Kostenlos

Dönüşüm

Text
Aus der Reihe: Vampır Mektupları #1
0
Kritiken
Als gelesen kennzeichnen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

On İkinci Bölüm

Aşağı inerken attıkları adımlar geniş, taştan merdivende yankılandı. Etraf loştu. Caitlin elini uzatıp Caleb’in koluna girdi. Elinin orada kalmasına ses çıkarmayacağını umdu. Umduğu gibi çıktı. Hatta Caleb kolunu güç verirce- sine sıkılaştırdı. Bir kez daha Caitlin için her şey yolundaydı. Şu karanlığın dibine kadar inmelerinde bir mahzur yoktu; yeter ki birlikte olsunlar.

Aklından bir sürü düşünce geçti. Bu konsey de neyin ne- siydi? Neden onu oraya götürmek konusunda ısrar etmiş- ti? Neden onun yanında olmak için bu kadar diretiyordu? Yukarıdayken rahatlıkla ona itiraz edebilirdi; ona gitmek istemediğini, yukarıda bekleyeceğini söyleyebilirdi. Onun yanında kalmak istiyordu işte. Kendini başka bir yerde dü- şünemiyordu bile.

Olanların hiçbiri aklına yatmıyordu. Her yeni durumda cevaplar almak yerine, kafası daha fazla soruyla doluyordu. Şu yukarıdaki insanlar da kimdi? Gerçekten vampir miydi- ler? Burada, Cloisters’da ne arıyorlardı?

Köşeyi dönüp kocaman bir odaya vardıklarında Caitlin buranın güzelliği karşısında büyülendi. İnanılmazdı. Tıpkı gerçek bir Orta Çağ kalesinin zeminine inmek gibiydi. Orta Çağ’dan kalma taşlardan örülmüş yüksek tavan, odanın üs- tünü kaplıyordu. Hemen sağ tarafında zeminin üstüne di- kilmiş kabirler duruyordu. Üstlerinde karmakarışık Orta Çağ figürleri çiziliydi. Bazıları açıktı. Acaba uyudukları yer burası mıydı?

Şimdiye kadar vampirler hakkında duyduğu tüm bilgi- leri hatırlamaya çalıştı. Tabutta uyumak, gece uyanmak, in- sanüstü güç ve hız, gün ışığının acı vermesi... Yavaş yavaş kafasına oturuyor gibiydi. Bizzat kendisi gün ışığında acı çekmişti ama dayanılmaz değildi. Bir de kutsal su ona bir şey yapmıyordu. Dahası, bu mekân, yani Cloisters, haçlarla doluydu. Her yerde devasa haçlar vardı. Bu vampirleri etkili- yormuş gibi gözükmüyordu. Aslında burası onların eviymiş gibi duruyordu.

Caleb’e tüm bunları ve daha fazlasını sormak istedi fakat nereden başlayacağını bilemiyordu. Sonuncu nokta üzerin- de karar kıldı.

Kafasıyla işaret ederek, “Şu haçlar” dedi, bir tanesinin al- tından geçerken. “Seni rahatsız etmiyor mu?”

Caleb dediklerini anlamamış bir hâlde ona baktı. Düşün- celere dalmış gitmiş gibi görünüyordu.

“Haçlar vampirlere zarar vermiyor mu?” diye sordu. Caleb’in jetonu düştü.

“Hepimize değil” diye cevap verdi. “Irkımız çok parçalı, tıpkı insan ırkı gibi. Irkımızın içinde pek çok alt ırk ve herırkın içinde pek çok bölge -ya da meclis- var. Bayağı karışık. İyi vampirlere zarar vermiyorlar.”

“İyi mi?” diye sordu.

“Tıpkı insan ırkı gibi iyi güçler ve şer güçleri var. Hepi- miz aynı değiliz.”

Bu kadarıyla yetindi. Her zaman olduğu gibi cevaplar daha çok soru doğurmaktan başka bir işe yaramadı. Caitlin de dilini tuttu. Şu an için Caleb’in kafasını ütülemek iste- miyordu.

