Ejderhaların Kaderi

Text
Aus der Reihe: Felsefe Yüzüğü #3
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Bir an için başını kaldırıp baktı ve ışıkta renk değiştirerek kristal maviye dönüşen iri, çağla yeşili gözleri, Erec’i yerine sabitledi. Erec, şuan, onunla ilk karşılaştığı andan daha çok büyülenmiş olduğunu fark ederek şaşırdı.

Kaşlarını çatan hancı, burnundan akan kanı silmeye devam ederek kızın arkasından dışarı çıktı. Kız, etrafı yaşlı kadınlarla çevrilmiş bir halde Erec’e doğru kararsız adımlarla yürüdü ve yaklaştığı zaman reverans yaptı. Erec, Dük’ün maiyetindeki birkaç kişinin de yaptığı gibi ileri çıkarak kızın önünde durdu.

“Lordum,” diyen kızın tatlı ve yumuşak sesi, Erec’in kalbini doldurdu. “Lütfen, sizi kızdırmak için ne yaptığımı söyleyin. Ne olduğunu bilmiyorum, ama yaptığım şey her neyse özür dilerim.”

Erec gülümsedi. Kızın sözleri, konuşması ve ses tonu—hepsi, yenilenmiş hissetmesini sağladı. Kızın susmasını hiç istemiyordu.

Uzandı ve kızın çenesini tutarak, gözleri buluşana kadar yukarı kaldırdı. Kızın gözlerine bakarken, kalbi hızlandı. Mavi bir denizde kaybolmak gibiydi.

“Leydim, beni kızdırmak için hiçbir şey yapmadınız. Bunu yapabilmenizin mümkün olduğunu bile sanmıyorum. Buraya öfkeyle değil, aşkla geldim. Sizi gördüğümden beri, başka hiçbir şey düşünemiyorum.”

Kız şaşırmış gibi göründü ve gözlerini birkaç kez kırpıştırarak, bakışlarını yere eğdi. Mahcup ve gergin görünerek, ellerini kıvırdı. Belli ki bu onun için yepyeni bir şeydi.

“Lütfen Leydim, söyleyin bana. İsminiz nedir?”

“Alistair,” diye cevapladı kız, mütevazı bir şekilde.

“Alistair,” diye tekrarladı Erec, etkilenerek. Şimdiye kadar duymuş olduğu en güzel isimdi.

“Bunu öğrenmenin sizin için neden gerekli olduğunu bilmiyorum,” diye ekledi kız, yumuşak bir sesle, yere bakmaya devam ederek. “Siz bir lordsunuz. Bense sadece bir hizmetçiyim.”

“Doğrusu, o benim hizmetçim,” dedi hancı, öne çıkarak. “Sözleşmeyle bana bağlı. Yıllar önce bir sözleşme imzaladı. Yedi yıl için söz verdi. Karşılığında ona yemek ve kalacak yer verdim. Henüz üç yılını tamamladı. Gördüğünüz üzere, bu tamamen zaman kaybı. O benim. Onun sahibi benim. Onu alamazsınız. O benim. Anlıyor musunuz?”

Erec, daha önce hiçbir adamdan nefret etmediği kadar nefret etti hancıdan. Kılıcını çekip, tam kalbine saplamak ve onun işini bitirmek gibi bir ahmaklık yapmak üzereydi. Ancak adam bunu ne kadar hak ediyor olsa da, Erec, Kral’ın kanununa karşı gelmek istemiyordu. Sonuçta, davranışları Kral’a yansıyordu.

“Kral’ın kanununa,” dedi Erec, sert bir sesle, “karşı gelmeye niyetim yok. Ancak, yarın turnuva başlıyor. Ve ben de, her erkek gibi, eşimi seçmeye hak kazandım. Şimdi, burada bilmenizi istiyorum ki, ben, Alistair’ı seçiyorum.”

Herkes şaşkınlık içinde birbirine dönerken, oda soluk sesleriyle doldu.

“Yani,” diye ekledi Erec, “Alistair, razıysa.”

Kalbi hızla çarpan Erec, yüzünü yerden kaldırmayan Alistair’a baktı. Kızın kızardığını görebiliyordu. “Rıza gösteriyor musunuz, Leydim?”

Oda sessizliğe gömüldü.

“Lordum,” dedi kız, yumuşak bir sesle, “kim olduğumu, nereli olduğumu, neden burada olduğumu bilmiyorsunuz. Ve korkarım, bunlar, size anlatamayacağım şeyler.”

