Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Cinci Hoca», Seite 3

Schriftart:

Deli İbrahim, ilk lahzada ne olup bittiğini anlamamış gibiydi. Kara Mustafa’nın üzerine doğru atılışı, kuvvetli kolunu koynuna sokup çekişi yüreğine müthiş bir korku verdiğinden oturduğu yerde sallanıp duruyordu. Fakat cücenin denize uçuşundan, sadrazamın da hiçbir şey yapmamış gibi sükûn içinde geri çekilişinden sonra padişahlığını hatırladı, hiddetlenmek istedi. “Sen…” dedi. “Ne hakla benim cücemi denize atarsın? Ben padişah değil miyim, bir vezirin ne haddidir ki koynuma el uzatsın, cücemi çekip alsın?”

Kara Mustafa Paşa, telaş göstermeden onun sözünü kesti:

“Müsaade buyurun anlatayım. Ben senin vekilinim, başvezirinim. Bu haysiyetle kimse beni tahkir edemez, benimle eğlenemez. Koynunda sakladığın pis mahluk bu yapılmaz işi yaptı, dilini çıkarıp benimle eğlendi. Ben de şerefimi korumak için cezasını verdim. Şimdi sen, cücene muhabbetinden dolayı beni cezalandırabilirsin. Boynum kıldan incedir. Kestirecek misin, emret! Boğduracak mısın, emret!”

Saygı göstererek konuşuyordu, kızgın görünmeden söylüyordu. Lakin “öldür” derken, “ölmem” dediğini sezdirmekten geri kalmıyordu, küçülmeye çalışırken bir kat daha büyüyor ve yükseliyor gibiydi. Hünkâr, her karşılaşmada heybetli endamına kamaşan bir gözle bakabildiği, sert sesini titreye titreye dinlediği kuvvetli ve kudretli vezirin susması üzerine bir kahkaha, sürekli bir kahkaha bıraktı.

“Aman lala…” dedi. “Ne gidişti o, ne gidişti. Sen kızgındın da farkında olmadın. Ben teresin denize düşünceye kadar altmış takla attığını saydım.”

Yalan söylüyordu; cücenin taklalarını saymak şöyle dursun, koynundan nasıl alınıp denize fırlatıldığını bile korkudan layığıyla anlamış değildi.

Bununla beraber vezirin şu cüretini günlerce unutmadı, sevgili cücesinin öcünü almak kaygısını yine günlerce zihninden çıkarmadı. Artık Kara Mustafa Paşa onun için bir kâbus kesilmişti. Gerdekleri dolaşırken, köçekleri oynatırken, havuzlarda güreş yapar ve yaptırırken hep onu düşünüyor, onu görüyor ve onun kalın kolunu koynuna sokuşunu hatırlayarak iliğine kadar titriyordu.

Bu vehmî hâletten, kendini her yerde kovalayan bu garip hayaletten kurtulmak için kadınlarla düşüp kalmayı daha sıklaştırmıştı, Kubbealtı’na çıkmaz olmuştu. Devlet işlerinde zaruri olan emirleri yazı ile veriyordu. Sadrazamın yüzünü görmekten mümkün olduğu kadar uzak kalmaya çalışıyordu.

Birkaç hafta böyle geçti, cücenin matemi biraz küllendi, vezir korkusu şuuraltına geçti ve deli padişah, yine delice keşifler düşünmeye daldı. Şimdi kafasını kadıncıl bir erkeğe tabiatın çizdiği zevk haddini son kerteye kadar ölçmek meselesi işgal ediyordu.

Ona göre bu, yaman bir mevzuydu, çünkü hekimbaşından saray kapıcılarına, şeyhülislamdan kasap çıraklarına kadar âlim ve cahil hiçbir kimsenin bu babda kati bir söz söyleyemeyeceğini tahmin ediyordu. Onun mecnun düşüncesine göre her yolun bir sonu, her evin muayyen bir yüksekliği, her merdivenin birer birer aşılan basamakları, her cismin eni boyu olduğu gibi maddi zevklerin de azami dereceleri bulunmak lazımdı.

Deli adam bu haddi keşif için bir çare ararken -maksadını sezdirmemeye çalışarak- sık sık hekimbaşıyı sorguya çekerdi.

“Hammaloğlu..” derdi. “Bir adam en çok ne kadar ekmek yiyebilir?”

O, safiyetle cevap verirdi:

“Bilinmez ki sultanım. Mide meselesi. Ben kulun bir dilimi güç hazmederim, bir başkası sekiz somunu bir ağızda kıvırır.”

“Demek adamına göre.”

“Adamına ve iştihaya göre!..”

Şeyhülislam Şair Yahya Efendi’ye de aynı bahsi başka şekilde açar ve ikide bir sorardı:

“Neden dört kadını nikâhla almaya izin veriyorsun da on dört kadın alınmasını yasak ediyorsun?”

“Tahammül ve idare meseleleri düşünülerek böyle yapılmıştır sultanım. Fakat teserri (odalık alma) kapısı açıktır. Kesesine, sıhhatine güvenen erkekler diledikleri kadar halayık alabilirler.”

“Eskilerden en çok kadın alan kimdi acep?”

“Hazreti Süleyman!”

“Dedem mi?”

“Hayır sultanım.”

“Ya kim bu Süleyman?”

“Hazreti Davut’un oğlu. Büyük peygamberlerden biri.”

“Kaç karısı vardı onun?”

