Buch lesen: «Bizim Nesibe»
Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.
1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.
Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.
Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.
Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.
Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.
Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.
Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.
HİKÂYELER
BİZİM NESİBE
Akşamüstü eve girdim annemi; yengemi, kız kardeşimi, eniştemi biraz durgun, biraz tasalı gördüm. Yengeme sordum:
“Ne var, niye somurtuyorsunuz?” dedim.
Sofrayı kuran besleme kızı gözleri ile gösterip “Sus!” demek istedi. Sustum.
Besleme kız dışarı çıkınca yeniden sordum. Yengem:
“Bunu kocaya istiyorlar!” dedi.
“Bu Nesibe’yi mi? E isterler ya! Bunda surat edecek ne var? Geç bile kaldılar.” dedim.
Üçü de oturmuşlar, iş işliyorlar. Bizim bay enişte de, gazete okuyor. Annem gözlüklerinin üstünden bakıp:
“Nesi geç kaldı?” dedi. “Daha dur bakalım.” Yengem de:
“Bugün bir hizmetçi bulmanın ne demek olduğunu siz bilmiyorsunuz sanırım.” diyerek niçin somurttuklarını anlatmak istedi.
“Bilirim, kolay değildir ama hizmetçi bulunmuyor diye kızı kocaya vermeyecek değilsiniz ya!” dedim.
Annem kızgın:
“Vereceğiz elbette.” dedi. “O da boyunun ölçüsünü alacak. Acelesi ne oluyor? Her şeyin bir sırası var.”
Kız kardeşim de, düşünceli:
“Güç doğrusu.” dedi. “Bugün o kaç paraya gelin olur?”
Yengem:
“Bir yatak takımı yapayım dersen beş yüz liranın kapısıdır…” diye hesabı kuruşlandırdı.
Ben gene söze karıştım:
“Beş yüz yahut altı yüz.” dedim. “Kız büyüdü, kocaya da istiyorlar, kendinize düşeni yapacak kocaya da vereceksiniz. Hiç boşuna çenenizi yormayınız!”
Annem:
“Öyle ya.” dedi. “Al elin çıplağını, temizle kelini, bitini; tam eli iş tutup biraz faydası dokunacağı gün cehennem olsun gitsin… Beni ‘hayrat’ diye sana kim söyledi!”
Yengem de:
“Onda biraz insaf olsa bizi böyle yüzüstü bırakıp gitmez.” diye ekledi.
“Gitmez de ne yapar?” dedim. “Her şey çağında.”
Annem gözlüklerinin üstünden bakıp:
“Çağına ne olmuş?” dedi. “Daha dur bakalım, yirmi beşine bile basmadı…”
“Canım.” dedim. “Meserret’i kocaya verirken ‘Yirmi üç yaşına girdi daha koca bulamadı.’ diye yas tutuyordunuz. Nesibe’ye gelince hesap değişti mi?”
Hepsi bana kızdılar. Kız kardeşim:
“Sen Meserret’i, Nesibe ile bir mi tutuyorsun?” dedi. “Biri hanım, biri besleme ayol.”
Ben de sordum:
“Hanımlar kocaya erken varırlar, beslemeler geç kalırlar diye yeni bir âdet mi çıktı?” dedim.
Yengem:
“Çıkmadı ama onlar bizim gibi mi? Onları alanlar çalıştırmak için alıyorlar. Kart da olsalar her gün koca hazır. Bizim öyle mi?”
Ne ince hesaplar!
“Güzel ama.” dedim. “Kız kocaya varacak olunca sen beslemesin hele biraz bekle mi diyeceğiz?”
Annem söze karıştı:
“Ya karışayım da bir de sonra onun suratını çekeyim.” dedi. “Ne hali varsa varsa görsün. O bu kapıyı çok arar.”
Söz buraya gelince bizim bay enişte gazeteyi yüzünden çekip söze karıştı.
“İlkin bu kızın varacağı adamın kim olduğunu öğrenmeli.” dedi.
Bizim enişte hukukçudur. “Kızı kocaya vermemek için kendince bir yol bulmuş olsa gerek.” diye düşündüm.
“Öğrendik, bir biçimsiz herifin biri olduğunu da anladık, ne olacak?” diye sordum.
“Kendisine söyleriz!” dedi.
“Bizi dinlemezse?” dedim.
“Eh ne yapalım, günah bizden gitmiş olur.” dedi.
Bay eniştenin ne demek istediğini iyice anlayamadım. Biz “Varma!” diyeceğiz, kız dinlemezse biz de kıza bir şey vermeyeceğiz!
“Bizden hak dava eder.” dedim. Bay enişte gülümsedi:
“Onun çok su götürür yeri var.” dedi.
“Sahi, bunu isteyen kimmiş?” diye yengemden sordum.
