İşler Tıkırında Gidiyor

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
İşler Tıkırında Gidiyor
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

İŞLER TIKIRINDA GİDİYOR!

I

Uzun eşya treni âdeta evveli bilinmeyen bir zamandan beri küçük bir garda beklemektedir. Lokomotif, ateşi sönmüş gibi ses vermiyor. Trenin yanında, istasyonun kapılarında tek bir kişi bile görünmüyor.

Vagonların birinden gar yolunun rayları üstüne solgun bir ışık çizgisi vurmaktadır. Vagonun içinde biri bir palto üzerinde uzanmış, geniş kır sakallı, beline kadar bir kürke sarılı, başına koyun derisinden Çerkez kalpağını andıran bir kalpak takmış bir ihtiyar; öteki daha yüzünde ayva tüyleri bulunan, sırtına yıpranmış bir pardösü, ayaklarına kirli iri birer çizme geçirilmiş bir genç… Topu topu iki kişi var. Bunlar aynı trene yüklü hayvanlarıyla birlikte yola çıkmışlardır.

Düşünceye dalmış olan ihtiyar bacaklarını uzatarak oturmakta, delikanlı yarı uzanmış, ucuz takımdan bir çalgıyı hemen hemen ses çıkartmaksızın çalmaktadır. Yanı başlarında vagonun duvarına, içinde bir mum yanan bir fener asılıdır.

Vagon dopdoludur; yük, mumun sönük ışığı ile muayene edilince ilk bakışta şekilsiz, canavarı andırır, canlı olduğu söz götürmez, birbirini sıkan, iten, kakan, kaygan bir duvar üzerinde tavana doğru tırmanan, sivri iğne sakallarını oynatan dev gibi yengeçlere benzer bir şeyler sezilir. Daha daha dikkat edilince karanlıkta birtakım boynuzlar, gölgeler görülür… Sonra da uzun, kirli kıllar, kuyruklar, boynuzlar ayırt olunur: Sığırlardan ve gölgelerinden ibaret karışık bir âlem…

Her vagonda bunlar sekizer tanedir. Birtakımı başlarını döndürmüş, insana bakar, kuyruklarını sallarlar. Birtakımı yolunu bulup yatmak, rahata varmak derdindedir. Gayet sıkışıktırlar. İçlerinden şayet biri yatarsa ötekilerin hepsi de sıkışık nizamda ayakta durmak zorundadır. Ne önlerinde bir yemlik ne su konabilecek bir gerdel ne altlarında kuru bir gübre ne de bir tutam ot vardır.

Uzun bir zaman sessiz sedasız geçtikten sonra ihtiyar koynundan iri bir gümüş saat çıkarır, bakar. İkiyi çeyrek geçmektedir. Esneyerek “Buraya geleli tam iki saat olmuş. Gidip efendileri kımıldatmalı… Yoksa sabahı boylarız, uyuyakalmış olacaklar yahut da kim bilir…” der, kalkar. Zaman zaman uzun gölgesini önüne katarak karanlıkta vagondan büyük bir ihtiyat ile iner. Trenin boyunca lokomotife kadar ilerler, aşağı yukarı yirmi araba kadar geçtikten sonra lokomotifin ağzı açık, içi kor dolu ocağını görür. Ocağın önünde insan kılığında biri hareketsiz, sessiz oturmuştur. Kasketinin siperi, burnu, dizleri kızıl bir hâldedir. Öte tarafları karadır ve karanlıkta ancak sezilir sezilmez bir hâldedir.

İhtiyar, “Burada daha çok kalacak mıyız?” diye sorar. Cevap çıkmaz. Hareketsiz şekil, galiba uyumaktadır. İhtiyar lahavle çeker, keskin rutubet içinde yüzünü ekşiterek lokomotifin önünden dolaşır, öbür tarafa geçer. Lokomotifin çok parlak iki şiddetli feneri gözlerini alır ve dönünce gece daha karanlık gelir, istasyona gider.