Tavanların yüksekliğine karşın kapılar küçüktü. Kemerli ahşaptan yapılmış kapılar açıktı ve her seferinde geçerken eğiliyorlardı. Başka bir odaya girdiklerinde tavan yeniden yükseliyor ve karşılarına başka bir muhteşem oda çıkıyordu. Caitlin etrafına baktığında her yerde renkli camlar gördü. Sağ tarafında kürsüye benzer bir şey ve onun önünde bir dolu ufak, ahşap sandalye vardı. Issız ve güzeldi. Sahiden de Orta Çağ’dan kalma bir manastıra benziyordu.

Hiçbir hayat işareti görmedi ve hiçbir harekete tanık ol- madı. Kesinlikle hiçbir şey duymuyordu. Herkesin nerede olduğunu merak etti.

Başka bir odaya girdiklerinde zemin hafif aşağıya meyil- liydi. Caitlin’in nefesi kesildi. Bu ufak oda hazinelerle do- luydu. Burası işlemekte olan bir müzeydi ve her şey özenli bir şekilde camın arkasına konulmuştu. Tam önünde, kes- kin halojen ışıkların altında, değeri yüzlerce milyon dolara varan antik, paha biçilmez hazineler duruyordu. Altın haç- lar, gümüşten yapılma büyük kupalar, Orta Çağ’dan kalma yazıtlar...

Caleb uzun, dikey, cam bir kabinin önünde duruncaya kadar odanın içinde onu takip etti. Kabinin içinde birkaç metre büyüklüğünde muhteşem bir fildişi duruyordu. Caleb camın içine doğru baktı.

Birkaç saniye sessiz kaldı. “Nedir bu?” diye sordu Caitlin.

Caleb sessizce bakmaya devam etti. Sonunda, “Eski bir arkadaş” diye cevap verdi.

Bu kadardı. Daha fazlasını söylemedi. Onun bu nesneyle ne türden bir geçmişi olduğunu ve nesnenin nasıl bir güce sahip olduğunu merak etti. Tabelada 1300’lerin başından yazıyordu.

“Crozier olarak bilinir. Piskoposlara ait. Hem bir asa hem de bir sopadır. Cezalandırmaya gelince bir sopa ve iman edenlere yol göstermeye gelince bir asa. Kilisemizin sembo- lüdür. Kutsama ve lanetleme gücü vardır. Koruduğumuz şey budur. Bizi güvende tutan şey de...”

Kiliseleri mi? Korudukları şey mi?

Daha fazla soru sormasına fırsat kalmadan Caleb elinden tuttu ve onu başka bir kapıya götürdü.

Kadife bir urgana ulaştılar. Caleb uzanıp düğümünü açtı ve Caitlin’in geçmesi için geri çekti. Onun arkasından gel- di ve ipi tekrar düğümledikten sonra onu küçük, daire şek- lindeki, ahşap bir merdivene götürdü. Merdiven tekrardan, geldiği zemine geri dönüyormuş gibi duruyordu. Caitlin şaşkın şaşkın bakakaldı.

Caleb dizlerinin üstüne çöküp zemindeki gizli bir man- dalı açtı. Zemin açıldı ve Caitlin merdivenin doğruca aşağı- ya, derinliklere doğru indiğini gördü.

Caleb gözlerinin içine baktı. “Hazır mısın?”

Hayır demek istiyordu. Bunun yerine elini tuttu.

*

Merdivenler dar ve sarptı. Gerçek karanlığa doğru alçalı- yordu. Gittikçe daha derinlere doğru inip durmalarının ar- dından sonunda, uzakta bir ışık gördü ve hareketlilik işitti. Köşeyi döndüklerinde başka bir odaya girdiler.

Bu oda kocamandı ve her yere konulmuş fenerlerle iyi aydınlatılmıştı. Tıpkı yukarıdaki odalar gibiydi. Yüksek, taş- tan, kemerli, karmakarışık figürlerle dolu, Orta Çağ’dan kal- ma bir tavanı vardı. Duvarlarda geniş goblenler asılıydı ve büyük bir alan Orta Çağ eşyalarıyla doluydu.

