Çeliğin Hükümdarlığı

Text
Aus der Reihe: Felsefe Yüzüğü #11
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Kendrick’in arkasındaki bin şövalyeden muazzam bir çığlık yükseldi: Gümüş artık oradaydı.

McCloudlar döndüler ve onları gördüler; ilk kez, bakışlarında gerçek bir korku ifadesi belirdi. Bin tane parıldayan Gümüş şövalyesi kusursuz bir birliktelikle atlarında ilerliyor, silahlarını çekmiş azılı katiller olarak bir fırtına gibi dağdan aşağı inerken bakışlarında zerre kadar tereddüt hissedilmiyordu. McCloudlar onlarla yüzleşmek için o yöne döndüler, ama tedirgin olmuşlardı.

Gümüş askerleri onlara, ana şehirlerine Kendrick’in liderliğinde vardı. Kendrick baltasını çekip ustalıkla savurdu ve birkaç askeri yaralayıp atlarından düşürdü; sonra diğer eliyle kılıcını çekti, kalabalığa girdi ve birkaç askerin zırhının savunmasız yerlerine kılıcını sapladı.

Gümüşler yaptıkları en iyi şeyi yapıp bir yıkım dalgası gibi düşman askerlerinin arasına daldı; hiçbiri savaşın tam orta yerine girene dek kendisini tamamıyla rahat hissetmiyordu. Bir Gümüş askeri için evinde olmak bu demekti. Etraflarındaki bütün McCloud askerlerini kılıçtan geçirip yaraladılar; düşmanlar onlara kıyasla amatör gibi kalmıştı ve çığlıkları giderek artarken her yönde yere yıkılıyorlardı.

Kimse fazlasıyla hızlı, usta, güçlü ve tekniklerinde uzman olan, tek bir ünite olarak yürümeye başladıklarından beri eğitimini aldıkları gibi savaşan gümüş askerlerini durduramıyordu. Hızları ve becerileri bu çok iyi eğitilmiş şövalyelerin yanında sıradan askerler gibi kalan McCloudları dehşete düşürmüştü. Elden, Conven, O’Connor ve destek birliği tarafından kurtarılan geriye kalan Lejyon askerleri tekrar ayağa kalktı; yaralı oldukları halde kalkıp savaşa katıldılar ve Gümüş’ün daha da hız kazanmasına katkıda bulundular.

Birkaç dakika içinde, yüzlerce McCloud yerde ölü yatıyordu ve geriye kalanlar da büyük bir paniğe kapılmıştı. Teker teker dönüp kaçmaya başladılar; McCloudlar şehir kapılarından dışarı akın ettiler ve Kraliyet Sarayı’ndan kaçmaya çalıştılar.

Kendrick kaçmalarına izin vermemeye kararlıydı. Peşinde adamlarıyla şehir kapılarına koştu ve kaçanların yolunu tıkadığından emin oldu. Bir huni etkisi oluştu ve McCloudlar şehir kapıların sıkışık bölümüne vardıklarında katledildiler… Bunlar hışımla içeri akın ettikleri şehir kapılarıydı.

Kendrick iki kılıçla birden sağındaki ve solundaki askerleri öldürürken, çok geçmeden bütün McCloudlar’ın öleceğini biliyordu. Kraliyet Sarayı yine onlara ait olacaktı. Hayatını toprakları için tehlikeye atarken, hayatta olmanın anlamının bu olduğunu biliyordu.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Luanda uçsuz bucaksız Kanyon’u adım adım yürüyerek aşarken, elleri titriyordu. Attığı her adımla birlikte, hayatının sona ermeye yaklaştığını, bir dünyadan ayrılıp diğerine girmek üzere olduğunu hissediyordu. Ama diğer tarafa varmasına adımlar kalmışken, bu dünyada son adımlarını attığını hissediyordu.

Sadece birkaç adım ardında Romulus ve milyon askerden oluşan İmparatorluk ordusu vardı. Tepede bu dünyaya ait olmayan seslerle cıyaklayan düzinelerce ejderha vardı; bunlar Luanda’nın o güne dek gördüğü en vahşi yaratıklardı ve kanatlarını Kalkan olan o görünmez duvara vuruyorlardı. Luanda birkaç adım daha atıp Halka’dan ayrıldığında, Kalkan’ın sonsuza dek çökeceğini biliyordu.

