Bir Kahramanlık Ocağı

Text
Aus der Reihe: Krallar ve Büyücüler #4
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

BÖLÜM ALTI

Alec gösterişli siyah geminin küpeştesinde durmuş, günlerdir yaptığı gibi denize bakıyordu. Yükselip alçalan ve küçük gezinti gemilerini kaldırıp indiren dev dalgalara ve dalgaların arasından daha önce hissettiği hiçbir şeye benzemeyen bir hızda geçerlerken arkalarında bıraktıkları köpükleri izledi. Yelkenler rüzgârla kabarırken tekneleri eğildi; direkler güçlü ve dayanıklıydı. Alec gemiyi bir zanaatkârın gözleriyle inceledi, geminin nasıl bir malzemeden yapılmış olduğunu merak ediyordu. Geminin alışılmamış, gösterişli bir malzemeden yapıldığı belli oluyordu; daha önce hiç karşılaşmadığı ve gece gündüz hızlarını koruyarak, Pandesia donanmasını geçmeleri için, Acılar Denizi’nden Gözyaşı Denizi’ne doğru manevralar yapmalarını sağlayan bir malzemeydi.

Alec düşünürken, nasıl asap bozucu bir yolculuk içinde olduğunu hatırladı, günler ve geceler boyunca, yelkenler hiç inmeden, gıcırdayan gemilerin, sıçrayan ve kanat çırpan egzotik yaratıkların düşman sesleri ile dolu kara denizde, uzun geceler boyu süren bir yolculuk… Birçok kez uyanıp, parıldayan bir yılanın tekneye tırmanmaya çalıştığını ve birlikte yolculuk yaptığı adamaların yılanı çizmeleriyle tekmeleyerek uzaklaştırdıklarını görmüştü.

En gizemli olan da, egzotik deniz hayatından bile gizemli olan, geminin dümencisi Sovos’tu. Bu adam Alec’i demirci ocağında ziyaret eden, onu uzak bir yere doğru götüren ve Alec’in ona güvenmenin delilik olup olmadığını düşündüğü adamdı. O zamana kadar adam hiç olmazsa Alec’in hayatını bir kez kurtarmıştı. Alec denizin üzerinde uzaklaşırken, Pandesia donanmasının yaklaşmakta olduğu Ur şehrine acı içinde, çaresizce bakışını hatırladı. Ufuktan top güllelerinin havayı yarışını görmüş, uzaktan gelen yıkım seslerini duymuş, yalnızca birkaç saat öncesinde kendisinin de içinde bulunduğu görkemli binaların yıkılışını görmüştü. Gemiden atlayıp geride kalanlara yardım etmek istemişti fakat o zamana kadar çoktan uzaklaşmışlardı. Sovos’a geri dönmeleri konusunda ısrar etse de adamın kulakları onun yalvarışlarına tıkalıydı.

Alec geride bıraktığı arkadaşlarını, özellikle de Marco ve Dierdre’yi düşününce gözleri doldu. Gözlerini kapatıp faydasız bir şekilde anıları uzaklaştırmaya çalıştı. Onları yüzüstü bıraktığı düşüncesi göğsünün sıkışmasına sebep olmuştu.

Alec’in devam etmesinin, ümitsizlikten sıyrılmasının tek sebebi, Sovos’un ısrarcı bir şekilde onu çağırmasıyla, bir başka yerde kendisine ihtiyaç duyuluyor olmasıydı; belirli bir kaderi olduğu, Pandesialıları başka bir yerde yok etmekte işe yarayacağı düşüncesiydi. Sonuçta Sovos, orada diğerleriyle birlikte ölmesinin kimseye hiçbir faydası olmayacağını söylemişti. Hala Marco ve Dierdre’nin hayatta kalmış olduklarını ve onlarla bir süre sonra tekrar bir araya geleceğini umuyordu.

