Buch lesen: «Her Yol Mübah », Seite 13

Schriftart:

37. Bölüm

Saat 21:02

Washington, DC

“Ve şimdi…” dedi alçak bir ses. “Amerika Birleşik Devletleri Başkanı.”

Başkanın konuşması başlarken Luke, otoyola yeni bağlanmıştı. Luke’un hesabına göre başkanın konuşması aşağı yukarı bir saat sürer ve o bittiği sırada Luke da Mount Weather tesislerinin kapısına gelmiş olurdu.

Başkanın ilk kelimelerini duydu ve daha sonra radyo sessizliğe büründü.

Bir kadının sesi yayına girdi.

“Hm… görünüşe göre teknik sorunlar yaşıyoruz. Başkanın Mount Weather’daki sığınağıyla olan iletişimi kaybettik. Sorunu çözmeye çalışıyoruz. Bu sırada, sponsorlarımızdan birkaç söz.”

Luke bir başka kanalı tuşladı. Ama hikaye aynıydı.

Başka bir kanalı açtı. Bir rock şarkı çalıyordu.

Sonunda, adamın birinin sesi duyuldu.

“Bayanlar ve baylar, aldığımız duyuma göre Mount Weather hükümet tesisinde bir çeşit patlama yaşanmıştır. Şu an bu konuyla ilgili detaylı bilgiye sahip değiliz. Tesisle irtibata geçemiyoruz ancak, yetkililer olay yerine ulaşmak üzere. Bunun bir anlam taşımadığı konusunda sizi uyarmak—”

Luke radyoyu kapattı.

Luke bir anda hissizleşti. Afganistan’da, tepedeki o sabahı hatırladı. Soğuktu. Güneş doğmuştu ama sıcaklığı gelmiyordu. Yer kayalık ve sertti. Her yerde bedenler vardı. Zayıf, sakallı adamlar yerlere serilmiş, gözleri apaçık kalmış uzaklara bakıyorlardı.

Gecenin bir noktasında Luke, tişörtünü yırtmıştı. Göğsü kırmızıya boyanmıştı. O adamların kanı içinde kalmıştı. Hepsini doğramıştı. Bıçaklamış. Parçalamıştı. O öldürdükçe daha da fazlası geliyordu.

Martinez hemen yanında, siperin dibinde sırtüstü kalakalmıştı. Ağlıyordu. Bacaklarını oynatamıyordu. Bu ona yetmişti. Çıkıp gitmek istiyordu. “Stone,” dedi. “Hey, Stone. Hey! Öldür beni, adamım. Hadi öldür beni. Hey, Stone! Dinle beni dostum!”

Murphy, bir kayanın çıkıntısında oturmuş, boşluğa bakıyordu. Siper almaya çalışmıyordu bile.

Daha fazla düşman gelseydi Luke ne yapacağını bilmiyordu. Bu çocukların içinde birazcık olsun savaşacak takat kalmamıştı ve Luke’un elinde kalan en iyi silah bükülmüş bir süngüydü.

O sırada bir dizi siyah böcek belirdi uzakta, gökyüzünde. Onların ne olduğunu anında anlamıştı. Helikopterler. Ve hala sağ olduğunun farkındaydı. Bu konuda iyi veya kötü hissetmiyordu. Hiçbir şey hissetmiyordu.

Yanından yüz altmışla geçen bir ambulans kendine gelmesini sağladı. Ambulans batıya doğru sirenler ve ışıklarla yol alıyordu. Luke, otoyoldan bir sonraki çıkışta ayrıldı. İndiği rampanın hemen altında bir park yeri vardı. Luke içeri girdi ve durdu. Aracı park etmiş, ışıklarını kapatmıştı. Bağırırsa bir şeyler hissedebileceğini düşündü ve denedi.

Çığlık attı. Bunu uzun bir süre yaptı.

İşe yaramadı.

38. Bölüm

Saat 21:35

Fairfax ilçesi, Virjinya – Washington Banliyösü

Buzlu viski.