“Üç yüz nikâhlısı, yedi yüz odalığı!”

“Vay canına! Benden çok kadın toplamış ha. Yarından tezi yok, onu geride bırakacağım, benimkilerin sayısını bin iki yüze çıkaracağım.”

“…”

“Ne sustun molla! Padişah değil miyim ben, her istediğimi yaparım!”

“Yaparsınız padişahım. Allah safayı hatır versin!..”

Bu sorgularla maksadına eremeyince kendi dalaletli dehasına başvuruyor, aradığı haddi tespit için bir sınama şekli bulmaya savaşıyordu. Nihayet kâşiflikte yeni bir muvaffakiyet gösterdi ve anasına, kızlar ağası vasıtasıyla şöyle bir tebliğde bulundu:

“Önümüzdeki perşembe günü sarayda yirmi dört gerdek kurulsun. Ben o gün yirmi dört kere evleneceğim.”

Dediğini de yaptı, yirmi dört gelin odası süsletti, yirmi dört gelin seçti, kendine yirmi dört güvey kostümü hazırlattı, yirmi dört saz ve yirmi dört çengi takımı getirtti. Gelinliğe seçilen kızlardan artakalmış halayık sürüsünü yirmi dört müsavi kısma ayırıp her birine aynı bir kıyafet intihap etti, harem ağalarını da yirmi dört küme hâline koydu ve muayyen gün gelince düğün başladı.

Saz ve çengi takımları haremin dışında, silahtar dairesi önünde toplanmışlardı, kendilerine verilen numaralara göre sıra ile çalıp oynayacaklardı. Deli İbrahim o daire ile harem arasındaki kapıdan geçerek saz dinlemeye geldi, Sultan Murat’tan kalma oymalı sayvana oturdu, garip bir gurur ve acip bir böbürlenme hissettire ettire emir verdi:

“Saz başlasın!”

Bir numaralı saz takımını dinlemeye, bir numaralı köçekleri seyretmeye ve bir numaralı gelinle yüzleşmek için bir numaralı gerdeğe girmeye hazırlanırken bir numaralı güvey kostümünü giyinmişti. Bu kostüm, kendinden önce gelen padişahların harp yolculuğunda, büyük geçit resimlerinde kullandıkları elbise olup kürk kaplı iç zırhla, elmas çaprastlı ve bağ yerleri yakutlu, zümrütlü dış zırhından, mücevher yayla yine mücevher kabzalı kılıçtan ibaretti. Başında yeşil şalla örtülü tolga ve çifte sorguç vardı. Eski hünkâr kıyafetlerinden bu kılığın farkı sorguçlar arasında üç tane karanfil bulunmasından ibaretti.

Garp mitolojisinde harp ilahı olarak tasavvur olunan Mars’ın, Venüs’e aşk ilan ederken Volkan tarafından basıldığı ve sevgilisiyle beraber telden bir ağ içine konulduğu rivayet olunur. Mars o ağ içinde şüphe yok ki İbrahim’in bu çiçekli cengâver kılığına bürünmesi kadar gülünç değildi. Zira aşk yolculuğuna çıkarken kalkanını, okuyla yayını beraber götürmemişti, tabii bir vaziyette bulunuyordu.

Gülünç deli, tolgayla karanfilin yan yana gelmesinden doğan maskaralığın farkında olamayarak hümayun iradesi üzerinde başlayan ahengi dinliyordu. Kemani Aşur’la Neyzen Torluk Dede’den, Tamburcu Fare Kalfa’dan, Şeştarcı Hürrem Çavuş’tan, Kanuncu Cağalaoğlu’ndan, Ravzacı Doygun Ömer’den terekküp eden ve Hanende Nane Çelebi ile Hafız Bahor’un, Mülazimoğlu’nun iştirakiyle kadrosu tamamlanan bir numaralı saz takımı gerçekten sanatkârane fasıllar yapıyordu, kıvrak nağmeler terennüm ediyordu. Fakat hünkâr, incelik ve zarafet değil, curcuna meftunuydu. Bu sebeple ahengin en heyecanlı deminde başından tolgasını çıkardı, sorguçlar arasındaki karanfilleri eline alıp baygın baygın kokladıktan sonra ferman buyurdu:

“Köçekler gelsin!”

Onlar zaten hazır ve iradeye muntazır olduklarından altın telli kumaştan yapılmış dörtkubbeli adını taşıyan etekliklerini kabartarak, büklüm kâküllerini dağıtarak sahneye koşmuşlar, göz alıcı pırıltılar içinde fırıl fırıl dönmeye başlamışlardı. Bunlar Süğlünşah, Mahmutşah, Çerkezşah, Nazlı Yusuf adlı dört meşhur köçekti ve Deli İbrahim’in -avrat pazarı dışında- iyiden iyiye tanıyıp da sevdiği insanların ilk safında bulunuyorlardı.23

Musiki ilmine uygun, sanat incelikleriyle dolu bir ahenkten çarçabuk bıkan deli hünkâr, akide koluna mensup bu dört köçeğin dönüp dolaşmalarını seyre bir türlü doyamıyordu ve onların raksına biraz daha hız, biraz daha heyecan vermek için sazendeleri boyuna zorluyordu. Şu ibram24 biraz sonra sazı yaygara hâline getirdi, kulak zarlarının tahammül edemeyeceği bir gürültü vücuda geldi ve manasız velvele taşa taşa, dalgalana dalgalana saray duvarlarını aşarak dışarı döküldü, Ayasofya minarelerinde ezan okuyan müezzinlerin sesini bastırdı, namaza gelenlerin huzurunu altüst etti.25

Fakat İbrahim’in neşesine had yoktu, payan yoktu. Üstündeki ağır zırhlar müsait olsa yerinden fırlayacaktı, Süğlünleri, Nazlı Yusufları koluna takıp oynayacaktı. Fakat kılığının sıçramaya müsait olmaması ve aynı zamanda bir numaralı gelini görmek için sabırsızlık hissetmesi yüzünden bu işi yapamadı, köçek faslına -düğün programı mucibince- fasıla verdi, hareme girdi.