Erec, şaşırmış bir halde Alistair’a baktı. “Niçin bana anlatamazsınız?”

“Geldiğimden beri kimseye anlatmadım. Bir yemin ettim.”

“Ama neden,” diye ısrar etti Erec, son derece merak ederek.

Ancak Alistair, sessiz kalarak, başını eğik tutmaya devam etti.

“Bu doğru,” diye araya girdi hizmetçi kadınlardan biri. “Bu kız, kim olduğunu bize asla söylemedi. Ya da neden burada olduğunu… Söylemeyi reddediyor. Yıllarca denedik.”

Erec’in kafası son derece karışmıştı, ancak bu sadece kızın gizemini artırıyordu. “Eğer kim olduğunuzu öğrenemiyorsam, o halde öyle olsun,” dedi. “Yemininize saygı duyuyorum. Ama bu, size olan sevgimi değiştirmeyecek. Leydim, kim olursanız olun, bu turnuvayı kazanırsam, ödülüm olarak sizi seçeceğim. Tüm krallıktaki kadınların arasından, sizi… Tekrar soruyorum, rıza gösteriyor musunuz?”

Alistair, yere bakmaya devam etti ve Erec, onu izlerken, yanaklarından akan gözyaşlarını gördü.

Aniden, kız koşarak odadan çıktı ve arkasından kapıyı kapattı.

Erec, diğerleriyle birlikte şaşkına dönmüş bir halde sessizce durdu. Kızın tepkisini nasıl yorumlayacağını bilemiyordu.

“Kendi zamanınızı ve benimkini boşa harcadığınızı gördünüz,” dedi hancı. “Kız hayır dedi. Şimdi yaylanın bakalım.”

Erec kaşlarını çattı.

“Kız hayır demedi,” diyerek araya girdi Brandt. “Cevap vermedi.”

“Biraz düşünmeye hakkı var,” dedi Erec, kızı savunarak. “Sonuçta, düşünmesi gereken birçok şey var. O da beni tanımıyor.”

Erec, ne yapacağını düşünerek öylece durdu. Sonunda, “bu gece burada kalacağım,” diye duyurdu. “Bana burada bir oda vereceksin. Sabah, turnuvalar başlamadan önce, ona tekrar soracağım. Eğer rıza gösterirse ve ben kazanırsam, o, benim gelinim olacak. Bu durumda, onu senin hizmetinden alacağım ve buradan götüreceğim.”

Hancının, Erec’i çatısının altında istemediği son derece belliydi, ama bir şey söylemeye cesaret edemedi. Bu yüzden, kapıyı arkasından çarparak hızla odadan çıktı.

“Burada kalmak istediğinden emin misin?” diye sordu Dük. “Bizimle birlikte kaleye dön.”

Erec, ciddi bir şekilde başını salladı. “Hayatımdaki hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştım.”

SEKİZİNCİ BÖLÜM

Thor, Ateş Denizi’nin çalkantılı sularına balıklama atladı ve suyun sıcak olduğunu hissederek şaşırdı.

Suyun içinde gözlerini kısa bir süreliğine açtı ve açmamış olmayı diledi. Sıra dışı ve acayip yüzleriyle, irili ufaklı, her türden garip ve çirkin deniz yaratığını gördü. Okyanus bunlarla doluydu. Kayığın güvenliğine ulaşana kadar, kendisine saldırmamaları için dua etti.

Soluk soluğa yüzeye çıktı ve hemen boğulan çocuğu arandı. Ve onu tam zamanında gördü. Suya batıp çıkan çocuğun birkaç saniye içinde boğulacağı kesindi.

Thor, çocuğun arkasından dolanıp, onu sırtından yakaladı ve başlarını suyun üstünde tutmaya çalışarak yüzmeye başladı. Bir hayvanın iniltisini duydu ve arkasını döndüğünde Krohn’u görerek şaşırdı: arkasından atlamış olmalıydı. Leopar ayaklarını oynatarak, Thor’a doğru yüzdü. Thor, onun bu şekilde tehlikeye atılması yüzünden korkunç hissetti, ancak elleri doluydu ve yapabileceği bir şey yoktu.

Çalkalanan kırmızı sulara, çevresinde bir görünüp bir kaybolan garip yaratıklara bakmamaya çalıştı. Dört kolu ve iki başı olan çirkin görünümlü mor bir yaratık, yakınlarda yüzeye çıkıp tıslayarak, korkmasına neden oldu ve ardından suya battı.

