüyordu, şimdi bir köpek gibi koşarak eve gelene bakın hele!” dedi erkek kardeşlerinden biri.

“Bir köpek gibi!” diye tekrarladı kız kardeşlerinden biri.

Steffen burnundan soluyor zor nefes alıyordu ama diline hakim olmaya, onların seviyesine düşmemeye kendini zorladı. Ne de olsa bu insanlar taşralıydı, önyargılarına mahkumlardı ve bu da küçük bir kasabada hapsolmanın bir sonucuydu; o ise kendini dünyaya açmış ve daha çok şey öğrenmişti.

Kardeşleri –aslında odadaki herkes- küçük kulübede ona güldüler.

Ona gülmeyen, koca gözleriyle ona bakan tek kişi annesiydi. Belki de aralarından bir tek onun vicdan sahibi olabileceğini düşündü. Bir ihtimal onu gördüğüne sevinmiş olabilir miydi?

Fakat sadece kafasını yavaşça sallamakla yetindi o da.

“Ah, Steffen,” dedi, “buraya geri gelmemeliydin. Bu ailenin bir parçası değilsin.”

Kasıt olmadan bu denli sakin çıkan sözler Steffen’ın canını en çok yakanlar oldu.

“Hiç bir zaman değildi,” dedi babası. “O bir canavar. Burada ne arıyorsun, çocuk? Daha fazla kavga etmeye mi geldin?”

Steffen cevap vermedi. Onda konuşma yeteneği, hazır cevaplık, çabuk düşünme yeteneği yoktu ve böylesi duygusal bir durumda bunları ortaya koyması da zaten mümkün değildi. Öylesine heyecanlıydı ki kelimeler ağzından çıkmıyordu. Hepsine söylemek istediği o kadar çok şey olmasına rağmen kelimeler ağzından çıkmıyordu.

O nedenle orada öylece,  içi kaynarken sessizce durdu.

“Dilini mi yuttun?” diye dalga geçti babası. “Öyleyse çekil yolumdan. Vaktimi harcıyorsun. Bugün büyük günümüz, bunu mahvetmene izin vermeyeceğim.”

Babası, Steffen’ı iterek yolu açtı ve bir hışımla yanından geçerek dışarı çıktı ve iki yana baktı. Tüm aile, hayal kırıklığı içinde şikayet ederek içereye girene kadar onu bekledi ve izledi.

“Daha gelmemişler mi?” diye sordu annesi umutla.

Kafasını salladı.

“Nerede olabileceklerini bilmiyorum,” dedi babası.

Sonra dönüp öfkeyle kıpkırmızı olmuş suratıyla Steffen’a baktı.

“Yoldan çekil,” diye fırçaladı onu. “Çok önemli bir adamı bekliyoruz ve sen yolu tıkıyorsun. Her şeyi mahvettiğin gibi bunu da mahvedeceksin değil mi? Nasıl bir zamanlama anlayışın var ki tam da şu anda buradasın? Kraliçenin bizzat kendi kumandanı köyümüze yemek ve malzeme dağıtmak için her an burada olabilir. Ona minnetimizi sunma zamanımız. Sen de kapıda durmuşsun,” diye küçümsedi babası, “yolumuzu kapıyorsun. Seni gördüğü anda, evimizi pas geçer. Evin ucubelerle dolu olduğunu düşünecek.”

Erkek ve kız kardeşleri kahkahaya boğuldular.

“Ucubeler evi!” diye tekrarladı biri.

Steffen kendi de kıpkırmızı kesilerek orada durup babasının yüzüne kaşlarını çatarak bakıyordu.

Cevap veremeyecek kadar nutku tutulmuş olan Steffen yavaşça arkasını döndü başını salladı ve kapıdan dışarı çıktı.

Sokakta yürürken adamlarına işaret verdi.

Birden bire parıldayan onlarca kraliyet vagonu köye doğru ilerlerken göründü.

“Geliyorlar!” diye bağırdı Steffen’ın babası.

