Yeşilin Kızı Anne: Ingleside

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Yeşilin Kızı Anne: Ingleside
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Lucy Maud Montgomery, 30 Kasım 1874 tarihinde, Prens Edward Adaları, Clifton’da doğdu. Annesi, daha o bebekken tüberkülozdan hayatını kaybetti. Kendisini annesinin ailesi büyüttü. Babası, onu büyütmesi için büyükannesine emanet ettikten sonra Cavendish’e taşındı. Cavendish’te yaşamaya başlayan Montgomery’nin çocukluğu yalnızlık içinde, hayalî arkadaşlarla geçti. 1890 yılında, burada eğitimini tamamladıktan sonra, babası ve üvey annesiyle yaşamak için Prens Albert şehrine yerleşti.

9 yaşındayken şiirlerini yazmaya ve günlük tutmaya başladı. İlk şiiri yerel gazetelerde yayımlandıktan sonra düzenli olarak kısa yazılar da yazmaya başladı. Charlottetown’daki Prince of Wales Üniversitesine girerek öğretmenlik lisansı aldı. Kısa süreliğine de olsa öğretmenlik yaptı. 1897’den itibaren yazmaya başladığı yüzlerce kısa öykü, haftalık dergilerde yayımlandı.

1908 yılında yayımlanan ilk kitabı Yeşilin Kızı Anne ile büyük bir başarı yakaladı. Yazarı yaşamı boyunca popüler eden Anne karakteri dünyada en çok sevilen kitap kahramanlarından biri oldu. İlk roman ile birlikte bir seri hâline geldi. Yazar hayatı boyunca birçok roman, otobiyografi, kısa hikâye ve şiir yazdı. Toronto’daki evinde 24 Nisan 1942’de hayatını kaybetti.

Hatice Vildan Topaloğlu, Kilis’te doğdu. İlköğretimine Hasan Ali Yücel İlköğretim Okulunda başlayıp Teğmen Kalmaz İlköğretim Okulunda tamamladı. Özel Sevgi Kolejini birincilikle bitirdi. Hacettepe Üniversitesinde bir yıl işletme okudu. ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Anadolu Ajansının İngilizce bölümünde 4 yıla yakın çalıştı.

Çevirmenin yayımlanmış tercüme kitapları:

Binbir Gece Masalları, Alâeddin’in Sihirli Lambası, Denizci Sinbad, Ali Baba ve Kırk Haramiler, Yeşilin Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Avonlea Günlükleri / Lucy Maud Montgomery, Avonleali Anne / Lucy Maud Montgomery, Adanın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Rüzgârın Kızı Anne / Lucy Maud Montgomery, Beyaz Diş / Jack London, Kadınlar Alayı / Jack London, Üç Silahşorler / Alexander Dumas, On Beş Yaşında Bir Kaptan / Jules Verne, Sokrates’in Savunması / Platon, Mutlu Prens / Oscar Wilde, Nar Evi / Oscar Wilde, Tavşan Peter / Beatrix Potter.

BÖLÜM 1

“Ay ışığı bu gece ne kadar da beyaz!” dedi Anne Blythe kendi kendine. Hafif rüzgârlı havada Wrightların bahçe patikasından kiraz tomurcuklarının yapraklarının düştüğü yere, yani Diana Wright’ın ön kapısına doğru yürüyordu.

Eski günlerde çok sevdiği ve hâlâ sevmeye devam ettiği tepelere ve ormanlara bakmak için durdu. Burası çok sevgili Avonlea’ydi. Her ne kadar artık evi Glen St. Mary’de olsa da Avonlea’de orada asla olamayacak bambaşka şeyler vardı: Her bir dönemeçte kendi hayaletleri karşılıyordu onu. Üzerinde gezindiği çayırlar ona kucak açıyordu. Eski ve tatlı yaşamının dinmeyen yankıları kuşatmıştı etrafını. Baktığı her yerde sevimli bir hatırası geliyordu gözlerinin önüne. Doğaüstü varlıkların musallat olduğu, mazinin güllerinin çiçek açtığı bahçelerle doluydu burası. Anne Avonlea’ye, yani evine dönmeyi her zaman severdi. O sırada olduğu gibi üzücü bir sebeple gelmiş olsa bile bu sevgisi değişmezdi. Gilbert’ın babasının cenazesi için gelmişlerdi ve Anne bir haftalığına kalmıştı. Marilla ve Bayan Lynde, erkenden eve dönmesi teklifini katiyen kabul etmemişlerdi.