Bir numaralı halayık ve köle takımları içeride kendini bekliyorlardı. O, yeni baştan giyindiği tolgasıyla, zırhıyla, kılıcıyla, yayıyla eşik önünde görünür görünmez alkışlar koptu, arkasından düğün ilahileri okunmaya başlandı ve zatı şahane, bu teranelerle bir numaralı gerdeğe götürüldü.

Fakat o bir haftada hazırlanan odada bir saatten fazla durmadı, bir numaralı gelini el öpmek üzere Kösem Sultan’ın yanına yollayarak tekrar silahtar dairesine çıktı, mahut sayvana kuruldu, iki numaralı saz ve köçek takımlarını vazifeye davet etti. Kılığını değiştirmiş, iki numaralı kostümünü sırtına geçirmişti. Samur kaplı bir üstlükle elmas düğmeli iç entarisinden, uçkuru sırmalı yeşil bir çakşırdan ibaret olan bu yeni kıyafette biraz evvelki kılıktan kalmış nişaneler, mahut karanfillerdi.

İbrahim bu inanılmaz sahneleri muayyen fasılalarla, tam yirmi dört saat yaşattı, saat başına kılık ve gelin değiştirdi, her değişiklik vukusunda alaylar kurdurdu, ilahiler okuttu, sazlar çaldırttı, köçekler oynattı, şerbetler dağıttırdı. Bütün saray halkı onun şu yorulmaz kepazeliğine, bu sonu gelmez edepsizliğine parmak ısırıyorlardı, için için “neuzübillah” diyorlardı.

Kösem Sultan da bu şaşkınlar arasındaydı. Zatı şahaneden gördükleri yüksek iltifatın şükranını mahcup bir saadet içinde ve el öpmek suretiyle kendisine ödemeye gelen gelinlerin sayısı saat başına arttıkça onun da hayreti artıyordu, o güne kadar “yedi evliya kuvveti” taşıdıklarına inandığı padişahlarda yetmiş yedi aygır kuvveti de bulunduğuna sersem sersem iman getiriyordu.26

Fakat ahenk, bu çılgın ahenk, deli hünkârın meramına göre şen bir neticeye varmadı, varamadı. Sûrun sonu şûr27 oldu. Kahkahanın yerini feryat aldı ve gelinlerin sayısı yirmi dördü bulduğu sırada Sultan İbrahim saravi ihtilaçlar içinde kıvrana kıvrana bayıldı.

Saray bu sefer vaveyladan yıkılıyordu. Çalgıcılar, sanki bu felaketin sebebi kendileriymiş gibi süpürge sapıyla dövülerek dışarı atılıyordu. Köçekler, sille tokat sokaklara sürülüyordu. Çiçekleri henüz burunlarında, duvakları henüz yüzlerinde duran yirmi dört taze gelin uğursuzlukla itham edilerek koğuşlara sokuluyordu ve padişahla temasa mezun ağaların köşeden köşeye koşarak baygın deliyi ayıltacak çareler araştırdığı görülüyordu.

Valide sultan, biraz önce şaşkınlıktan ve tahlili güç düşüncelerden sıyrılarak biricik oğlunun baş ucuna çömelmişti, bir yandan sadık halayıklarının yardımıyla gül suyu döküp masajlar yapıyordu. Bir yandan da Hekimbaşı Hamalzade Mehmet’i ağız bombardımanına tutuyordu:

“Sen ne çeşit hekimsin herif? Efendin, velinimetin, padişahın ayılıp yatıyor da bir çare bulamıyorsun, sağını solunu bilmez ırgatlar gibi bakınıp duruyorsun! Ya aslanımı ayıltırsın yahut geberip gitmeye hazırlanırsın!”

Hekimbaşı, yorgun aygırın nasıl olsa aklını başına devşireceğini bildiğinden telaş etmiyordu. Hatta valide sultana, kadınlara, harem ağalarına ve bizzat hünkâra ders teşkil etmesi için bu vaziyetin biraz daha sürmesini münasip görerek elini ağır tutuyordu. Fakat yirmi dört numaralı güvey kılığından tecrit olunan hastanın kan da zayi ettiği anlaşılınca soğukkanlı hekimin ağır davranmasına imkân kalmadı, o devrin ilmî usullerine göre müessir tedbirler alındı, delinin baygınlığı giderildi.

Bu muvaffakiyet, başta valide sultan olmak üzere, herkesi neşelendirecekti. Lakin hastanın çok güçlükle açılan gözlerindeki derin manasızlık, yorgun çehresini saran koyu sarılık, bütün bedeninde beliren hareketsizlik, yeni baştan velveleli bir telaş uyandırdı, her ağızdan bir yaygara yükseldi, hasta odası şamata içinde kaldı ve söz bir kere daha ayağa düştü.