“Bildiğimiz yok, genç bir oğlanmış.” dedi.
Annem söylendi:
“Kızın aklında fikrinde yoktu ya.” dedi. “O satıcı karı… Geldi gitti kızı ayarttı.”
Kız kardeşim:
“Satıcı karının hiç suçu yok.” dedi. “Kendi tanıştı, kendi buldu.”
Kız kardeşim böyle söylemese annem ona tutunacak. O satıcı karıyı bu eve alıştıran kız kardeşimdir. Bu sefer de annem:
“Elbette.” dedi. “Bakan yok, eden yok. Herifi içeriye de almıştır!”
Kız kardeşim kızdı:
“Canım anne!” dedi. “Niçin içeri alsın? Kendi dışarı çıkmıyor mu?”
Annem:
“O da sizin marifetiniz.” dedi. “Bir düğme alınacak olsa gel Nesibe… Şimdi bulun da yollayın bakalım.”
Yengem söze karıştı:
“Aklına koymaya görsün.” dedi. “Küpe koysan gene yapar.”
Eniştem de:
“Muayene ettirmeli.” diye ortaya bir laf attı.
Kız kardeşim:
“Ne muayenesi, nasıl muayene?” diye sordu.
“Bayağı muayene…”
Anam da körükledi:
“Bundan her şey umulur!” dedi.
Dayanamadım.
“Canım.” dedim. “Bu da lakırtı mı? Kız evlenmek için sizden izin istiyor. Ne diye muayeneye yollayacaksınız? Bize gülerler. Bize düşen izin vermektir. Biraz bir kırıntı verirseniz o da sizin hanımlığınız.”
Annem:
“Bizim hanımlığımızı isteyen kocayı kendi bulmazdı.” dedi.
“Siz buldunuz da varmadı mı?” dedim.
“Arkasından atlı mı kovalıyordu?” dedi. “Elbet birini bulurduk!”
“Daha iyi ya sizi zahmetten kurtardı.” diyecektim, odaya ağabeyim girdi. Yemek getirilmesi için Nesibe’ye seslendiler. Yemekten sonra da misafirimiz oldu.
Ertesi sabah Nesibe odama tıraş suyu getirmişti.
“Ne o? dedim. “Uğurlu kademli olsun, kocaya varıyormuşsun?”
Yere baktı sustu.
“Nasıl, oğlan genç mi?” diye sordum.
“Genç.” dedi.
“Kaç yaşında?” dedim.
“Bilmem.” dedi.
“Ne iş yapıyor?” diye sordum.
“Ayak satıcısı.” dedi.
“Ne alıp satıyor?” dedim.
“Ne olursa…” dedi. “Kitap satıyordu, şimdi esans kokuları satıyor.”
Anladım. Vardır ya eskiden hacı yağı, gül yağı, kalemis1 yağı, tarçın, karanfil yağları satarlardı. Şimdi esans satıyorlar, onlardan biri olacak. Yahut Köroğlu, Battalgazi, Kankalesi, Kerem ile Aslı, Tahir ile Zühre, enamlar, Mushaflar, dua kitapları satan, köy köy dolaşanlar vardı ya onlardan biri olacak.
“Oğlanın evi var mı?” diye sordum.
“Bir odası var.” dedi.
“E, kimin nesi olduğunu öğrendin mi?” dedim.
“Kim sorup anlayacak Küçük Bey.” diyor. “Bir yeri var işte…”
Acıdım. Eskiden çocuktu, oyunu bıraksın da ev işi görsün diye hırpalarlardı. Gene de bizleri sever görünür. Şimdi evin her işi onun üstündedir. Eskiye bakarak çok hoş kullanıyorlar ama biraz süslenmek istese, başına bir çiçek takacak olsa yahut ne bileyim başka bir süs yapsa hoş görmez, arkasından olsun söylenirler. Bizim evin hizmeti kolay değildir. Bizim hanımlar hem çalışmazlar hem de titizdirler. Bir masanın üstünü biraz tozlu görseler sinirlenir, söylemedik söz bırakmazlar. Acıklı bir şey olmuş gibi cıyak cıyak bağrıştıkları da olur. Bu böyle giderse bir gün gelecek Nesibe de onlara bağıracaktır. Bunu bizimkiler anlamazlar. Ama boğaz tokluğuna çalışan, bir evin temizliğine bakan, yemeğini pişiren, bulaşıklarını, çamaşırını yıkayan; cebi, sandığı sepeti de boş olan bir adam, elbette günün birinde söz sahibi olur; hanımların yüzlerine karşı da bağırır. Ben bunun belirtilerini gördüm.
“Şu kıza biraz para verin.” diye de çok söyledim. Beni anlamadılar.