Veranda üzerindeki eski çatı odası her zaman onu bekliyordu ve Anne eve döndüğü gece bahar çiçeklerinden yapılma bir buket buldu odasında. Bayan Lynde’in odasına koyduğu bu çiçeklere yüzünü gömdüğünde unutamadığı o yılların kokusunu alır gibi oldu. Geçmişinin hayaleti kendisini orada bekliyordu. O derin, tatlı ve eski sevinç hâli kalbini pır pır ettirdi. Çatı odası onu sarıp sarmalamış, sıkıca kucaklamıştı. Bayan Lynde’in ördüğü elma yaprağı desenli örtü serilmiş eski yatağına, Bayan Lynde’in özenle işlediği dantellerle süslenmiş pırıl pırıl yastıklarına, Marilla’nın ördüğü yer kilimlerine, uzun zaman önce bu odada geçirdiği ilk gecesinde ağlaya ağlaya uyuyan o küçük yetimin yüzünü yansıtan aynaya baktı. Anne bir an için beş çocuklu mutlu bir anne olduğunu, Ingleside’da Susan Baker’ın bir sonraki çocuğu için patik ördüğünü unuttu.

Temiz havlu getiren Bayan Lynde, içeri girdiğinde Anne’i hülyalı gözlerle aynada kendini seyrederken buldu.

“Yeniden evde olman çok güzel Anne. Evden ayrılmanın üzerinden dokuz yıl geçse de Marilla’yla ben seni özlemekten kendimizi alamıyoruz. Davy evlendiği için artık eskisi kadar yalnız değil buralar. Millie dünya tatlısı bir kızcağız. Tam bir meraklı kedi! Ama kimse senin gibi olamaz. Bunu bilir bunu söylerim.”

“Ama bu aynayı kandırmak mümkün değil Bayan Lynde. Bana açık açık, ‘Eskiden olduğun gibi genç değilsin.’ diyor.” dedi Anne muzipçe.

“Rengini çok güzel korumuşsun.” dedi Bayan Lynde teselli edercesine. “Tabii kaybedecek pek rengin yoktu ya.”

“Her neyse. En azından şimdilik gıdım yok.” dedi Anne neşeyle. “Ayrıca eski odamın beni hatırlamış olmasına sevindim Bayan Lynde. Eğer geri gelip de beni unutmuş olduğunu görseydim çok üzülürdüm. Ayın, Lanetli Koru’da yükselişini bir kez daha seyretmek muhteşem bir şey.”

“Sanki koca bir parça altın gibi duruyor gökyüzünde, değil mi?” dedi Bayan Lynde. Çılgınca ve şairane sözlerini Marilla’nın duymadığına sevindi.

“Gökyüzüne doğru yükselen şu sivri çam ağaçlarına baksana. Çukur’daki huş ağaçları da kollarını gümüş rengi göğe doğru uzatıyorlar. Bu ağaçlar artık büyük. Ben geldiğimde bebektiler. Bu da bana kendimi biraz yaşlı hissettiriyor.”

“Ağaçlar da çocuklar gibidir.” dedi Bayan Lynde. “Arkanı döndüğün anda büyümüş olduklarını görmek korkunç bir şey. Fred Wright’a baksana. Sadece on üç yaşında olduğu hâlde neredeyse babasıyla aynı boyda. Akşam yemeği için tavuklu turta var ve senin için limonlu kurabiye yaptım. Bu yatakta uyumaktan korkmana hiç gerek yok. Çarşafları daha bugün havalandırdım. Marilla da benim yaptığımı bilmeden havalandırmış. Bizden haberi olmayan Millie ise üçüncü kez havalandırmış. Umarım Mary Maria Blythe yarın dışarı çıkar. Kendisi cenazeleri oldum olası sever.”

“Mary Maria teyze… Gilbert onu hep böyle çağırıyor. Hâlbuki kadın sadece babasının kuzeni. Bana da hep ‘Annie’ diyor.” diyerek omuz silkti Anne. “Evlendikten sonra beni ilk gördüğünde, ‘Gilbert’ın seni alması çok tuhaf. Çok iyi kızlarla olabilirdi.’ dedi. Ondan hiç hoşlanmamamın sebebi budur belki de. Ayrıca Gilbert’ın da ondan hoşlanmadığını biliyorum. Her ne kadar bunu itiraf edemeyecek derecede ailesine düşkün olsa da.”

“Gilbert uzun süre kalacak mı peki?”

“Hayır. Yarın gece dönmesi gerekiyor. Bir hastasını çok kritik bir durumda bıraktı.”

“Pekâlâ. Sanırım onu Avonlea’ye bağlayan pek bir şey kalmadı. Annesi de geçen sene öldü. Zavallı Bay Blythe eşi öldükten sonra bir daha toparlanamadı. Yaşamak için bir sebebi kalmadı. Blythelar hep böyledirler zaten. Dünyevi şeylere pek düşkünler. Avonlea’de Blythe ailesinden kimsenin kalmadığını düşünmek çok üzücü. İyi insanlardı. Ama maalesef ki Sloanelardan sürüsüne bereket var. Sloaneler hâlâ eskiden oldukları gibiler Anne ve sonsuza dek de böyle kalacaklar.”