Steffen’ın tüm ailesi, orada duran Steffen’ı geçerek sıraya dizilip kraliyet muhafızlarının arabalarına bakakaldılar.

Kraliyet muhafızlarını tamamı dönüp Steffen’a baktı.

“Lordum,” dedi içlerinden biri, “dağıtımı burada mı yapalım yoksa devam mı edelim?”

Steffen orada öylece elleri belinde durarak ailesine baktı.

Tüm ailesi de hep birlikte dönüp kelimelerle anlatılamayacak bir şok yaşarken Steffen’a baktılar. Bir Steffen’a bir kraliyet mıhafızına tamamen tutulmuş bir şekilde, sanki gördükleri şeyi anlamlandıramıyor gibi bakakaldılar.

 

Steffen yavaşça yürüdü, kraliyet atına bindi ve tüm diğerlerinin önünde altın ve gümüş eyerinin üstünde oturarak ailesine baktı.

“Lordum?” diye tekrarladı babası. “Bu bir çeşit saçma bir şaka mı? Sen? Kraliyet kumandanı?”

Steffen sadece oturup babasına doğru baktı ve kafasını salladı.

“Doğrudur, Baba,” diye cevapladı Steffen. “Ben kraliyet kumandanıyım.”

“Olamaz,” dedi babası. “Olamaz. Senin gibi bir yaratık nasıl Kraliçe’nin muhafızı olarak seçilebilir?”

Aniden iki kraliyet muhafızı atlarından inip, kılıçlarını çekerek Steffen’ın babasına doğru hamlelerini yaptılar. Kılıçlarının ucunu boğazına dayayıp korkuyla gözlerini fal taşı gibi açmasına sebep olacak şekilde sertçe bastırdılar.

“Kraliçenin adamlarını aşağılamak, bizzat Kraliçeyi aşağılamaktır,” diye küçümseyerek Steffen’ın babasına konuştu adamlardan biri.

Babası yutkundu, dehşete düşmüştü.

“Lordum, bu adamı tutuklayalım mı?” diye sordu diğeri Steffen’a.

Steffen ailesini inceledi, yüzlerindeki şok dalgasını gördü ve durumu tarttı.

“Steffen!” Annesi öne doğru gelip yalvararak bacaklarına sarıldı. “Lütfen! Babanı tutuklama! Ve lütfen malzemeleri ver bize. Onlara ihtiyacımız var!”

“Bize bunu borçlusun! diye üsteledi babası. “Hayatın boyunca sana verdiklerimden sonra bunu bize borçlusun!”

“Lütfen!” diye yalvardı annesi. “Hiç bir fikrimiz yoktu. Ne olduğunla ilgili hiç bir fikrimiz yoktu. Lütfen babana zarar verme!”

Dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı.

Steffen yalancı, düzenbaz ve onursuz bu insanlara, tüm hayatı boyunca ona zalimlikten başka muamele etmeyen bu insanlara bakarak kafasını salladı. Artık Steffen’ın önemli biri olduğunu fark edince ondan bir şeyler istiyorlardı.

Steffen bir cevabı bile hak etmediklerini düşündü.

Başka bir şeyi daha fark etti: tüm hayatı boyunca ailesini baş tacı etmişti. Sanki harika olan, mükemmel olan, başarılı olan onlarmış gibi, olmayı istediği kişilermiş gibi görüyordu onları. Ama şimdi aksinin doğru olduğunu anladı. Tüm yetiştirilme süreci koca bir yanılsamaydı. Bunlar sadece zavallı insanlardı. Görüntüsüne rağmen hepsinden üstündü. İlk kez olarak bunu fark etti.

Aşağıda kılıçların boğazına doğrultulduğu babasına baktı, bir yanı zarar görmesini istiyordu. Fakat diğer yanı son bir şeyi fark etti: intikamı da hak etmiyordu bu insanlar. Bunu hak etmeleri için birileri olmaları gerekirdi. Ama onlar hiç kimseydi.