Onu bekleyen kadere, Romulus’la gaddar adamlarının elinde kesin bir biçimde gerçekleşeceğini bildiği ölüme baktı. Ama bu sefer, artık hiçbir şey umurunda değildi. Sevdiği her şey çoktan elinden alınmıştı. Kocası, dünyada en çok sevdiği erkek olan Bronson öldürülmüştü… Tüm bunlar Gwendolyn’in suçuydu. Her şey için onu suçluyordu. Artık nihayet intikam alma vakti gelmişti.

Luanda Romulus’tan bir adım uzakta durdu ve ikisi göz göze kalıp görünmez hattın iki yanından birbirlerine baktılar. Romulus son derece heybetli bir adamdı; normal bir erkeğin iki misliydi, saf kastan oluşuyordu; omuzları o kadar kaslıydı ki, boynu gözükmüyordu. Suratı sırf çeneydi, mermerleri andıran donuk ve iri siyah gözleri vardı ve başı bedenine göre fazla büyüktü. Ona bir ejderhanın avına baktığı gibi bakınca, Luanda bu adamın onu paramparça edeceğinden emin oldu.

O yoğun sessizlikte birbirlerine baktılar ve Romulus’un suratına hem gaddar bir gülümseme, hem de bir şaşkınlık ifadesi yayıldı.

“Seni bir daha göreceğimi hiç sanmıyordum,” dedi. Sesi kalındı ve genizden geliyor, o meşum yerde yankılanıyordu.

Luanda gözlerini yumdu ve Romulus’u yok etmeye çalıştı. Kendi hayatını yok etmeye çalıştı.

Ama gözlerini açtığında, Romulus hala oradaydı.

“Kız kardeşim bana ihanet etti,” dedi Luanda alçak sesle. “Artık ihanet etme sırası bende.”

Gözlerini yumup köprüden diğer tarafa, Kanyon’un öte tarafına son bir adım attı.

Bunu yapar yapmaz, ardında gök gürültüsünü andıran müthiş bir ses duydu; dönerek yükselen bir pus tıpkı kabaran kocaman bir dalga gibi Kanyon’un ta dibinden yukarı çıktı ve bir anda yine yere alçaldı. Toprak yarılıyormuş gibi bir ses geldi ve Luanda bu kez Kalkan’ın çöktüğüne kanaat getirdi. Artık Romulus’un ordusuyla Halka arasında hiçbir şey kalmamıştı. Kalkan sonsuza dek çökmüştü.

Romulus bir adım karşısında cesurca duran, gözünü bile kırpmadan, küstahça ona bakan Luanda’ya tepeden baktı. Luanda korkuyordu, ama bunu belli etmiyordu. Romulus’a bu tatmin hissini bahşetmek istemiyordu. Suratına dik dik bakarken Romulus’un onu öldürmesini istiyordu. En azından, böylelikle bir şey sahibi olabilirdi. Romulus’un işini bir an önce bitirmesini istiyordu.

Ama Romulus daha da gülümsedi ve Luanda’nın tahmin ettiği gibi köprüye değil, onun suratına bakmaya devam etti.

“Ne istersen yap,” dedi Luanda şaşkınlıkla. “Kalkan çöktü. Halka sana ait. Beni öldürmeyecek misin?”

Romulus başını salladı.

“Düşündüğüm gibi değilmişsin,” dedi onu süzerek. “Yaşamana, hatta karım olmana bile izin verebilirim.”

Luanda bunu duyunca midesi kalktı; yaratmak istediği tepki bu değildi.

Başını geriye atıp Romulus’un suratına tükürdü ve bu hareketinin ölümle sonuçlanacağını umdu.

Romulus elinin tersiyle suratını sildi ve Luanda suratına Romulus’un daha önce yaptığı gibi bir yumruk atıp çenesini kırmasını bekledi… Ona iyi davranmaktan başka her şeyi yapmasını bekledi. Ama Romulus öne adım attı, onu saçlarının arkasından tuttu, kendisine çekti ve sert bir biçimde öptü.

Romulus’un kaba, çatlak, bir yılan gibi sadece kastan oluşan dudaklarını dudaklarında hissetti; Romulus onu giderek daha sert öptüğü için neredeyse nefes alamaz hale geldi.