“Canım bu kız giderse bunun yerine tutacağınız hizmetçiye bir para verecek değil misiniz? O parayı, hiç olmazsa yarısını bu kıza verin, size istekle çalışır.” dedim. Beni dinlemediler. Şimdi kız bizim evden kurtulmak istiyor. Bizimkiler de köpürüyorlar. Köpürsünler bakalım… Bereket versin taşkınlıkları çok sürmedi. Nesibe’nin kendi göbeğini kendi kesmeyi kararlaştırdığını anlayınca yatıştılar, eskisi kadar da sert konuşmaktan vazgeçtiler. Nesibe’yi alacak oğlanı, yengem, sokakta görmüş belki de beğenmiş.
“Üstü başı pek pırtık ama fena değil.” diyor. Yaşı da Nesibe’den ufak değilse büyük değilmiş. Bizimkiler düşünüyorlar. Ele güne karşı kızı çıplak yollamak da olmayacak; kırıp sarıp bir yataktakı mı, biraz bir şeyler vermeli.
Öteberi almaya, diktirmeye de başlayacaklardı, iş yeni baştan durakladı; bizimkiler Nesibe’nin varacağı oğlanın dilenci olduğunu öğrendiler.
Bir akşamüstü eve geldim, yengem karşıma çıktı.
“Ben, ‘Bu işin içinde bir bityeniği var.’ demedim mi?” dedi.
“Ne var, ne olmuş?” diye sordum.
“Ne olacak?” dedi. “Nesibe’nin varacağı oğlan dilenci imiş!”
“Dilenci mi, ne münasebet!” dedim.
“Dilenci.” dedi. “Ben gördüm. Meşrutiyet Caddesinde dileniyordu. Beni tanır gibi oldu.” savuştu.
“Nesibe’ye göstermeli!” dedim.
“Merak etmeyin Nesibe biliyor.” dedi. “Değildir, meğildir diyor; ama ben gözlerinden anladım…”
Nesibe’nin bile bile bir dilenciye varacağını doğrusu aklım almadı.
Ertesi gün, bir iş için odama gelmişti, sordum.
“Kız.” dedim. “Hani seninki satıcı idi? Herif dilenci imiş!”
“İnanmayın Küçük Bey.” dedi. “Dilenci sanmış para vermişler, o da sevabı vardır diye almış.”
“Sevabı vardır diye mi? Hımm!..”
Sadaka vermenin sevap olduğunu işitmiştim ama almanın da sevap olduğunu bilmiyordum. Düşündüm, doğru buldum; vermesi sevap olunca alması da sevap olmalı.
“Ne bileyim kızım.” dedim. “Biz dilenciliği ayıp sayarız da…”
“Siz de sahiden dilenci sanmayın, Küçük Bey.” dedi. “Onu tanıyan baylar, bayanlar var, onların fukarasıdır. Kendi kimseden istemez. Geçen gün polisler çevirmişler de Allah razı olsun, bir delikanlı bey kurtarmış.”
Bu kızın, bilerek isteyerek bir dilenciye varması, bizim evde ilkin hiç hoş görülmedi. Hazırlıklar da durdu. Suratlar da asıldı. Dedikodusu da günlerce sürdü ancak ne yapsalar, kızın bu herife varacağı anlaşıldığından:
“Aman, kime varırsa varsın, başımızdan gitsin; biz de kendimize göre birini bulalım.” demeye başladılar.
Annem:
“Babası da kılıksız herifin biri idi. O da dilenci miydi neydi? Soysuz olmasa çocuğunu el kapısına verir miydi!” diye söylendi, bir yandan da sandığı sepeti karıştırdı, kesenin de ağzı açıldı. Hem söylendiler hem de diktiler, diktirdiler, Nesibe’yi gelin ettiler. Gitti.
Bizim eve de her çeşitten hizmetçi kadınların biri gidip biri gelmeye başladı. Nesibe de insandır, o da kocaya varmak isterdi ama bizimkiler beni dinleyip bu kıza biraz para verse idiler, bu evlenme daha geç kalabilirdi. Neyse, olmadı!
Aradan ne kadar geçti bilmem, bir gün Nesibe’yi sinemanın giriş yerinde gördüm. Başına güzel bir eşarp örtmüş. İki ucunu da çenesi altından bağlamış. Saçının bir demetçiğini, kaşının üstüne yosmaca düşürmüş tırnaklarını, dudaklarını boyamış, kaşlarını yolmamış ama üstlerinden kalem yürütmüş, altın bilezikler, naylon küpeler takınmış. Bizde neye özenmiş de yapamamış ise hepsini yapmış!..
Görünce sevindim. Yanında yaşlıca bir kadın vardı. Belki kılavuzluk eden o satıcı kadındır. Onlar beni görmediler. Dilenci karısı ama akşam olup da herif evine girince artık dilenci değil bir delikanlıdır. Kazanıyor da. Nesibe’nin arkasındaki palto, çok hanımları imrendirecek kadar güzel.