Nereye gittiklerini aşırı şekilde merak eden Alec, Sovos’u soru yağmuruna tutmuş fakat adam, inatçı bir şekilde sessizliğini korumuş, gündüz gece, sırtı Alec’e dönük bir şekilde dümende durmuştu. Alec’in gördüğü kadarıyla adam hiç uyumamış ve yemek yememişti. Siyah uzun çizmeleri ve siyah kabanıyla olduğu yerde durup denizi izlemişti, kızıl ipek şalı omuzlarına dökülüyordu ve üzerinde tuhaf bir işaret bulunan bir pelerin giymişti. Kısa kahverengi sakalları ve sanki onlardan biriymişçesine dalgalara bakan, parlak yeşil gözleriyle adamın etrafındaki gizem daha da derinleşiyordu.

Alec açılar denizinin alışılmamış, açık mavi rengine baktı ve nereye götürüldüğünü bilmek konusunda bir telaşa kapıldı. Sessizliğe daha fazla katlanamıyordu ve cevap almak konusunda umutsuz bir şekilde Sovos’a döndü.

“Neden ben?” diye sordu, tekrar deneyip sessizliği bozarak ve bu kez bir cevap almak konusunda kararlıydı. “Koca şehirden neden beni seçtin? Neden yalnızca benim hayatta kalmam gerekiyordu? Benden daha önemli yüzlerce insanı kurtarabilirdin.”

Alec beklerken, Sovos, sırtı ona dönük, denizi incelerken sessizliğini korudu.

Alec başka bir yoldan gitmeye karar verdi.

“Nereye gidiyoruz?” diye sordu Alec tekrar. “Ve bu gemi nasıl oluyor da bu kadar hızlı gidebiliyor? Bu gemi nasıl bir malzemeden yapılmış?”

Alec adamın sırtına bakarken dakikalar geçti.

Nihayet adam başını salladı, sırtı hala Alec’e dönüktü.

“Gitmen gereken yere, bulunman gereken yere gidiyorsun. Seni seçtim, çünkü sadece sana ihtiyacımız var, başkasına değil.”

Alec meraklanmıştı.

“Bana ne için ihtiyacınız var?” diye bastırdı.

“Pandesia’yı yok etmek için.”

“Neden ben?” diye sordu Alec. “Benim nasıl bir yardımım olabilir?”

“Vardığımızda her şeyi anlayacaksın” dedi Sovos.

“Nereye vardığımızda?” diye sordu Alec ısrarla, bıkkın bir şekilde. “Arkadaşlarım Escalon’da. Sevdiğim insanlar. Ve bir kız.”

“Üzgünüm” diyerek iç geçirdi Sovos “fakat orada kimse kalmadı. Sevdiğin ve tanıdığın herkes gitti.”

Ardından uzun bir sessizlik oldu ve rüzgârın ıslığı arasında Alec adamın yanılıyor olması için dua etti; fakat derinlerde onun haklı olduğunu hissediyordu. Hayat nasıl olur da bu kadar hızlı değişebilir diye düşündü.

“Fakat sen hala hayattasın” diye devam etti Sovos “ve bu çok değerli bir hediye. Bunu boşa harcama. Birçoklarına yardım edebilirsin; tabii testi geçebilirsen!”

Alec kaşlarını çattı.

“Ne testi?” diye sordu.

Sovos nihayet dönüp ona baktı; gözleri deliciydi.

“Eğer sen beklenensen” dedi Sovos “davamız senin omuzlarına yüklenecek; fakat değilsen hiçbir işimize yaramazsın.”

Alec anlamaya çalıştı.

“Günlerdir denizde yol alıyoruz fakat hiçbir yere varmadık” dedi Alec. “Yalnızca denizde daha da ileri gittik. Artık Escalon’u göremiyorum bile.”

Adam sırıttı.

“Peki, nereye gittiğimizi düşünüyorsun?” diye sordu.

Alec omuz silkti.

“Güneydoğuya gidiyormuşuz gibi görünüyor. Belki Marda’ya doğru bir yerler.”