Bir de insanlarla, yani vampirlerle doluydu. Hepsi siyah giymişti ve odanın içinde oradan oraya hareket ediyorlardı. Birçoğu koltuklara oturmuştu, bir kısmı birbiriyle konuşu- yordu. City Hall’ün altındaki, önceki mecliste şeytani bir karanlık sezmiş, kendini sürekli tehlikede hissetmişti. Bura- daysa ilginç bir şekilde rahatlamış hissediyordu.

Caleb onu uzun odanın içinde doğruca ortaya götürdü. Onlar yürümekteyken hareketlilik azaldı ve bir sessizlik çök- tü. Gözlerin üstlerinde olduğunu hissedebiliyordu.

Odanın ucuna geldiklerinde Caleb kendinden daha uzun ve daha geniş omuzlara sahip, büyükçe bir vampirin yanına yaklaştı. Adam ifadesiz bir şekilde ona baktı.

“Bir görüşmeye ihtiyacım var” dedi Caleb basitçe.

Vampir yavaşça döndü ve dışarı çıkıp kapıyı arkasından kapadı.

Caleb ve Caitlin orada öylece durup beklediler. Caitlin gözleriyle odayı taradı. Hepsi -yüzlerce vampir- onlara bak- maktaydı. Ancak kimse yakına gelmek için hareket etmi- yordu.

Kapı açıldı ve büyük vampirin işareti ile içeri girdiler.

Bu küçük oda daha karanlıktı. Sadece odanın uzak ucun- daki iki fenerle aydınlanıyordu. Ayrıca öbür tarafta duran uzun masa sayılmazsa tamamen boştu. Masanın arkasında yedi vampir oturmuş, gaddar bir şekilde onlara bakıyorlardı. Bir hâkimler heyeti gibi duruyordu.

Bu vampirlere has bir özellik, onların çok yaşlı görünme- sine yol açıyordu. İfadelerinde bir sertlik vardı. Kesinlikle bir hâkimler heyetiydi.

“Konsey başladı!” diye bağırdı büyük vampir ve değneği- ni zemine vurduktan sonra hızlıca odadan çıktı. Kapıyı ar- kasından sertçe kapadı. Yedi vampirin tam karşısında artık sadece ikisi vardı.

Caitlin ne yapacağını ya da ne diyeceğini bilemez hâlde, tereddüt içinde Caleb’in yanında duruyordu.

Hâkimler onları süzerken ortalığı tuhaf bir sessizlik kap- ladı. Sanki ruhlarının içine bakıyorlarmış gibiydi.

Heyetin ortasındaki vampir, çatallaşmış sesiyle, “Caleb”

dedi. “Nöbet yerini terk ettin.”

“Terk etmedim, efendim” diye yanıt verdi. “200 yıl bo- yunca nöbetime sadık kaldım. Bu gece harekete geçmek zo- runda kaldım.”

“Bizim emrimiz olmadan harekete geçemezsin” diye ce- vap verdi. “Hepimizi tehlikeye attın.”

“Görevim, bizi yaklaşan savaş için uyarmaktı” diye yanıt- ladı Caleb. “Zamanın geldiğine inanıyorum.”

Konseydekiler nefesini tuttu. Uzun bir sessizlik oldu. “Seni bunu düşünmeye iten nedir?”

“Onu kutsal suyla yıkadılar ve su derisini yakmadı. Öğre- ti bize diyor ki gün gelecek, o aramıza inecek, silahlarımıza karşı dayanıklı olacak ve savaşı haber verecek.”

Odaya, nefeslerin tutulduğu bir sessizlik hâkim oldu. Hepsi birden Caitlin’e bakıp dikkatle incelediler. Hâkimlerden bir kısmı kendi aralarında konuşmaya başla- dılar. Ortada duran, avucunun içiyle masaya vurana kadar da susmadılar.