Garın taşları ve basamakları ıslaktır. Ötede beride daha yeni yağmış, erimekte olan bir kar beyazlığı vardır. Gar aydınlık ve bir hamamın içini andıracak surette çok ısıtılmış, etrafı petrol kokusu tutmuştur. Baskül ve üstünde kondüktör üniformalı birinin yatmakta bulunduğu arkalıksız sarı bir kanepeden başka mobilya namına ortalıkta bir şeyler görünmez. Solda iki büyük kapı artlarına kadar açıktır. Bunun birinden bir telgraf makinesi ile önünde yeşil abajurlu bir lamba, ötekinden yarısına kadar bir dolapla örtülmüş bir küçük oda göze çarpar. Bu odada pencerenin dayanılacak yerine başkondüktör ile makinist ilişmişlerdir. İkisi de ellerinde birer bone ile oynayarak münakaşa ederler.

Makinist, “Bu asıl kastor1 değil, Leh kastorudur.” der. “Asıl kastor böyle olmaz. Benim fikrimi öğrenmek isterseniz bu tutsa tutsa beş ruble tutar.”

Başkondüktör bozulmuş bir hâlde, “Çok iyi anlıyorsunuz!” der. “Beş ruble! Şu tüccara soralım.”

İhtiyara dönerek, “Sizce bu Leh kastoru mu, yoksa hakiki kastor mu?” der.

İhtiyar boneyi eline alır, bu şeyleri çok iyi bilir bir tavır takınır, tüyleri yoklar, üstlerine üfler, koklar ve tatmin edilmemiş siması üzerinde istihfaf edici bir tebessüm ve haz ile “Hiç şüphesiz bu Leh malı. Evet Leh malı!” der.

Münakaşa azar. Başkondüktör bunun sahici kastor olduğunda ısrarcıdır. Makinist ile ihtiyar aksi davayı tutar ve onu inandırmaya çalışırlar.

Münakaşanın ortasında ihtiyar oraya niçin geldiğini nasılsa hatırlar.

“Canım!” der. “Şu iyi kastor olsun olmasın, tren gitmiyor, kımıldamıyor. Ne var? Ne bekliyoruz? Artık kalksak!..”

Başkondüktör, “Peki, gidelim. Bir sigara daha tellendirip kalkalım. Fakat aceleye mahal yok. Az ileride yine durduracaklar…” diye cevap verir.

“O da neden?”

“Hiç!.. Çok rötar yaptık da… Bir gara vaktinden geç gelindiği zaman hiç istemeyerek insanı öbür istasyonlarda da tutarlar; çünkü karşı taraftan gelecek trenlere yol vermek lazım gelir. Mesela bizim şimdi hemen kalkmamızla yarın sabah kalkmamız arasında hemen bir fark yoktur. Artık biz 14 numaralı tren olmaktan kaldık. Yolumuza galiba 23 numaralı tren olarak devam edebileceğiz.”

“Bunlar ne biçim usul…”

“İşte öyle.”

II

Köylü ihtiyar, başkondüktörün yüzüne uzun uzun bakar, düşünür ve kendi kendine söylenir:

“Hesap tuttum, defterime de işaret ettim, yolda şimdiye kadar 34 saat fazla kaldık. Sığırlarım ya açlıktan ölecek yahut da gideceğimiz yere kadar yemsizlikten üzerlerinde bir tutam et kalmayacak, beş para etmeyecekler. Bu yolculuk değil… Yıkım!”

Başkondüktör kaşlarını yukarı kaldırır ve “Gerçek, öyle!” demek ister gibi içini çeker. Makinist susmakta ve uzun uzun bonesini muayene etmektedir.

Bu iki adamın yüzlerinden, açığa vurmadıkları gizli bir fikirleri olduğu anlaşılır.

Böyle işlerini açığa vurmamaları onu saklamak istediklerinden değil, böyle fikirlerin kelimelerden daha iyi sükût ile anlaşılması, daha kolay ve daha iyi olmasındandır. Nitekim ihtiyar da hemen anlar.

Elini cebine atar, on rublelik bir kâğıt çıkarır, ne bir girizgâh filan yapmaya ne tavrını edasını değiştirmeye lüzum görerek hemen hemen Ruslara has bir kararlılık ile kondüktöre uzatır.

Başkondüktör bir söz söylemeden alır, dörde katlar, hiçbir acele göstermeyerek cebine indirir. Ondan sonra her üçü odadan çıkar, yol üzerinde kondüktörü uyandırarak rıhtıma geçerler. Başkondüktör omuzlarını silkerek söylenir:

“Ne berbat hava…”

“Tam kurt havası…”

Pencereden yemyeşil lamba ve telgraf makinesinin yanında telgrafçının kumral saçları görülür. Yanı başında da sakallı, kırmızı kasketli biri, kim bilir belki de garın başmemurudur. Masanın üstüne eğilmiş şeridimsi mavi bir kâğıt üzerinde bir şeyler okuyor, cigarasını çekerek satırları acele acele kovalıyor.

