Buch lesen: «Her Yol Mübah », Seite 6

Schriftart:

16. Bölüm

Saat 07:20

Site R – Blue Ridge Summit, Pensilvanya

“Beyler, toplantıda düzen istiyorum.”

On dört adam yeryüzünün çok altında, sessiz bir odada toplanmıştı. Odanın içi çoğunlukla çıplaktı, ortasında büyük bir konferans masası, dökme beton yerleri ve yuvarlak hatlı taşlarla dizilmiş duvarları vardı. Tavanda, girintili fikstürlerin içine LED ışıklandırmalar takılmıştı. Birkaç küçük havalandırma deliğinden oksijenle zenginleştirilmiş hava basılıyordu. Penceresizlik bu odaya sanki bir mağaranın son odası gibi bir hava katıyordu, aslında tam olarak da böyleydi. Klostrofobik biri buraya beş dakika bile dayanamazdı.

İçeride ses veya görüntü kayıt cihazı yoktu. Tesis içi iletişimi sağlayan sisteme bağlı bir dahili telefon bir on yıl önce yerinden sökülmüştü. Duvarlardan birinde, eski bir bilgisayara bağlı, etkileşimli bir projeksiyon sistemi vardı, dünya ve Birleşik Devletlerin haritalarını aynı anda yansıtmak için kullanılıyordu. Askeri birliklerin konuşlandıkları yerleri, hava araçlarının yerlerini, ve hatta atılan füzeleri ekrana yansıtmak için kullanılabilecek bir sistemdi. Teorik olarak, cihaz çalışır durumdaydı ama bu teori henüz sınanmamıştı. 1998’den beri kimse bu sistemi çalıştırmamıştı.

Oda, metal bir geçitin sonundaki, çift katlı kalın çelik kapının arkasındaydı. Bu odaya giden metal yaya yolu, kemikleşmiş askeri personel tarafından yirmi dört saat çalışan, loş, mağaramsı komuta ve kontrol odasının üç kat üzerinde asılı halde sallanıyordu. İlk olarak 1953’te hizmete girmiş ve Sovyet dönemi nükleer balistik füzelerden korunma için güçlendirilmiş, geniş bir alana yayılmış olan tesisin en derin noktası burasıydı.

Adamlardan on tanesi konferans masasının etrafında, katlanabilir sandalyelere oturmuştu. Bu adamlar Amerikan ordusunun çeşitli haber-alma organizasyonları ve onların kollarını temsilen gelmişlerdi, bunlardan kimi bilinen kimiyse bilinmeyen servislerdi. Duvarlardan birinin dibinde ise adamlardan geri kalan dördü katlanan sandalyelerde oturuyordu. Bu adamlar dört büyük endüstriyi temsilen oradalardı, bunlar: kömür, petrol ve doğal gaz, bankacılık ve finans, havacılık ve savunma idi.

Grup gizlilik içerisinde çalışıyordu, hatta kendi içinde bile gizlilik ön plandaydı. Kimliklerini belirtecek hiçbir şey üzerlerinde yoktu. İsim kartları, rütbe belirten herhangi bir şey, savaş veya eğitimi belirten bir rozet veya şerit yoktu. Gerçekten de kimse üniforma giymemişti. Bütün askeri personel kumaş pantolon ve gömlek giyiyordu. Çoğu kişi birbirini bir derece tanısa da herkes birbirine yabancıydı, ve her bir kişinin diğer personelle ilişkisi belirsizdi.

Beyaz saçlı dört yıldızlı bir general, bir zamanlar Özel Kuvvetler’de komutanlık yapmış bir adam, masanın başında ayakta duruyordu. Alnındaki iyileşmiş denebilecek eski yarayı ovdu.

“Hepiniz beni tanıyorsunuz.” dedi. “Benim rolümü biliyorsunuz. Yani direk konuya giriyorum. Son yirmi dört saatte, olaylar, tahmin edebileceğimizden oldukça hızlı şekilde ilerledi. Bu olaylara cevap olarak, büyük bir saldırı veya aksaklık anında devletin işleyişinin devamı için bütün yüksek mevkilerdeki seçilenlerin ve sivil hükümet personelinin tahliye planlarını güncelledik, söz konusu planlar saat 06:00 itibariyle yani bir buçuk saat önce geçerli olmuştur. Bir sonraki emre kadar geçerli kalacaktır. Lütfen dikkatinizi verin çünkü önceki planlardan farklılıkları var.”

Önünde, masanın üstünde duran bir parça kağıda göz attı.