Alec gına gelmiş bir şekilde ufka baktı.

Nihayet Sovos cevap verdi.

“Çok yanılıyorsun evlat” dedi. “Gerçekten çok yanılıyorsun.”

Güçlü bir rüzgâr estiği sırada Sovos tekrar dümenine döndü, tekne okyanus dalgalarının ortasına doğru ilerliyordu. Alec ileriye baktı ve o anda, ufukta bir şeyin siluetini görüp sarsıldı.

Öne koştu. Teknenin kenarını kavrarken içi heyecanla dolmuştu.

Ufukta bir kara parçası yavaş yavaş belirgin hale gelmeye başlamıştı. Kara parçası sanki elmaslardan yapılmış gibi pırıldıyordu. Alec bir elini gözlerine siper yapıp, bunun ne olabileceğini merak ederek, gözlerini kısıp baktı. O ıssızlığın ortasında nasıl bir ada bulunuyor olabilirdi? Beynini zorlasa da hiçbir haritada böyle bir ada gördüğünü hatırlamıyordu. Bu, daha önce hiç duymadığı bir ülke miydi?

“Bu nedir?” diye sordu Alec beklenti içinde bakarak aceleyle.

Sovos döndü ve Alec’le tanışmalarından o yana ilk kez genişçe gülümsedi.

“Dostum” dedi “Kayıp Adalar’a hoş geldin.”

BÖLÜM YEDİ

Aidan bir direğe bağlı, kıpırdayamaz halde dururken, az ileride, etrafı Pandesia askerleri tarafından çevrilmiş, dizlerinin üstünde duran babasına bakıyordu. Askerler kılıçlarını havada, babasının başının üzerinde tutuyorlardı.

“HAYIR!” diye bağırdı Aidan.

Kurtulmaya, ileri atılıp babasını kurtarmaya çalıştı fakat ne kadar uğraşırsa uğraşsın kurtulamıyor, bağlanmış olduğu halatlar el ve ayak bileklerine gömülüyordu. Babasını, dizleri üzerine çökmüş, gözleri yaşlı bir halde kendisinden yardım beklerken izlemeye zorlanıyordu.

“Aidan!” diye seslendi babası bir elini uzatıp.

“Baba!” diye seslendi Aidan da.

Bir an sonra kılıçlar indi ve babasının başı uçurulurken Aidan’ın yüzü kanla kaplandı.

“HAYIR!” diye bağırdı Aidan, hayatının çökmüş olduğunu, kara bir deliğe doğru çekiliyor olduğunu hissediyordu.

Aidan sıçrayarak uyandı. Soluğu kesilmişti ve soğuk ter içinde kalmıştı. Karanlıkta otururken nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı.

“Baba!” diye bağırdı Aidan, hala yarı uykuluydu. Hala babasını arıyor ve onu kurtarmak için telaş ediyordu.

Etrafına bakındı, yüzünde ve saçlarında, vücudunun her yerinde bir şeyler hissetti ve nefes almakta zorlandığını fark etti. Uzanıp yüzünden uzun ve yumuşak bir şeyi çekti ve bir saman yığını arasında yatmakta olduğunu ve neredeyse yığının içine gömülmüş olduğunu fark etti. Samanları üzerinden hızla temizledi ve doğruldu.

Ortam karanlıktı, ahşap parmaklıkların arasından bir meşalenin solgun kıpırtısı görülüyordu. Kısa süre sonra Aidan bir arabanın arkasında yatmakta olduğun fark etti. Hemen yanında bir kıpırtı oldu ve dönüp baktığında bunun Beyaz olduğunu görüp rahatladı. Kocaman köpek arabanın içinde sıçrayıp yüzünü yalamaya başlarken Aidan da ona sarıldı.