Ortadaki vampir, “Sessizlik!” diye bağırdı. Mırıldanmalar yavaş yavaş dindi.

“Yani sırf bir insanı kurtarmak için hepimizi riske mi at- tın?” diye sordu.

“Onu bizi kurtarmak için kurtardım” diye yanıtladı Ca- leb. “Eğer o, o ise o olmadan hiçbir şeyiz demektir.”

Caitlin’in başı döndü. Ne düşüneceğini bilemiyordu. O mu? Öğreti mi? Neyden bahsediyordu ki? Kendisini başka biri, onun olduğundan çok daha önemli biri sanıp sanmadı- ğını merak etti.

İçi acıdı. Konsey ona o şekilde baktığı için değil, Caleb’in onu sırf kendisini düşünerek kurtardığından endişelenme- ye başladığı için, onu gerçekten umursamadığı için, gerçeği öğrendiği zaman içinde ona karşı hissettikleri yok olacağı için... Caitlin’in sıradan bir kız olduğunu keşfedecek ve son birkaç günde neler yaşanmış olursa olsun, tıpkı hayatına gir- miş tüm erkekler gibi onu bırakacaktı.

 

Sanki düşüncelerini doğrularcasına, ortadaki hâkim kafa- sını iki yana sallayıp Caleb’e küçümser gözlerle baktı.

“Ölümcül bir hata yaptın” dedi. “Bir türlü göremediğin şey, bu savaşı senin başlattığındır. Senin oradan ayrılman, onları bizim varlığımıza karşı alarma geçirdi.”

“Dahası o düşündüğün kişi değil.”

Caleb söze başladı. “O zaman nasıl açıklıyorsunuz bu...” Bu sefer başka bir konsey üyesi konuştu. “Birkaç asır önce

böyle bir vaka olmuştu. Vampirlerden biri silahlara karşı ba-

ğışıktı. Herkes onun da Mesih olduğunu düşünmüştü. Me- sih falan değildi. Sadece bir melezdi.”

“Melez mi?” diye sordu Caleb. Sesi birden kesinlik hava- sını yitirmişti.

“Yani doğuştan vampir” diye devam etti adam. “Asla dö- nüşmemiş biri. Onlar bazı silahlara karşı bağışıktırlar, bazı- larına karşı değildirler. Ancak bu, onları bizden biri yapmaz. Ölümsüz de yapmaz. Göstereyim” dedi ve birden Caitlin’e döndü.

Caitlin, adamın gözleri üzerindeyken kendini tedirgin hissediyordu. “Söyle bakalım genç çocuk, seni kim dönüş- türdü?”

Caitlin’in adamın neyden bahsettiği konusunda en ufak bir fikri yoktu. Sorusunun bile ne anlama geldiğini anla- mamıştı. Kendisini, bu gece bir kez daha, verilecek en iyi cevabın ne olduğunu düşünürken buldu. Tereddüt etti. Vereceği cevabın sadece kendisinin değil, Caleb’in selame- ti üzerinde de büyük bir etkisinin olacağını hissediyordu. Ona doğru cevabı vermek istiyor fakat ne diyeceğini bile- miyordu.

“Üzgünüm” dedi. “Neden bahsettiğinizi bilmiyorum. Ben hiç dönüştürülmedim. Bunun ne anlama geldiğini bile bilmiyorum.”

Başka bir konsey üyesi öne eğildi. “O zaman baban kim?”

diye sordu.

Sorulacak o kadar şey varken ne diye kalkıp bunu sormak zorundaydı ki? Bu soru kendisine hayatı boyunca sorup dur- duğu soruydu. O kimdi? Neden onunla hiç karşılaşmamıştı? Neden onu terk etmişti? Bu cevapları istediği kadar başka hiçbir şey istemiyordu hayatta. Şimdi talep üzerine bu ce- vapları sağlayamazdı.

“Bilmiyorum” dedi sonunda.