En sonunda, Romulus geri çekildi… Ama bunu yaparken, elini tersiyle ona öylesine sert bir tokat attı ki Luanda yüzünün yandığını hissetti.

Dehşet içinde ona baktı. Midesi kalkmış bir halde ne yaptığını anlayamadı.

“Onu zincire vurun ve yanımdan ayırmayın,” diye emir Verdi Romulus. Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz, adamları öne çıkıp Luanda’nın ellerini arkasından zincirlediler.

Romulus’un gözleri adamlarının karşısına çıkarken keyifle irileşti ve kendisini hazırlayarak köprüye ilk adımını attı.

Onu durduracak Kalkan kalmamıştı. Güven ve emniyet içinde orada durdu.

Suratında önce bir gülümseme belirdi, sonra kahkahalarla gülmeye başladı; kaslı kollarını iki yana açtı ve başını geriye attı. Zafer kazanmış halde attığı gür kahkahalar Kanton’un dört bir yanında yankılandı.

“Artık benim!” diye gürledi. “Hepsi benim!”

Sesi tekrar tekrar yankılandı.

“Askerler,” dedi. “İstila edin!”

Birlikleri aniden hızla yanından geçtiler; attıkları muhteşem çığlıklara gökte kanat çırpıp Kanyon’un ta yükseklerinde uçan ejderha sürüsünün sesleri eşlik etti. Dönen pusa tiz cıyaklamalarla girdiler ve bu muhteşem ses göklere ulaşırken, artık tüm dünyaya Halka’nın bir daha asla eskisi gibi olmayacağını anlattılar.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Alistair dev okyanus dalgaları tekrar tekrar yanından geçerken hafifçe yukarı aşağı sallanan kocaman geminin pruvasında Erec’in kollarında yatıyordu. Başını büyülenmiş gibi karanlık göğü kaplamış ve uzaklarda parıldayan milyon tane kırmızı yıldıza dikti; ılık okyanus esintisi geldi, onu okşadı ve rahatlatarak uykusunu getirdi. Mutlu hissediyordu. Orada Erec’le birlikte olduğu için, tün dünyası huzura kavuşmuştu; dünyanın o noktasında, o uçsuz bucaksız okyanusta, dünyanın tüm sorunları sona ermiş gibiydi. İkisini bitmek bilmez sorunlar ayırmıştı, ama en sonunda hayallerini gerçekleşmek üzereydi. Birlikteydiler ve aralarına girecek birisi, ya da bir şey kalmamıştı. Çoktan okyanusa açılmışlar, Erec’in anavatanı olan adalara doğru gidiyorlardı. Oraya vardıklarında evleneceklerdi. Dünyada bundan daha fazla istediği hiçbir şey yoktu.

Erec ona sıkı sıkı sarıldı; ikisi birlikte geriye yaslanırken, evrene bakarken ve hafif okyanus pusu etraflarını sararken Alistair ona biraz daha sokuldu. Sessiz okyanuslu gecede, göz kapakları ağırlaştı.

Berrak göğe bakarken, dünyanın ne kadar büyük olduğunu düşündü; ağabeyi Thorgrin’i, nasıl dışarıda bir yerde olduğunu düşündü ve tam olarak nerede olduğunu merak etti. Onun annelerini görmeye gittiğini biliyordu. Onu bulabilecek miydi? Anneleri nasıl birisiydi? Gerçekten var mıydı?

Bir yanı bu yolculukta ağabeyine katılmak ve anneleriyle tanışmak istiyordu; diğer yanıysa çoktan Halka’yı özlemişti ve tanıdık topraklarda evine dönmeyi istiyordu. Ama en çok da heyecanlıydı; hayata Erec’le birlikte yeni bir yerde, dünyanın yeni bir bölgesinde başlayacağı için heyecanlıydı. Halkıyla tanışacağı, anavatanının nasıl bir yer olacağını göreceği için heyecan hissediyordu. Acaba Güney Adaları’nda kimler yaşıyor, diye düşündü. Halkı nasıl insanlardı? Ailesi onu geri Kabul edecek miydi? Alistair konusunda mutlu olacaklar mıydı, yoksa onu tehditkâr mı bulacaklardı? Evlilik fikrine sıcak bakacaklar mıydı? Yoksa Erec için kendi halklarından bir başka kadını mı hayal etmişlerdi?