Sinemadan dönüşte evdekilere söyledim. Biliyorlarmış. Nesibe bizim eve de gelmiş, süsünü göstermiş. Yengem beğeniyor.
“Dilenci milenci ama karısına gül gibi bakıyor.” dedi.
Ağabeyim de:
“Gidip evini görmeli. Ben merak ediyorum.” dedi.
Düşündüm. Ben dilenciliği pek kötü bellemiştim. Bizim evdekiler de ilkin, Nesibe’nin kocasını çok hor görmüşlerdi. Şimdi para kazanıyor, karısına iyi bakıyor diye herifi sevmeye başladık. Baksana dilenciliğin sevabı bile varmış!
Ancak iş dilencilikle kalmadı. Bir sabah Nesibe bize gelmiş. Beni görmek istiyormuş.
“Ne var, ne istiyorsun?” dedim.
“Aman Küçük Bey, ne olursa sizden olur. Bizimkini ‘üfürükçü’ diye alıp götürdüler, mahkemeye verip süreceklermiş; sizin tanıdıklarınız çoktur. Bir telefon etseniz bırakırlar diyorlar…”
Yalvarıyor!
Elindeki işi bırakıp annem:
“Senin kocan dilenci değil mi? Git kendin söyle.” dedi.
Nesibe:
“Dilenciyi de sürüyorlar hanımcığım.” dedi. “Hem ben söylersem bırakırlar mı? Küçük Bey söylerse bırakırlar.”
Yengem, biraz acıdığından, biraz da kocası gibi hükûmeti çekiştirmekten hoşlandığından:
“Canım.” dedi. “Ne isterler elin fıkarasından, yapacak başka işleri mi kalmadı?”
Düşündüm. Yalan bir şey söyleyecek değilim ya dilenciye dilenci diyeceğiz.
“Bakayım.” dedi. “Bir tanıdığa rastgelebilirsem…”
Nesibe dua etti, gitti.
Ertesi gün haber almaya gelmişti:
“Kızım.” dedim. “Senin kocan bal gibi üfürükçü imiş. Bana niçin yalan söyledin? Başına da yeşil sarık sarıyor, sırtına da cübbe giyip köşeye oturuyor, gelene gidene okuyor, muska veriyor, büyü yapıyormuş!..”
Nesibe:
“Aaa, vallahi yalan, hiç büyü yapmaz.” dedi. “Bak gördünüz mü nasıl iftira ediyorlar!”
“Ben onu bunu bilmem.” dedim. “Adını Himmet Hoca koymuş. Üfürükçü dediğinin de boynuzu olmaz ya!”
“Adı Himmet ise o da suç mu? Sonradan koymadı ya. Sarığı da evde sarıyor. Onu evde ben oturtuyorum Küçük Bey! Yoruluyor. Kolay mı? Yağmurda, karda… Çocuk muşambasından içine gömlek yaptım; o da tutmadı, hastalandı. Allah bizim rızkımızı verecekse evde de verir. Onu tanıyanlar, nezirleri,2 eksik olmasınlar, eve getirip veriyorlar. Anasından eli vardır: Baş ağrısına, göz ağrısına, sıkıntıya okur. Bu ayıp mı? Çalmıyoruz ya! Kimseden para istemeyiz. Herkes gönlünden ne koparsa verir. Niçin üfürükçü olsun? Asıl üfürükçü, polisin kaynatasını ayağa kaldıracağım diye elli lirasını alanlardır. Sorsunlar polise…”
Nesibe anlattı, söylendi; benden bir yardım olmayacağını anlayınca kalktı, gitti.
Ben Nesibe’yi tanımıyormuşum. Benim bildiğimden daha çok becerikli imiş! Anlaşılıyor ki bu herife üfürükçülüğü o yaptırıyor. Bir dilenciden bir üfürükçü çıkarmak da epeyce bir iştir!
Bir gün evimizin önündeki ağaçlardan birinin dibine sakat bir adam oturmuştu. Odun kesmek için sokakları dolaşan baltacılardan biri geldi, sakat adamın yanına çömeldi; uzun uzun konuştular.
Oduncu’nun:
“Senin yüzünden ben de beş-on para kazanırım.” dediğini işittim. Biraz sonra baltacı sakat adamı arkasına alıp götürdü. Birtakımları da köylerden çocukları toplayıp şehirlerde dilendiriyorlar. Nesibe de bunların bir başka türlüsü.
Nesibe gittikten sonra annem:
“Bu herifi sürerlerse bu kız ne yapar?” dedi.
“Evet, işe yarar bir dilenci bulmak kolay değil…” dedim.