“Ne kadar çok Sloane olsa da yemekten sonra ay ışığında eski bostana kadar yürüyüş yapacağım. Ama sonrasında uyumak zorundayım. Her ne kadar ay ışığı gecelerini uyuyarak harcamayı sevmesem de. İlk sabah ışıklarının Lanetli Koru’ya sinsice yaklaşmaya başladığını seyretmek için erkenden kalkacağım. Gökyüzü mercan rengini alacak ve nar bülbülleri etrafta gezinecekler. Belki gri renkli küçük bir serçe konacak penceremin kenarına. Mor menekşeleri seyredeceğim.”

“Ama tavşanlar hepsini yediler.” dedi merdivenlerden paytak paytak inen Bayan Lynde üzülerek. Ay hakkında daha fazla konuşma olmayacağını bilmek içten içe rahatlatmıştı onu. Anne bu bakımdan hep biraz tuhaftı ve artık bu konuda büyüyeceğini ümit etmenin bir faydası yoktu.

Diana, Anne’i karşılamak için patikaya inmişti. Saçlarının hâlâ siyah, yanaklarının gül pembesi ve gözlerinin parlak olduğu ay ışığında bile görülebiliyordu. Ancak yıllar önce olduğundan çok daha toplu oluşunu saklayamıyordu aynı ay ışığı. Diana, Avonlea sakinlerinin “sıska” dediği türden biri olmamıştı hiç.

“Merak etme canım. Kalmaya gelmedim…”

“Sanki bu merak edilecek şey ya.” dedi Diana sitem edercesine. “Bu gece seninle vakit geçirmeyi o davete bin kez tercih edeceğimi çok iyi biliyorsun. Ben daha seni yeterince görmemişken iki gün sonra gideceksin. Ama Fred’in kardeşi… Gitmek zorundayız.”

“Tabii ki öyle. Ben zaten kısa bir süre için şöyle bir uğrayayım dedim. Eski yoldan geldim Di. Orman Tanrıçası Baloncuğu’nun yanından, Lanetli Koru’nun içinden, eski bahçenizden geçip Issız Yer boyunca yürüdüm. Söğütlerin su üzerindeki ters yansımasını görmek için durdum, eskiden yaptığım gibi. Çok büyümüşler.”

“Her şey çok büyüdü.” dedi Diana iç çekerek. “Küçük Fred’e bakıyorum da… Hepimiz o kadar değiştik ki. Sen hariç. Sen hiç değişmedin Anne. Bu kadar zayıf kalmayı nasıl başarıyorsun? Bana baksana!”

“Biraz anaç olmuşsun hâliyle.” diye güldü Anne. “Ama orta yaş kilolarından kaçmayı şimdilik başarmışsın Di. Değişmemiş olduğum konusunda haklısın. Bayan H. B. Donnell da seninle aynı fikirde. Cenazede bir gün bile yaşlanmamış gibi göründüğümü söyledi bana. Ama Bayan Harmon Andrews’ün konuyla ilgili görüşleri farklı. ‘Aman aman! Ne hâllere düşmüşsün Anne!’ dedi. Sanırım güzellik bakan kişinin gözlerine ya da kalbine göre değişiyor. Biraz yaşlandığımı hissettiğim tek zaman dergilerdeki resimlere baktığım zaman. Dergilerdeki karakterlerin resimleri gözüme çok genç görünüyor. Ama bunları boş ver Di. Yarın tekrar genç kız olacağız. Ben de sana bunu söylemeye gelmiştim. Tüm eski mekânlarımızı ziyaret etmek için bir akşamüstü kaçamağı yapacağız birlikte. Baharın kucakladığı arazilerden, eğrelti otlarıyla kaplı eski korulardan geçeceğiz. Bir zamanlar çok sevdiğimiz o tanıdık yerleri göreceğiz ve gençliğimizi yeniden bulduğumuz tepelere uğrayacağız. Baharda hiçbir şey imkânsız gibi görünmüyor. Bir günlüğüne de olsa sorumluluk sahibi bir anne olduğumu unutup Bayan Lynde’in kalbinin derinlerinde hâlâ olduğuma inandığı hoppa kız olacağım. Her zaman aklı başında davranmanın hiç eğlencesi yok Diana.”

 

“Aman Tanrı’m, kulağa gerçekten de çok hoş geliyor! Çok isterdim ama…”

“Aması maması yok. Ne düşündüğünü biliyorum. ‘Erkeklere kim yemek hazırlayacak?’ diyorsun.”

“Tam olarak öyle düşünmüyordum. Anne Cordelia her ne kadar sadece on bir yaşında olsa da benim kadar iyi yemek hazırlayabilir.” dedi Diana gururla. “Zaten hazırlayacaktı. Çünkü Hanımlar Yardım Topluluğu buluşmasına katılacaktım ama gitmeyeceğim. Seninle gideceğim. Bir hayalin gerçekleşmesi gibi olacak. Biliyor musun, bazı akşamlarda oturuyorum ve hâlâ küçük kızlarmışız gibi yapıyorum. Yemeğimizi de yanımızda götürürüz.”