En kötüsü, en çok korktuğu şey de güçlerini öğrendiklerinde onun hakkında ne düşünecekleriydi. Bir Druid olduğunu öğrendiklerinde ne yapacaklardı? Onu herkes gibi bir ucube, bir yabancı gibi mi göreceklerdi?

 

“Bana yine halkını anlatsana,” dedi Alistair Erec’e.

Erec önce ona, sonra yine göğe baktı.

“Neyi bilmek istersin?”

“Aileni anlat.”

Erec uzunca bir süre sessizce düşündü. En sonunda, konuşmaya başladı:

“Babam muhteşem bir adamdır. Benim yaşımdan beri halkımızın kralıdır. Yaklaşan ölümü adamızı sonsuza dek değiştirecek.”

“Başka akrabaların var mı?”

Erec uzunca bir süre tereddüt etti, ama sonra evet der gibi başını salladı.

“Evet, bir kız kardeşim var… Bir de erkek kardeşim.” Duraksadı. “Kız kardeşim ve ben büyürken çok yakındık. Ama seni uyarmam gerek; kendisi çok sahiplenicidir ve çok çabuk kıskanır. Yabancılara karşı temkinlidir ve ailemize yeni kişilerin katılmasından hoşlanmaz. Erkek kardeşimse…” Erec lafını tamamlamadı.

Alistair onu dürttü.

“Ne oldu?”

“Asla tanışmayacağın çok iyi bir savaşçıdır. Ama benden küçüktür ve benimle hep yarış halindedir. Onu her zaman bir erkek kardeş olarak gördüm, ama o beni hep bir rakip, yolunu tıkayan birisi olarak gördü. Nedenini bilmiyorum. Ama durum böyle. Keşke daha yakın olabilseydik.”

Alistair şaşkınlıkla ona baktı. Birisinin Erec’e sevgi dışında bir hisle bakabileceğini aklı almıyordu.

“Durum hala böyle mi?” dedi.

Erec omuzlarını silkti. “Çocukluğumdan beri onları görmedim. Anavatanıma ilk kez geri dönüyorum; aradan neredeyse otuz güneş döngüsü geçti. Neyle karşılaşacağımı bilemiyorum. Ben daha ziyade Halka’nın bir ürünüyüm. Ama babam ölürse… Ailenin en büyük çocuğu benim. Halkım benim başa geçmemi bekleyecektir.”

Alistair duraksadı; buna karışıp karışmaması gerektiğini düşündü.

“Başa geçecek misin?”

Erec omuzlarını silkti.

“İstediğim bir şey değil. Ama babam isterse… Hayır diyemem.”

Alistair dikkatle ona baktı.

“Onu çok seviyorsun.”

Erec evet anlamında başını salladı. Alistair gözlerinin yıldızların altında parıldadığını görebiliyordu.

“Sadece gemimizin o ölmeden önce oraya varmasını diliyorum.”

Alistair bunu düşündü.

“Ya annen?” dedi. “O beni sever mi?”

Erec’in suratında kocaman bir gülümseme belirdi.

“Kızı gibi sever,” dedi. “Çünkü seni kadar çok sevdiğimi görecek.”

Öpüştüler ve Alistair geriye yaslanıp yıldızlara baktıktan sonra, Erec’in elini tutu.

“Sadece şunu hatırla, leydim. Seni seviyorum. Her şeyden çok seviyorum. Önemli olan tek şey bu. Halkın bize Güney Adaları’nın şahit olduğu en büyük düğünü yapacak; her türlü kutlamayı bizim için yapacaklar. Hepsi tarafından sevilip kucaklanacaksın.”

Alistair yıldızlara baktı, Erec’in elini sıkı sıkı tuttu ve düşündü. Erec’in onu çok sevdiğine dair bir şüphesi yoktu, ama onun halkını, Erec’in bile doğru dürüst tanımadığı halkını düşündü. Erec’in düşündüğü gibi ona kucak açacaklar mıydı? Alistair emin değildi.

Birden, paldır küldür ayak sesleri duydu. O yöne bakınca, gemi tayfasından birisini tırabzanlara yürüdüğünü, başının üstüne kocaman ölü bir balık kaldırıp suya attığını gördü. Aşağıdan hafif bir su sesi geldi ve çok geçmeden bir diğer balık sıçrayıp atılan balığı yerken biraz daha yüksek bir ses geldi.