Yengem de:
“İnsafları yok ki…” dedi. Kimler için söyledi bilmem. Dilencileri sürenlere söylemiş olsa gerek.
Ağabeyim dilencilere kızıyormuş.
“Bunları sürmek değil, becerikli bir hükûmet olsa hepsini öldürür, dedi.
Kız kardeşim:
“Bu da yenisi.” dedi. “Zavallıların kime ne zararları var? Öldüreceklerse ortalığı soyanları öldürsünler.”
Ağabeyim hükûmetin beceriksizliğine atıp tuttu.
Annem de ne düşündü ise:
“Şimdi artık dilenci olmayacak mı? Herkes sadakasını kime verecek?” dedi.
Kimse sesini çıkarmadı.
Aradan aylar geçti. Nesibe’den haber alamamıştık. Bayramda anneme gelmiş. Keyfi yerinde imiş. Kocasını sürmüşler. Çalışmış, iki ay sonra getirtmişler. İşin hoşu, bu sürgün onlara yaramış. Himmet Hoca’nın adı duyulmuş! Mamak’ta kendilerine bir ev alıyorlarmış.
ESKİ KINA GECESİ
Bundan tam kırk yıl önce, İstanbul’da, Kovacılar’da, Asmalı Hamam Sokağı’nda rahmetli Hacı İsmail Bey’in evinde düğün var. Oğlu, Maliye ketebesinden3 İbrahim Sıtkı Bey evleniyor, kına gecesi olacak.
Çağrılanlar: Sıtkı Bey’in kalem arkadaşları, mahalle komşuları, hısım akraba şöyle bir kırk-elli kişi, eh çağrılmadan gelenler de olursa bir altmış-yetmiş kişilik bir toplantı, eş dost arasında bir eğlenti. Saz da kendilerinden. Aksaraylı Hafız İsmail Efendi getirebilirse Hanende Selim ile Kanuni Nazmi’yi getirecek. Getiremezse, eh, mahallede ut çalan iki komşu var. Bir de tambur. Tambur çalan biraz acemi ise de, zararı yok, gene tamburdur. Kanuni Cemal Bey de var, hepsini sürükler! Hafız İsmail de okur. Fasıl yerinde!
Evde hazırlığa, sabah erkenden başladılar. Mahalle kahvecisi Naim Efendi, bu gibi hayırlı işlere yardım etmekten hoşlanır bir adam, düğün aşçısını hazırladı. İki de sofracı karı bulmuş. Erkenden geldiler. Aşçı bahçeye eğreti bir ocak kurdu, üstüne de iki kazan oturttu.
Bir hamal, arkasında küfe ile geldi. Bardak, tabak getirdi. Sayıp aldılar. Evdeki hanımlar ortalığı topladılar. Konsolun önünde kırılacak, dökülecek her ne varsa kaldırdılar. “Meze dökülür, sarhoşlar kirletir.” diye yerdeki halıları kaldırıp yerine alt katın eski kilimlerini serdiler.
Sofracı kadınların biri Rum, biri Yahudi. Gelir gelmez, ilkin ayna karşısına geçip süslendiler. Sonra tabakları silip hazırlamaya başladılar.
Biraz sonra bir hamal, bir damacana rakı getirdi.
İbrahim Sıtkı Bey’in babasının anası, Raziye Hanım sağdır. Başını örttü, birkaç günlüğüne ahret kızına gidiyor. Bastonuna dayanarak sofadan geçerken damacanayı gördü. Kendi kendine söyler gibi:
“Ziftin pekini içsinler.” dedi.
Gelini duydu:
“Tuhafsınız.” dedi. “Evladımın mürüvveti olmasa kapıdan içeri sokar mıyım acaba! Evlat hatırı için nelere katlanmıyoruz!”
Kaynanası durdu.
“Ben bir şey demedim ki ayol!”
“Ziftin pekini içsinler diyorsunuz!”
“Ne diyeyim? Afiyet olsun, içsinler diyecek değilim ya!”
Gelin sustu. Raziye Hanım da çıkıp gitti.
Meyzin’in4 oğlu Sadrettin ile Arap Cevher’in oğlu Arif, biri on sekiz yaşlarında, ayağında çuha şalvar, belinde şal kuşak, gümüş saat, kordon, aktar çıraklığı eder bir çocuk; öteki yirmi yaşlarında, kıvırcık saçlı, açık kahve renkli, babasının yanında çalışır bir dadı çocuğu, sık sık gelip gitmeye, sofracı karılarla âşıktaşlık etmeye yeltenir oldular.
Yahudi kızı biraz daha genç, Rum karısı biraz daha yaşlı gibi ise de Yahudi kızından daha güzel. İkisi de taburla yahut bölükle değil ise de takımla erkeğin bir başından girip bir başından çıkmış kadınlar. Sadri ile Arif’e metelik vermediler.