Thor, yaklaşık yirmi metre uzaklıktaki kayığı gördü ve çocuğu çekerken tek kolunu ve bacaklarını kullanarak, çılgınca yüzdü. Çocuk direnerek çırpındı ve çığlık attı. Thor, onunla birlikte suyun dibine batmaktan korktu.

“Kıpırdama,” diye bağırdı sertçe, çocuğun dinleyeceğini umarak.

Sonunda, çocuk dinledi. Thor bir an için rahatladı, ta ki bir su sesi duyup, başını diğer yöne çevirinceye kadar. Tam yanında, sarı bir başı ve dört dokunacı olan küçük bir yaratık yüzeye çıktı. Kare bir kafası vardı ve hırlayıp sallanarak, üstüne doğru yüzüyordu. Kafasının kare olması dışında, denizde yaşayan bir çıngıraklı yılan gibi görünüyordu. Thor, kendini ısırılmaya hazırladı, ancak yaratık aniden ağzını genişçe açtı ve deniz suyu tükürdü. Thor, sudan kurtulmak için gözlerini kırpıştırdı.

Yaratık, çevrelerinde daireler çizerek yüzdü ve Thor, daha hızlı yüzerek kaçma çabalarını ikiye katladı.

Diğer yanında başka bir yaratık suyun üstüne çıkarken, Thor, ilerleme kaydederek kayığa yaklaşıyordu. Ağzında iki pençesi bulunan ve on iki küçük bacağı olan yaratık, uzun, ince ve turuncuydu. Aynı zamanda, her yönü kamçılayan uzun bir kuyruğu vardı. Dik duran bir ıstakoza benziyordu. Bir su böceği gibi, suyun üzerine uzandı ve Thor’a yaklaşarak, yana dönüp kuyruğunu savurdu. Kuyruğun, koluna sertçe çarpması sonucu, Thor acı içinde bağırdı.

Yaratık hızlı bir şekilde kuyruğunu öne arkaya savurmaya devam etti. Thor, kılıcını çekip ona saldırmak istedi, ancak sadece tek bir eli boştaydı ve yüzmek için ona ihtiyacı vardı.

Yanında yüzen Krohn, yaratığa döndü ve tüyleri diken diken bir sesle hırladı. Korkusuz bir şekilde yaratığa doğru yüzdü ve canavarı korkutarak suların altında kaybolmasına neden oldu. Thor, rahat bir nefes aldı, ta ki yaratık diğer yanından çıkıp, kuyruğunu savurana kadar. Krohn, yaratığı kovalayarak, yakalamaya çalıştı ve yaratığa dişlerini geçirdi, neredeyse kaçırıyordu.

Thor, bu karmaşadan kurtulmanın tek yolunun denizden çıkmak olduğunu fark ederek, hayatı pahasına yüzdü. Sonsuz gibi gelen bir süreden sonra, her zamankinden çok daha hızlı yüzerek, dalgaların arasında şiddetle sallanan kayığa yaklaşmayı başardı. Bu esnada, onunla asla konuşmayan daha büyük iki Lejyon üyesi ve sınıf arkadaşları, yardım etmek için bekliyorlardı. Öne eğildiler ve ellerini uzattılar.

Thor, ilk olarak çocuğun kayığa çıkmasına yardım etti. Büyük çocuklar, çocuğu kollarından yakaladılar ve kayığa çektiler.

Thor, arkasına uzandı, Krohn’u yakaladı ve sudan dışarı, kayığa doğru fırlattı. Üstünden sular damlayan ve titreyen Krohn, dört ayak üstüne düştü. Islak zeminde, kayığın diğer ucuna doğru kaydı. Sonra aniden ayakları üzerine sıçrayarak döndü ve kayığın kenarına koşarak Thor’u aradı. Orada, suya bakarak durdu ve acıyla haykırdı.

Thor uzandı ve çocuklardan birinin elini yakaladı. Tam kendini yukarı çekecekken, ayak bileğine ve kalçasına sarılan güçlü ve kaslı bir şey hissetti. Dönüp aşağıya baktı ve bacağına dolanmış dokunacın sahibi, kalamara benzeyen küf yeşili yaratığı gördüğünde kalbi durdu.

İğnelerin bacağını deldiğini hissettiğinde, acıyla bağırdı.