Ağzındayken verdiği soğuk hissi keskin bir incelik ve midesine ulaştığında da bir ateş yakıyordu. Luke kendi oturma odasındaki kanepede oturuyordu. Kapıdan gireli henüz dakikalar olmuştu. Saate baktı, geçmişi düşünüyordu. Tam olarak yirmi saattir buraya gelmemişti. Bir amaç uğruna, tam enerjiyle çıkmıştı. Bir felaketi önlemek için sıkı çalışmıştı, tekrar tekrar hayatını riske atmıştı ve ne için? Felaket yine de gerçekleşmişti.

Televizyonu açtı ve sessize aldı. Kanalları zaplıyor, görüntüleri izliyordu. Mount Weather, bu sabah oradaydı, yanıyordu. Hawaii’deki bir tatil köyünde başkanın karısı perişan halde, soru yağmuruna tutuluyordu. Kameralar karşısında gözlerinden yaşlar boşandı, yıkılmıştı. Birçok yerde kendiliğinden gelişen mum ışığı nöbetleri yapılmaya başlanmıştı. Yüz bin kişi Paris’te, yüz bin kişi de Londra’da. Kolombiya bölgesi (DC) ve Manhattan’da sokaklar bomboştu. Başkanın sevildiği bölgeler olan Filadelfiya, Detroit ve Los Angeles şehirlerinde insanlar ayaklanmıştı. Konuşan suratlar, kafalar, konuşuyor da konuşuyorlardı, bazıları gözü yaşlı ve içtendi, ve bazıları da kızgın mimikleri ve vücut dilleri sertti. Birileri ödemek zorundaydı, tabii ki. Her zaman bedel ödeyen birileri olmak zorundaydı.

Gösterimdeki haberler değişmişti. Bir yerlerde savaş uçakları kalkış yapıyorlardı. Orta Doğu’da hedefler bombalanıyordu. Amerikan donanması Basra Körfezi’ndeydi. Nükleer denizaltılar ise Kuzey denizindelerdi. Çinin kabine üyeleri Pekin’de. İranlı mollalar. Slogan atan kalabalıklar, sarıklı adamlar ve sandaletli adamlar AK-47’leri savuruyorlar, bebekleri öpüyor ve yukarı, Allah’a doğru kaldırıyorlardı. Antik kentin arka sokaklarında askerler göz yaşartıcı gaz atıyor, insanlar koşuyor ve karanlığın içinde eziliyorlardı. Adamın biri, bir çeşit hain, tozlu bir kent meydanında ölümüne taşlanıyordu.

Görüntüler peş peşe akıyordu. Amerikan Başkanı öldürülmüş ve bütün dünya çıldırmıştı. Neler yaşandığının önemini tam olarak kavrayabilmek imkansızdı.

Luke eğildi ve botlarının bağcıklarını açtığı gibi birer tekmeyle onları savurdu. Yirmi dört saatten önce haber alma dünyasından emekliye ayrılmak üzereydi. Son altı ay inanılmaz derecede keyifli geçmişti, birkaç derse öğretmen olarak girmiş, öğrencilerle birlikte basketbol maçları yapmış ve ailesiyle güzel vakitler geçirmişti. Belki de askerlik, casusluk ve kamikaze günleri sona ermişti.

Evde, etrafına bakındı. Burada harika bir hayat yaşamışlardı. Mimarlık dergilerinden fırlamış gibi görünen, yerden tavana kadar camları olan, güzel, modern bir evdi. Camdan bir kutu gibiydi. Kar yağdığı zaman, eskiden, çocukken herkeste olan kar kürelerinden biri gibi olurdu. Yılbaşı zamanlarını hayal etti—o müthiş güzellikteki çukur oturma odası ve köşedeki ağaç, yanan bir şömine, kar sanki dışarıdalarmış, etraflarına yağıyormuş gibiydi, ama içeridelerdi ve sıcak ve samimi bir ortam vardı.

Tanrım, ne kadar güzeldi.

Böyle bir evi devlet memuru maaşıyla asla karşılayamazdı. Becca da üniversite araştırmacısı maşıyla burayı asla karşılayamazdı. İkisi de bu evin altından kalkamazlardı. Ev, Becca’nın ailesinin parasıyla alınmıştı.