Aidan rüyasının etkisiyle hala soluk soluğaydı. Her şey çok gerçek görünmüştü. Babası gerçekten öldürülmüş müydü? Onu en son gördüğü zamanı hatırlamaya çalıştı; krallığın avlusunda, tuzağa düşürülmüş ve etrafı sarılmıştı. Ona yardım etmeye çalıştığını fakat gecenin karanlığında Motley tarafından oradan uzaklaştırıldığını hatırladı. Motley’in onu, Andros’un arka sokaklarından, oradan uzaklaşmaya çalışan arabalardan birine koyduğunu hatırladı.

Böylece arabada oluşu açıklanmış oluyordu. Fakat nereye gitmişlerdi? Motley onu nereye götürüyordu?

Bir kapı açıldı ve bir meşalenin parıltısı karanlık odayı aydınlattı. Aidan nihayet nerede olduğunu görebiliyordu. Alçak, kemerli tavanlı, küçük bir kulübe veya tavernaya benzeyen, taş bir odadaydı. Kapının önünde, meşale aleviyle çerçevelenmiş olan Motley’in durduğunu gördü.

“Böyle bağırmaya devam et de Pandesialılar bizi hemen bulsun” dedi Motley.

Motley dönüp dışarı çıktı ve uzaktaki iyi aydınlatılmış odaya girdi. Aidan da hemen arabadan atlayıp yanında Beyaz’la birlikte onun peşine takıldı. Aidan parlak odaya girer girmez Motley kalın meşe kapıyı hızla kapattı ve birkaç kez sürgüledi.

Aidan etrafına bakındı ve gözleri ışığa alışmaya başlayınca tanıdık yüzleri seçmeye başladı. Motley’in arkadaşları, oyuncular, yoldaki tüm o gösteri yapan insanlar; hepsi oradaydı. Hepsi o penceresiz taş barda toplanmış saklanıyordu. Hepsinin bir zamanlar son derece keyif içinde olan yüzleri şimdi asık ve hüzünlüydü.

 

“Pandesialılar her yerde” dedi Motley Aidan’a. “Sesini alçalt.”

Aidan bağırmakta olduğunun bile farkına varmamış olduğu için utanmıştı.

“Özür dilerim” dedi. “Kâbus gördüm de.”

“Hepimiz kâbus gördük” dedi Motley.

“Bir kâbusun içinde yaşıyoruz” diye ekledi bir başka oyuncu, suratı asıktı.

“Neredeyiz?” diye sordu Aidan kafası karışmış bir halde etrafına bakarak.

“Bir taverna” dedi Motley “Andros’un en uzak köşesinde. Hala başkentteyiz, saklanıyoruz. Pandesialılar dışarıda devriye geziyor. Birkaç kez buradan geçtiler fakat içeri girmediler ve eğer sessizliğini korursan girmezler de. Burada güvendeyiz.”

“Şimdilik” dedi arkadaşlarından biri, şüpheci bir şekilde.

Aidan babasına yardım etmek için telaş ediyordu, hatırlamaya çalıştı.

“Babam” dedi. “O…öldü mü?”

Motley başını salladı.

“Bilmiyorum. Götürüldü. Onu en son o zaman gördüm.”

Aidan içerlediğini hissetti.

“Beni oradan götürdün!” dedi kızgın bir şekilde. “Yapmamalıydın. Ona yardım edebilirdim!”

Aidan çenesini sıvazladı.

“Peki, bunu nasıl becerecektin?”

Aidan omuz silkti, beynini zorluyordu.

“Bilmiyorum” dedi. “Bir şekilde.”

Motley başıyla onayladı.

“Deneyebilirdin” dedi onaylar şekilde. “Ve şimdiye kadar sen de çoktan ölmüş olurdun.”

“Babam öldü mü peki?” diye sordu, kalbinin sıkıştığını hissediyordu.

Motley omuz silkti.

“Biz ayrılırken ölmemişti” dedi. “Şu an ne olduğunu bilmiyorum. Artık şehirde arkadaşlarımız, casuslarımız yok; şehir Pandesialılar tarafından ele geçirildi. Babanın bütün adamları esir düştü. Biz de, korkarım, Pandesia’nın merhametine kaldık.”