Derken, okyanustan bir inlemeyi veya ağlama sesini andıran bir başka korkunç bir ses geldi ve su yine hareketlendi.

Alistair leş gibi, tıraşsız, üstünde paçavralar olan, dişleri eksik denizciye baktı; adam şapşal şapşal sırıtarak tırabzandan aşağı eğildi. Dönüp Alistair’e baktı; suratından kötü niyet akıyordu ve yıldızların ışığı altında tuhaf gözüküyordu. Alistair ona bakan adamı görünce, içini kötü bir his kapladı.

“Suya ne attın?” diye sordu Erec.

“Bir simka balığının iç organlarını,” dedi adam.

“Niye?”

“Zehirli,” dedi adam sırıtarak. “Onu yiyen her balık anında ölür.”

Alistair dehşet içinde ona baktı.

“İyi de balığı neden öldürdün?” diye sordu.

Adam daha da güldü.

“Ölmelerini izlemeyi seviyorum. Çığlık atmaları, yan yatıp süzülmeleri hoşuma gider. Eğlenceli bir manzara.”

Adam döndü ve tayfanın geri kalanına ağır ağır gitti. Alistair onu izlerken, tüylerinin ürperdiğini hissetti.

“Ne oldu?” dedi Erec.

Alistair başını çevirip salladı ve o kötü histen kurtulmaya çalıştı. Ama başaramadı; Neyin işareti olduğunu bilmiyordu, ama hiç de iyiye işaret değildi.

“Hiçbir şey, lordum,” dedi.

Tekrar Erec’in kollarına sokuldu ve içinden kendisine her şeyin yolunda olduğunu söyledi. Ama içinden bir ses, hiçbir şeyin yolunda olmadığını söylüyordu.

*

Erec geceleyin uyandı, geminin yavaşça ileri geri sallandığını hissetti ve derhal bir terslik olduğunu anladı. İçindeki savaşçı, bir şey olmadan hemen önce onu uyaran parçası öyle hissetmesine neden olmuştu. Küçüklüğünden beri bir şey olmadan önce hissederdi.

Derhal dikkatle doğruldu ve etrafına bakındı. Yanına bakınca, Alistair’in derin bir uykuda olduğunu gördü. Hava hala karanlıktı, gemi dalgalarda hala sallanıyordu, ama bir terslik vardı. Etrafına bakındı, ama tuhaf hiçbir şey görmedi.

Okyanusun ta orta yerinde ne tür bir tehlike olabilir, diye düşündü. Sadece bir rüyadan mı ibaretti?

İçgüdülerine güvenen Erec kılıcını almak için harekete geçti. Ama daha kılıcının kabzasını bile tutamadan, üstünde ağır bir ağ atıldığını ve her yerini kapladığını hissetti. Hayatında hissettiği en kalın iplerden örülmüştü ve bir adamı ezecek kadar ağırdı. Ağ bir anda her yanını sıkıca kapladı.

Erec bir şey yapmaya fırsat bulamadan, havaya kaldırıldığını hissetti; ağ onu bir hayvan gibi yakalamış, ipleri onu öylesine sıkı sıkı sarmıştı ki hareket bile edemiyordu; omuzları, kol ve ayak bilekleri ve ayakları hareket edemiyordu ve ağın içinde eziliyordu. Kendisini bir tuzağa yakalanmış bir hayvan gibi güverteden yirmi adım yukarıya çekilip orada sallandığını hissetti.

Erec neler olduğunu anlamaya çalışırken, kalbi göğsünden çıkacakmış gibi atıyordu. Aşağıya bakınca, Alistair’in uyanmak üzere olduğunu gördü.

“Alistair!” diye bağırdı.

Alistair aşağıda her yere baktı, en sonunda yukarıya bakıp da onu görünce suratı allak bullak oldu.

“EREC!” diye bağırdı şaşkınlıkla.

Erec elleri meşaleli birkaç düzine kadar tayfanın yaklaştığını gördü. Her birinin suratında tuhaf birer gülümseme belirmişti ve Alistair’e yaklaşırlarken gözleri meşum meşum parıldıyordu.

“Onu paylaşmasının vakti gelmişti,” dedi içlerinden biri.

“Bu prenses bir denizciyle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu öğreteceğim!” dedi bir başka denizci.

Grup kahkahalara boğuldu.