“Bir saldırı veya aksaklık sırasında Başkan Thomas Hayes ve Başkan Yardımcısı Susan Hopkins’in helikopterle Bluemont civarındaki Mount Weather sivil hükümet tesisine tahliyesi gerçekleştirilecektir. Başkan Hayes’in ölümü durumunda, Başkan Yardımcısı Hopkins başkandan sonraki en kıdemli kişi olarak Mount Weather’da görev yemini yapacak ve başkan mevkiine gelecektir. Hazine bakanı, devlet bakanı ve eğitim bakanı dahil olmak üzere, sivil kabine üyelerinin de Mount Weather’a tahliye işlemi, hava aracının müsaitliğine veya duruma göre ya helikopterle ya da askeri konvoyla gerçekleştirilecektir. Bu kişiler kıdem sırasına göre, sırayla, idari mevkiiye geçebilecek beşinci altıncı ve sekizinci kişileri temsil ediyor olacaklar.”

Tekrar notlarına baktı.

“Bir saldırı esnasında veya işleyişin durması durumunda kongre başkanı helikopterle bu tesise tahliye edilecektir, yani Site R’ye. William Ryan şu an başkanlık görevini icra etmektedir. Başkan Hayes ve başkan yardımcısının ölümü durumunda, Kuzey Karolina’dan, Kongre Başkanı Ryan kıdem sırasındaki üçüncü kişidir ve görev yeminini burada bizim misafirimiz olarak edecektir.”

Odada etrafa baktı ve oradaki bütün herkesle göz göze geldi.

“Bir saldırı veya işleyişin durması durumunda Senato’nun geçici başkanlığı görevini sürdüren kişi Joint Base, Andews’daki Gece Nöbeti kod adlı Havadan İletişim Komuta uçağına binecek. Savaş uçaklarının eşliğinde, seyrüsefer irtifası olan kırk bin fite çıkacak ve kriz boyunca orada seyredecek. Başkan, başkan yardımcısı, kongre başkanının ölümü durumunda senato geçici başkanı kıdem sırasında dördüncüdür ve uçakta yemin ederek idareyi ele alacaktır. Senato geçici başkanı ve aynı zamanda kongreye ait Silahlı Güçler Komitesi Başkanı şuan Kansas Senatörü Edward Graves’dir.”

Masadaki ellerden biri havaya kalktı. Kendinden çok yaşlı olan bu adamı çıkarmıştı, eski bir donanma amiraliydi, o kadar antik bir adamdı ki bir zamanlar Kore Savaşı’nın başlangıcında, Pusan Rezervuarında yaşanan belalı günlerde, bir deniz piyade birliğine liderlik etmişti. O günlerden kalma, hiç tam olarak tanımlanamamış ikonik bir fotoğrafta amiral de vardı. Amiral bu fotoğrafta on dokuz yaşında, çamurlu bir siperde, üstü çıplak, ve vücudunun üst kısmı ve suratı ölen komünistlerin kanıyla kaplı bir haldeydi.

“Evet?”

“Savunma Bakanını atladın. Normalde uçağa binecek kişi o olurdu.”

General omuz silkti. “Savunma Bakanı buraya gelecek.”

“Bunun herhangi bir soruna yol açabileceğini düşündünüz mü?”

General elindeki kağıdı aldığı gibi öğütücüye götürdü ve dikkatlice uzun ince şeritlere ayırmaya başladı “Biz,” dedi “ herhangi bir problem çıkacağını öngörmüyoruz.”

17. Bölüm

Saat 07:40

Terörle Mücadele Birleşik Komuta Merkezi – Manhattan Şehir Merkezi

“Begley nerede olduğumuzu nasıl biliyordu?”

Luke ÖMT’nin kontrolündeki komuta odasının girişinde duruyordu. New York ofisinden birkaç kişiyle birlikte Swann ve Trudy de buradaydı. Bir karacanınkiler gibi büyük gözlerle onu seyrediyorlardı. Odadaki biri masumu oynuyordu. Luke’un gözü her şeyden çok bu sebepten dönmüştü.

“Ne?” dedi Trudy.

“Begley. İranlı’nın dairesini polisler bastığında, o da oradaydı. Kimse onu çağırmadı. Bir şekilde gelmişti işte. Bu nasıl oldu?”

Swann başını salladı. Bilgisayarını işaret etti. “Bu şeyler şifreli. Kendi ağımdayım. Begley’nin adamlarının burada olduğumuz şu kısa süre içerisinde kodu kırabilmesi olanaksız.