Konsey üyesi zafer edasıyla geri yaslandı. “Gördün mü?” dedi. “Melezler dönüşmüş değillerdir. Asla ebeveynlerini bilmezler. Yanıldın Caleb. Ölümcül bir hata yaptın.”

“Öğreti diyor ki Mesih bir melez olacak ve bizi kayıp kı- lıca götürecek” diye çıkıştı Caleb.

“Öğreti diyor ki Mesih’i getiren kişi bir melez olacak” diye düzeltmede bulundu konsey üyesi. “Mesih değil.”

“Kelimelerle oynuyorsunuz” diye cevap verdi Caleb. “Size savaşın başladığını söylüyorum ve bizi kılıca götürecek kişi de o. Zaman daralıyor. Bizi ona götürmesini sağlamak zo- rundayız. Elimizdeki tek umut bu.”

“Çocuk masalları” diye yanıtladı başka bir konsey üyesi. “Bahsettiğin kılıç aslında mevcut değil. Mevcut olsaydı bizi ona götürecek kişi bir melez olmazdı.”

“Eğer biz yapmazsak bunu diğerleri yapacak. Onu yaka- layacak ve kılıcı bulup bize karşı kullanacaklar.”

Heyetin uzak köşesinde duran bir tanesi, “Onu buraya getirmekle affedilmez bir ihlalde bulundun” dedi.

“Ama ben...” diye lafa girişti Caleb. “YETER!” diye bağırdı heyetin lideri. Oda sessizleşti.

“Caleb, meclisimizin pek çok kuralını farkında olarak ih- lal ettin. Nöbet yerini terk ettin. Görevine sadakatsizlikte bulundun. Savaşın kıvılcımını ateşledin. Hepimizi sırf bir insan yüzünden riske attın. İnsan bile değil, bir melez için. Daha da kötüsü, onu buraya getirdin. Ta içimize sokup he- pimizi tehlikeye attın.”

“Seni elli yıllık hapse kapatmaya mahkûm ediyoruz. Bu yerden asla ayrılmayacaksın. Bu melezi de tuttuğun gibi sur- lardan dışarı atacaksın.”

“Şimdi çıkın.”

On Üçüncü Bölüm

Caitlin ve Caleb, Cloisters’ın dışındaki geniş, açık teras- ta durmuş gecenin manzarasına bakıyorlardı. Caitlin uzaklarda, mart ayının yaprakları dökülmüş ağaçları arasın- dan akan Hudson Nehri’ni görebiliyordu. Hatta uzaktan köprünün üstünden geçen arabaların küçük ışıklarını bile görebiliyordu. Gece tamamen sessizdi.

Saniyeler boyu süren sessizliğin ardından “Bana bazı ce- vaplar vermene ihtiyacım var, Caleb” dedi sakin bir şekilde.

“Biliyorum” diye yanıtladı Caleb.

“Burada ne işim var? Benim kim olduğumu düşünüyor- sun?” diye sordu Caitlin. Nihai soruyu sorması için cesareti- ni toplaması birkaç saniyesini aldı. “Beni neden kurtardın?”

Caleb birkaç saniye boyunca ufka baktı. Caitlin bir şeyler düşünüp düşünmediğini ve hatta cevap verip vermeyeceğini bile anlayamıyordu.

Sonunda Caleb ona doğru döndü. Gözlerinin içine bak- tığında bakışlarının kuvveti karşı konulmazdı. İstese bile gözlerini kaçıramıyordu.

“Ben bir vampirim” dedi. “Beyaz Meclis’e ait bir vampir.

3.000 yıldır hayattayım ve bunun 800 yılını bu mecliste ge- çirdim.”

“Ben neden buradayım?”

“Vampir meclisleri ve ırkları sürekli savaş hâlindedir. Çok bölgecidirler. Talihsizliğe bak ki sen bu şeyin tam ortasına düştün.”

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu. “Nasıl?”

Caleb kafası karışmış bir hâlde ona baktı. “Hatırlamıyor musun?”