“Hester Gray’in bahçesinde yeriz… Hester Gray’in bahçesi hâlâ yerinde, değil mi?”

“Sanırım öyle.” dedi Diana emin olamayarak. “Evlendiğimden beri hiç uğramadım oraya. Anne Cordelia çok gezintiye çıkıyor ama evden çok fazla uzaklaşmamasını tembihliyorum hep. Korularda aylak aylak gezinmeye bayılıyor. Bir keresinde bahçede kendi kendine konuştuğu için azarlamıştım onu. Bana kendi kendine konuşmadığını, çiçeklerin ruhuyla konuştuğunu söyledi. Dokuzuncu yaş gününde hediye olarak yolladığın gül tomurcuğu desenli oyuncak çay seti vardı ya. Tek bir parçası bile kırılmadı. Çok dikkatli. O seti sadece Üç Yeşil İnsan çay davetine geldiğinde kullanıyor. Bu kişilerin kimler olduğunu bir türlü söylemiyor bana. Birçok konuda benden çok sana benzediğini itiraf etmem lazım.”

“Belki de adaşına çekmiştir, kim bilir. Bu tür düşlerinden dolayı Anne Cordelia’ya kızma Diana. Masallar diyarında birkaç yıl geçirmemiş çocuklara üzülüyorum hep.”

“Artık öğretmenimiz Olivia Sloane.” dedi Diana tedirginlikle. “Kendisi üniversite mezunu ve annesine yakın olabilmek için bir yıllığına aldı okulu. Çocukların gerçekle yüzleşmeye zorlanmaları gerektiğini söylüyor.”

“Sloanelarla yakınlaştın mı? Yanlış mı anladım Diana Wright?”

“Hayır… Hayır!.. Ondan hiç hoşlanmıyorum. O ailedeki herkes gibi dik dik bakan mavi gözleri var. Anne Cordelia’nın hayallerini de sorun etmiyorum. Güzel hayalleri var. Tıpkı senin eski hayallerin gibi… Hayat ilerledikçe ‘gerçekle’ öyle ya da böyle yüzleşecektir illaki.”

“O zaman anlaştık. Yarın saat iki civarı Green Gables’a gel. Marilla’nın frenk üzümü şarabından içeceğiz. Artık papaza ya da Bayan Lynde’e aldırmadan yapıyor şarabından. Şeytanlık olsun diye birazcık içeriz.”

“O şarapla beni sarhoş ettiğin günü hatırladın mı?” diye kıkırdadı Diana. “Şeytanlık” kelimesine aldırmadı. Herkes Anne’in böyle ifadeler kullanırken kötü niyetli olmadığını bilirdi. Çünkü Anne böyle biriydi.

“Yarın unutamayacağımız bir gün yaşayacağız Diana. Seni daha fazla tutmayayım ben. Fred at arabasıyla geliyor. Elbisen çok güzel.”

“Fred düğün için bana yeni elbise diktirdi. Yeni bir ahır yaptırdığımız için gücümüz yetmez diye düşünüyordum. Ama Fred herkesin giyinip süslendiği bir yerde emanet gibi elbiselerle dolaşmamı kabul etmeyeceğini söyledi. Tam da bir erkek gibi değil mi?”

“Glen’deki Bayan Elliot gibi konuştun.” dedi Anne ciddi bir şekilde. “Bu eğilimine dikkat et. Erkeklerin olmadığı bir dünyada yaşamak ister miydin?”

“Korkunç olurdu.” dedi Diana. “Geliyorum Fred geliyorum. Peki ozaman. Yarın görüşürüz Anne.”

Anne dönüş yolunda Orman Tanrıçası Baloncuğu’nun yanında durdu. Bu eski dereyi çok severdi. Sanki Anne’in çocukken attığı kahkahaları yakalamış da o sırada serbest bırakıyor gibiydi. Eski hayallerinin suda yansımasını görür gibi oldu. Eski yeminleri, eski fısıltıları mırıldanıyor gibiydi bu küçük dere. Ancak Lanetli Koru’nun ihtiyar çamları dışında dinleyecek kimse yoktu.

BÖLÜM 2

“Çok tatlı bir gün, tam bizlik.” dedi Diana. “Ama korkarım uzun sürmeyecek bu güzel hava. Yarın yağmur yağacakmış.”

“Boş ver. Güzelliğini bugün içimize çekeriz yarın güneş kaybolacak olsa da. Bugün dostluğumuzun keyfini çıkaracağız, yarın ayrılacak olsak da. Şu upuzun altın-yeşil tepelere, pus mavisi vadilere baksana. Bunlar bizim Diana. Şu uzaktaki tepenin Abner Sloan’un adına tapulu olması umurumda değil. Bugün bizim tepemiz. Batı rüzgârı esiyor. Batı rüzgârı estiğinde hep kendimi maceraperest hissederim. Muhteşem bir gezinti yapacağız.”