Bu, ona işi hakkında bilinmesi gereken her şeyi söylüyordu. Haftada iki gün veya hiç çalışıp çalışmaması önemli değildi. Sorunsuzlardı, muhtemelen hayatları boyunca öyle olacaklardı.

Karanlık bir düşünce sardı içini. Dünya süper güçleri arasında bir savaş çıksa, bunu durdurmak neredeyse imkansız olurdu. Olmasaydı bile, bu dev güçlerin birbirlerini kırıp kavga etmelerine pek tabii ki izin verebilirdi. Buna katılmak zorundaydı. Belki, yeterince zamanı olsaydı bütün bu meseleyi geride bırakabilir, zihninden çıkarabilirdi. En büyük kötülükler ve zulüm uzaklarda, başkalarının başına gelen şeyler olabilirdi.

Kahve masasının üzerinden telefonunu kaldırdı ve bir numara çevirdi.

Hatlar artık açıktı. Artık baz istasyonları kilitlenmiyordu. İnsanlar vazgeçmişti.

Telefon çaldı. Üçüncü çalışında açtı.

Sesi uykulu, yoğun geliyordu. “Merhaba?”

“Bebeğim?”

“Selam, bebek,” dedi.

“Merhaba. Ne yapıyorsun?”

“Ah, yoruldum, ben de erken yatayım dedim. Bütün gün Gunner’ın peşinde koştum. O yüzden seninle telefonu kapattıktan sonra vurdum kafayı, uyudum. Her şey nasıl geçti? Başkanın konuşmasını izledin mi?”

Luke derin bir nefes aldı. Becca, başkanın konuşmasından önce uykuya dalmıştı. Bu bilmediği anlamına geliyordu. Ona gerçekleri anlatacak kadar kendini toparlayamadı. Zamanı değildi.

“Yok be… Çok yorgundum. Erken yatarım diye düşündüm ve dosdoğru yatağa gittim. Ne televizyon, ne bilgisayar, hiçbir şeye bakmadım. Eminim kaçırdığım şeyler hakkında yarın bolca bilgilendirileceğim.”

“Akıllandın,” dedi.

Luke gülümsedi. “Tamam, tatlım. Uykuna devam et. Seni uyandırdığım için özür dilerim.”

Becca zaten uykuya dalmıştı bile. “Seni seviyorum.”

Kanepede oturmuş, bir anlığına kendine gülümsemişti. Viskisinden bir yudum daha aldı. Becca ve Gunner’ın etrafta koşuşturduğu ve şimdi de şehir dışındaki evin derin sessizliğinde uyuyor oldukları düşüncesi onu mutlu etmişti. Luke emekliliğin keyfine varacaktı, bunu gerçekten yapacaktı.

Sadece henüz değil.

Başka bir numara çevirdi.

Kelimeleri yutarak konuşan bir kadın sesi geldi “Wellington.”

“Trudy, ben Luke.”

“Luke, neredesin? Herkes çıldırmış durumda.”

“Evdeyim. Sen neredesin?”

“Ben karargahtayım, başka nerede olacağım ki? Luke, Kongre’nin yarısı Mount Weather’daydı. Başkan, yardımcıları, ve kalem müdürü. Başkan yardımcısı, devlet bakanı, hazine bakanı, eğitim bakanı. Hepsi oradaydı. Tesis yanıyor ve kimse söndüremiyor. Asansör boşluklarında alev fırtınası olmuş. Acil durum merdivenleri patlatılmış. İtfaiye alevlerin yanına inemiyor.”

“Ulaşılan herhangi biri olmuş mu?”

Trudy bir ses çıkardı. Neredeyse bir kahkahaya benziyordu. “Başkanın özel kalemi, David Halstram, aramayı becermiş. 911’i aramış, buna inanabiliyor musun. 911 konuşmasının kaydı var. Ben biraz önce dinledim. Hızlı konuşmasından dehşete düştüğü duyulabiliyor. Bacaklarının ezildiğini ve başkanın öldüğünden korktuğunu söylemiş. Senin, bu olaydan hemen önce aradığını ve başkanı oradan çıkarmaları gerektiğini söylediğini söyledi. O…” Trudy’nin sesi titredi… “seni dinlemeyi dilermiş, bunu söyledi.”