“Trudy.”

Luke sanki silah çekmiş gibi ellerini havaya kaldırdı.” Bu mümkün değil Luke. Begley’den nefret ederim. Onun için köstebeklik yapacağımı mı düşünüyorsun?”

Ed odaya girdi ve Luke’un yanına geldi. “Odağını korumak istersin diye düşünüyorum adamım. Tavşanı deliğinin içine kadar kovalamanın bir anlamı yok. Burada seni satan biri olduğunu sanmıyorum.”

Luke onaylarcasına kafa salladı. Ed doğru bir noktaya deyindi. “Tamam.” Swann’a doğru yürüdü ve cebindekileri Swann’ın masasının üzerine koydu. “Bilgisayarının sabit diskindeki her şeyi buraya kopyaladım. Bu da onun cep telefonu. İçindeki bütün veriyi almanı istiyorum, daha sonra bu telefonu yok et. İlk önce bunu yap.”

Swann omuz silkti. “Yine de bilecekler. Bu bir iPhone. Konumunun izini sürebilirler. Muhtemelen yapmışlardır bile.”

“Bu sorun değil.” dedi Luke. “Telefonu bulmaya geldiklerinde elimizde olmasın yeter, tamam mı?”

“Tamam Luke.”

Luke odanın girişine doğru göz attı, Begley’nin orada duruyor olmasını bekliyor gibiydi. “Banka hesabında ne buldun?”

“Oldukça fazla şey. Ali Nassar meşgul biri. Bu hesapta olan çok fazla şey var. Cenevre, Nassau. Tahran, Paris, Washington. Sürekli para gelip gidiyor. Bunların çoğu ise anonim hesaplar, izini sürmek imkansız. Yani, aslında imkansız değil ama şuan sahip olduğumuzdan daha çok zamanımızı alır.”

“Görebildiğimiz ilgi çekici bir şey var mı?”

“Şöyle bir şey var; geçtiğimiz altı ayda Nassar, Çin Hükümeti’ne ait ve onlar tarafından yürütülen  Çin Uzay Bilim ve Teknoloji Şirketi’ne sekiz milyon dolar yollamış. Askeri robotlar, insansız hava araçları üretiyorlar, epey üst seviye şeyler. Bu araçlar havadan yere füzeler ve bombalar taşıyabiliyor, gözlem yapabiliyor, uydularla veri bağlantısı kurabiliyorlar, adını sen koy. Ve Çin bunları yok fiyatına, bu oyuncaklara sahip olmaması gereken kişilere satıyor. Akla Kuzey Kore geliyor. Afrikalı diktatörler. Devlet olmayan aktörler. CH-3A kodlu insansız hava aracı bizim MQ-9 Reaper ile benzer görev yetilerine sahip, ama fiyatı bir milyon doların altında. Resmi görebiliyorsun değil mi ?”

Luke görüyordu. “Bunlardan birine bir kirli bomba yükleyip herhangi bir şeye çarpılabilir mi?”

Swann dudaklarını sıktı. “Belki. Ama unutma, Manhattan gibi yüksek binaların sık olduğu bir yerde böyle araçları uçurmak oldukça zor olur. Bunlar hobicilerin yaptığı arka bahçe araçları değiller. Büyükler. Araçtan ağaca değişir ama burada sekiz ila on metre arasındaki kanat açıklıklarından bahsediyoruz. Manevra yapabilmeleri için alana ihtiyaçları var. Bildiğimiz uçaklar gibi havalanıp iniyorlar. Yaklaşık beş kilometre yükselebilirler ama o kadar irtifada hava trafiğin onları radarda görmesi an meselesi olur.”

Luke, Nassar’ın bilgisayarındaki bilgilere sahip belleği parmaklarıyla dokunarak işaret etti. “Burada ne var bir bak bakalım.”

“Telefondan önce mi sonra mı?”

“Önce telefon, ama hızlı hareket et.”

Swann iç çekti. “Bu işte kimse yavaş hareket etmemi söylemedi. Rahatla, Swann. Acele etme ve eksiksiz bir iş çıkar. Bu kelimeleri hiç duymadım.”

“Bu kelimeleri duymak istersen gidip özel sektörde çalışmalısın bence.”

Swann surat yaptı. “Ne? Çalışayım da beş kat fazla mı kazanayım. Hayatta kabul etmem.”

“Luke?” dedi Trudy.

Luke ona doğru döndü. Trudy’nin gözleri açılmıştı. Luke’a doğru bir telefon tutuyordu.

“Don.” dedi. “Seni arıyor.”