Muhteşem bir gezinti yaptılar. Çok sevdikleri eski mekânlarını ziyaret ettiler: Aşık Yolu, Lanetli Koru, Issız Yer, Menekşe Vadisi, Huş Patikası, Kristal Gölü’nden geçtiler. Bazı değişiklikler yaşanmıştı. Issız Yer’de bir zamanlar oyun evlerinin etrafını çevreleyen huş fidanları kocaman ağaçlar olmuşlardı. Uzun zamandır kimsenin üzerinde yürümediği Huş Patikası eğrelti otlarıyla kaplanmıştı. Kristal Göl, tamamen ortadan kaybolmuş geriye sadece ıslak ve yosunlu bir çukur bırakmıştı. Ama menekşelerle dolu Menekşe Vadisi hâlâ mosmordu. Bir zamanlar Gilbert’ın ormanın arka taraflarında bulduğu elma ağacı, tomurcuklarla benek benek süslü kocaman bir ağaç olmuştu.

Başlarında şapkaları olmadan yürüdüler. Anne’in saçları güneş ışığında cilalanmış maun gibi parlıyordu, Diana’nın saçları ise ışıltılı siyahtı hâlâ. Birbirlerine neşeli ve anlayışlı, sıcak ve dostça bakışlar atıyorlardı. Bazen sessizce yürüyorlardı. Anne, Diana ve kendisi gibi birbirine çok yakın iki insanın birbirinin düşüncelerini hissedebildiğine inanırdı. Bazen konuşmalarını eski anılarını yâd ederek renklendiriyorlardı. “Hatırlıyor musun, Tory Caddesi’nde Cobbların ördek kümesinden düşmüştün.”, “Josephine halanın üzerinde zıpladığımız zamanı hatırladın mı?” “Hikâye Kulübümüzü hatırladın mı?”, “Burnun kırmızıyken Bayan Morgan’ın ziyaret ettiğini hatırladın mı?” “Pencerelerimizden mum ışığıyla birbirimize işaret edişimizi hatırladın mı?”, “Bayan Lavendar’ın düğününde ne kadar eğlendiğimizi ve Charlotta’nın mavi kurdelelerini hatırladın mı?”, “Geliştirme Topluluğu’nu hatırladın mı?” Sanki eski yılların kahkahalarının tekrar yankılandığını duyar gibi oluyorlardı.

AKGT (Avonlea Köy Geliştirme Topluluğu) ortadan kalkmıştı. Anne’in evliliğinden sonra yavaş yavaş yok olmuştu.

“Bir türlü devam ettiremediler Anne. Avonlea’nin gençleri bizim zamanımızda biz nasılsak aynen öyleler.”

“Bizim ‘zamanımız’ sona ermiş gibi konuşma Diana. Şu anda on beş yaşındayız ve kafa dengi dostlarız. Hava sadece ışıkla dolu değil. Havanın kendisi ışık. Sanki kanatlanmış gibiyim.”

“Ben de aynen öyle hissediyorum.” dedi Diana. O sabah tartıda yetmiş kilo gösterdiğini unutmuştu. “Bir süreliğine küçük bir kuşa dönüşsem ne kadar güzel olurdu diye düşünüyorum. Uçmak muhteşem bir şey olmalı.”

Etrafları güzellikle kuşatılmıştı. Ormanın karanlıklarındaki gizemli renkler, kendilerine has cazibeleriyle ışıldıyorlardı. Bahar güneşi yemyeşil taze yaprakların arasından süzülerek benek benek parlıyordu. Her yerde neşeli sesler vardı. İnsana erimiş altında yüzüyormuş hissi uyandıran güneş ışığının vurduğu küçük çukurlar vardı. Baharın taptaze çeşit çeşit kokuları sık sık çarpıyordu yüzlerine. Ağır kokulu eğreltiler, çam reçineleri, yeni sürülmüş tarlaların yoğun kokusu vardı. Yaban kirazı tomurcuklarıyla perdelenmiş bir patika uzanıyordu. Çimenlerin arasına çömelmiş orman perilerini andıran hayata yeni başlamış minik ladin ağaçlarıyla dolu yeşil bir toprak parçası vardı. Henüz üzerinden atlanamayacak kadar genişlememiş dereler, çamların altındaki hodan çiçekleri, genç ve kıvırcık eğreltilerle kaplı topraklar, zorbanın tekinin beyaz derisini kopararak kabuğun altındaki türlü türlü renklerini ortaya çıkardığı bir huş ağacı vardı. Anne’in bu ağaca uzun süre bakması Diana’nın dikkatini çekti. Anne’in gördüğünü görmüyordu. Saf krem beyazından zarif altın tonlarına uzanan renkler, en iç katmana kadar derinleşiyordu ve bu katmanda zengin ve yoğun bir kahverengilik vardı. Bu hâliyle tüm huşların dışarıdan ne kadar soğuk gibi görünseler de içlerinde sıcak tonlu duygular barındırdıklarını gösteriyor gibiydi sanki.