“Benden sonra,” dedi bir başkası.

“Önce ben tadına bakmadan olmaz,” dedi birisi.

Adamlar Alistair’e yaklaşırlarken, Erec var gücüyle kurtulmaya çalıştı. Ama nafile yere çaba sarf ediyordu. Omuzları ve kolları öylesine sıkışmıştı ki, hiçbir yerini kıpırdatamıyordu bile.

“ALISTAIR!” diye bağırdı çaresizlik içinde.

Yukarıda sallanırken, olanları izlemekten başka bir şey yapamadı.

Üç denizci arkadan Alistair’in üstüne atladı. Adamlar onu ayağa kaldırıp gömleğini yırtarlarken ve ellerini arkasında sıkıştırırken, Alistair çığlık attı. Birkaç denizci daha yaklaşırken, onu sıkı sıkı tuttular.

Erec geminin kaptanını bulmaya çalıştı; onu üst güvertede olanları izlerken gördü.

“Kaptan!” diye bağırdı. “Bu, senin gemin. Bir şeyler yap!”

Kaptan ona baktı, sonra sırtını olanları izlemek istemiyormuş gibi ağır ağır sırtını o manzaraya çevirdi.

Erec çaresizlik içinde denizcilerden birini Alistair’in boğazına bir bıçak dayayışını ve Alistair’in çığlık atışını izledi.

“HAYIR!” diye bağırdı.

Bir kâbusun gerçekleşmesini izler gibiydi… En kötüsü de yapabileceği hiçbir şey yoktu.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Thorgrin Andronicus’la karşı karşıyaydı; bir savaş alanında, etraflarında ölü askerlerle yalnızlardı. Kılıcını ta tepeye kaldırdı ve Andronicus’un göğsüne indirdi; bunu yaparken, Andronicus silahlarını indirdi, keyifle gülümsedi ve ona sarılmak için kollarını uzattı.

Oğlum.

Thor kılıcını durdurmaya çalıştı, ama çok geç kalmıştı. Kılıç babasına saplandı ve Andronicus ikiye ayrılırken, Thor büyük bir suçluluk hissetti.

Thor gözlerini kırpıştırdı ve kendisini Gwen’in elini tutmuş, bitmek bilmez uzunlukta bir mihrapta yürürken buldu. Evlilik törenlerinde olduklarını fark etti. Kan kırmızısı bir güneşe doğru yürüyorlardı ve Thor iki yanına bakınca, tüm sandalyelerin boş olduğunu fark etti. Gwen’e baktı ve Gwen de ona bakarken derisi kuruyup dökülünce ve bir iskelete dönüşünce, Thor dehşete kapıldı. Gwen elinde toza dönüştü. Ayaklarının dibinde bir kül öbeği haline geldi.

Thor birden kendisini annesinin kalesinin karşısında buldu. Bir şekilde gök geçidini aşmıştı ve devasa boyutlardaki, altın, parıldayan ve kendisinin üç misli uzunluktaki çift kapıların önünde duruyordu. Kapının bir kolu yoktu. Elini uzatıp avuçlarını kanayana dek kapılara vurdu. Sesler dünyanın dört bir yanında yankılandı. Ama kimse yanıt vermedi.

Thor başını geriye attı.

“Anne!” diye bağırdı.

Dizlerinin üstüne çöktü, zemin birden çamura dönüştü ve Thor bir uçurumdan aşağıya kaydı. Sonra, kollarını ve bacaklarını sallaya sallaya yüzlerce metre aşağıdaki azgın okyanusa düştü. Ellerini göğe kaldırdı ve annesinin kalesinin gözden kaybolduğunu görünce çığlık attı.

Thor nefes nefese gözlerini açtığında, rüzgâr suratını okşuyordu. Etrafına bakındı ve nerede olduğunu anlamaya çalıştı.  Aşağıya bakınca, altından inanılmaz bir hızla bir okyanusun geçtiğini gördü. Yukarı bakınca sert bir şeye tutunduğunu fark etti; kocaman kanat seslerini duyunca, Mycoples’in pullarına tutunduğunu anladı. Elleri gecenin soğuğunda buz kesmişti, suratıysa denizden esen rüzgâr yüzünden uyuşmuştu. Mycoples büyük bir hızla uçarken ve kanatlarını çırparken, Thor dosdoğru ileriye baktı ve onun üstünde uyuya kaldığını fark etti. Günlerdir olduğu gibi hala uçuyorlar, gecenin karanlığında ve bir milyon parıldayan kırmızı yıldızın altında hızla yol alıyorlardı.