Sıtkı’nın anası Nazire Hanım, yağlanmış, etlenmiş ama ihtiyarlığa boyun eğmemiş, saçları kınalı, gözleri sürmeli bir hanım; başına bir namaz bezi örtmüş, ortalıkta dolaşıyor, sanki iş yapıyor, bir yandan da yerli yersiz:
“Bugün de beni görmedik erkek kalmadı; bereket versin boynumda nikâhım yok.” diyor. Allah bilir içinden de neler geçiyor.
Bugün erkekler yalnız onu değil, evdeki bütün kadınları, bunlar arasında güveyin kız kardeşi yirmi üç yaşında Fahrünnisa ile besleme, on dokuz yaşlarında İkbal’i de görüyorlardı. Kızlar ne yapsınlar; hangi kapıyı açsalar bir erkeğin gözü, çalı dikeni gibi gözlerine batıyor.
Öğleye doğru güveyi, kan ter içinde geldi. İki küfe dolusu et, erzak getirilip aşçının önüne konuldu.
Güveyi, uzunca boylu, sırtı genç yaşında biraz kamburlaşmış, yaşı otuz dolayında, düşük ince bıyıklı bir adam. Anası, kız kardeşi, yakın komşulardan yaşlı birkaç hanım, güveyin dört yanını alıp ona yalvarmaya başladılar, ki gidip bir tıraş olsun, temiz bir yakalık, bir yeni kravat taksın!..
Yukarıda bunlar güveyi kandırmaya uğraşırlarken aşağıda Tevfik Bey’in sesi işitildi.
“Hani güveyi, nerede?”
Uzun boylu, şişman, çıplak kafalı, gür sesli bir adam. Adliye memurlarındandır. Bütün mahallenin kâhyası gibidir. Sözünü dinletir. Kimsesizlerden, dul kadınlardan birinin bir işi olsa ona gider. Gençlere, ihtiyarlara, herkese karışır.
Güveyi, kadınlardan yakasını kurtarıp aşağı inince Tevfik Bey’le, bahriye kalyon kâtiplerinden Şemi Bey’le karşılaştı.
“Buradayım.” dedi.
“Buradayımla olmaz, daha hiçbir şey hazır değil. Hani sofralar? Hem bu karılar sofrayı beceremezler. Bunları kim buldu sana? Naim mi?..”
Sonra, kapının yanında duran Sadri’ye dönerek:
“Bunların biri dört, hadi hadi beş kişiye yemek verebilir. Kırk kişilik sofra bunlarla döner mi? Hem bunlar artık başlasınlar. Hani bakalım, nerede sofralar? Düş öne! Göster bakalım!..”
Yukarı kata çıktılar. Sofralardan biri merdiven başındaki odaya kurulacakmış. Biri de köşedeki büyük odaya. Yemek için de sofaya bir büyük masa kurulmasını sofracı karılar kararlaştırmışlar.
Odalara kurulacak sofralar, rakı sofraları; asıl sofra yemek sofrası. Tevfik Bey sordu:
“Hani? Nasıl kuracaksınız bakayım?”
Gösterdiler:
“İşte, şuradan şuraya!”
“E, aşağıdan yukarı gelenler nereden çıkacak?”
“Ne yapalım, biraz da katlansınlar…”
“Neye katlanacaklar? Hizmet edecek, tabak getirecek, şişe götürecek. Böyle olmaz. Sofrayı ayakyolu kapısından oda kapısına doğru kurmalı. Bu ayakyollarına da bolca bir su döktürsünler, pek baygın kokuyor.”
Sofranın nasıl kurulacağı kararlaştı ama başka güçlükler çıktı. Hem kadeh eksik geliyormuş, hem de çatal bıçak…
Tevfik Bey:
“Gördünüz mü şimdi yediğiniz naneyi! Bunu şimdi mi söylerler! Takımı tam getireceklerdi. Nerede o herif?”
Herif ortada yok. Tevfik Bey:
“Hıfzı Paşalarda vardır.” dedi. “Gidip onlardan istemez misin?”
Sıtkı kaşlarını kaldırıp:
“Mahallemizin büyüğüdür.” dedi. “Bayramda giderim ama şimdi nasıl gidip isteyeyim! Annem hanımefendi ile tanışır. Bakalım valideye soralım…”
Tevfik Bey, fesini sandalyenin üstünden alarak:
“Dur.” dedi. “O kadının yapacağı iş değil. Ben gider paşadan isterim. Hoşuna da gider.”
Kalktı, gitti. Yarım saat sonra da paşanın aşçısı, birkaç takım çatal, bıçak, tabak getirdi. Kadeh yokmuş.