18. Bölüm

Luke telefonu kulağına götürdü ve konuşarak koridora çıktı. Ana kontrol odasındaki gürültü  koridorda yankılanıyordu. Telefonu açmak istemedi. Bunun bir sebebi, şuan eve gitmek istememesiydi, özellikle bu sabah olanlardan sonra, bu kadar şey tehlikedeyken. Ama aslında dahası da vardı, çok daha fazlası.

Luke, Don’la tanıştığı günü hatırladı. Yirmi yedi yaşındaki bir yüzbaşıydı. Henüz altı ay önce yüzbaşı olmayı hak kazanmış, ve Delta Force’a, ordunun özel operasyon ve terörle mücadele birimine, henüz kabul edilmişti. Oradaki ilk günüydü ve Luke gergindi. Don onun yeni birlik komutanıydı. Don ona bazı talimatlar veriyor, Luke ise Don’un masasının önünde ayakta, rahatta duruyordu.

Luke bir noktada “Emredersiniz, efendim.” dedi.

Don derin bir iç çekti. “Evlat, bir şeyi açıklığa kavuşturalım. Artık sıradan bir birlikte değilsin. Delta Force’dasın. Birlikte yaşayacağız, birlikte savaşacağız ve belki bir gün birlikte öleceğiz. Yani bana Don diyeceksin, veya Morris. Bana sik-kafa da diyebilirsin. Ama bana hitap etmeyeceğin iki şekil var, bunlar efendim ve komutanım veya albayım. Böyle şeyleri ordunun başka birimleriyle iletişimde kullanmak için sakla. Anlaşıldı mı?”

“Emredersiniz…” Luke yanlış bir şey söylemeden yakaladı kendini. “Don.”

Don gülümsedi. “Güzel. Sik-kafa da yakında gelir.”

Yıllar sonra, Don Özel Müdahale Timi’ni kurduğunda, Luke onun ilk elemanlarından biri olacaktı.

“Don?” dedi şimdi.

“Luke. Ne durumdasın?”

“İyi. İyiyim. Brifing nasıldı?”

“Henüz başlamadı bile. Henüz on dakika önce helikopterden indik. Görünüşe göre bir süre daha öylece bekleyeceğim. Bu tarz şeylerin nasıl işlediğini bilirsin. Acele et ve bekle.”

“Evet.” dedi Luke.

“Sanırım beni emekliye ayıracaklar” dedi Don.

Luke onaylarcasına başını salladı “Evet, biliyorum.”

“Bir süre önce Müdür aradı. Ulusal Güvenlikten patronu Ron Begley’i aramış. Diplomat olayıyla ilgili her şeyi duydum.”

“Don, olayın harareti içerisinde kendimi kaptırdım. Bu sebepten ÖMT’yi kaybedersen kendimi çok kötü hissedeceğim. Ama yaptığım için pişman değilim.”

“Rahatla evlat. Dün gece neden seni aradığımı düşünüyorsun? Gelip kuralına göre oynaman için mi? Bunu isteseydim uykuna devam etmene izin verirdim. Böyle adamlardan bir sürü var zaten. İhtiyaç duyduğumuzdan fazlası var. Yani, benim endişelendiğim bu değil. Senden farklı bir şey yapmanı beklemiyordum zaten.”

“Begley nerede olduğumu biliyordu.” dedi Luke. “Adam polislerle birlikte içeri daldı.”

“Tabii yaptı. İçeride bir sızıntımız bir süredir vardı. Belki altı ay belki daha fazla.”

Luke elini saçlarının arasından geçirdi. Bu sızıntı kötü bir haberdi. Koridorda bir aşağı, bir yukarı baktı. Koridorun sonundaki su çeşmesinin yanında duran birkaç ajan bir araya gelmiş, sessizce, mırıldanarak sohbet ediyorlardı. Ajanlardan biri Luke’a doğru baktı ve sonra eliyle ağzını kapatarak konuşmaya devam etti.

Luke’un yorgunluğu gittikçe artıyordu. Sırt çantasını bulmasını gerekiyordu. Ayıltıcı bir şeyin tam zamanıydı.

“Kim?” dedi.

Don’un sesi konuşmaya çekiniyormuş gibi geldi “Luke…”

“Hadi Don. Ben artık büyük bir çocuğum. Kaldırabilirim.”

“Kesin olarak belirleyebilmiş değilim. Ama şüphelerim mevcut. ÖMT için çalan çanları uzun süredir duyuyor, uyarıları seziyordum. Gemi batmadan önce habersizce atlamak isteyebilecek birkaç kişi var.”