Aidan, babasının bir hücrede çürüyeceğini düşünerek yumruğunu sıktı.

“Onu kurtarmalıyım” dedi Aidan, sorumluluk duygusuyla dolduğunu hissediyordu. “Onun orada kalmasına izin veremem. Buradan derhal çıkmalıyım.”

Aidan sıçrayıp kapıya doğru koştu ve sürgüleri açmaya başladı fakat o kapıyı açamadan önce Motley geldi ve yanında durup ayağını kapıya dayadı.

“Şimdi gidersen” dedi Motley “hepimizi öldürtürsün.”

Aidan Motley’e baktı ve ilk kez yüzünde ciddi bir ifade gördü. Haklı olduğunu biliyordu. Ona karşı yeni bir minnettarlık hissetmeye ve saygı duymaya başlamıştı. Sonuçta o, gerçekten hayatını kurtarmıştı. Aidan bunun için her zaman ona minnettar olacaktı. Fakat aynı zamanda babasını kurtarmak için dayanılmaz bir istek duyuyordu ve her saniyenin önemli olduğunu biliyordu.

“Bir başka yolu olduğunu söylemiştin” dedi Aidan hatırlayarak. “Onu kurtarmanın başka bir yolu olmalı.”

Motley başıyla onayladı.

“Evet, söyledim” dedi Motley.

“Onların hepsi boş vaatler miydi o halde?” diye sordu Aidan.

Motley iç geçirdi.

“Ne öneriyorsun?” diye sordu bıkkın bir şekilde. “Baban başkentin göbeğinde, tüm Pandesia ordusu tarafından korunan kraliyet zindanlarında. Oraya öylece gidip kapıyı mı çalalım?”

Aidan bir şeyler düşünmeye çalışarak durdu. Bunun iç karartıcı bir görev olduğunun farkındaydı.

“Bize yardım edebilecek birileri yok mu?” diye sordu Aidan.

“Kim?” diye sordu oyunculardan biri. “Babana sadık olan tüm adamlar onunla birlikte hücreye atıldı.”

Hepsi değil” dedi Aidan. “Bir yerlerde birileri daha mutlaka vardır. Başkentin dışındaki babama sadık şehir komutanları olamaz mı?”

“Belki” diyerek omuz silkti Motley. “Fakat şimdi neredeler?”

Aidan sinirlendi, umutsuzdu ve babasının hapiste oluşunu kendisi oradaymış gibi hissediyordu.

“Burada hiçbir şey yapmadan duramayız” dedi Aidan. “Eğer bana yardım etmezseniz, ben kendim giderim. Öleceksem de umurumda değil. Babam hapisken ben öylece burada oturamam. Ve ağabeylerim…” dedi Aidan hatırlayarak ve ağlamaya başladı. İki ağabeyinin öldürülüşünü hatırladığında yoğun duygulara boğulmuştu.

“Artık kimsem yok” dedi.

Sonra başını salladı. Ablasını, Kyra’yı hatırladı ve onun güvende olması için dua etti. Sonuçta sahip olduğu tek kişi artık ablasıydı.

Aidan, utanmış bir şekilde ağlarken, Beyaz onun yanına gelip başını bacağına yasladı. Aidan gıcırdayan, ahşap zeminde ayak sesleri duydu ve omzunda etli bir el hissetti.

Başını kaldırıp baktığında Motley’in ona merhametle baktığını gördü.

“Yanılıyorsun” dedi Motley. “Biz varız. Biz artık senin aileniz.”

Motley dönüp içeridekileri işaret etti ve Aidan tüm oyuncu ve göstericilerin kendisine ciddiyetle, gözlerinde merhamet dolu bir ifadeyle bakıp başlarıyla onayladıklarını gördü. Aidan bu insanların savaşçı olmasalar bile iyi kalpli insanlar olduklarını anladı. Onlara karşı içinde yeni bir saygı duygusu uyanmıştı.