Luke bir şey söylemedi.

“Onu aradın mı?” dedi Trudy.

“Evet, aradım.”

“Nereden biliyordun? Olacakları nereden biliyordun?”

“Trudy, bunu sana söyleyemem.”

“Luke—”

Luke, Trudy’nin lafını kesti. “Dinle, benim için bir şey yapmanı istiyorum. Savunma bakanı hayatta mı? David Delliger?”

“Hayatta. Kendisi Site R’da”

“Ona direk bağlanan bir hatta ihtiyacım var. Ona ulaşmanın herhangi bir yolu.”

“Neden o? Onun yerine başkanla görüşmen gerekmez mi?”

Luke başını salladı. “Ortada başkan yok.”

“Henüz yok. Ama yeni başkan yemin için hazırlanıyor.... on dakika sonra.”

“David Delliger değilse kim? Kim hayatta ki başkan olacak?”

“Luke, bilmiyor musun? Bill Ryan, Meclis Başkanı.”

Luke bugün, gün içerisinde Mount Weather’da gördüğü bütün o milletvekilleri ve senatörleri düşündü. “Ryan? O nasıl hayatta kalmış?”

Trudy’nin sesinden emin olmadığı anlaşıldı. “Enayi şansı diyorlar. Mount Weather’a gitmemiş.”

Ryan, diye düşündü Luke, şaşkına dönmüştü. Şahinler içinde bir şahindi. Bu bir anlama gelebilirdi: savaşa giriyorlardı.

*

Saat 22:02, Site R – Blue Ridge Summit, Pensilvanya

Uyanamadığı bir kabustu.

Adı David Delliger’dı ve Birleşik Devletler Savunma Bakanı idi. Bu göreve, eski ve üniversiteden oda arkadaşı, Thomas Hayes, Birleşik Devletler Başkanı tarafından getirilmişti.

Delliger nereden bakarsan bak, bu pozisyon için sürpriz bir seçim olmuştu. Deniz Harp Akademisi’nde tarih profesörü ve hayatının büyük kısmını ara buluculuk yaparak geçirmiş bir avukattı. Bu işi almadan yıllar önce de, tarihi boyunca despot rejimi benimsemiş yeni demokrasilerde seçimleri denetleyen bir kurum olan Carter Center’a danışmanlık yapmıştı. Bu iş savaşmanın tam tersi idi.

Bu yüzden de liberal Hayes onu seçmişti. Thomas Hayes bir saattir ölüydü. Ve Mount Weather’daki yıkıntının içinde başka kimin ölü, kimin yaşıyor olduğunu söylemek mümkün değildi. Başkan yardımcısı kayıptı ve ölmüş kabul ediliyordu. Aşağıdaki bazı katlarda yangın hala devam ediyordu. Birçoğu kongre üyesi ve onların ailelerinden oluşan yüzlerce insan içeride sıkışmıştı.

Delliger da yerin altında, beton bir odadaydı, ama faciadan yüz kilometre kadar uzaktaydı. Odada onunla beraber neredeyse otuz kişi daha vardı. Odanın çirkinliğini kapatmak için beton duvarlardan mavi perdeler sarkıtılmıştı. Küçük bir kürsüde iki adam, bir kadın duruyordu. Fotoğrafçılar onları görüntülüyordu.

Kürsüdeki adamlardan biri kel ve kısaydı. Uzun bir cübbe giymişti. Adı Clarence Warren idi, Birleşik Devletler Baş Yargıcı. Kadının adı Karen Ryan idi. Yakasında kırmızı gül olan açık mavi bir takım giymişti. Elinde açık bir İncil tutuyordu. Uzun boylu, yakışıklı, koyu bir takım elbise ve kravat giymiş diğer adam ise sol elini İncil’in üzerine koymuştu. Sağ eli havadaydı. Bu ana kadar, adam yıllarca Kuzey Karolina milletvekilliği ve meclis başkanlığı yapmıştı.

“Ben, William Theodore Ryan,” dedi, “ Birleşik Devletler Başkanlığı görevini içtenlikle yapacağıma bütün benliğimle yemin ederim.”