İhtiyar ayrılır, vagonuna doğru gider.

Genç yoldaşı evvelki gibi yarı uzanmış bir hâlde hep pes perdeden çalgısını çalmaktadır. Bu, daha bıyıkları bitmemiş, henüz çocuk denilecek bir şeydir. Dolgun, beyaz siması, geniş elmacık kemikleri, hülyakâr bir hâli vardır. Bakışı diklikten uzak, tavrı mahzun ve munistir. Bununla beraber iri yarı, okkalı ve ihtiyar gibi kaba bir kerestedendir. Kımıldamaz, koca bedenini hareket ettirecek takat bulamıyormuş gibi durduğu hâlde kalır. Güya kımıldansa yerler sarsılacak ve çıkacak gürültüden hem sığırlar hem belki kendisi de ürkecektir. Kaba parmaklarının acemice kullandığı saz, ardı arası gelmeksizin zayıf ve perişan sesler çıkarmakta ve bunlar hep tek bir perde üzerinden yürümektedir. Hâlbuki o, bu seslere bayılmaktadır.

Hareket çanı çalar, fakat ses o kadar mecalsizdir ki çok uzaklardan geliyor sanılır. İkinci ve üçüncü çan hemen birincinin arkasından çalınır. Başkondüktör de düdüğünü öttürür. Derin bir sükût içinde bir dakika geçer. Tren ilerlemez, yerinde sayar; fakat aşağıdan kızaklar altında buzların kırılışına benzer garip garip gürültüler gelir, nihayet vagonlar titrer, o sesler kesilir, yeniden sükûn peyda olur. Fakat akabinde tamponlar birbirine çarpar, vagonlar sarsılır, sıçrar gibi bir hareket yapar, sığırlar birbirinin üstüne düşer.

İhtiyar sarsıntı sırasında ensesine doğru düşen bonesini yukarı kaldırarak, “Hay melunlar, hayvanlarımın topunu birden sakatlayacaklar!” diye söylenir; genç, ağzını açmadan kalkar, düşen bir sığırı boynuzlarından tutarak kalkmasına yardım eder.

Çarpışmadan sonra yeniden bir sessizlik peyda olmuştur. Yalnız vagonların altından bir ses gelir ve vagonlar geriye gidecekmiş gibi bir hâl olur.

İhtiyar, “Arabalar yine tos vuracaklar!” der. Ve gerçekten onun dediği gibi bütün treni baştan başa yeni bir titreme tutar, bir çatırtı duyulur. Vagonlar titrer, sığırlar yine birbirinin üstüne düşer. Genç etrafa kulak vererek, “Tren yedeğe almıyor, lokomotif kardan, buzdan çekemiyor.” der.

İhtiyar cevap verir: “Evvelden, ağır gelmedi, pekâlâ çekti, şimdi birden ne ağırlık bastı ki? Hayır evlat, bunun hikmeti, kondüktör ötekine pay vermedi. Al şunu da makiniste ver. Yoksa herif bizi saatlerce salıncakta sallar gibi sallayıp duracak!..”

Delikanlı kendisine ihtiyarın uzattığı üç rublelik kâğıdı alır, vagondan atlar. Ağır ayaklarının yerden çıkardığı gürültü, karanlıkta gittikçe hafifler. Bitişik vagonda sığırın biri uzun ve tatlı bir sesle seslenir, sanki terennüm eder.

Delikanlı döner, ıslak, sanki soğuk bir rüzgâr vagona hücum eder.

İhtiyar, “Oğul kapıyı kapa, hem yatalım, mum ne diye boş yere yansın?” der.

Delikanlı ağır kapıyı çeker. Islık gibi bir şey duyulur. Tren sarsılır. İhtiyar, keçe mantosunun üstüne uzanır, başını bir pakete dayayarak söylenir:

 

“Soğuk yerinde. Ah şimdi ev ne rahattır! Köşe bucak sıcak, her taraf tertemizdir. Ne ararsan bulunur. Burası domuz ininden de beter. Dört gün oluyor, daha bir kere ayakkabılarımızı çıkarmadık.”

Delikanlı her sarsıntıda bocalayarak feneri açar, fitili ıslak parmaklarıyla sıkar, mum cız ederek söner.