Eğer hızla bir şey yapmazsa, işinin biteceğini fark etti. Boştaki eliyle kemerine uzandı, küçük bir hançer çıkardı ve yaratığa vurdu. Ancak dokunaçlar öyle kalındı ki, hançer onu delemedi bile.

Bu, yaratığı kızdırdı. Gözleri olmayan yaratığın yeşil kafası aniden yüzeye çıktı, jilet keskinliğindeki dişlerini ortaya çıkardı ve Thor’a uzandı. Thor, kesilen bacağından akan kanı hissettiğinde hızlı davranması gerektiğini biliyordu. Büyük çocukların onu tutma çapalarına rağmen, elleri kayıyordu ve tekrar suya batıyordu.

 

Sürekli haykıran Krohn, suya atlamaya hazırmış gibi eğildi. Ancak bu şeye saldırmanın yararsız olacağını o bile anlamış olmalıydı.

Büyük çocuklardan biri öne çıktı ve bağırdı: “EĞİL!”

Çocuk bir mızrak fırlatırken, Thor başını eğdi. Ancak mızrak, yaratığı ıskaladı ve zararsız bir şekilde suya battı. Yaratık çok zayıf ve çok hızlıydı.

Aniden, Krohn ağzını açarak suya atladı ve keskin dişlerini yaratığın boynuna sapladı. Dişlerini kenetleyerek, yaratığı bir sağa bir sola salladı.

Ama bu kaybedilen bir savaştı: yaratığın derisi çok sert ve çok kaslıydı. Yaratık, Krohn’u yanlara doğru atmaya çalıştı ve sonunda suyun içine düşürdü. Bu arada yaratığın, Thor’un bacağındaki tutuşu sıkılaştı ve Thor, nefes alamadığını hissetti. Dokunaçlar öyle kötü yakıyordu ki, Thor bacağı kopacakmış gibi hissetti.

Son bir umutsuz çabayla, Thor, çocuğun elini bıraktı ve aynı anda kemerindeki kısa kılıcına uzandı. Ancak zamanında yakalayamadı, kaydı ve suya düştü.

Kayıktan uzaklaştırıldığını, yaratık tarafından çekildiğini hissetti. Her geçen an daha hızlı bir şekilde geriye doğru sürükleniyordu ve çaresiz bir şekilde elini uzattığında, kayığın gözden kaybolduğunu gördü. Farkında olduğu son şey, suyun içine, Ateş Denizi’nin derinliklerine çekildiğiydi.

DOKUZUNCU BÖLÜM

Gwendolyn, açık çayırda koşuyordu, yanında babası Kral MacGil vardı. On yaşlarında olabilirdi ve babası da çok gençti. Sakalı kısaydı, beyaz değildi ve cildi gençlikle parlıyordu. Mutlu ve umursamazdı, kızının elini tutup onunla birlikte tarlaların içinde koşarken coşkuyla gülüyordu. Bu, Gwendolyn’in hatırladığı, bildiği babaydı.

Kızını kaldırıp, omzuna attı ve kahkahalar atarak döndürdü, Gwendolyn deli gibi kıkırdıyordu. Babasının kollarında güvende hissediyordu ve birlikte geçirdikleri bu zamanın bitmesini hiç istemiyordu.

Ama babası onu yere bıraktığında, garip bir şey oldu. Aniden, güneşli öğleden sonrası, alacakaranlığa döndü. Gwen’in ayakları yere değdiği zaman, çayırdaki çiçeklerin içine girmedi, bileğine kadar çamura battı. Birkaç metre uzağındaki babası, şimdi çamurun içinde sırt üstü yatıyordu, çok daha yaşlıydı ve sıkışıp kalmıştı. Biraz daha uzakta, çamurun içinde parıldayan şey de babasının tacıydı.

“Gwendolyn,” diye soludu. “Kızım. Bana yardım et.” Çamurun içindeki elini kaldırdı ve çaresizce kızına uzattı.

Gwen, babasına yardım etme isteğiyle zayıf düştü ve onun yanına gitmeye, elini yakalamaya çalıştı. Ama ayakları kımıldamıyordu. Aşağıya baktı ve ayaklarının etrafındaki çamurun kuruyup, sertleştiğini gördü. Serbest kalmaya çalışarak, kıpırdanıp durdu.