“Teşekkür ederim” dedi Aidan. “Fakat siz oyuncusunuz. Benim savaşçılara ihtiyacım var. Babamı geri almama yardım edemezsiniz.

Motley’in gözlerinde aniden sanki aklına bir fikir gelmişçesine bir ifade oluştu ve genişçe gülümsedi.

“Çok yanılıyorsun genç Aidan” dedi.

Aidan Motley’in gözlerinin parıldadığını görebiliyordu ve bir şey düşünmekte olduğunu anladı.

“Savaşçıların belirli yetenekleri olabilir” dedi Motley “fakat göstericilerin de kendilerine has yetenekleri vardır. Savaşçılar güç kullanarak kazanır; fakat göstericiler başka yollarla, hatta çok daha güçlü yollarla kazanabilir.”

“Anlayamıyorum” dedi Aidan kafası karışmış şekilde. “Babam hücredeyken ona gösteri yapamazsınız.”

Motley yüksek sesle güldü.

“Aslında” dedi “Sanırım yapabilirim.”

Aidan anlamamış bir şekilde baktı.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu.

Motley çenesini sıvazlarken gözleri kıpırdanıyordu, kafasında bir plan oluşturduğu belli oluyordu.

“Savaşçıların başkentte gezinmelerine izin verilmiyor veya şehir merkezine yakın bir yere gidemiyorlar. Fakat göstericiler için hiçbir kısıtlama yok.”

Aidan’ın kafası karışmıştı.

“Pandesia neden göstericileri başkentin göbeğine alsın ki?” diye sordu.

Motley gülümsedi ve başını salladı.

“Dünya’nın nasıl döndüğü hakkında hala bir fikrin yok evlat” dedi. “Savaşçılar yalnızca belirli yerlerde, belirli sürelerle bulunabilir. Fakat göstericiler; onlar her yere, her zaman girebilirler. Herkes eğlendirilmek ister, Escalonlular kadar Pandesialılar da. Sonuçta sıkılan bir asker tehlikeli bir askerdir, krallığın her iki tarafında da ve emir komuta düzeni her zaman korunmalıdır. Eğlenceler her zaman birlikleri mutlu tutmanın ve orduyu kontrol etmenin anahtarı olmuştur.”

Motley gülümsedi.

“Görüyorsun ya genç Aidan” dedi “ordularının anahtarı komutanların değil bizim elimizde. Bizim gibi, yaşlı göstericilerin. Senin en aşağı gördüğün sınıfın! Biz çatışmanın üzerinde yükseliriz, düşman hatlarının arasına gireriz. Kimse nasıl bir zırh kuşandığımla ilgilenmez; tek ilgilendikleri hikâyemin ne kadar güzel olduğudur. Ve benim çok güzel hikâyelerim var evlat, tahmin edemeyeceğin kadar güzel hikâyeler…”

Motley içeridekilere dönüp gürledi.

“Bugün bir oyun sergileyeceğiz! Hepimiz!”

Tüm oyuncular aniden tezahürat yaparak ayağa fırladı, hepsi canlanmıştı ve üzgün bakışlarında yeniden umut belirmişti.

“Oyunumuzu doğrudan başkentin göbeğinde sergileyeceğiz! Bu, Pandesialıların bugüne kadar gördüğü en muazzam eğlence olacak! Ve daha da önemlisi en büyük dikkat dağıtma! Doğru zamanda, şehri ele aldığımızda, performansımıza kapıldıklarında harekete geçeceğiz. Ve babanı kurtarmanın bir yolunu bulacağız.”

Adamlar tezahürat yaparken Aidan ilk kez yüreğinin ısındığını, içinde yeni bir iyimserlik duygusunun oluştuğunu hissetti.

“Bunun gerçekten işe yarayacağını düşünüyor musun?” diye sordu Aidan.