İhtiyar, delikanlının gelip yanı başına uzanması ve iri gövdesini kendi arkasına yaslaması üzerine devam eder:

“Ya, evlat… Soğuk, soğuk!.. Rüzgâr her aralıktan ayrı bir perdeden ayrı bir hava çalarak giriyor. Anan, kız kardeşin burada bir gececik geçirseler ertesi sabaha ancak ölüleri bulunurdu. Ya evlat, sen okumak istemedin, kardeşlerin liselere gitti, sen kaçındın! İşte sana babanla sığır sürüp satmak kaldı. Kendi günahın, kimselere bir diyeceğin yok. Kardeşlerin şu saatte rahat yataklarda, sıcak yorganlar altında; okumaktan kaçan sen ise sığırlarla berabersin, işte olan bu…”

III

Tren o kadar gürültü yapmaya başlar ki, ihtiyarın daha neler gevelediği duyulmaz olur; fakat bu onun daha uzun zaman söylenmesine, iç çekmelerine engel olmaz. Vagonun içinde soğuk hava daha kesif, daha boğucu bir hâl alır.

Taze tezeğin ekşi kokusu, mumun söndürülmesinden çıkan pislik havayı keskin, aşındırıcı bir hâle sokar, uyumuş olan delikanlının boğazı ve göğsü rahatsızlanır.

Aksırır, öksürür, tükürüğü gelir. Fakat böyle şeylere alışık olan ihtiyar hiçbir şeyler yokmuş gibi göğsünün bütün kuvvetini sarf ederek nefes alır; ancak zaman zaman içini çeker. Vagonun sarsıntıları, tekerleklerin sesi trenin hızla fakat intizamsız bir hâlde gittiğini anlatır. Lokomotif solur ve trenin gürültüsünden ayrı bir tempoda, fasılalarla nefes alır verir ve bundan da bir ses peyda olur. Sığırlar endişe ile birbirine sokulur. Boynuzları vagonun duvarlarına çarpar, ihtiyar uyandığı zaman gökyüzünden vagonun aralıklarından ve küçük pencereden gün doğacağı saate mahsus alaca bir mavilik vurur. Adamcağız iliklerine kadar üşümektedir; hele ayaklarında, böbreklerinde bir ağrı peyda olmuştur. Vagon durur, delikanlı suratı tamamen asık olarak gözlerinden uyku aktığı hâlde gider, sığırlara bakar.

İhtiyar ters tarafından uyanmıştır. Yüzü sert, kaşları çatıktır; öksürüp sesini bulmaya uğraşır. Yavaş yavaş bir sığırın göğsünü kaldırarak kösteklenmiş olan bir ayağını kurtarmaya çalışan oğluna bakar, kızar:

“Ben sana dün akşam kayışları uzun tutuyorsun demedim mi? Kulak asmadın. ‘Hayır, çok uzun değil.’ dedin. Seni yola getirmek imkânsız, hep bildiğini okursun. Sersem!..”

Kapıyı delicesine sürer, vagonun içine aydınlık dolar. Karşılarında bir yolcu treni uzanmış durmakta, tenteli kırmızı bir bina arkasında büfeli büyük bir gar görünmektedir. Çatı, vagonların üstü, yer, traversler, her taraf oralara daha yeni yağmış hafif bir kar tabakasıyla örtülüdür. Hava taze ve hafiftir. Yeni kara mahsus, güç hâl ile duyulur, ince, nemli bir koku vardır. Duran trenin arabalarının bağlandığı aralıklardan ötede birtakım yolcuların gidip geldikleri ve kırmızı yüzlü bir jandarma göze çarpar. Resmî giyinmiş, kar gibi beyaz önlüklü, lazım olduğu kadar uyuyamamış, talihinden galiba hiç memnun olmayan bir garson elinde bir tepsi, üzerinde bir bardak çay ve iki bisküvi ile şimendiferlerin rıhtımında koşmaktadır.