Adamlarına döndü.

“Bu köydekiler kendi kendilerine idare edebilirler,” dedi.

Atını topukladı ve hepsi köyden atlarını sürerken koca bir toz bulutu kalktı, Steffen bu yere bir daha asla dönmemeye karar verdi.

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Hizmetliler antik meşe kapıları ardına kadar açtıklarında Reece,Yukarı Adalar'ın şiddetli rüzgar ve yağmuru altındaki korkunç havadan sırılsıklam olarak Srog'un yaşadığı kapalı kaleye doğru aceleyle geçiş yaptı. Kapılar arkasından kapanır kapanmaz artık yağmur altında olmadığı için hafifledi, saçı ve yüzündeki suları silerken ona sarılmak için koşturan Srog'u gördü.

Reece de onu kucakladı. Bu harika savaşçı ve lider, Silesia'yı mükemmel yöneten, Reece'in babasına ve ondan daha fazla kız kardeşine her daim sadık bu adama karşı her zaman sıcacık duygular beslemişti. Srog'un uzun sakalı, geniş omuzları ve dost canlısı gülümsemesini görünce babasının, eski muhafızın anıları yeniden canlandı.

Srog geriye gitti ve tombul elini Reece'in omzuna koydu.

"Yaşlandıkça babana daha çok benziyorsun," dedi samimiyetle.

Reece gülümsedi.

"Umarım bu iyi bir şeydir."

"Öyle tabii," diye cevapladı Srog. "Daha iyi bir adam olamaz. Onun için ateşlerde yürürdüm."

Srog döndü ve girişe doğru Reece'i buyur etti, yollarını kaleye çevirdiklerinde tüm adamları peşlerinden onları takip ediyordu.

"Bu bedbaht yerde gördüğüme en çok memnun olduğum yüz seninki," dedi Srog. "Seni gönderdiği için kız kardeşine minnettarım."

"Görünüşe bakılırsa ziyaret için kötü bir gün seçmişim," dedi Reece, bir kaç adım ötede yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı pencereyi geçerken.

Srog sırıttı.

"Burada her gün kötü," diye cevapladı. "Yine de bir an sonra değişebilir. Yukarı Adalar'ın tek bir günde dört mevsimi yaşadığı söylenir – ben de bunu bizzat gördüm."

Reece dışarıdaki küçük, boş kale avlusuna baktı, bir avuç taştan antik binaya vardı. Gri renkleri ve eski görüntüleriyle yağmurun içine karışıyor gibilerdi. Dışarıda birkaç kişi  rüzgara karşı başlarını eğerek bir yerden diğerine koşuşturuyorlardı. Bu ada yalnız ve ıssız bir yere benziyordu.

"İnsanlar nerede?" diye sordu Reece.

Srog iç çekti.

"Yukarı Adalar sakinleri içerilerde yaşar. Kendilerine haslardır. Ayrı dururlar. Burası Silesia veya Kraliyet Sarayı gibi değildir. Burada, dağınık yaşarlar. Şehirlerde bir arada durmazlar. Garip ve toplumdan uzaktırlar. Tıpkı hava gibi inatçı ve katılardır.

Srog, Reece'i bir koridordan geçirdi, köşeyi dönünce Büyük Salon'a girdiler.

Odanın içinde Srog'ın adamları, botları ve zırhlarını kuşanmış, ateşe yakın bir masanın etrafında somurtarak oturan askerleri duruyordu. Köpekler ateşin etrafında uyuyor, adamlar koca etleri yiyor, artıklarını köpeklere atıyorlardı. Reece'e bakınca homurdandılar.

Srog, Reece'i ateşin yanına götürdü. Reece alevlerin önüne geçip ellerini ovuştururken sıcaklık için minnettardı.

"Gemin buradan ayrılana kadar çok vaktinin olmadığını biliyorum," dedi Srog. "Ama en azından seni biraz sıcaklık ve kuru kıyafetlerle gönderebilirim."