Kadeh için başka bir kolayını bulamayıp satın almaya adam koşturuldu.
Sular kararmaya5 başlamıştı. Lambalar yakıldı. Sofranın üstüne mezeler, ufak tabaklarla rakı sürahicikleri dizildi.
Mahalleden şöyle ayak hizmeti edebilecek birkaç kişi daha geldiler. Rakının idaresi işini Bahriyeli Şemi Bey üstüne aldı.
Evin içinde rakı kokusu, meze kokusu, daha başka anlaşılmaz baygın kokular birbirine karışıyordu.
Tevfik Bey ayakyollarına üçer beşer kova su döktürdü.
Misafirler baş gösterdiler. İlkin mahalleliden üç-beş kişi kapıdan girdiler. Kapı önünden, merdiven başından, yukarı kattan birkaç “Buyurun!” sesi duyuldu.
Toplu gelen birkaç kişiden biri:
“Cemal Bey geldi mi?” diye sordu.
“Gelmedi!”
“Olmaz şey, şimdi önümüz sıra geliyordu! Nereye kayboldu!..”
Odaya hatırlı misafirler alınacak iken hatıra gönüle bakmayarak ilk gelenler alındı.
Keman çalacak olan Kemal Bey, birkaç arkadaşı daha, biraz sonra da Hafız İsmail Efendi, Nazmi’yi bulup getirdi. Arkadan başka misafirler de gelince, köşedeki büyük odayı açmadıkça, hizmet edeceklere dönecek yer kalmayacak. Yalnız, büyük odanın lambası yokmuş.
Tez, birini koşturup büyük bir lamba buldurdular. Masa, takım bulmak, odayı açıp misafirlere buyurun demek epeyce uzun bir iş oldu ise de sıcaktan, daraçlıktan6 boğulan misafirlere de bir ferahlık oldu.
Mahalleden yardıma gelmiş olanlar alt katta, çakırkeyif olmuşlardı.
Kanunu, udu akort etmeye başladılar. Misafirlerden her biri istedikleri yerlere oturmuş tabakların, mezelerin de yerlerini değiştirmişlerdi.
Odada, köşede, pencere önünde oturmuş, başını da açmış şişman bir efendi, yanındakilerden bir kadeh rakı istedi. Çatalla meze de uzattılar. İçti, yedi, bir de cıgara yaktı; köşeye yaslandı, bir ayağını altına aldı, öteki dizini de dikti. Sonra eliyle çıplak kafasını okşayıp:
“Oh, efendim, safa!” dedi. Anlaşılan keyfi yerine geldi.
Saz takımı bir kanun, bir keman, bir tambur, iki ut, altı-yedi de okuyan! Akort bitti. Keman taksime başladı. Herkes sustu. Rast taksim.
Mahalleliden babacan bir efendi, kemanın sesinden coşmuş olacak ki:
“Allah, Allah…” dedikten sonra, orada duran gençlerden birine:
“Hakkı oğlum.” dedi. “Şuradan doldur bir tane, ver bakayım!..” Bu adamın içişi, içmeye daha başlamış olanlara bir emir gibi oldu. İçmeye başladılar. Yanındakilere rakı, cıgara verenler, alaya başlayıp gülüşenler, kemanın sesini gölgede bıraktılar..
Alt katta içki daha önceden başlamıştı. Hıfzı Paşanın aşçısı, konağın yemeğini yamağına tapşırıp7 düğünevine gelmiş, kafayı da tütsülemiş, mutfakta oynuyor, bir sürü çoluk çocuk da kapıya yaslanmış seyrediyorlardı.
Hizmet eden mahalle delikanlıları sofracı karılara bağırıyorlar, meze taşıyan, rakı getirip götüren sofracı karılar da mutfak kapısında duranlara çıkışıyor, bir bağrışma, bir gürültüdür gidiyordu.
Merdiven ayağına yakın bir yerde oturmuş ablak yüzlü bir delikanlı iyice sarhoşlaşmış, önünden gelip geçen kadınların arkasından, ağzı açık, uzun uzun bakıyor.
Sonradan getirilen iki sofracı kadından birini, kalabalıkta çimdiklemişler, darılmış, çalışmıyor ama keyfi yerinde olacak ki mahalle delikanlıları ile şakalaşıyordu.
Yukarıda da rast taksimi, peşrev bitmiş, şarkılar başlamıştı. Okuyan altı kişi, bağırmakta birbiriyle yarışıyorlar. Ses odada, sofada, alt katta, komşularda değil, mahalle aşırı yerlerde de duyuluyordu. Bunun için odada konuşanlar da birbirini duyabilecek kadar bağırıyorlardı. İçeri odalarda bu kadar bağırmadan da anlaşabilirlerdi. Ne var ki odada herkes söylüyor, kimse de dinlemiyor, sözünü dinletebilmek için oldukça yüksek sesle konuşuyorlardı. Sofracı karılar aşağı yukarı koşuşuyorlar. Bir meze tabağı düşüp domatesler merdivenlerin üstüne yayılıyor, kadın ayağı ile bunları bir kenara itiyor.