Valide sultanın, kızlar ağasının, kâhya kadının, hazinedarın ve herkesin telaş göstermekte hakları vardı. Çünkü hünkârın boş bakışları hayatının sönmekte olduğunu gösteriyordu. Bakıp da görmeyen o gözlerde, inlemeye bile kadir olmayan o dudaklarda, muzdarip bir kımıldanışa dahi mecal bulamayan o hissiz bedende hızlı bir sönüşün bütün facaati teressüm ediyordu. İşte bu vaziyette kadınlardan biri hatırlattı:

“Bir hoca, nefesi keskin bir hoca! Şevketlu efendimize nazar değdi.”

İkinci bir kadın, aynı lüzumu başka bir mülahaza ile teyit etti:

“Nazardan ziyade iyi saatte olsunların yeline çarpılmışa benziyor. Bu işlerden anlar bir hoca bulmalı.”

Hekimbaşı, yirmi dört saatte yirmi dört düğün yapmış, yirmi dört gerdek değiştirmiş olan bir adamın baygın düşmesine, mecalsiz kalmasına değil sert bir inme ile geberip gitmemesine şaşılmak lazım geleceğini söyleyemezdi, iliklere kadar işleyen bir yorgunluğun izlerini de bir lahzada gideremezdi. Onun için bir iki ilaç hazırlatmakla beraber kadınların fikirlerine iştirak eder gibi göründü.

“Şevketlu efendimiz…” dedi. “Yavaş yavaş kendilerine gelirler, eski hâllerini bulurlar. Fakat duanın da ruha tesiri inkâr olunmaz. İlimle amel eder salih bir kişi bulup nefes ettirmekte fayda var.”

Kendisinin orada bulunanlar tarafından cehille itham olunduğunu anlıyordu ve küfürle de itham olunmamak için kadınlara uysal görünüyordu. Valide sultan işin hocaya, şeyhe kaldığını bu tavsiye yüzünden tamamıyla anlayınca gamlı gamlı içini çekti:

“Öyleyse…” dedi. “Hemen adamlar çıkarılsın, nefesi keskin birkaç hoca bulunup getirilsin!”

Bu emir, kızlar ağasını dışarı koşturdu; onun gösterdiği telaş kapıcıları, zülüflü ve zülüfsüz baltacıları, bostancılardan çoğunu harekete geçirdi ve kısa bir zaman içinde üç beş düzine saraylı İstanbul sokaklarına yayıldı.

Bunların hiçbirine muayyen bir isim verilmemişti, sadece keskin nefesli hoca bulunup getirilmesi söylenmişti. Ondan ötürü devrin “evliyaları” sayılan Budala Hasan Dede gibi, Üçperçemliler gibi, Eskici Dede gibi avarelerin kapısına dört beş saraylı üşüşüyordu, Çınar şeyhi gibi kapısını gökten inecek melaikeye bile nazla açan müşterisi bol üfürükçülerin eşiğine ise yirmi uşak birden başvuruyordu.

Gün henüz doğmamıştı, şeyhler ve hocalar yataklarından kaldırılarak -nezaketli bir zorlayışla- saraya götürülüyordu. Fakat hastanın durgunluğuna, ölgünlüğüne baktıkça hafakanlara uğrayan Kösem’in sabırsızlığı boyuna çoğaldığından gidenlerin dönmesi beklenilmeyerek üfürükçü aramaya yeni baştan adamlar koşturuluyordu. O meyanda ayağına çevik saray hamalları da yola çıkarıldı. Şuraya buraya sevk olundu.

Hacı Mehmet adlı bir Arap da bunların arasında bulunuyordu. Büyük odunluğun ışıksız bir köşesindeki minderceğizine uzun ve kalın boynunu yayarak, gün doğmadan başlayacak meşakkatli vazifesinin yorgunluğunu tatlı rüyalarla peşince çıkarmaya çalışan Hacı Mehmet, göğsü tekmelenerek, bıyıkları çekilerek uykudan uyandırılınca neye uğradığını şaşırmış, sarf u nahve baştan başa aykırı lehçesiyle bir şeyler mırıldanmış ve kendine taalluk etmeyen bir işe koşturulacağını anlar anlamaz da padişaha dua eder gibi bir vaziyet takınarak Arapça küfürler savurmuştu. Fakat başına dikilen harem ağasının kamçısı, gidilecek yolun haritasını çıplak sırtına çizip durduğundan dua şeklindeki küfürleri bırakıp saraydan ayrılmak zorunda kaldı. Şu kadar ki odunluktan çıkarken uzun hizmet yıllarının mahsulü olan bir kese altını da koynuna yerleştirmeyi unutmadı. Hacı Mehmet için mabut, altındı ve sarayda bu altınlar pek bol olduğundan kendisi oraya taabbüt28 ediyordu. Sıkı bir murakabe altında namaza giderken, yoldaşlarıyla manga hâlinde sofraya otururken, ışıksız köşesinde uyurken bu keseciği eliyle sık sık okşamaktan geri kalmazdı, hatta terleye terleye odun taşırken bile gözü koynundan ve kesesinin ayrı bir kalp gibi göğsünde aldığı canlı vaziyetten ayrılmazdı.

Şimdi de alaca karanlıkta sokağa çıkarken yürüme kuvvetini, hatta düşünme imkânlarını kesesinden alıyordu. Lakin biraz sersemdi, uyku mahmurluğu gözünden akıyordu. Nereye gideceğini, kimin kapısını çalıp kimin yakasına yapışacağını bilmediği için bu sersemlik ziyadeleşiyordu.