“Ve elimden gelen en üst seviyede,” diye hatırlattı Yargıç Warren.

“Ve elimden gelen en üst seviyede,” dedi Ryan.

“Birleşik Devletler Anayasası’nı sürdürecek, koruyacak ve savunacağım.”

Ryan sözleri tekrar etti ve yerel bir gizli örgütün yeni birey alma seremonisinden daha gösterişli olmayan bi şekilde, biranda Amerika Birleşik Devletleri Başkanı oldu. Delliger şoktaydı. Evet, iyi bir arkadaşı ölmüştü. Thomas Hayes harika bir adamdı ve onun kaybı felaketti, hem Delliger, hem de daha önemlisi Amerikan vatandaşları için.

Ama daha fenası, hükümetteki en zorlu düşmanı, görevini devralmıştı. Daha bu sabah başkanı mahkemeye vermekle tehdit eden adam, şimdi başkan olmuştu.

Mantıklı değildi. Hem Beyaz Saray, hem de Mount Weather nasıl aynı günde saldırıya uğrayabilirdi? Neden hem başkan, hem de başkan yardımcısı aynı tesise tahliye edilmişti? Gizli Servis birlikte olduklarını anlar anlamaz, onları ayırmış olmalıydı.

Delliger olanları izlerken Ryan ve karısı Karren öpüştüler. Sonra bir süreliğine, Ryan kameralara komik mimikler yaptı ve odadaki birkaç kişi güldüler. Delliger onların kim olduğunu anlamak için etrafa baktı. Odadakilerin çoğunu tanıdı. Bunlar hükümetteki en fanatik savaş yanlılarıydı. Genelkurmay üyeleri, CIA direktörü ve savunmacılarla yakın bağları olan milletvekilleri. Savunma ve petrol sanayisi lobicileri.

Hepsi buraya nasıl toplanmıştı? Hayır, daha iyi bir soru, kendisi nasıl onlarla beraber buradaydı? Onların arasında bir yabancıydı. Savunma bakanıydı, ama bu göreve bir barış yanlısı tarafından, savaşı önlemek için sahip olduğu her gücü kullanacak bir adam tarafından getirilmişti. Şimdi ölü olan bir adam tarafından.

Burası bir ordu sığınağıydı. O insanlar, burada evlerinde hissediyorlardı. David Delliger’ın, ordu geçmişine rağmen, kendini daha çok evinde hissedeceği yer…

…ki orası az önce yerle bir edilmişti, sivil sığınaktı.

Delliger tuhaf bir şeyler hissediyordu. Bir saniyeliğine sanki odadaki herkesin suratı eciş bücüş olmuştu. Herkes gülümsüyordu. Amerika tarihindeki en büyük felaket az önce gerçekleşmişti, ve herkes gülümsüyordu. Neden gülümsemesinlerdi ki? Artık işin başında onlar vardı.

Delliger odaya tekrar baktı. Kimse ona dikkat etmiyordu. Neden etsinler? Ölü bir başkanın savunma bakanıydı. Onlar için bir şakaydı, düşmüş bir rejimin parçasıydı.

Kürsüde, Ryan tekrar ciddileşmişti. Yüzünü kalabalığa döndü.

“Kimse benim olduğum şekilde başkan olmak istemezdi. Ama burada durup bu işi istemezmişim gibi yapmayacağım. İstedim ve hala istiyorum. İstiyorum çünkü Amerika’nın yeniden dört dörtlük olmasını istiyorum. Thomas Hayes harika bir adamdı ama aynı zamanda zayıftı. Düşmanlarımıza karşı dik duramadı ve sonunda en ağır bedeli ödedi. O politikalar, zayıflık politikaları artık bitti.”

Kalabalık neşelendi. Birisi uzun bir ıslık çaldı. Uzun süren bir alkış koptu. Ryan, sessizliğin sağlanması için elini kaldırdı.