Gwen gözlerini kırpıştırdı ve kendini, kalenin siperliklerinden aşağıya bakarken buldu. Bir şeyler yanlıştı: yere bakarken, her zamanki ihtişamı ve cümbüşü değil, etrafa yayılmış bir mezarlığı görüyordu. Bir zamanlar ihtişamla parıldayan Kraliyet Sarayı, şimdi gözün görebildiği mesafeye kadar yeni mezarlarla kaplıydı.

Bir ayak sesi duydu ve arkasını döndüğünde, kapüşonlu siyah bir pelerin giyen suikastçının kendisine yaklaştığını görünce kalbi durdu. Kapüşonunu indiren adam, Gwen’e doğru hızla koştu. Tek gözü yoktu ve göz boşluğunda kalın ve pürüzlü bir hançer yarası vardı. Hırlayarak, elini ve kabzası parlak kırmızı olan pırıltılı hançerini kaldırdı.

Adam öyle hızlı hareket ediyordu ki, Gwen zamanında tepki gösteremedi. Adam hançeri tüm gücüyle indirirken, Gwen, ölmek üzere olduğunu bilerek kendini hazırladı.

Hançer, yüzünden sadece birkaç santim uzakta aniden durdu ve Gwen gözlerini açtığında, adamın bileğini havada yakalayan, ceset halindeki babasını gördü. Babası, hançer düşene kadar adamın elini sıktı, ardından adamı omuzlarına kaldırdı ve siperden aşağıya attı. Gwen, aşağıya düşen adamın çığlıklarını dinledi.

Babası döndü ve ona baktı; yüzünde sert bir ifade vardı, çürüyen elleriyle kızının omuzlarını tuttu. “Burası senin için güvenli değil,” diye uyardı. “Güvenli değil!” diye bağırdı, ellerini daha sıkı bastırarak ve Gwen’in çığlık atmasına sebep oldu.

Gwen çığlık atarak uyandı. Saldırganını görmeyi bekleyerek, odasına bakındı ve yatağında dimdik oturdu.

Ancak, şafak öncesindeki yoğun sessizlikten başka bir şeyle karşılaşmadı.

Soluk soluğa kalmış bir halde yataktan kalktı ve küçük, taş bir lavaboya koşarak, yüzüne defalarca su çarptı. Bu sıcak yaz sabahında, ayaklarının altındaki serin taşı hissederek duvara yaslandı ve kendini toplamaya çalıştı.

Rüyası çok gerçekçiydi. Bir rüyadan fazlası olduğunu hissediyordu. Babasından gelen gerçek bir uyarıydı, bir mesajdı. Kraliyet Sarayı’ndan derhal ayrılmak ve bir daha geri dönmemek gibi ani bir dürtüye kapıldı.

Bunu yapamayacağını biliyordu. Kendini toplamak ve aklını başına almak zorundaydı. Ancak ne zaman gözünü kırpsa, babasının yüzünü görüyor ve uyarısını hissediyordu. Bu rüyadan sıyrılmak için bir şey yapmak zorundaydı.

Dışarı baktı ve ilk güneşin yükselmeye başladığını gördü. Kendini toparlamasına yardımcı olacak tek bir yer düşündü: Kraliyet Nehri. Evet, gitmek zorundaydı.

*

Gwendolyn, Kraliyet Nehri’nin dondurucu sularına tekrar tekrar daldı. Küçük bir çocukken bulduğu ve sık sık gittiği, kayadan oyulmuş küçük ve doğal havuzun içinde oturdu. Soğuk akıntının, çıplak vücudunu yıkadığını ve temizlediğini hissederek suyun altında kaldı.

Bir gün, dağın tepesindeki bir ağaç yığınının ortasında gizlenmiş bu kuytu yeri bulmuştu. Nehrin akışının yavaşladığı ve derin bir havuz oluşturduğu küçük bir düzlüktü. Yukarı ve aşağı taraflarda nehir tüm hızıyla akmaya devam ediyordu, ancak bu düzlükte hafif bir akıntı vardı. Havuz derindi, kayalar pürüzsüzdü ve yer öyle iyi gizlenmişti ki Gwen çıplak bir şekilde yıkanabiliyordu. Yaz mevsiminde neredeyse her sabah güneş yükselirken, zihnini boşaltmak için buraya gelirdi. Özellikle de böyle günlerde, rüyalar tarafından ele geçirildiğinde, burası onun sığınma yeriydi.