Hamal Hacı Mehmet işte bu vaziyette Divanyolu’nu aştı, Çemberlitaş’a ulaştı ve o abidenin önünde biraz duraladı. Doğru mu gidecekti, sağa mı sapacaktı, yoksa sola dönüp yine saraya doğru mu inecekti?.. Hâlâ uyku iştiyakiyle derinden derine sızlayan gözlerini ovuşturarak kendine -sonu dayağa varmayacak- bir istikamet çizmeye çalışıyordu.

Daha uzaklara gitmek hoşuna gitmiyordu, saraya dönmekten de korkuyordu. Sokaklar ıssızdı. Çemberlitaş, karşı taraftaki elçi hanını tarassut eden bir nöbetçi gibi bu esmer ıssızlık arasında bambaşka bir heybet teressüm ediyordu. Hacı Mehmet, nöbetçinin dile gelip kendisini gösterdiği tereddütten dolayı tekdire kalkışacağını kuruntuladığından sağdaki sokağa saptı, Mahmutpaşa Camisi’ne doğru birkaç adım attı. Çemberlitaş’tan uzaklaşıyor, fakat içindeki tereddütlerden uzaklaşamıyordu. Fikri de ruhu da kargaşalık içindeydi.

Bu durumda hatırına keseceğizi geldi, altınlarını okşaya okşaya zihnine cila vermek istedi ve sevimli çıkınını koynundan çıkarıp sevgilisinin başını avuçları içine alan bir âşık heyecanıyla seyre daldı. Hünkârın hastalığını, kendisinin keskin nefesli bir hoca aramaya memur edildiğini, vaktin darlığını, Çemberlitaş’ı ve her şeyi unutmuştu, elleri garip bir hazzın zoruyla titreye titreye keseyi okşuyor ve dudakları haris bir buse olup altınlara yapışmak üzere çirkin çirkin buruşmaya başlıyordu.

İşte bu sırada insan mı, hayvan mı, gülle mi, taş mı olduğu anlaşılmayan iri bir gölge peyda oldu, yaman bir kasırga hızıyla gelip Hacı Mehmet’e çarptı ve herifi oradaki açık lağım çukuruna yuvarladı. Çarpışma sırasında altın dolu kese bir yana fırlamış ve yürüyen gölge bir lahzada eğilerek keseyi aldıktan sonra aynı hızla ileriye doğru süzülüp gitmişti.

Cinci Hoca

Safranbolu’da herkesin iyi bir adam diye tanıdığı Karabaş oğlu Mehmet Çelebi, yakasına yapışan hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca çocuklarının en küçüğü olan Hüseyin’i çağırttı, döşeğinin ayak ucuna oturttu.

“Oğul…” dedi. “Ben göçüyorum. Size su yüzü görmez iki üç tarlayla şu viran evden başka bir şey bırakamıyorum. Emmim Emrullah kadıdır ama kör muma benzer, dibini şöyle dursun yanını, yönünü aydınlatmaz. Babamızın kardeşi diye evine gitseniz kapıyı açmaz, yüzünüze bakmaz. Onun için kardeşlerinle el ele verip kendi yağınızla kavrulmaya çalışmanız gerek. Gelgelelim sende sapan kullanacak, balta sallayacak kol yok. Bir öküze saman veremezsin, bir sıpaya şu içiremezsin, kardeşlerinle de geçinemezsin. Sen daha yeri, göğü ayırt edemezken bu başarısızlığın gözüme çarptığından günlerce düşündüm, seni okuryazar bir adam yapmak istedim. Tarlayı çapalayamayan eline kalem de yakışmadı, yirmi beş yaşına geldiğin hâlde dersin emsileyi geçmedi. Ben gözümü yumunca aç kalacaksın, sürüm sürüm sürüneceksin. Bari İstanbul’a git, bir medreseye yazıl, bedava fodla29 yiyip geçin, kardeşlerine yük olma.”

Hüseyin’in sıhhat fışkıran kırmızı yüzünde derin bir hayret dolaştı; iri, siyah gözleri biraz daha irileşerek açıldı ve dudakları kekeledi:

“Ben mi İstanbul’a gideyim baba? Bu yaşa geldim burnumuzun dibindeki Daday’a gitmedim, Aktaş’a adım atmadım. Hangi ödle dağlar aşıp, denizler aşıp İstanbul’a varırım ben?.. Haydi sözünü tutmak için gözümü kapayayım, tevekkeltü alallah deyip yola düşeyim. İstanbul’da niderim, nice barınırım?.. Medreseye gir diyorsun. Öğrendiğim bir nasara! Onunla İstanbul gibi bir yerde adama fodla yedirirler mi?”