İhtiyar ayağa kalkar, gözünü doğuya çevirerek ibadet eder, delikanlı küreği bırakır, babasının yanına seğirtir, onun ibadetine iştirak eder. Yaptığı, dudaklarını kımıldatmaktan ibarettir; hâlbuki babasının sesi az çok çıkmakta, “velyevmilahiri” gibi bir şeyler mırıldandığı fark edilmektedir. Nihayet “Hayrihi ve şerrihi…” filan diyerek temiz bir hava yutar…

Delikanlı duasını bitirdikten sonra ihtiyara döner. “Bana beş kapik veriniz!” der. Parayı alınca kırmızı bakır çaydanlığı kaparak kaynar su bulmak üzere gara seğirtir. Bacaklarını açarak traversleri, rayları atlar, taze, hafif kar üstünde iri ayak izleri bırakır; çaydanlıkta, bir gün evvelden ne kalmışsa yolda boşaltır. Büfeye gelince, beş kapiğini çınlatarak atar.

Büfeci, çaydanlığı iterek beş kapiğe semaver için lazım olan kaynar suyun yarısını bile vermek istemez. Fakat delikanlı musluğu kendi açar ve rahat kalmak için dirsekleri büfecinin engel olmasını önler, kabını doldurur.

O, vagona doğru seğirtirken büfeci arkasından bağırır: “Utanmaz çapkın!”

Çayı içerek ihtiyarın bozuk yüzü yavaş yavaş düzelir. “Hepimiz yer içeriz, buna aklımız erer, fakat çalışmayı unuturuz. Dün bütün gün yiyip içmekten başka bir şey yapamadık. Hâlbuki masraflarımızı kaydetmedik. Ah, ne kafa, ya Rabbi!..” der.

Şimdi ihtiyar bir gün evvelki masrafını defterinden yüksek sesle okumaya başlar, orada tren şeflerine, makinistlere, şuna buna ne ve nasıl vermişse işaretlidir. İş bu hâlde iken yolcu treni çoktan kalkmıştır. Bir manevra lokomotifi, serbest hattın üzerinde muayyen bir hedefi olmaksızın, güya hür olmaktan memnun, bir ileri bir geri gitmektedir. Güneş yükselmiş, karlar üzerinde durarak oynamakta, garın ve vagonların çatılarından içerilere parlak su damlaları düşmektedir.

İhtiyar çayını bitirince vagondan inerek gara doğru yürür. Birinci sınıf bekleme salonunda kondüktör ile göğsü iliklenmiş, güzel bir pardösü giymiş, küçük zarif sakallı genç bir istasyon şefi bulunur. Yerinde bir türlü rahat duramayan genç, iyi bir koşu atı gibi ayağıyla bastığı yeri dövmekte, dört bir tarafına bakmakta, her gelen geçeni elini kasketine götürerek selamlamakta, gülümser gözleriyle işaretler vermektedir.

Gül gibi bir teni vardır, sıhhati tamamen yerindedir, şendir. Yüzü gökten yeniden düşmekte olan kar taneleri gibi terütazedir.

İhtiyarı görünce suçlu olduğunu anlıyormuş gibi başkondüktör içini çeker, kollarını açar. “14 numaralı tren olarak gidemiyoruz, bu numarayı başka bir tren almış…” der. İstasyon şefi hemen bazı kâğıtlara bakar; mavi, uyanık gözlerini ihtiyara çevirir, dudakları gülerek bir sürü soru sıralar:

“Hayvanların sahibi siz misiniz? Sığırlar sizin mi? Şimdi ne yapmalı? Sizin tren geç kaldı, 14 numara olarak bu geceki trene yol verdim. Şimdi ne yapmalı?”

Delikanlı güzel parmaklarıyla ihtiyarın esvabının kürkünü okşar; yine ayağı ile yere vurarak filan trenlerin de geçmesi için falan trenlere yol vermesi için emir geldiğini, hâlbuki mümkün ve her fedakârlığı yapmaya hazır olduğunu nazik bir eda ile anlatır.

Yüzünden gerçekten yalnız ihtiyara değil, dünyalara yâr olmaya doğuştan yetenekli olduğu okunur; o kadar dürüst, şen ve memnundur. İhtiyar, trenlere ait bu kapalı sözlerden, numaralardan bir şey anlamamakla beraber tevekkülle dinler, tasvip yollu kafasını sallar, o da iki parmağı ile gencin düğmeleri ilikli pardösüsünün yumuşak tüylerini okşar. Bu iyiliksever, sevimli gencin yüzüne bakmaktan, onunla görüşmekten bir haz duyar. Bağlılığına bir işaret olmak üzere on rublelik bir kâğıt çıkarır ve azıcık düşünerek buna ikişer rublelik iki kâğıt daha katar, hepsini birden delikanlıya uzatır.