“Bir isim ver.”

“Trudy Wellington.”

“Don…”

Don Luke’un sözünü kesti. “Evet. Ne diyeceğini biliyorum. O sahip olduğumuz en iyi haber alma memuru. Bu konuda haklısın. Ve onunla bir süredir yatıyordun. Bunun farkındayım. Ben de. Buna pişmanım. Eğer Margeret bunu öğrenseydi herhalde ölürdüm. Ama bundan fazlası var. Trudy’ye söylememem gereken şeylerden bahsettim. Yatak sohbetiydi. Nasıl geliştiğini bilirsin. ÖMT’yi başkalarının rahatça okuyabileceği bir kitap haline getirmiş olabilirim. İnan bana, bir ahmak gibi hissediyorum.”

Luke cevap vermedi. Söyleyecek tek bir şey bile bulamıyordu.

“Luke, yaşlanmış hissediyorum.”

“Don—”

“Başkaları da olabilir.” dedi Don. “Trudy’den başka. Onun bilmediği birileri bile olabilir. Karargahı her hafta böcekler için kontrol ediyoruz. Bütün iletişimimizi şifreliyoruz. İletişim ağımız diğer herkese kapalı. Ve yine de…”

Sesi bir anlığına canlılığını yitirdi.

“ÖMT şer yuvasına dönmüş durumda. Artık içeride güvenebileceğim kimse yok. Bunu biliyor muydun? Dün gece seni aramamın sebeplerinden biri de tekrar birlikte göreve çıkabilmek, operasyon yapmaktı. Eski günlerdeki gibi hissetmek istedim. Belki yine birlikte olayın kalbine uçuş yaparız, son bir kere kötü adamlara tokadı basarız gibi geldi. “

Luke derin bir nefes aldı. Bu telefon görüşmesi o tek bir kelime söylemese bile bir saat daha sürebilir gibi geldi.

“İşte, beklediğin kısım geldi,” dedi Don. “Bil ki bu sefer seçme şansım veya herhangi etki edebileceğim bir durum yok. Bu sefer çok yukarıdan geliyor.”

Don’un sesi değişti. Birden bire daha önceden hazırlanmış sözleri sarf ediyormuş gibi geldi. “Luke, görevini icra ederken birden fazla suç işlediğin belirlenmiş. Bu sebepten dolayı, şu andan itibaren Özel Müdahale Timi’ndeki yetkilerinden resmi olarak arındırılmış bulunuyorsun. Yaptıklarının sonucu olarak, soruşturma devam ederken, idari olarak askıya alınmış durumdasın. Yaptıklarını açıklamak ve kendini savunmak için sanık olarak mahkeme tarafından çağırılabilirsin. Bu süre zarfında maaşın ve sigortandan faydalanabilirsin, ama bu durum, soruşturmayla işbirliği içinde kalman koşuluyla geçerlidir.

Luke’un konuşma isteği yerine geldi. “İzindeydim,” dedi.

“Sen, hayatta birlikte çalıştığım en iyi soruşturmacı, en iyi terörle mücadele ajanı, ve en iyi askerlerden biriydin.” dedi Don. “Lütfen rozetini ve birliğin sana verdiği silahı Trudy’ye teslim et. Sahip olduğun başka silah varsa taşıma lisansını göstermelisin.”

“Var.” dedi Luke.

“Bunun için üzgünüm, Luke. Gerçekten üzgünüm.”

Telefon görüşmesi bitti. Luke telefonu nasıl kapatmış olduğunu hatırlayamadı. Belki de sadece kapatıvermişti. Telefon kulağında, bir süre koridorda öylece durdu. Ardından ofise süzülerek döndü. Bacakları onun kontrolünde değildi sanki. Ayakları kendinden önde ilerliyordu.

Trudy oradaydı. Ona bakıyordu.

“Don ne dedi?”

İçinde bir duygu fırtınası kopuyordu ve bunu kontrol altına alma ihtiyacı duydu. O kişi olmak istemedi. Kıskanç. Kızgın. Yaralanmış. Ama işte oydu. Luke, o kişiydi. O evli bir adamdı, ama işte o kadın tarafından yakılmış hissetti. Aralarında bir şeyler olduğunu hissetmişti. Halbuki Trudy’nin sadece pozisyon almış olduğunu düşünmek… Don ile de birlikte olduğu düşüncesi, üstelik belki de aynı zamanlarda… Başka kiminle birlikte olmuştu ki? Ajans sırlarını nerelere veriyordu? Bütün bunları hazmetmek için zamana ihtiyaç duyuyordu.