Thor iç çekti ve ter içinde ensesini sildi. Uyanık kalacağına yemin etmişti, ama birlikte uçarak yolculuk etmeye başladıklarından ve Druidlerin topraklarını aramaya başladıklarından beri aradan günler geçmişti. Neyse ki, Mycoples onu çok iyi tanıdığından uyuduğunu anlamış ve düzgünce uçup düşmesini engellemişti. İkisi birlikte o kadar uzun süredir uçuyorlardı ki, adeta tek beden olmuşlardı. Thor Halka’yı çok özlediği halde, en azından eski dostuyla yeniden bir arada olduğuna, sadece ikisinin dünyayı dolaşmasına mutlu olmuştu; onun da onu gördüğüne mutlu olduğunu anlamıştı, çünkü ejderha sürekli olarak mutlu mutlu mırlıyordu. Mycoples’in ona kötü bir şey olmasına asla izin vermeyeceğini biliyordu ve o da onun için aynı şeyi hissediyordu.

Thor aşağıya baktı ve okyanusun köpüklü, parlak yeşil sularını inceledi; tuhaf ve egzotik, yolculukları sırasında gördüğü birçok okyanusa hiç benzemeyen türden bir okyanustu. Thor sürekli olarak kuzeye uçmuş, kasabasında buluğu eski pusulanın okunu izlemişti. Annesine, onun topraklarına, Druidler’in Diyarı’na giderek yaklaştıklarını hissediyordu. Bunu hissedebiliyordu.

Okun doğru yeri gösterdiğini umdu. İçinden doğru yöne gittiğini hissediyordu. Benliğini tüm hücrelerinde pusulanın onları annesine ve kaderine yaklaştırdığını seziyordu.

Thor uyanık kalmaya kararlı bir biçimde gözlerini ovuşturdu. Druidler’in Diyarını çoktan bulacaklarını düşünmüştü. Sanki dünyanın yarısını dolaşmışlardı. Bir an için endişelendi; ya her şey bir hayalden ibaretse? Ya annesi yoksa? Ya Druidler Diyarı denen bir yer yoksa? Ya onu asla bulamazsa?

Bu düşünceleri aklından atmaya çalışıp Mycoples’i daha hızlı gitmeye itti.

Daha hızlı, diye düşündü.

Mycoples mırladı ve kanatlarını daha hızlı çırpmaya koyuldu; başını aşağı eğdiğinde, ikisi pusların arasında hızla girdiler ve ufukta Thor’un belki de hiç var olmama ihtimalini bildiği bir noktaya doğru ilerlediler.

*

Gün Thor’un daha önceden hiç şahit olmadığı bir biçimde doğdu; gökte iki değil, tam üç güneş vardı ve biri kırmızı, biri yeşil ve biri mor üç güneş aynı anda ufukta farklı noktalarda yükseliyorlardı. Altlarında uçsuz bucaksız uzanan bulutların hemen üstünden uçtular; bir renk örtüsünü andıran bulutlara öylesine yakınlardı ki, Thor onlara değebiliyordu. Thor hayatında gördüğü en güzel günbatımın keyfini çıkardı; güneşlerin farklı renkleri bulutların arasından sızıyor, ışınları bedenine, altına ve tepesine vuruyordu. Dünyanın doğuşunun arasından uçuyormuş gibi hissetti.

Thor Mycoples’i yere yöneltti ve bir bulutun arasından geçerken her yerini nem kapladığını hissetti; bir anlığına,  dünyası farklı renklere boyandı ve ardından gözleri kamaştı. Bulutlardan çıktıklarında, Thor bir başka okyanus, bir başka uçsuz bucaksız hiçlikle karşılaşacağını sandı.

 

Ama bu sefer başka bir şey vardı.