Hasta adam derin derin içini çekti:

“Yer değişince kısmet de değişir. Sen Allah’a tevekkül et, sefere çık. Bahtın belki yâr olur; elin, koynun para görür. Emsileden binaya30 çıkamamak ayıp olsa da gam değil, senin kadar bile okumayanların kazasker olduklarını çok gördük. Talihin uyanırsa sen de bir gün şeyhülislam olursun. Fakat takdire rıza gösterirken tedbiri elden bırakmamalı. Ben sana üç dört yazılı dua bırakacağım. Onlar köşedeki dolabın içindedir, kara kaplı kitabın arasındadır. Ben ölünce duaları al, gece gündüz çalışıp ezberle. İç sıkıntısına, hafakana, kara sevdaya, uykusuzluğa bu dualar birebirdir. İstanbul’da zevk ehli ne kadar çoksa sıkıntıdan patlamak kertesine gelenler de o derece boldur. Çünkü zevkin çoğu sıkıntı getirir. Tıpkı çok yiyip rahatsızlanmak gibi… Sonra İstanbul ‘acayip’ şehirdir. Orada hemen herkes sevdaya düşkündür. Boyuna sevda çekmekten de kara sevda doğar. Demek ki öğreneceğin duaları sık sık harcamamak için İstanbul’da hiç güçlük çekmeyeceksin, elverir ki nefesinde hayır olduğunu yayabilesin, kendini tanıtasın.”

Molla Hüseyin, işte bu vasiyet üzerine kafasını günlerce yordu, öbür dünyaya göçüp giden babasından miras kalan surhubad, kenzül’arş gibi duaları beynine nakşetti. Zaten remil atmayı, cifir denilen mevhum ilme göre rakamlar ve harfler sıralayıp onlardan mana çıkarmayı, bir ramazan ayını Tanrı misafiri olarak Safranbolu’da geçiren Faslı bir dilenciye hizmet ederken şöyle böyle öğrendiğinden İstanbul’da üfürükçülüğe başlamak için lüzumu kadar sermaye tedarik etmiş oluyordu.

O, zannolunduğu kadar ahmak değildi. Vurdumduymaz görünmesi, kendisinden istenilen işlerde beceriksiz davranması tembelliğindendi. Yorulmak istemezdi, zahmetten kaçınırdı. Bütün düşüncesi üzülmeden, yorulmadan karnını doyurmak, tatlı rüyalar işleye işleye uyumaktı. Babasının vasiyetini kabul edip üfürükçülüğe karar vermesi de tarlada saban, koruda balta kullanmak mecburiyetinden sıyrılmak içindi.

Molla Hüseyin, kısa bir mülahaza ile İstanbul’a gitmeyi -yorucu zahmetlerden kurtulmak bakımından- gerekli bulmakla beraber tecrübe olunmamış bir hünerle, yabancı bir muhitte ekmek kazanılmayacağını da takdir ettiğinden -bugünkü tabire göre- bir staj devri geçirmek istedi. Babasının taylasanlı sikkesini başına, yeşil cübbesini sırtına geçirdi, Ahmediye gibi Türkçe, Taberî gibi Arapça bir iki kitabı heybesine yerleştirdi, Safranbolu mıntıkasında seyahate çıktı.

O devirde sikke ve cübbeye çok saygı gösterilirdi, hele kitap taşıyanlara son derece ikram olunurdu. Ta Fas’tan, Yemen’den, Hint’ten, İran’dan Türkçe bilmez birtakım açıkgözlerin Anadolu içerilerine sokulup midelerini ve keselerini bol bol şişirebilmeleri, hep ilmin ve ruhi salahın kılıkta, kıyafette aranmasından, ne olduğu bilinmeyen kitaplara körü körüne hürmet edilmesindendi.

Molla Hüseyin de bu ananeden istifade ediyordu, her köyde barınacak yer bulup mükemmel surette karın doyuruyordu. Fakat o, midesinin ibramıyla, hatta para toplamak hırsıyla dolaşmıyordu. Üfürükçülük tecrübesi yapmak, hastaların muzdarip ruhları üzerinde duaların yapacağı tesiri sınayarak zekâsını istikbale hazırlamak istiyordu.

Onun için birçok çarelere başvuruyor, birçok düzenler kuruyor, halkın merakını tahrik için birçok tedbirler alıyordu. İlk planda saffetlerini meramına alet ettiği kimseler, çocuklardı. Kırlarda rast geldiği sekiz on yaşındaki yavruları babaca okşar, dağarcığında taşıdığı somunlardan bir dilim ve sahipsiz bahçelerden derleyip de sakladığı meyvelerden bir tane sunarak kendilerini sorguya çekerdi; köylerinde hasta bulunup bulunmadığını, varsa dişi mi, erkek mi olduğunu, ne vakitten beri yattığını ustalıkla öğrenip hafızasına geçirirdi.

Çocukları söyletirken bilhassa kısır kadınlar üzerinde dururdu, kocaya varıp da yıllarca ana olamayan talihsizlerin isimlerini bellemeye çalışırdı.

İşte bu usulle o, Eflani, Aktaş, Ulus, Araç, Daday mıntıkalarındaki bütün köyleri evvelden tanıyarak ziyaret etmek ve kılığına gösterilen saygıyı çarçabuk hayrete çevirmek imkânını buluyordu. Çünkü yabancısı göründüğü herhangi bir köye girip de eşraftan birinin evine yerleşir yerleşmez, hâlühatır sorulmasına meydan vermeden, ayran sunulmasını beklemeden cezbeye tutulmuş gibi bir tavır alır, başını göğsüne eğerek dalgınlaşır ve sonra iri gözlerini, ev sahibiyle odadaki hoş geldine gelmiş köylülerin üzerinde dolaştırarak gür bir sesle haykırırdı:

“Şimdi bir koyun kesin, etini köpeklere dağıtın, ikişer rekât da namaz kılıp Allah’a beni gördüğünüz için şükredin. Çünkü köyünüze cinler musallat olmuş. Daltaban oğlunun eşi Keziban, Altıparmak Hüseyin’in kızı Aşu onların şerrinden yatağa düşmüş. Saçsız Mıstık’ın karısı da gelen cinler tarafından bağlandığı için işte üç yıldır ana olamıyor.”