“Kalplerinde dünyanın en eski ateşini barındırıyorlar.” diye mırıldandı Anne.

Nihayet şapkalı mantarlarla dolu küçük bir vadiden geçtikten sonra Hester Gray’in bahçesine ulaştılar. Pek bir şey değişmemişti. Sevimli çiçeklerle dolu dünya tatlısı bir yerdi burası hâlâ. Diana’nın “nergis” dediği sarızambaklardan bolca vardı eskiden olduğu gibi. Kiraz ağaçları yaşlanmış olsalar da kar beyazı tomurcukları yerindeydi. Gül patikasını hâlâ görmek mümkündü ve eski taş duvar, çilek tomurcuklarının beyazlığı, menekşelerin maviliği ve taze eğreltilerin yeşilliğiyle kaplıydı. Bu taş duvarın bir köşesine, yosun kaplı eski kayaların üzerine oturup piknik yaptılar. Arkalarındaki leylak ağacı alçalmaya başlayan güneşe doğru mor bayraklarını sallıyordu. İkisi de acıkmıştı ve kendi yaptıkları yiyeceklerin keyfini çıkardılar.

“Açık havada yemekler ne kadar lezzetli!” diye iç çekti Diana rahatça. “Yaptığın çikolatalı pasta yok mu Anne… Diyecek söz bulamıyorum ama tarifini mutlaka almam lazım. Fred buna bayılır. Ne kadar yerse yesin zayıf kalıyor. Ben de hep artık daha fazla kek yemeyeceğim diyorum çünkü her geçen yıl daha çok kilo alıyorum. Büyük teyzem Sarah gibi olmaktan çok korkuyorum. O kadar şişmandı ki oturduğu zaman ayağa kalkması için onu çekmek zorunda kalıyorlardı. Ama böyle bir kek gördüğümde… Dün gece davette… Yani eğer yemeseydim gücenirlerdi.”

“İyi vakit geçirdin mi?”

“Evet, öyle denilebilir. Ama Fred’in kuzeni Henrietta’nın pençesine düştüm… Geçirdiği ameliyatları, bu işlemler sırasında yaşadıklarını, eğer zamanında yetişmeseymiş apandisitinin patlayacağını anlatmak onun için çok keyifli bir şey. ‘On beş dikiş attılar. Ah, Diana ne kadar acı çektim bilemezsin!’ O bu konuları konuşmaktan ne kadar keyif alıyor bilemezsin. Benim için o kadar eğlenceli değildi tabii… Hem madem bu kadar acı çektiyse bundan bahsetmenin zevkinden neden mahrum kalsın ki? Jim çok komikti. Mary Alice’in bu davetten zevk aldığından hiç emin değilim. Minik bir parça yedim… Sanırım bir dilimcik çok da fark etmez zaten. Söylediği bir şey dikkatimi çekti. Düğünden önceki gece o kadar korkmuş ki neredeyse trene atlayıp kaçacakmış. Tüm damatlar aynısını hissedermiş ve dürüst olsalar bunu itiraf ederlermiş. Sence Gilbert ve Fred de böyle hissetmiş midir Anne?”

“Öyle hissetmediklerine eminim.”

“Fred’e sorduğumda o da aynısını söyledi. Rose Spencer gibi son anda fikrimi değiştirmemden korkmuş hatta. Ama bir erkeğin ne düşündüğünü kestirmek asla mümkün değil. Neyse, şimdi bunun için endişelenmenin hiçbir faydası yok. Bugün ne kadar da güzel vakit geçirdik! Eski mutlu anlarımızı yeniden canlandırmış gibi olduk. Keşke yarın gitmek zorunda olmasaydın Anne.”

“Bu yaz Ingleside’ı ziyaret etsen olmaz mı Diana? Yani şeyden önce… Bir süre misafir kabul edemeyeceğim zamandan önce.”

“Çok isterdim. Ama bu yaz evden ayrılmam imkânsız gibi görünüyor. Hep yapacak bir şeyler oluyor.”

“Rebecca Dew nihayet gelecek bu da beni sevindiren bir şey. Ama maalesef Mary Maria teyze de gelecek. Gilbert’a geleceğini ima eden bir şeyler söyledi. O da onu benim kadar istemiyor ama akrabası olduğu için misafirperverliği elden bırakmamak zorunda.”

“Belki kışın gelirim. Ingleside’ı bir kez daha görmek güzel olurdu. Çok tatlı bir evin ve çok tatlı bir ailen var Anne.”