Caitlin ona boş gözlerle baktı.

“Öldürdüğün kişi. Her şeyi başlatan buydu.” “Öldürmek mi?”

Caleb hafifçe kafasını salladı. “Demek hatırlamıyorsun. Hep öyle olur. İlk öldürmede durum hep böyledir.” Göz- lerinin içine baktı. “Dün gece birini öldürdün. Bir insanı. Ondan beslendin. Carnegie Hall’de.”

Caitlin başının döndüğünü hissetti. Birine zarar verebil- diğine inanmazdı ona kalsa. Ne var ki derinlerde bir yerde, nasıl oluyorsa artık, bunun doğru olduğunu hissediyordu. Kim olduğunu sormaya korkuyordu. Jonah olabilir miydi acaba?

Caleb sanki aklını okuyormuşçasına ekledi. “Solisti.” Caitlin tüm bunların hepsini zar zor idrak edebildi. Gerçeküstü duruyordu. Sanki asla silemeyeceği, kara bir lekeyle işaretlenmiş gibiydi. Kendini berbat hissetti. Eli ayağı boşal- mıştı.

“Neden yaptım bunu?” diye sordu.

“Beslenmen gerekiyordu” diye cevap verdi. “Neden orada ve o sırada yaptığını ise kimse bilmiyor. Savaşı başlatan şey buydu. Başka bir meclisin bölgesindeydin. Çok güçlü bir meclisin.”

“Yani yanlış zamanda, yanlış yerde miydim?”

İçini çekti. “Bilmiyorum. Bundan daha fazlası olabilir.” Caitlin ona baktı. “Ne demek istiyorsun?”

“Belki de orada olman gerekiyordu. Belki kaderin buydu.” Caitlin düşündü. Bir sonraki soruyu sormaktan korkarak düşündü de düşündü. Nihayet, cesaretini toplamıştı. “Yani bu... Vampir olduğum anlamına mı geliyor?”

Caleb öbür tarafa döndü. Geçen birkaç saniyenin ardın- dan sonunda, “Bilmiyorum” dedi.

Döndü ve ona baktı.

“Hakiki bir vampir değilsin. Maalesef hakiki bir insan da değilsin. İkisinin arasında bir şeysin.”

“Melez mi yani?” diye sordu.

“Onlar olsa böyle derdi. Ben o kadar emin değilim.” “Tam olarak nedir o?”

“Melez, vampir olarak doğmuş biridir. Bir vampirin bir insanla çiftleşmesi yasalarımıza ve öğretimize aykırıdır. Ne var ki bazen, başıboş bir vampir bunu yapıverir. Eğer insan olan doğurursa sonuçta ortaya bir melez çıkar. Ne tam in- san, ne tam vampir. Irkımız arasında hiç hoş karşılanmaz. Bir insanla çiftleşmenin cezası ölümdür. İstisna olmaz. Ço- cuk da aramıza alınmaz.”

“Ancak Mesih’in bir melez olacağını söylemiştin. Eğer kurtarıcınız bir melez olacaksa nasıl melezleri hoş karşıla- mazlar?”

“İşte bu dinimizin paradoksu” diye yanıt verdi.

“Daha fazla şey anlat” dedi. “Bir melez tam olarak nasıl farklıdır?”

“Gerçek vampirler dönüştükleri andan itibaren beslen- meye başlarlar. Melezler genellikle yaşları gelinceye kadar başlamazlar.”

Sonraki soruyu sormaya tırsıyordu. “Kaç yaş yani?”

“On sekiz.”

Caitlin düşüncelere daldı. Her şey yerli yerine oturmaya başlıyordu. Daha yeni on sekizine basmıştı. Açlığı yeni baş- lamıştı.

“Melezler aynı zamanda ölümlüdür” diye devam etti Ca- leb. “Tıpkı normal insanlar gibi ölebilirler. Öte yandan biz ölemeyiz.”