Ve evliyadan biriyle karşılaştıklarına hemen iman getirerek diz üstü gelen, sevinçle karışık bir hayretle ne yapacaklarını şaşıran köylülere emir verirdi: “Saçsız Mıstık’ı bana çağırın!”

Çalışmakta olduğu tarladan “Karabaş Evliya seni istiyor!” feryadıyla çalyaka edilip yanına getirilen herife sert sert çıkışırdı:

“Be gafil adam, eşini cinler kısır ederler, farkında olmazsın, Allah’tan medet aramazsın. İçin için onu boşamak yahut üstüne ortak getirmek istersin. Nedir bu gaflet, nedir bu insafsızlık?..”

Her köyde işte bu sahne tazelenirdi, Molla Hüseyin “Karabaş Evliya” diye tanılarak ve anılarak baş tacı yapılırdı. Keşfettiği hastaların tedavisi için eline ayağına düşüp yalvarırlardı. O, mide bozukluğundan vereme kadar bütün hastalıklara aynı duaları ilaç olarak kullanırdı, parmak dolamasından kansere kadar bütün yaralara da yine onları merhem niyetine ele alırdı. Mideler, bu üfürüklerle sancıdan kurtulur muydu, yaralı ciğerler kenzül’arş duasıyla sıhhate erer miydi, kanserler bu ağız merhemiyle iyi olur muydu, buralarını araştıran yoktu. Çünkü hocanın kerameti bir kere kabul edilmiş bulunuyordu ve bu itikat, hastalar dua altında ölseler bile kolay kolay sarsılmıyordu.

Bununla beraber Karabaş Evliya’nın, Safranbolulu Molla Hüseyin’in kısır kadınları analık zevkine kavuşturmakta güçlük çekmediği muhakkaktı. Kısırlık getiren cinler, ekseriya onun önünde acze düşüp savuşuyorlardı ve eşlerinin doğurmayacağına kanaat getirmiş kocaların çoğu bu hükümlerinde yanıldıklarını anlayarak Molla Hüseyin’e saygılarını çoğaltıyorlardı.

Lakin onu bilhassa kıymetlendiren bu kudret, fena bir tesadüfle felaket oldu, Molla Hüseyin bir köyde evliyalığa yakışmaz bir durumda yakalandı, babalığa namzet kılmak istediği adam tarafından öldüresiye dövüldü, yara ve bere içinde köy dışına sürüldü. Mollanın kerameti köyden köye nasıl hızla yayılmışsa bu kepazeliği de öylece yayıldığından staj devri artık kapanmış, genç üfürükçünün o mıntıkalardan uzaklaşması gerekmişti.

Hüseyin işte bu mecburiyetle Cide’ye doğru yollandı, oradan bir yelkenliye kapağı attı, İstanbul’a geldi, gerilerde, Karabaş Evliyalıktan istihale ettirilmek suretiyle Karabaş Domuz diye anılıyordu, hatırasına lanet okunuyordu.

Fakat o memnundu, altı yedi ay içinde yeni sınaatine ait birçok tecrübeler elde etmişti. Artık adımını nasıl atacağını, tanınmak için neler yapacağını, temas edeceği gafillere karşı ne yolda davranacağını, nerede cinden ve nerede perilerden dem vuracağını, hangi hastaların önünde sert ve hangilerinin önünde yumuşak davranacağını biliyordu.

Eski toyluktan kurtulmuştu. Remil atarken eli titremiyordu, rakam dökerken yüzü kızarmıyordu. Duaları, yerine göre değişen müessir bir ahenkle okuyordu. Bakışları hâkimaneydi, konuşması amiraneydi, yürümesi bile dikkat uyandıran bir şekildeydi.

Bununla beraber İstanbul, ilk günlerde onu sersemletti. Çünkü orada kimseyi tanımıyordu. Çocukları alet ederek dolap çevirmek şöyle dursun postunu serecek bir yer bulmakta da güçlük çekiyordu. Tahtakale yakınlarında bir hana inmişti, küçük bir odada pinekliyordu. Fakat abdestsiz yere basmadığı, başını seccadeden kaldırmadığı için han halkının hoşuna gitmekten de geri kalmıyordu.

O, sekiz on gün sessiz evliya vaziyetinde kaldı, sonra mesleki faaliyete girişti. Han müşterilerinden birinin kimse görmeden saatini aşırmak fırsatını buldu ve bu Piryol saati ahırın bir kovuğuna soktu.

Kendine reklam yapmak için bu hırsızlığı işledikten sonra odasına çekilip kopacak yaygarayı beklemeye koyulmuştu. İntizar31 uzun sürmedi. Han kahvesinde kıyamet koptu, hırsızı bulmak için gürültülü bir hareket başladı. Dava yakın kulluğa32 kadar aksettirildiğinden hana birkaç yeniçeri geldi, müşteriler sorguya çekildi, odalar araştırıldı, şüpheli görünenler dövülerek, sövülerek sıkıştırıldı ve hanın altı üstüne getirildi.