“Ingleside güzel bir yer. Orayı artık seviyorum. Bir zamanlar hiç sevemeyeceğimi düşünürdüm. Oraya ilk gittiğimizde nefret etmiştim. Hem de olumlu taraflarından nefret etmiştim. Çok sevgili Hayaller Evi’me hakaret gibi gelmişti bu evin iyi yönleri. Hayaller Evi’nden ayrılırken Gilbert’a üzülerek şöyle dedim; ‘Biz burada çok mutluyduk. Başka bir yerde asla bu kadar mutlu olamayacağız.’ Bir süre orada yuva hasreti çeksem de sonra Ingleside’a olan sevgim filizlenmeye başladı azar azar. Buna karşı koymaya çalıştım. Gerçekten. Ama en sonunda pes edip evi sevdiğimi kabul ettim. O zamandan beri de her geçen yıl biraz daha seviyorum evimi. Çok eski bir ev değil. Eski evler genelde hüzünlü oluyorlar. Çok genç de değil çok genç evler de kaba oluyorlar. Benim evim olgun. Her bir odasına bayılıyorum. Hepsinin de bir kusuru aynı zamanda bir de güzel tarafı var. Birini diğerinden ayıracak bir özelliği illaki var odaların. Bu da onlara şahsiyet katıyor. Bahçedeki görkemli ağaçları seviyorum. O ağaçları kimin diktiğini bilmesem de merdivenlerden her çıktığımda sahanlıkta duruyorum. Hani sahanlıktaki eski pencere kenarına yerleştirilmiş bir oturak var ya. İşte oraya oturup bir süreliğine dışarı bakıyorum ve ‘Bu ağaçları diken adam her kimse Tanrı ondan razı olsun.’ diyorum. Evimizin etrafında gerçekten de çok fazla ağaç var ama hiçbirinden vazgeçemiyoruz.”

“Fred de aynı öyle. Evin güneyindeki büyük söğüt ağacına âdeta tapıyor. O ağacın salon penceresinin manzarasını kapattığını tekrar tekrar söylediğimde bana, ‘Böylesine güzel bir şeyi sırf manzarayı kapatıyor diye kesecek misin yani?’ diyor. Böylece söğüt ağacı olduğu yerde duruyor. Ayrıca çok da hoş. Evimize Yalnız Söğüt Çiftliği adını vermemizin sebebi de işte bahsettiğim o ağaç. Ingleside ismini de çok sevdim. Çok güzel, sıcak bir isim.”

 

“Gilbert da öyle dedi. Evin ismine karar verirken baya zaman harcadık. Birkaç isim denesek de hiçbiri tam olarak uymadı. Ama Ingleside aklımıza geldiğinde bunun doğru isim olduğunu gördük. Geniş, ferah bir evimiz olduğu için mutluyum. Ailemizin böyle bir eve ihtiyacı var. Çocuklar da bu evi seviyor. Her ne kadar henüz küçük olsalar da.”

“Dünya tatlısı çocukların var.” dedi Diana ve kendine kurnazca bir dilimcik daha kesti çikolatalı pastadan. “Bence benim çocuklarım da çok tatlı ama seninkiler bambaşka. Hele ikizlerin yok mu! Gerçekten sana imreniyorum. Ben de hep ikizlerim olsun istemişimdir.”

“Benim ikizlerden kaçışım yok. İkizler benim kaderim. Ama ikisinin birbirine hiç benzemeyişleri benim için hayal kırıklığı oldu. Birbirleriyle hiç alakaları yok. Nan kahverengi gözleri, saçları ve hoş ten rengiyle güzel bir kız. Ama babasının favorisi Di. Çünkü yeşil gözleri ve kızıl saçları var. Kıvrımlı kızıl saçları… Shirley, Susan’ın göz bebeği. Onu dünyaya getirdikten sonra uzunca bir süre hastaydım ve ona Susan baktı. O kadar ki kendi çocuğu olduğuna inanıyor neredeyse. Ona, ‘küçük kahverengi oğlan’ diyor ve çok şımartıyor.”

“Hâlâ çok küçük ve üzerinden yorganını atıp atmadığını kontrol edip üzerini tekrardan örtme fırsatı bulabiliyorsun.” dedi Diana imrenerek. “Jack dokuz yaşında ama üzerini örtmeme izin vermiyor. Çok büyük olduğunu söylüyor. Ben de onu yatırıp üzerini örtmeyi çok severdim. Keşke çocuklar bu kadar çabuk büyümeselerdi.”

“Benimkilerden hiçbiri o aşamaya gelmediler henüz. Gerçi Jem okula başladığından beri köyden geçerken elini tutmamı istemiyor.” dedi Anne iç çekerek. “Ama Walter ve Shirley onları yatırmamı hâlâ istiyorlar. Walter bazen tam bir merasime çeviriyor yatma işini.”