“Hakiki bir vampir olmak için beslenme niyetinde olan hakiki bir vampir tarafından dönüştürülmek gerekir. Vam- pirlerin kafalarına göre birini dönüştürmeye izni yoktur. Bu, ırkımızın çok fazla yayılmasına sebep olurdu. Önce Üst Konsey’den izin almaları gerekir.”

Caitlin denilenleri anlamaya çalışırken kaşları çatıldı. “Bazı niteliklerimiz sende var, bazıları yok. Safkan olmadığın için, maalesef, vampir ırkı seni kabul etmeyecektir. Her vampir bir meclise bağlıdır. Bir meclise bağlı olmamak çok tehlikelidir. Normalde seni aramıza alma- larını talep edebilirdim. Ama senin melez olduğun hesa- ba katıldığında... Buna asla izin vermezler. Hiçbir meclis vermez.”

Caitlin kafasını yordu. Eğer insan değil de başka bir şey olduğunu öğrenmekten daha kötüsü varsa o da hiçbir şeyin hakikisi olmadığını öğrenmekti. Hiçbir yere ait olmadığını öğrenmek. Ne oradaydı ne burada, iki dünyanın arasına kı- sılmıştı.

“O zaman tüm bu Mesih muhabbeti de neyin nesiydi? Hani benim... O olmam falan?”

“Öğretimiz, kadim yasamız bize der ki bir gün bir haber- ci, bir Mesih gelecek ve bizi kayıp kılıca götürecek. Öğreti bize o gün savaş çıkacağını, vampirler ırkı arasında, hatta insanları bile içine sürükleyen nihai bir savaşın başlayacağını söyler. Bizim kıyamet versiyonumuz budur. Onu durdurabi- lecek, hepimizi kurtaracak tek şey bu kayıp kılıçtır. Bizi ona götürebilecek tek kişi de Mesih’tir.”

“Bu gece başına gelenlere şahit olduğumda onun sen ol- duğuna emindim. Daha önce başka hiçbir vampirin kutsal suya böylesine bağışık olduğunu görmemiştim.”

Caitlin ona doğru baktı. “Şimdi?” diye sordu. Caleb ufka doğru baktı. “O kadar emin değilim.”

Caitlin gözlerini ondan ayırmadı. İçinde bir çaresizlik uyanıyordu.

“Yani...” diye başladı, alacağı cevaptan korktuğu soruya. “Beni kurtarmanın tek nedeni bu mu? Sizi kayıp bir kılıca götüreceğimi düşündüğün için mi?”

Caleb ona döndüğünde yüzündeki şaşkınlığı görebili- yordu.

“Başka neden olsun ki?” diye yanıt verdi.

Sanki karnına beyzbol sopası yemişçesine içindeki tüm havanın çekildiğini hissetti. Ona karşı hissettiği tüm aşk, aralarında olduğunu düşündüğü bağ tek bir nefeste uçup gitmişti. Arkasını dönüp koşmak istiyor; fakat nereye gide- ceğini bilmiyordu. Utanmıştı.

Gözyaşlarını bastırarak, “Pekâlâ” dedi. “En azından karın sadece işini yapıyor olduğunu bilmekten mutlu olur. Onun dışında hiçbir kimseye karşı bir şey hissetmediğin için yani, şu aptal kılıç dışında.”

Arkasını dönüp yürüdü. Nereye gittiğini bilmiyordu ama ondan uzaklaşması gerektiğini biliyordu. Hissettikleri kal- dırılacak gibi değildi. Onları nasıl yorumlaması gerektiğini kestiremiyordu.

Sadece birkaç adım ilerlemişti ki kolunun üstünde bir el hissetti. Caleb onu geri çevirdi. Orada durmuş, gözlerinin içine bakıyordu.

“O benim karım değil” dedi yumuşak bir şekilde. “Evet bir keresinde evlenmiştik, fakat bu 700 yıl önceydi. Sadece bir yıl sürdü. Maalesef vampir ırkında hiçbir şey kolay unu- tulmuyor. Boşanma diye bir şey yok.”