Luke’un yüzünde sahte bir gülümseme belirdi ve sadece bu gülümseme onun biraz da olsa kendini toparlamasını sağladı. Neredeyse gerçek gibi hissetti. “Don dayanmamı ve işe devam etmemi istedi. Beni açığa almak istiyorlar ama buna karşı koymaya karar vermiş. Don’u tanırsın. Çetin yaşlı kurt.”

“Öyle mi?” dedi. “Açığa alınmanla ilgili savaşmaya mı karar vermiş?”

Yüzünü okumak çocuk oyuncağıydı, Luke’un dediklerinin hiçbir kelimesine inanmamıştı.

“Evet,” dedi Luke. “Telefonda konuşurken bütün bu konularla ilgili fikrini değiştirdi. Yanlış olduğunu biliyor. Don ve ben, uzun süredir birbirimizi tanırız, bunun bitmesini istediğini sanmıyorum. Yani hala oyundayım, en azından şimdilik. Benim verebileceğin haber var mı?”

Tereddüt etti. “Aslında…”

Luke parmağını şaklattı. “Trudy, sorunlarımız var ve bunlar hareket alanımızı daraltıyor. Tetikte kalmalıyız. Panelvan, kamyonlar, ne oldu bunlara?”

Trudy akıllı tabletini eline aldı. “Hareket vardı. Yerel polisler sosisli aracında arama yaptı. Haklıydın. Rus, hayat kadınları ve pezevenklere yemek servisi yapan tam teşkilatlı bir restoran işletiyor.  Sosisli sandviç, İtalyan sosisleri, patates kızartması, Red Bull, Pepsi. Aynı zamanda oksitosin, metamfetamin, ekstazi, yatıştırıcılar, diazepam… ne ararsan. Kamyonetin arkasında iki hayat kadınıyla bir yatağın üzerinde buldular. Fazla heyecanlanma. Üçü de kıyafetleriyle uyuyorlardı.”

“Başka?”

“Çalıntı ambulans New Jersey, Newark’da bir et deposunun park yerinde bulundu. Newark polisi girdi. Beti benzleri atmış. Et deposunun aynı zamanda organların saklandığı bir depo olduğu ortaya çıktı, çoğunlukla böbrek ve karaciğer varmış. Arkada bir odada, plastik kubbelerin içinde canlı tutulan iki çift akciğer bulunmuş. Bir alet ciğerlerin içine oksijenle zenginleştirilmiş hava pompalıyormuş ve ciğerler nefes alıyormuş. Polislerden biri”  —Trudy tablete baktı— “dev, etten kanatlar gibi diye tarif etmiş.”

“Çamaşır servisinin kamyonetinden ne haber?”

“Henüz bir şey yok. Firmayı aradık, Dun-Rite Çamaşır Servisi. Sahibi oradaydı. Dışarı çıkıp kamyonetleri saydı. Söylediğine göre hepsi tamam, kayıp bir kamyonet yok. Yirmi bir adet kamyonet. Ayrıca, sadece yüksek ve büyük araç kullandıklarını söyledi —bir ekmek aracı filosunun tamamını almış. Videodaki gibi küçük ticari araç kullanmadıklarını belirtti. Birini yollayıp bakmamız için bizi davet etti.”

“Gittik mi?”

Kafa salladı. “Ajanlardan biri şu an yolda.”

“Yani biri onların şirket logosunu kopyalayıp kendi aracına yapıştırmış.”

“Evet. Ve Dun-Rite’ın, Center ile kontratı bulunuyor. O logoya sahip olan bir araç hastaneye park ettiğinde pek de şüphe uyandırmaması normal.”

“Bu aracı bulmamız lazım.” dedi Luke.

“Arıyoruz Luke.”

“Daha iyi bakın.”

Trudy’den uzaklaştı. Bu çok ani bir hareketti ve çok fazla şey açık etmişti. Bu ona bilmesi gereken her şeyi anlatmıştı. Luke, Swann’ın masasına doğru geçti. Swann hala üç ekranda birden çalışıyordu.

“Elinde ne var Swann?”

“Hikayemiz güçleniyor.” dedi Swann. “Ali Nassar’ın bilgisayarında sadece insansız hava araçları teknolojilerine ait bir dosya var. PDF dosyalarında, renkli broşürler var. Yüzlerce fotoğraf ve kuş bakışı video var. Teknik özellikleri, taşıma kapasiteleri, silahları, hız ve seyrüsefer irtifalarının karşılaştırmalı çizelgeleri var. Ya bu araçları satın alıyor ya da bunlar hakkında bir dönem ödevi hazırlıyor.”