Motley gülümsedi.

“Çılgınca şeyler, evlat” dedi “bazen gerçek olabilir.”

BÖLÜM SEKİZ

Sırtı taş duvara yaslı olan Duncan, uykuyla uyanıklık arasında gidip gelirken acıyı zihninden uzaklaştırmaya çalıştı. Prangalar el ve ayak bileklerini kesiyor, onu uyanık tutuyordu. Hepsinden ötesi susuzluktan ölüyordu. Boğazı o kadar kurumuştu ki, yutkunamıyor, aldığı her nefeste canı yanıyordu. En son ne zaman bir yudum su içtiğini hatırlayamıyordu ve açlıktan bitap düştüğünü, kıpırdayacak hali kalmadığını hissediyordu. O hücrede çürüyüp gitmekte olduğunun farkındaydı ve eğer cellat kısa süre sonra gelmezse açlık zaten onu öldürecekti.

Duncan günlerdir olduğu gibi bilinç ve bilinçsizlik hali arasında gidip geliyordu. Acı onu ele geçiriyor, adeta kimliğinin bir parçası haline geliyordu. Gözlerinin önünde gençliğinden, açık arazilerde, eğitim alanlarında, savaş meydanlarında geçirdiği zamanlardan görüntüler belirip kayboluyordu. İlk savaşlarından, çok eski günlerden, Escalon’un özgür ve refah içindeki günlerinden anılarını hatırlıyordu. Fakat bu görüntüler, gözlerinin önünde aniden beliren iki ölü oğlunun yüzleriyle bölünüyor, onu rahat bırakmıyordu. Acıdan paramparça olmuştu. Başını sallayıp her şeyi unutmaya çalışıyor fakat başaramıyordu.

Duncan kalan tek oğlu Aidan’ı düşündü ve onun Volis’te güvende olduğunu ve Pandesialıların oraya henüz ulaşmamış olduğunu umdu. Daha sonra düşünceleri Kyra’ya yoğunlaştı. Onun daha çocukluk zamanlarını düşündü, onu yetiştiriyor olmaktan duyduğu gururu hatırladı. Kızının tüm Escalon’u geçen yolculuğunu düşündü ve Ur’a ulaşıp ulaşamadığını, dayısıyla buluşup buluşamadığını, güvende olup olmadığını merak etti. Kızı onun bir parçasıydı ve artık önemli olan tek parçasıydı. Onun güvende olması kendisinin hayatta olmasından çok daha önemliydi. Onu tekrar görebilecek miyim, diye merak etti. Onu görebilmeyi çok istiyor olsa da aynı zamanda, oradan uzakta, tüm bu olan bitenden ayrı olmasını da istiyordu.

Hücre kapısı çarpılarak açıldı ve Duncan karanlığın içine gözlerini dikerken sarsıldı. Karanlıkta yürüyen ayak sesleri duyuldu ve Duncan yürüyüş biçiminden yaklaşanın Enis’in çizmeleri olmadığını anladı. Karanlık, duyma yeteneğinin daha keskin hale gelmesini sağlamıştı.

Asker yaklaşırken Duncan onun, kendisine işkence yapmak veya onu öldürmek için geldiğini düşündü. Duncan hazırdı. Ona ne isterlerse yapabilirlerdi; Duncan içten içe çoktan ölmüştü.

Duncan son derece ağırlaşmış gözlerini açtı ve toplayabildiği tüm güçle kimin geldiğini görmeye çalıştı. Yaklaşanın en iğrendiği adamın yüzü olduğunu görünce şoke oldu: Barisli Bant. Hain. İki oğlunu öldüren adam…

Bant, yüzünde tatminkâr bir sırıtışla yaklaşıp eğilirken Duncan ona dik dik baktı. Bu yaratığın orada ne arıyor olabileceğini merak etti.