“Üstelik şimdilerde büyüyünce ne olacaklarını kendine dert edinmene gerek yok. Jack büyüyünce asker olmak istiyor. Asker! Düşünsene!”

“Bence bunun için o kadar endişelenme. Başka bir hayalin büyüsüne kapılınca asker olma isteğini unutur. Savaş geçmişte kalmış bir şey. Jem büyüyünce denizci olmak istiyor. Kaptan Jim gibi… Walter şair olma yolunda. O diğerleri gibi değil. Ama hepsi de ağaçları çok seviyor ve ‘Çukur’da’ oynamaya bayılıyorlar. ‘Çukur’ dedikleri bu yer, perili patikaları ve deresi olan, Ingleside’ın hemen aşağısındaki küçük bir vadi. Sıradan bir yer aslına bakarsan. Diğerleri için sadece ‘Çukur’ ama bizim çocuklar için âdeta bir masal diyarı. Hepsinin de kusurları var ama çok da fena değiller. Çok şükür hepsine yetecek kadar sevgimiz de var. Yarın gece Ingleside’da olacağımı düşünmek beni mutlu ediyor. Bebeklerime uyku vakti geldiğinde hikâyeler anlatacağım. Susan’ın hanım çantası çiçeklerini ve eğreltilerini öveceğim. Susan’ın eğrelti konusunda şansı yaver gidiyor. Onun gibi eğrelti yetiştiren kimse yok diyebilirim. Onun eğreltilerini dürüstçe övebiliyorum. Ama hanım çantası çiçekleri yok mu!.. Çiçek gibi görünmüyorlar pek. Ama bunu söyleyerek Susan’ın duygularını incitmeye hiç niyetim yok. Bir şekilde lafı dolandırmayı başarıyorum. Talih yüzümü kara çıkarmadı bu konuda. Susan muhteşem bir şey. O olmasaydı ne yapardım bilmiyorum. Bir keresinde ona ‘yabancı’ dediğimi hatırlıyorum da… Evet, eve gitme düşüncesi çok tatlı ama Green Gables’dan ayrıldığım için de üzülüyorum. Burası çok güzel. Marilla var, sen varsın. Dostluğumuz hep çok güzeldi Diana.”

“Evet… Ve biz hep… Yani demek istediğim… Ben senin gibi konuşamıyorum Anne. Ama eski ‘yeminimizi, andımızı ve sözümüzü’ tuttuk, değil mi?”

“Her zaman tuttuk hem de. Her zaman da tutmaya devam edeceğiz.”

Anne, Diana’ın elini tuttu. Kelimelerle ifade edilemeyecek tatlı bir sessizlikle oturdular uzun süre. Uzun akşam gölgeleri çimlerin, çiçeklerin ve ötedeki çayırların yeşilliklerine düşüyordu. Güneş battı. Gökyüzünün gri pembe tonları ağırbaşlı ağaçların arkasında derinleşerek soldu. Bahar alaca karanlığı artık kimsenin üzerinde yürümediği Hester Gray’in bahçesini ele geçirmişti. Nar bülbülleri, akşam havasını flüt misali ötüşleriyle şenlendiriyorlardı. Büyük beyaz kiraz ağaçlarının üzerinde koca bir yıldız belirdi.

“İlk yıldız her zaman mucizedir.” dedi Anne hülyalı bir şekilde.

“Sonsuza kadar burada oturabilirim.” dedi Diana. “Buradan ayrılma düşüncesinden nefret ediyorum.”

“Ben de. Ama ne de olsa on beş yaşındaymışız gibi davrandık sadece. Ailemizle ilgili meseleleri hatırlamamız lazım. Şu leylaklar ne kadar da güzel kokuyorlar öyle! Leylak tomurcuklarının kokusunda çok da masum olmayan bir detay olduğu senin de dikkatini çekti mi hiç Diana? Gilbert bu düşünceme gülüyor. Leylakları çok seviyor. Ama bana sanki gizli, çok tatlı bir şeyi hatırlıyorlarmış gibi geliyorlar.”

“Ev için çok ağır kokuları var bence.” diyen Diana, çikolatalı pastanın kalanının bulunduğu tabağı kaldırıp hasretle baktı. Sonra kafasını sallayıp yüzündeki soylu ve inkârcı ifadeyle sepete koydu.

“Eve dönerken Aşık Yolu’ndan yürüdüğümüzde eski hâllerimizle karşılaşsak çok eğlenceli olmaz mıydı Diana?”

Diana hafifçe ürperdi.

“Hayır… Bence hiç eğlenceli olmazdı Anne. Havanın bu kadar karardığını fark etmemişim. Gün ışığında böyle hayaller kurmakta bir sorun yok ama…”

Gün batımının görkemi arkalarındaki eski tepede, unutulmamış sevgileri kalplerinde alev alev yanarken sessizce, sevgiyle döndüler evlerine.