“Telefondan ne haber?”

Swann başını salladı. “Telefon. Son iletişimleri tamamen silinmiş. Bunları otomatik olarak anında  silen bir uygulama kullanıyor. Bu bilgiye servis sağlayıcısından ulaşabiliriz ama mahkeme emrine ihtiyacımız var.”

“Sen sistemlerine giremez misin?”

“Yapabilirim, ama bu gereksiz. On iki saatimi alır ve o zamana kadar ne olacaksa olmuş olur zaten. Her neyse, bundan daha öncelikli şeyler var. Dün gece yarısından biraz sonra Nassar Venezuela’ya birinci sınıf, tek-yön bilet aldı. Saat 14:30’da JFK’den direk Caracas’a. Biletin bir kopyası telefonunda vardı. Fatura ve biletin fazladan bir kopyası bilgisayarının belleğindeydi.”

“Venezuela?” dedi Luke.

Swann omzunu silkti. “Venezuela ile aramızda suçluların iadesi anlaşması yok.”

“Doğru, ama neden İran’a gitmedi?”

Swann arkasına döndü. Gözleri gözlüklerinin arkasında döndü durdu. “Ya bu saldırı başarısız olursa? Son duyduğumda İran’da ceza olarak hala kurşuna dizme vardı. Yetersizlik yüzünden işinden olmak yeni bir anlam kazanmış olur.”

“Yani asıl olay, ülkeyi terke diyor oluşu,” dedi Luke.

“Evet, terk ediyor. Bugün.”

“Ve bu bileti, birileri radyoaktif maddeleri çalarken aldı.”

Swann başıyla onayladı. “Tahminimce soygunun başarıyla sonuçlandığını öğrendikten hemen sonra aldı.”

“Onu yakaladık,” dedi Luke. Swann’ın omzuna, zafer kutlarcasına hafifçe vurdu. “İyi iş.”

Luke arkasını döndü, ve Begley odanın girişinde ayakta duruyordu. Takımlar içerisinde iki adam etrafını sarmıştı. Luke odada etrafına baktı. Ed Newsam pencerenin yanında bir köşede duruyor, elindeki şişeden portakal suyunu içiyor ve aşağıdaki caddeyi tarıyordu. Trudy hem tabletiyle hem de telefonuyla aynı anda ilgileniyordu. Birkaç ÖMT elemanı masalarındaki dizüstü bilgisayara gömülmüşlerdi.

“Stone, neden buradasın?” dedi Begley. Oda sessizliğe bürünmüştü. Herkes ona baktı.

Luke gülümsedi. “Ron, seni gördüğüme ilk kez seviniyorum. Önemli bir şey bulduk. Ali Nassar, denizaşırı banka hesabından, Center’daki ölü hademe Ken Bryant’a yaklaşık çeyrek milyon dolar yollamış. Nassar bir süredir askeri kalitedeki insansız hava araçlarına milyonlarca dolar harcıyormuş. Ve dün gece, hırsızlar Center’a girdiği sırada Nassar, bugün Venezuela’ya giden uçağa bir bilet ayırtmış.”

Begley kafasını salladı. “Bunların hiçbiri beni etkilemedi.”

“Onu içeri almalıyız Ron. Ülkeden çıkmasına izin veremeyiz. Venezuela’ya giderse onu geri getirmek zor olacak.”

Begley Ed’e baktı. “Demek sara nöbeti, Newsam? Komik. Senin personel kayıtlarına baktırdım. Nöbetli bir rahatsızlığın yok. Afganistan’dayken hiçbir zaman yaralanmamışsın bile.”

Ed hemen hemen hiç hareket etmedi. İşaret parmağını kaldırdı. “Doğru değil. İki kere yaralandım. Kaburga çatlağı, beyin sarsıntısı, ve bizim Humvee’nin yanında patlayan el yapımı patlayıcı yüzünden takla atması sonucu kırık bir kol. Yanımdaki herif bacağını kaybetti.” Omuz silkti. “Başka bir zaman da baldırımdan vuruldum. Mermi iyi bir parça et yırtıp kopardı. Kasın iyileşmesini sağlamak için kıçımdan bir parça et almak zorunda kaldılar. İki parçanın birleştiği çizgiyi görebiliyorsun. Bakmak ister misin?”

Begley sessiz kaldı.