“O kadar da güçlü değilsin, öyle değil mi Duncan?” diye sordu Bant birkaç adım öteden. Duncan’ın karşısında, elleri belinde durdu. Kısa boylu, tıknaz, küçük ağızlı adamın yüzünde çiçek bozuğu izleri vardı.

Duncan ileri atılıp onu parçalarına ayırmak istese de zincirler ona engel olmuştu.

“Oğullarımın hesabını vereceksin” dedi Duncan öksürerek. Boğazı aşırı derecede kurumuştu ve kelimeler ağzından istediği sertlikte çıkmıyordu.

Bant kısa ve kaba bir şekilde güldü.

“Öyle mi?” diye alay etti. “Burada son nefesini vereceksin. Oğullarını öldürdüm ve istersem seni de öldürürüm. Sadakatimi gösterdikten sonra artık Pandesia’nın desteği arkamda. Fakat seni öldürmeyeceğim. Bu çok kibar olur. Seni burada çürümeye bırakacağım.”

Duncan içinde soğuk bir hiddetin kabardığını hissetti.

“O halde neden geldin?”

Bant ciddileşti.

“İstediğim sebeple buraya gelebilirim” diye çıkıştı “hiçbir sebep olmasa da gelebilirim. Sadece sana bakmak için geldim. Sana öylece bakmak, zaferimin sonuçlarını görmek için!”

İç geçirdi.

“Fakat gerçek şu ki, seni ziyaret etmemin bir sebebi var. Senden bir isteğim var ve sana verecek bir şeyim de…”

Duncan ona şüpheci bir şekilde baktı.

“Özgürlüğün” diye ekledi Bant.

Duncan merak içinde ona baktı.

“Peki, bunu neden yapasın ki?” diye sordu.

Bant iç geçirdi.

“Görüyorsun ya Duncan” dedi “sen ve ben çok farklı değiliz. İkimiz de savaşçıyız. Aslında sen her zaman saygı duyduğum bir adam oldun. Oğulların öldürülmeyi hak etmişti; onlar pervasız palavracılardı. Fakat sen” dedi “her zaman saygı duyduğum biri oldun. Burada olmaman gerekiyor.”

Bant duraksayıp Duncan’ı inceledi.

“Senin için yapacağım şey şu” diye devam etti. “Ulusumuza karşı suçlarını halkın önünde itiraf edeceksin ve tüm Andros halkını Pandesia buyruğuna girmeye teşvik edeceksin. Bunu yaparsan Pandesia’nın seni özgür bıraktığını görebilirim.”

Duncan ne diyeceğini bilemez halde öfkeli bir şekilde oturdu.

“Artık Pandesia’nın kuklası mı oldun?” diye sordu sonunda Duncan azarlayarak. “Onları etkilemeye mi çalışıyorsun? Beni teslim edebileceğini göstermeye mi çalışıyorsun?”

 

Bant dudak büktü.

“Yap bunu Duncan” dedi. “Burada kimseye bir yararın yok, kendine de! Yüce Ra’ya duymak istediği şeyi söyle, yaptıklarını itiraf et ve bu şehre huzur getir. Başkentimizin huzura ihtiyacı var ve bunu yapabilecek tek kişi sensin.”

Duncan birkaç kez derin nefes aldı ve sonunda konuşabilecek gücü topladı.

“Asla” dedi.

Bant öfkeyle baktı.

“Ne kendi özgürlüğüm için” diye devam etti Duncan “ne hayatım için, ne de herhangi bir başka bedel için!”

Duncan Bant’ın kızarmış olduğunu görüp tatminkâr bir şekilde gülümsedi ve sonunda ekledi: “Fakat şunu bil, eğer bir gün buradan kaçarsam, kılıcım kalbinde kendine bir yer bulacak.”

Uzun bir sessizliğin ardından donakalmış olan Bant ayağa kalktı, öfkeli bir şekilde Duncan’a baktı ve başını salladı.

“Benim için birkaç gün daha dayan” dedi “böylece ben de idamını seyredebileyim!”

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?