Bunun sadece bir rüya mı yoksa başka bir şey mi olduğunu anlamak Gwen için çok zordu. Bir rüyanın, mesaj ya da alamet olduğunu nasıl bilebilirdi? Aklının oyun mu oynadığını yoksa harekete geçmesi için bir şans mı verildiğini nasıl bilebilirdi?

Gwendolyn, sıcak yaz sabahında nefes almak için yükseldi ve ağaçlardaki kuşların cıvıltılarını duydu. Arkasındaki kayaya yaslanarak, suyun içindeki doğal çıkıntıya oturdu. Boynuna kadar suyun içindeydi. Düşünüyordu. Yüzüne su çarptı ve ardından ellerini, alev rengi uzun saçlarında gezdirdi. Gökyüzünü, doğmakta olan ikinci güneşi, ağaçları ve yüzünü yansıtan suyun kristal yüzeyine baktı. Parlayan mavi gözleri, sudaki yansımasından bakışlarına karşılık verdi. Gözlerinde, babasından bir şeyler görebiliyordu. Tekrar rüyasını düşünerek, başını çevirdi.

Babasının suikastı, casuslar, komplolar ve özellikle de Gareth’ın kral olması yüzünden, Kraliyet Sarayı’nda kalmasının tehlikeli olduğunu biliyordu. Abisi, sağı solu belli olmayan biriydi. Kindardı. Paranoyaktı. Ve oldukça kıskançtı. Herkesi, özellikle de Gwen’i bir tehdit olarak görüyordu. Her şeyi yapabilirdi. Gwen, orada güvende olmadığını biliyordu. Kimse güvende değildi.

Fakat Gwen kaçacak biri değildi. Babasının katilinin kim olduğunu bulması gerekiyordu ve eğer o kişi Gareth ise, adaleti sağlayana kadar kaçıp gidemezdi. Katili yakalanana kadar, babasının ruhunun huzur bulmayacağını biliyordu. Adalet, hayatı boyunca babasının düsturu olmuştu ve bunu tüm insanlar içinde bir tek o hak ediyordu.

Gwen, abisi Godfrey ile birlikte Steffen’la karşılaşmalarını tekrar düşündü. Steffen’ın bir şey sakladığından emindi ve ne olduğunu merak ediyordu. Bir parçası, onun zamanla kendiliğinden açılacağını hissediyordu. Ama ya açılmazsa? Babasının katilini hemen bulmak istiyordu, ancak başka nereye bakacağını bilmiyordu.

Gwendolyn, suyun altındaki oturma yerinden kalktı ve sabah havasında titreyerek, çıplak bir şekilde kıyıya tırmandı. Kalın bir ağacın arkasına saklandı ve her zaman yaptığı gibi, bir dala astığı havlusunu almak için yukarı uzandı.

Ancak uzandığında, havlusunun orada olmadığını fark ederek, şok oldu. Orada çıplak ve ıslak bir şekilde dururken ne olduğunu anlayamadı. Her zamanki gibi havlusunu oraya astığından emindi.

Neler olduğunu anlamaya çalışarak, şaşkın ve üşümüş bir halde orada dururken, aniden, arkasında bir hareket hissetti. Öyle hızlıydı ki tıpkı bir bulanıklık gibiydi ve sadece bir saniye sonra, arkasında bir adamın durduğunu fark ettiğinde kalbi durdu.

Çok hızlı olmuştu. Rüyasındaki gibi kapüşonlu siyah bir pelerin giymiş olan adam, Gwen’i sıkıca yakaladı ve çığlıklarını susturmak için kemikli eliyle uzanıp, ağzını kapattı. Diğer eliyle kızın beline sarıldı ve kendine çekerek, havaya kaldırdı.

Gwen, adam kendisini yere bırakana kadar çığlık atarak, havayı tekmeledi. Adamın ellerinden kurtulmaya çalıştı, ama adam çok güçlüydü. Adam öne uzandığında, Gwen, tıpkı rüyasındaki gibi parlak kırmızı kabzası olan bir hançer tuttuğunu gördü. Sonuçta rüyasının bir uyarı olduğu ortaya çıkmıştı.

Hançerin, boğazına dayandığını hissetti ve adam o kadar sıkı bastırıyordu ki hareket edecek olsa boğazı kesilirdi. Nefes almaya çalışırken, gözlerinden yaş aktı. Kendisine çok kızıyordu. Aptalca davranmıştı. Daha tedbirli olması gerekirdi.