Caitlin elini üstünden çekti. “İyi, artık her neyin oluyorsa seni geri almaktan dolayı mutlu olur.”

Dönüp merdivenlere doğru yürümeye devam etti.

Caleb yine onu durdurdu. Bu sefer önüne geçip yolunu kesmişti.

“Seni nasıl incittim bilmiyorum” dedi. “Her ne yaptıy- sam özür dilerim.”

Zaten sorun bir şey yapmamış olman, demek istedi Ca- itlin. Sorun beni umursamamış, sevmemiş olman. Sorun benim sadece bir nesne, hedefe giden bir yol olmam. Tıpkı tanıdığım tüm diğer erkeklerde olduğu gibi. Düşünmüştüm ki belki bu sefer değişik olur.

Ancak bunları söylemedi. Onun yerine başını öne eğip gözyaşlarını bastırmak için elinden geleni yaptı ama başara- madı. Sıcak yaşların yanaklarından aşağı süzüldüğünü his- setti. Çenesini tutan bir el, başını kaldırıp onu kendisine bakmaya zorladı.

“Özür dilerim” dedi sonunda samimi bir sesle. “Haklıy- dın. Seni kurtarmamın tek nedeni bu değildi” derin bir ne- fes aldı. “Senin için bir şeyler hissediyorum.”

Caitlin içinin kabardığını hissetti.

“Ancak bilmelisin ki bu yasak. Bu konudaki yasalar ol- dukça katıdır. Bir vampir asla ama asla bir insanla yahut bir melezle veya gerçekten vampir olmayan herhangi biriyle beraber olamaz. Cezası ölümdür. Yakayı sıyırmak mümkün olmaz.”

Caleb başını eğdi.

“Yani görüyorsun ki şayet senin için bir şeyler hissetmiş- sem, şayet ortak iyinin dışında bir amaçla hareket etmişsem, bu benim ölümüm anlamına gelir.”

 

“Bana ne olacak o zaman?” diye sordu. Etrafına bakındı. “Açıkça görülüyor ki burada istenmiyorum. Nereye gitmem gerek?”

Caleb gözlerini devirip başını iki yana salladı.

“Eve gidemem” dedi. “Gidecek evim kalmadı. Polisler beni arıyor, kötü vampirler de öyle. Ne yapmam gerekiyor? Tek başıma ortalıkta mı kalacağım? Artık ne olduğumu bile bilmiyorum.”

“Keşke cevapları bende olsaydı. Denedim. Gerçekten dene- dim. Artık daha fazla yapabileceğim bir şey yok. Kimse konse- ye karşı gelemez. Bu ikimizin de ölümü anlamına gelir. Elli yıl- lık hapse çarptırıldım. Burayı terk edemem. Eğer terk edersem sonsuza kadar klanımdan kovulurum. Anlamak zorundasın.”

Caitlin gitmek için döndü ama Caleb yine onu kendine çevirdi.

“Anlamak zorundasın. Sen sadece insansın. Hayatın hepsi hepsi seksen yıl sürecek. Benimkiyse binlerce yıl. Senin ıstı- rabın kısa, benimkiyse ebediyen. Sonsuza kadar sürülmeyi göze alamam. Elimdeki tek şey meclisim. Seni seviyorum. Sana karşı içimde kendimin bile anlayamadığı bir his var.

3.000 yıldır kimseye karşı hissetmediğim bir şey bu. Fakat bu surlardan çıkma riskini göze alamam.”

“Peki” dedi. “Tekrar soracağım. Bana ne olacak?” Caleb sadece başını eğdi.

“Anlıyorum” diye yanıt verdi Caitlin. “Artık seni bağla- mıyorum.”

Caleb bir şeyler söylemek için ağzını açtı ama Caitlin git- mişti. Gerçekten gitmişti.

Çabucak balkonu geçip merdivenlerden aşağı indi. Bu sefer doğruca karanlıklar içindeki Bronx’a, New York City gecesinin içine gidiyordu. Kendini hiç bu kadar yalnız his- setmemişti.