Bir hizmetli yaklaşarak Reece'e üstüne tam gelen kuru bir takım kıyafet ve zırh verdi.

Reece, şaşırarak ve minnet duygularıyla Srog'a bakarken, ıslak kıyafetlerini çıkarıp yerine bunları giydi.

Srog gülümsedi. "Dostlarımıza burada iyi davranırız," dedi. "Bu yeri düşünürsek, bunlara ihtiyacın olacağını düşündüm."

"Teşekkür ederim," dedi Reece, giyer giymez daha sıcak hissederken. "Bunlara hiç bu kadar ihtiyacım olmamıştı." Islak kıyafetlerle denize açılma düşüncesi onu berbat hissettirecekti, ihtiyacı olan tek şey buydu.

Srog siyasetten konuşmaya başladı, uzun bir monolog boyunca Reece kibarca kafasını sallayarak dinliyormuş gibi yaptı. Fakat aslında Reece'in dikkati dağınıktı. Hala Stara'nın düşünceleriyle boğuşuyor onu bir türlü aklından çıkaramıyordu. Karşılaşmalarını düşünmekten kendini alamıyordu ve her aklına geldiğinde kalbi heyecanla yerinden çıkacakmış gibi oluyordu.

Bir de berbat bir şekilde topraklarında onu bekleyen korkunç görevi, Selese'e -ve diğer herkese- düğünün iptal edileceğini söylemesi gerektiğini düşünmeden edemiyordu. Onu incitmek istemiyordu ama başka seçenek bulamıyordu.

"Reece?" diye tekrarladı Srog.

Reece gözlerini kırpıp ona baktı.

"Beni duydun mu?" diye sordu Srog.

"Özür dilerim," dedi Reece. "Ne dedin?"

"Dedim ki kız kardeşin gönderdiğim haberleri aldı herhalde?" diye sordu Srog.

Reece kafasını salladı, odaklanmaya çalıştı.

"Elbette," diye cevap verdi Reece. "Beni de buraya bu nedenle gönderdi. Neler olduğunu ilk ağızdan duyup bakmamı istedi."

Srog iç çekerek alevlere daldı gitti.

"Altı ay vaktidir buradayım," dedi, "ve sana şunu söyleyebilirim ki Yukarı Adalar sakinleri bizler gibi değil. Sadece ismen MacGil'ler. Babanın özelliklerinden yoksunlar. Sadece inatçı değiller üstüne güvenilmezler de. Her gün Kraliçe'nin gemilerini hatta burada yaptığımız her şeyi sabote ediyorlar. Bizi burada istemiyorlar. Ana karanın hiç bir izini burada istemiyorlar – tabii kendileri işgal etmedikleri sürece. Birlikte uyum içinde yaşamak anladığım kadarıyla onların yöntemi değil."

Srog iç geçirdi.

"Burada vakit harcıyoruz. Kız kardeşin buradan çekilip onları kendi kaderine terk etmeli."

Reece kafasını sallayarak dinledi, ateşin önünde ellerini ovuşturup kafasını sallarken birden güneş bulutların ardından çıktı. Karanlık, ıslak hava açık ve güneşli bir yaz gününe döndü. Bir boru sesi duyuldu.

"Gemin!" diye bağırdı Srog. "Acele etmeliyiz. Hava dönmeden açılmalısın. Seni yolcu edeyim."

Srog, Reece'i kalenin kapısından dışarıya geçirdiğinde Reece parlak güneş ışığında gözlerini kısmak zorunda kaldığı için hayrete düştü. Mükemmel bir yaz günü geri gelmişti.

Reece ve Srog, arkalarından gelen Srog'un adamlarıyla yan yana ve aceleyle yürürken, botlarının altındaki taşlar eziliyordu. Tepelerden aşağıya inerken,  görünen kıyıya doğru rüzgarlı yolları takip ederek inmeye başladılar. Gri kayaları, yamaçlara tutunarak otları çiğneyen keçilerin gezindiği kayalıklı tepe ve uçurumları geçtiler. Kıyıya yaklaştıklarında, sulardan çanlar yükseliyor kalkan sise karşı gemileri uyarıyordu.