“Yüzümü tanıyor musun?” diye sordu adam, öne uzanarak.

Gwen, adamın korkunç nefesini yanağında hissetti ve adamın yüzünü gördü. Kalbi duracak gibi oldu. Rüyasındakiyle aynı yüzdü, gözü olmayan ve yüzü yaralı olan adam. “Evet,” diye cevap verdi, titreyen sesiyle.

Bu, çok iyi bildiği bir yüzdü. Adamın adını bilmiyordu, ama onun bir infazcı olduğunu biliyordu. Çocukluğunda Gareth’ın yanında dolaşan bayağı tiplerden biriydi. Gareth’ın ulağıydı. Gareth, korkutmak, işkence etmek ya da öldürmek istediği herkese onu yolluyordu.

“Sen, abimin köpeğisin,” dedi hiddetle, meydan okuyarak.

Adam, olmayan dişini ortaya çıkararak gülümsedi. “Ben onun ulağıyım. Ve mesajım, onu asla unutmaman için özel bir silahla birlikte geliyor. Abinin bugünkü mesajı, sorular sormayı bırakman. Seninle işim bittiğinde o güzel yüzünde bırakacağım yara, tüm hayatın boyunca bunu hatırlamanı sağlayacak.” Adam kahkaha attı, ardından hançeri yukarı kaldırdı ve kızın yüzüne doğru indirmeye başladı.

“HAYIR!” diye çığlık attı Gwen. Hayatını değiştirecek olan yara için kendini hazırladı.

Ancak hançer aşağıya inerken, bir şey oldu. Çığlık atan bir kuş birdenbire gökyüzünden dalışa geçti. Gwen yukarı baktı ve kuşu tanıdı: Estopheles.

Şahin pençelerini çıkararak adamın yüzüne saldırdı.

Gwen’in yüzünü çizmeye başlamış olan hançer aniden yön değiştirdi; adam hançeri bırakıp ellerini kaldırırken, çığlık attı. Gwen, gökyüzünde parlayan beyaz bir ışık gördü; güneş dalların arasından parlıyordu. Ve Estopheles uçarak uzaklaşırken, Gwen, şahinin babası tarafından gönderilmiş olduğunu biliyordu.

Hiç zaman kaybetmedi. Arkasını döndü ve eğitmeninin öğretmiş olduğu gibi, çıplak ayağıyla mükemmel bir şekilde hedef alarak adamı karnından sertçe tekmeledi. Başka bir tekme daha attığında, adam dengesini kaybedip dizlerinin üstüne düştü.

Adam öylece dururken, Gwen öne çıktı, adamı saçından yakaladı ve dizini adamın burnuna geçirdi. Tatmin edici bir çatırtı duydu ve adamın burnundan fışkıran kanı hissetti. Adam yere yığılırken, Gwen, onun burnunu kırdığını biliyordu.

O hançeri alıp, adamı öldürmesi gerektiğini biliyordu. Ancak, çıplak bir şekilde orada dururken, içgüdüleri, giyinip oradan gitmesini söylüyordu. Ne kadar hak etmiş olsa da, ellerini, bu adamın kanına bulamak istemiyordu.

Bu yüzden onu yapmak yerine, yerdeki hançeri aldı, nehre fırlattı ve kıyafetlerini giydi. Kaçmaya hazırdı, ancak kaçmadan önce arkasını döndü ve adamın kasıklarına sert bir tekme atarak işi bitirdi.

Adam acıyla haykırdı ve yaralı bir hayvan gibi kıvrandı.

Gwen, öldürülmeye ya da en azından sakatlanmaya ne kadar yaklaştığını hissederek, içten içe titriyordu. Yanağındaki kesiğin acıdığını hissetti ve ne kadar hafif olsa da bir yara izi taşıyacağını fark etti. İncinmişti. Ancak bunu, adama göstermemişti. Çünkü aynı zamanda, içinde yükselen bir güç, babasının, MacGil krallarının yedi neslinin gücünü hissetmişti. Ve ilk defa, ne kadar güçlü olduğunu fark etmişti. Tıpkı erkek kardeşleri gibi güçlü olduğunu…

Oradan uzaklaşmadan önce, adamın yanına eğildi ve iniltileri arasında sesini duyurabilmek için iyice yaklaştı. “Bir daha yanıma yaklaşırsan,” dedi kızgın bir sesle, “seni kendi ellerimle öldürürüm.”

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?