“Her neyse, bunlar yaralanmak gibi geliyor bana. İki tane Mor Kalp Madalyası aldım, yani sanırım ki devlet amca da bana katılıyor.”

“Beyin yaralanması yaşamamışsın demek istedim.”

Ed tekrar camdan dışarı baktı. “O başka.”

“Begley, sen beni dinliyor musun?” dedi Luke. “Bu terör hücresine maaş veren adamı bulduk. Ve bu saldırının nasıl gerçekleştirileceğini biliyoruz. İnsansız hava aracı. Ve bu demektir ki bu saldırı buralarda gerçekleşmeyecek. Bahsettiğimiz araçların uçabileceği kadar geniş alan Manhattan’da yok. Belirgin bir hedeften bahsediyoruz, belli bir kapalı alana atılacak bir kirli bomba. Hava aracı da muhtemelen radarın tespit yüksekliğinin altında uçacak.”

Begley gülümsedi. “Neden bahsettiğin hakkında hiçbir fikrin yok Stone. Bu kadar ciddi olmasaydın bu tamamen komik olacaktı. İhtiyaç duyduğumuz istihbarata sahibiz. Hedeflerin neler olduğunu biliyoruz. İbrahim Abdulrahman, hatırladın mı? Parmak izi olmayan adam? Kuzeni Mısır’da hapishanede. Bir saatten fazla bir süredir sorgulanmakta.

“İşkence yoluyla,” dedi Stone.

“Senin yaptığından pek de farklı değil, değil mi?”

“Bu farklı,” dedi Stone. “Adamın bilgisayarının şifresini almak için parmaklarını kırdık, ki aldığımız bilgi anında kontrol edilebilen bir şey.”

“Üç adet olası hedef var,” dedi Begley. “Seçilen hedef saldırganların kararına ve bu hedeflerdeki çevresel durumlara bağlı. Hedeflerden ilki, öğlen saati, Grand Central Terminali’nin yerin altındaki restoran katı. Orası her zaman insan kaynıyor. Şuan bu senaryonun en yüksek ihtimalli senaryo olduğunu düşünüyoruz. Geiger sayaçlı adamlarımızı terminalin bütün giriş çıkışlarına yerleştirdik.”

Luke kafasını salladı. “Buna güvenemezsiniz. Mısırda insanların suratını bezle kaplayıp su dökerek neredeyse boğarak işkence yapıyorlar. Bunu biliyorsunuz. Onlara elektrik veriyorlar. Bileklerinden asıyorlar. Demir kazıklara oturtuyorlar. Kurban işkenceyi durdurmak için her şeyi söyleyecektir.”

Begley Luke’a kulak asmadı, devam etti. “İkinci en olası hedef ise Hoboken’den Manhattan’a giden PATH hattı. O trenler hep kalabalık olur, ve uzun süre Hudson Nehri’nin altında giderler. Aynı şey. Nehrin iki tarafındaki girişlerin hepsinde Geiger sayaçlı adamlarımız var. Üçüncü hedef Midtown Tüneli’nde bir araç kazası meydana getirmeyi içeriyor, ardından trafik tıkanıp tünel dolduğunda bombayı patlatacaklar. Tünelin iki tarafında da araçları kontrol ediyoruz, olma ihtimali en düşük olan senaryo, bu üçüncüsü. Bir saldırıyı makul kılan gerçekten çok fazla değişken var.  Ne demek istediğimi anlıyor musun Stone? Her şey kontrolümüz altında.”

“Yanlış yapıyorsun Begley. İşkenceden aldığın cevaplara, bilgilere güvenemezsin.”

“Hayır. Sen yanlış düşünüyorsun. Sana hedefleri neden söyledim biliyor musun? Sadece ne kadar yanlış olduğunu görebilmen için. Hayaletleri kovalıyordun. Devre dışı bırakıldın ve askıya alınmış durumdasın. Şimdi eve git ve büyüklerin bu işi halletmesine izin ver, tamam mı?”

Begley yanında duran adamlara döndü. “Bu ve pencerenin yanında duran adamın binadan çıkmasına yardımcı olun. Eşyalarını toplamaları için üçer dakika verin, ve onları buradan çıkarın.”

Begley çıktı, arkasında bir sessizlik dalgası bırakmıştı.

Luke odanın ortasında duruyor, kendisine eşlik edecek adamlara bakıyordu. Adamlar yüzlerindeki ruhsuz ifadeyle onu izliyorlardı. Luke etrafına, odaya bir göz attı, herkes ona bakıyordu.