Saati kaybolan adam başta olmak üzere kimse genç hocadan şüphe etmiyordu. Namaz kılıp tespih çekmekle meşgul olduğuna inandıkları salih ve muttaki konuğun odasını aramak saygısızlık sayılıyordu. Fakat Molla Hüseyin, ilmine ve zühdüne hürmeten yapılan bu istisnai muameleyi kabul etmedi, sürüp giden gürültülerin sebebini anlamak ister gibi davranarak aşağı inip de kaziyeyi öğrenince ellerini yukarı kaldırdı dua ahengiyle haykırdı:

“Lanet ol nabekâra, lanet ol haramkâra! Çaldığı mal gözüne, dizine dursun inşallah!”

Ve karakullukçu neferlere yalvardı:

“Benim de üstümü başımı arayın, odamı filan arayın. Şu mağdurun içinde kuşku kalmasın.”

Hancı da saat sahibi de “Haşa hocam!” sözüyle candan, yürekten bu teklifi reddettiklerinden Molla Hüseyin onların omuzlarını sıvazladı. “Öyleyse…” dedi. “Şöyle oturun. Ağalar da otursunlar. Ben bir remil atayım, iyi saatte olsunlarla görüşeyim, âlimülgayb olan ulu Tanrı’nın kemal-i kereminden memuldür ki şu cürmün faili meydana çıksın, çalınan saat ele geçsin.”

Remilini attı, cübbesinin eteğini tersleme suretiyle başına geçirip uzun bir murakabede bulundu, sonra terli yüzünü açığa çıkarıp yorgun bir şive ile haber verdi:

“Hanın eşiğine, beneksiz üç siyah tavuk kanının dökülmesini istiyorlar. Ben, peki, dedim. Siz de kabul ediyor musunuz?”

Hancı ile saat sahibi bir ağızdan bağırdılar:

“Hayhay!”

“O hâlde aldığım haberi verebilirim: Saati aşıran kırçıl bir adamdır, sağ ayağında bıçak yarası vardır, dili biraz peltektir. Dün buradaydı, bugün yok. Kendisini bir at üzerinde batıya doğru gider görüyorum. Fakat saati handa koymuştur. Bir dahi gelişinde almak için.”

Saat sahibi, Molla Hüseyin’in eline yapışıp yalvardı:

“Hay ağzın dert görmesin! Saatim kande saklıdır şimdi? Onu da söyler misin?”

“Atlar, eşekler, develer var, gözüm fark etmiyor.”

“Ahırda olmasın?”

“Dedim ya fark etmiyorum. Belki öyledir.”

Ahır meşalelerle aydınlatılarak uzun araştırmalar yapıldı ve saat bulundu. Artık Molla Hüseyin oda kirasından istisna edilmişti, hanın ışığı ve göz bebeği olmuştu. Yalnız hanın mı ya… Bütün Tahtakale halkı onun elini öpüyordu, her derdin devası kendisinden aranıyordu.

23.Evliya Çelebi bu köçekleri şöyle tarif eder: “İbrahim Han’ın malumuydu. Süğlünşah, Mahmutşah, Nazlı Yusuf gibi meypare hayvanlar diba, zerbaf ve zerdûz, çarkubab etekliklerle meydan-ı muhabbette tavusu bağı İrem gibi reftar ettiklerinde âdem dembeste olup ol dem meftun olur.” (y.n.)
24.İbram: Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. (e.n.)
25.“Davul, zuma ve çengi şeştar sedası Ayasofya minaresinde müezzinlere ezan yanıltırdı.” (y.n.)
26.Hammer, Osmanlı müverrihlerinden Kâtip Çelebi’nin, Kara Çelebizade’nin, Nasuh Paşa oğlunun, Naima’nın Sultan İbrahim hakkındaki ifadelerini çok güzel bir şekilde icmal ederek şu satırları yazıyor: “Boyuna tazelenen arzuları her an yeni bir zevk aramakta alan padişah, muhayyilesinin icat ettiği ve saltanat kudretinin istihsaline müsait olduğu her türlü sefahate gark olup gitmekteydi. Kadınların tesiri kuvvet buldukça kendi kuvveti zâf buldu. Yirmi dört yaşına gelmiş olan hararetli ve bünyesi kuvvetli delikanlı birçok kadına malik olunca itidal bilmeyen arzularına sonsuz bir inkişaf verdi. O hâlde ki fıraşını yirmi dört saat içinde -birbiri ardınca- yirmi dört cariyenin ziyaret ettiği vakiydi.” (Ellinci Kitap)
  Naima da şöyle diyor: “Zümrei nisvan furce bulup uzun mahpes ıstırabı çeken ve henüz o ıstıraptan kurtulan sadedil şehriyarı şivekârlıkla şikâfı amikul ka’rı heva vü lezzete düşürüp zendostluk fenninin garib meselelerini talim ettiler.” (C. 4, s. 236)
27.Düğün, gürültü, kavga, şamata. (y.n.)
28.Taabbüt: İbadet etmek. Kulluk etmek. (e.n.)
29.Fodla: Genellikle imarethanelerde yoksullara dağıtılan, kepekli undan yapılmış, pideye benzer bir tür ekmek. (e.n.)
30.Emsile Arapça fiillerin nasıl tasrif olunduğuna numune verilmek üzere, fakat tek bir fiilin tasrif cetveli olarak yazılmış bir risaledir. Bu risaleden sonra “bina”ya geçilir ve Arapça gramerde ileri gidilmiş olur. (y.n.)
31.İntizar: Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. (e.n.)
32.Kulluk: Kamu düzenini korumakla görevli daire, karakol. (e.n.)
0,96 €