“Bu gece tüm Amerikalılara, bunun yanında tüm dünya vatandaşlarına sesleniyorum. Söyleyeceklerim geçtiğimiz gün ve aylarda terörden zarar görmüş herkese umut ışığı olacak. Onlara savaşa gittiğimizi söylüyorum, ve saldıracağız ve bu hain saldırıların tarafları diz çökene kadar da durmayacağız. Ve hatta sonra da durmayacağız. Sarayları ve kuleleri ateşler içinde yanana, insanları sokaklara dökülene kadar durmayacağız. Ve hatta sonra da durmayacağız.”

Kalabalık o kadar sessizleşmişti ki, Ryan durmak zorunda kaldı. Devam etmenin bir anlamı yoktu. Kimse onu duyamazdı.

Bekledi. Ses yavaşça kesildi. Ryan, Delliger’a baktı.

“Kaybettiklerimizin öcünü alacağız.” dedi. “Sevdiklerimizin öcünü alacağız. Ve İran bir daha dünyaya güç gösterisi yapamayacak hale gelene dek durmayacağız. Biz doyurmadan karınlarını doyuramayacak, biz giydirmeden giyinemeyecek hale gelene kadar durmayacağız. Sonunda, yas tutmak ve hatırlamak için zaman gelecek. Ama henüz değil. Şimdi zaman, intikam zamanı.”

Kalabalık tekrar neşelendi ve Delliger’ın cebindeki telefon titredi. Çıkardı ve baktı. Bir mesajı vardı. Bu onun şahsi telefonuydu. Çok az mesaj alırdı. Açtı.

Adım Luke Stone. Başkanın neden öldüğünü biliyorum. Benimle buluş.

39. Bölüm

Saat 22:47

Davis Memorial Hastanesi – Bethesda, Maryland

Üç adam, odasına gölge gibi girdiler.

Sessizlerdi, neredeyse çıtları çıkmıyordu. Koridordayken ışıkları

söndürmüşlerdi. Böylece Ed Newsam’ın odasının kapısını aralayıp karanlık odasından içeri girdiklerinde ışık seviyesinde hiçbir değişiklik olmamıştı.

Çok bir şey fark etmezdi. Ed Newsam uykuya inanmıyordu. Böyle bir zamanda asla. Çatlamış kalçası ve kurşun yaraları için güçlü, morfin bazlı bir ağrı kesici vermişlerdi. Ağrı kesici onu uyuturdu. Ed acıya inanıyordu. Acı inanmak için oldukça gerçekti. Ağrı kesiciyi reddetmedi. Aldı. Hemşire odayı terk eder etmez de yatağın altına sakladı.

Reddedebilirdi de, ama medikal kayıtlarına ilacı aldığının geçmesini istedi.

Sanırım bilinçaltında bir yerde böyle bir ziyaretin gelebileceğini biliyordu. Bunlar gibi adamlar buraya gelmeden önce kayıtlara bakarlardı.

Ed baygındı. Ed ağrı kesicinin etkisindeydi. Ed bir güzel istirahat ediyordu.

Kendinden geçmiş gibi derin bir nefes aldı. Gözleri incecik açıktı. Birçok insan böyle uyurdu. Elleri çarşafın altındaydı. Sağ elinde bir Beretta M9 tutuyordu. Şarjörü tam doluydu. Haznede bir mermi, ateşlenmeye hazırdı.

Adamlar yatağa yaklaştı. Koyu renkli kazak, koyu renkli pantolon ve bir tek gözlerini açıkta bırakan başlıklar giyiyorlardı.

Doktor olmadıklarını rahatça söyleyebilirdi.

Adamlardan ikisi sağında, biri solundaydı. Adamlardan biri, bir şırınga çıkardı. Yarı aydınlık odada, Ed, adamın onu tutup kapağını açışını izledi. Ucundan birkaç damla sıvı fışkırdı. Diğer iki adama baktı ve kafasını salladı.

Diğer iki adam hızlı hareket etti. Ama Ed daha hızlıydı. Yatağın iki yanına fırlayıp Ed’in kollarını tutmaya çalıştılar. Sağındaki adam hareket etmeden hemen önce, bir anda, silahını çıkardı. Silahı suratına dayadı. Silahın ağzı adamın suratından iki santim uzaktaydı.

BAM!

Kapalı odanın içinde, silahtan çıkan ses sağır ediciydi. Silahtan çıkan ışık yüzünden Ed’in gözünde yıldızlar belirmişti.