Altlarında her zaman görmeyi umduğu, rüyalarına giren manzarayı görünce, Thor’un kalp atışları hızlandı. Orada, ta aşağıda yeni bir diyar gördü. Pusların, geniş ve derin inanılmaz bir okyanusun orta yerindeki bir adaydı. Eski pusula titredi ve Thor buna bakınca okun yanıp söndüğünü ve doğrudan aşağısını gösterdiğini fark etti. Ama Thor’un bunu hissetmesi için pusulaya bakması gerekmiyordu. Bunu benliğinin her hücresinde hissediyordu. Oradaydı. Annesi oradaydı. Büyülü Druidler Diyarı gerçekten de vardı ve Thor orayı bulmuştu.

Aşağı inelim, dostum, diye düşündü.

Mycoples aşağıya süzüldü, oraya yaklaştıkça daha da belirgin hale geldi. Thor Kraliyet Sarayı’nda gördüğü tarlaları andıran uçsuz bucaksız çiçek tarlaları gördü. Buna bir anlam veremedi. Ada o kadar tanıdıktı ki, sanki evine geri dönmüştü. Orasının daha egzotik olacağını düşünmüştü. Ama son derece tanıdık olması tuhaftı. Nasıl olabilirdi?

Adanın etrafı parıltı ve kırmızı renkli geniş mi geniş bir kumsalla çevriliydi ve dalgalar kıyıya vuruyordu. Adaya yaklaştıkça, Thor onu şaşırtan bir şey gördü: Adanın bir girişi var gibiydi. İki tane kocaman sütun ta göklere kadar yükseliyor, bulutların arasında gözden kayboluyordu. Hayatında gördüğü en yüksek sütunlardı. Belki yedi metrelik bir duvar tüm adanın etrafını çevirmişti ve adaya yayan olarak girmenin tek yolu sütunların arasından geçmekmiş gibi gözüküyordu.

Thor Mycoples’i adanın üstünden uçması için yönlendirdi, ama ejderha oraya yaklaştığı anda bir şey yapıp onu şaşırttı. Cıyakladı ve aniden geri çekildi; neredeyse dik kalacak biçimde sivri tırnaklarını göğe kaldırdı. Görünmez bir kalkana çarpmış gibi birden durdu ve Thor düşmemek için var gücüyle ona tutundu. Thor ona uçmaya devam etmesini söylediği halde, ejderha adaya daha fazla yaklaşmadı.

Thor o anda şunu fark etti: Ada bir tür enerji kalkanıyla çevriliydi ve bu kalkan o kadar güçlüydü ki Mycoples bile içinden geçemiyordu. Duvarın üstünden de uçulmuyordu; adaya girmek isteyenlerin yürüyerek sütunların arasından geçmesi gerekiyordu.

Thor ejderhaya yön gösterdi ve birlikte kırmızı kumsala alçaldılar. Sütunların önünde yere kondular. Thor bu sefer Mycoples’ten sütunların, o geniş kapıların arasından uçmasını ve onunla birlikte Druidler Diyarı’na girmesini istedi.

Ama Mycoples bir kez daha tırnaklarını kaldırıp geri çekildi.

İçeri giremem.

Thor onun düşüncelerini kendi zihninde hissetti. Ona baktı, iri parıltılı gözlerini kırpıştırarak kapattığını gördü ve anladı.

Mycoples ona Druidler Diyarı’na tek başına girmesi gerektiğini söylüyordu.

Thor ejderhanın üstünden kırmızı kumlara indi ve sütunların karşısında durup dikkatle bunlara baktı.

“Seni burada bırakamam, dostum,” dedi. Senin için çok tehlikeli. Tek başıma gitmem gerekiyorsa, tek başıma gideceğim. Sen güven içinde geri dön. Beni orada bekle.”

Mycoples hayır der gibi başını salladı ve başını yere eğip inatla yere çöktü.

Dünyanın sonuna kadar seni bekleyeceğim.

Thor onun kalmaya kararlı olduğunu görebiliyordu. Onun inatçı olduğunu, kararından vazgeçmeyeceğini de biliyordu.

Thor öne eğildi, Mycoples’in uzun burnunun üstündeki pulları okşadı, eğildi ve onu öptü. Ejderha mırlayıp başını kaldırdı ve Thor’un göğsüne yasladı.

“Senin için geri geleceğim, dostum,” dedi Thor.

Thor dönüp sütunlara döndü; saf altından olan sütunlar güneşin altıdan parıldıyor, gözlerini kamaştırıyordu. Thor ilk adımı attı. Bunların arasından geçerken asla düşünmediği kadar canlı hissetti ve en sonunda Druidler Diyarı’na girdi.