"Uğraştığın sorunları bizzat görebiliyorum," dedi Reece nihayet birlikte yürürken. "Kolay değil işin. Buradaki sorunlarla başkasının yapabileceğinden çok daha uzun süredir idare ediyorsun, bundan eminim. Burada çok iyi iş çıkardın. Bunu kesinlikle Kraliçe'ye anlatacağım."

Srog takdir ederek başını salladı.

"Bunu söylemen beni mutlu etti," dedi.

"Buradaki insanların mutsuzluğunun sebebi nedir?" diye sordu Reece. "Tüm olanlardan sonra özgürler. Onlara zarar vermiyoruz. Tam tersine erzak ve koruma sağlıyoruz."

Srog kafasını salladı.

"Tirus serbest kalana kadar rahat etmeyecekler. Liderlerinin tutsak olmasını kendilerine yapılmış gibi bir utanç meselesi olarak görüyorlar."

"Fakat ihaneti yüzünden idam edilmeden hapiste yaşadığı için şanslılar."

Srog kafasını salladı.

"Doğru. Ama bu insanlar durumu anlamıyor."

"Onu özgür bırakırsak?" dedi Reece. "Buraya huzur gelir mi?"

Srog kafasını salladı.

"Sanmam. Sadece başka bir huzursuzluk yaratmak için onları cesaretlendirir."

"O zaman ne yapacağız?" diye sordu Reece.

Srog iç çekti.

"Bu yeri terk etmemiz lazım," dedi. "Mümkün olduğunca çabuk. Gördüklerim  hoşuma gitmiyor. Bir isyanın yolda olduğunu hissediyorum."

"Fakat adamlarımız ve gemilerimiz sayıca onlardan üstün."

Srog kafasını salladı.

"Tüm hepsi sadece bir yanılsama," dedi. "Çok iyi organize olmuşlar. Biz onların topraklarındayız. Sabote etmek için bizim öngöremediğimiz milyonlarca yöntemleri var. Burada bir yılan deliğinde yaşıyoruz."

"Ama Matus yaşamıyor," dedi Reece.

"Doğru," diye cevapladı Srog. "Ama sadece o."

Biri daha diye düşündü Reece. Stara. Fakat düşüncelerini kendine sakladı. Tüm bunları duymak, onu Stara'yı kurtarma ve mümkün olduğu kadar çabuk bu yerden onu çekip çıkarma isteğiyle doldurdu. Bunu yapacağına yemin etti. Ama önce denize açılıp işlerini yoluna koymalıydı. Sonra onun için dönebilirdi.

Sahile vardıklarında, Reece önlerindeki gemide adamlarının onu beklediğini  gördü.

Önünde durdu ve Srog ona dönerek omuzlarını samimiyetle kavradı.

"Tüm bunları Gwendolyn'le paylaşacağım," dedi Reece. "Endişelerini anlatacağım. Fakat bu adalarla ilgili kararlı olduğunu biliyorum. Buraları Halka'nın daha büyük bir stratejisi için gerekli parçalar olarak görüyor. En azından şimdilik buradaki düzeni korumalısın. Her ne pahasına olursa olsun. Neye ihtiyacın var? Daha fazla gemi? Daha çok adam?"

Srog kafasını salladı.

"Dünyadaki tüm adamları ve gemileri de verseniz, Yukarı Adalar sakinlerini değiştirmez. Bunu yapabilecek tek şey kılıçların uçlarıdır."

Reece ona dehşete düşmüş bir bakış attı.

"Gwendolyn masumları asla katletmez," dedi Reece.

"Bunu biliyorum," diye cevap verdi Srog. "Bu yüzden birçok adamamızın öleceğinden endişe duyuyorum."