Adamın kafası çatlamıştı. Kan, kemik ve beyin parçaları odanın diğer tarafına doğru sıçradı. Adam, hastane yatağına doğru düştü.  Ed, silahıyla onu itti, ceset yere düşmüştü.

Silahını yukarı doğrulttu. Elinde şırınga tutan adamın göğsünün ortasına hedef aldı. Adam, maskenin arkasındaki gözleri kocaman açılmış, iki eli de havada bekliyordu. Şırınga hala sağ elindeydi.

BAM!

Silahın namlusu adamdan otuz santimetre kadar uzaktaydı. Kurşun, kalbini ve ciğerlerinin yarısını patlatmıştı. Adam bir çukura düşer gibi yere düştü.

Üçüncü adam odanın diğer tarafına doğru geri gitmişti. O kadar şaşkındı ki, kapıya doğru kaçmayı bile denememişti. Eğer hemen harekete geçseydi, kaçmış olabilirdi. Şimdi köşede, Ed’den üç metre uzaktaydı. Ed, silahını direk üst gövdesine doğrulttu. Adam pencereye baktı. Sekizinci kattalardı, Ed yangın merdiveni olmadığını hatırladı.

“Güzel silah, değil mi?” dedi Ed. “Adı Alice. Ona sormak istediğin bir şey var mı?”

Adam elini kaldırdı. “Hey. Büyük bir hata yapıyorsun.”

“Hayır, hatayı sen yaptın orospu çocuğu. Beni öldürmek mi istiyorsun? Buraya gelip doz aşımı olmuş gibi yapmayacaksın. Eğer beni öldürmek istiyorsan, buraya gelip hemen öldürsen iyi edersin.” Kafasını salladı ve sesini alçalttı. “Aksi halde sana neler olacağını görürsün.”

Hastanede bir yerde alarmlar ötüyordu. Güvenlik bir dakika içinde burada olurdu.

“Kimsin sen?” dedi Ed.

Adam maskesinin arkasından gülümsedi. “Bunu sana asla söylemeyeceğimi biliyorsun.”

Ed keskin nişancıydı. Hep zinde tuttuğu yeteneklerinden biri de buydu. 3 metre uzaklıktan, istediği her şeyi vurabilirdi. Hedefini değiştirdi ve adamı sağ bacağından, dizinin hemen üzerinden vurdu.

BAM!

Ed, adamın yediği kurşunun etkilerini biliyordu. Oradaki büyük kemiği un ufak etmişti. Parçalara ayırmıştı.

Bir kurşun sekerek, bu sırada enerjisinin çoğunu kaybederek Ed’in bacağına isabet edip, pelvisini çatlattığında doktorlar yapması gerekenleri Ed’e anlatmışlardı. Tedavi yatak istirahati, ağrı kesiciler ve fizik tedavi idi. Önce yürüteç sonra da koltuk değnekleri kullanması gerekebilirdi. Sekiz hafta içerisinde hala ağrıları olsa da, yeterince iyileşmiş olurdu. Altı ay içerisinde de sanki o darbeyi hiç almamış gibi olacaktı.

Aksine, şimdi yerde çığlık atan adam bir daha asla normal bir şekilde yürüyemeyecekti. Tabii o da Ed yaşamasına izin verirse.

Ed, yatağın yanındaki korkuluğu indirdi. Sandalyenin yanında, hastanenin verdiği yürüteç vardı, arka bacakları tekerlekliydi. Ed yürüteci kendine çekti, ve yatağın kenarında kendini ayağa kaldırdı. Hissettiği acı yüzünden dişlerini sıkıyordu.

Tanrım. Eğer yaşlanınca böyle olacaksa, asla yaşlanacak kadar yaşamak istemiyordu.

Köşede, yere yığılmış adama baktı. Ed diğer iki cesedi aşmak için, kana basmamaya dikkat ederek, yürüteci kullandı. Cilalı yer kan içerisinde yüzüyordu. Yaralı adama doğru ilerledi.

“Çok zamanımız yok.” dedi. “Bakalım bir dakika içinde seni konuşturabilecek miyiz.”