Ara sıra hizmet gevşer gibi oluyor. Karılar aşağıda çeneye başlıyorlar. Yukarıdan bağırıp çağırıyorlar. Hizmet edenler yeniden yukarı çıkıyorlar.
Ağır aksaktan üç şarkı, arkasından bir gazel.
Oh!.. Ortalıkta bir sessizlik. Sanki şarkılar bitti diye herkeste bir hafiflik vardı.
Aksaraylı Selim okuyor: Nazarımda gene afak-ı siyeh-fam8 oluyor. Hafız Osman ağzı olacak. Daha doğrusu gramofon gibi okuyor. O kadar benzetiyor ki gramofonun o him himliği bile var. Okuyan sanki ağlıyor. Coşan coşana… “Allah!” diye bağıranlar, derin derin içini çekenler… Bu arada aldırmayıp birbirine sarhoş hulusu çakanlar9 da vardı.
Gazel bitince faslı çevirip curcunalara başladılar. Ortalık da coştu. Uslu akıllı bir adama benzeyen efendi, saz çalınan odada, ortaya çıkıp kıvıra kıvıra oynamaya başladı.
Bir arkadaşı eteğinden çekip:
“Otur, Hakkı Bey!” diyor.
Hakkı Bey dinlemiyor. Birkaç kişi de el çırpıp onu coşturuyorlar. Sarhoş olmasa güzel oynayacak. Köçekçelerin tadını bu adam çıkarıyor. Saz çalanlar da Hakkı Bey’in oynayışına bakıp coştular.
Bu coşkunluğun arasında gençten bir adam da bildiği bir eski şarkıyı saza çaldırıp arkadaşlarına dinletmek istiyor. Gidip Cemal Bey’in kulağına şarkıyı çalmaları için ricada bulunuyor. Cemal Bey anlamıyor. Genç adam çalacaklarını sanıyor. Gelip arkadaşlarına da söylüyor, umutla bekliyorsa da çalmıyorlar, bir başka köçek havasına geçiyorlar.
Tevfik Bey, saz çalanları yorgunluktan korumak, biraz ikram edip ağırlamak için odaya giriyor ise de çalanların oynayanların keyiflerinin yerinde olduğunu görüp dışarı çıkıyor yandaki odada, birkaç sarhoşun karşısında dalkavukluk eden güveyi bulup:
“Canım, Cemal Bey’e, çalgıcı imiş gibi şarkı ısmarlıyorlar, bu da olur mu?” diyor.
Güveyi şaşkın, sersem, hiçbir şey anlamıyor. Ne olduğunu, ne yapacağını da bilmiyor.
Tevfik Bey, güveyi şaşkın bırakıp aşağı iniyor. Şemi Bey’i buluyor. Şemi Bey ayakta güç duracak kadar içmiş. Tevfik Bey damacananın bitip bitmediğini soruyor.
“Hangi damacana birader, binlik desene! Ben damacana filan görmedim. Hesabını da… Dur! Aklımı toplarsam sana söylerim. Ne kadar mahalle çocuğu varsa selamladılar. Ben de kaynanadan para aldım! Tevfik Sıtkı’nın anası büyük kadın… Ha, ne dersin? Ben sıkılarak hani yok mu ya rakı makı derken, oğlumun şerefidir, içsinler, afiyet olsun. Ben onun için ne fedakârlığa katlanmam ki. Bak bak lakırtıya! Eridim. Ha? Doğrusu…”
Tevfik Bey sarhoşun sözünü keserek:
“Oh babam.” dedi. “Biz seni sanki rakının başına koyduk, sen onlardan önce olmuşsun! Nerede bakayım rakılar? Nerede büyük şişe?”
“Burada idi!”
“Neredeydi?”
“Bilmem, şimdi burada idi…”
Rakıları mutfağa aşırmışlar.
“Vay hinoğluhinler be, ulan bedava rakı buldular, yıkanacaklar. Sadri, getirin şunları buraya!”
O sırada, orada oturan sofracı karı gözüne ilişti.
“Oh, hanım yaymış kıçını… Ulan, kalkıp hizmet etsene!”
Ayakta duran genç çocuklardan biri:
“Onu çimdiklemişler de darıldı oturuyor.” dedi.
“Çimdiklemişler mi? Bu gürültüde daha ne yapacaklardı. Haydi kalk bakalım işe. Naz istemem. Kenarı kırık metelik bile vermem!”