Delikanlı en sade bir iş oluyormuş gibi bunları alır, elini kasketine götürür, cazip bir eda ile cebine yerleştirir ve hatırına birden bir ilham olmuşçasına, “Efendim, bakınız ne yapalım?” der. “Askerî tren geç kaldı, işte hâlâ görünmüyor. Size onun yolunu versem… Askerî treni de 24 numarala tren olarak yola çıkarsam…”

Başkondüktör “Âlâ!” der.

İstasyon şefi sevinerek mukabele eder: “Âlâ!.. Âlâ!.. Şu hâlde burada demir atıp kalmazsınız. Hemen kalkınız, size şimdi yol vereyim… Âlâ!..”

Elini kasketine götürerek ihtiyarı selamlar, elindeki yol kâğıtlarını okuyarak odasına girer. İhtiyar şu sohbetten çok hoşnuttur, yüzü güler, gözleri salonda bu manzaranın bir şahidi bulunup bulunmadığını arar. Kolunu başkondüktörün koluna takarak “Biz de şuradan bir şeyler içelim!..” der.

Başkondüktör sorar:

“İçki için daha vakit erken değil mi?..”

“Hayır hayır, şöylece size bir şey ikram etmeme müsaade edersiniz.”

Sallana sallana büfeyi boylarlar. Votka kadehi elinde olduğu hâlde ihtiyar ne meze ısmarlayacağını bir müddet düşünür. Başkondüktör pek semiz, şişkin yüzünün rengi uçmuş, yaşlıca biridir. Çok içen, vaktinde yatıp kalkmayan adamlarda olduğu gibi yapısı düşük, rengi sarıya çalar.

İhtiyar: “Birer bardak daha fena olmaz, hava soğuk; azıcık daha içmek günah sayılmaz. Rica ederim, bir şeyler yiyiniz. Artık size güveniyorum, yolda karşımıza bir engel, bir münasebetsizlik çıkmasın. Bilirsiniz ya, bizim hayvan ticareti işimizde bir saatin dünya kadar ehemmiyeti vardır. Et bugün bir fiyata, yarın başka bir fiyatadır. Bir gün, iki gün geç kalmakla münasip fiyat kaçırılabilir. Neticede beş on para kazanılacağına eve, tabiri affediniz, donsuz dönmek vardır. Rica ederim, canınız ne çekiyorsa ondan buyurunuz, ümidim sizdedir. Bu gibi iyilikleriniz için her vesile ile emrinizi beklerim.”

Başkondüktörü adamakıllı kandırıp içirdikten sonra ihtiyar vagonuna döner. Oğluna anlatır:

“Büyük bir oyun oynadım, herifleri sepete koydum, bir asker treninin nöbetini kopardım. Çabucak tabanları kaldırıyoruz. Kondüktörün söylediğine göre, şayet sürekli aynı numarayı tutarsak yarın akşam sekizde varacağız. Ya evlat, işini yoluna koymayı bilmeyenin hâli haraptır. Dünya bu… Gözünü aç, ince yolları kavra!..”

İlk çan çalar, akabinde yüzü dumandan kapkara, ceketi ve geniş ayaklı pantolonu pis biri vagonun kapısına dayanır. Bu tekerlekleri, vidaları, perçinleri muayene için az evvel vagonların altında dolaşan adamdır.

“Efendiler!” der. “Sığırların bulunduğu şu vagonlar sizin mi?”

“Bizim. Ne olmuş?”

“Olan şu; iki vagon da aksak. Onları yola çıkarmak uygun değil. Tamir edilmeleri lazım.”

“Ne okuyorsun yahu!.. Bir şey istiyorsan açık söyle!”

“Siz istediğiniz gibi düşününüz, ben şimdi raporumu yazmaya mecburum.”

İhtiyar, bir küskünlük göstermez, karşı koymaz; rahatça, sanki bir makine işliyormuş gibi eli cebine gider ve iki tane yirmişer kopeklik çıkarır, muayeneciye uzatır. O da en tabii bir iş görüyormuş gibi alır, “Hayırlı kısmetler dilerim, Allah’a emanet olun.” der. İhtiyar içini çeker, muayene memurunun kara yüzüne sükûn ile bakarak sığır ticaretinin bir zamanlar kârlı bir iş olduğunu, fakat artık tehlikeli bir hâle düştüğünü, şimdilerde kaybetmekten başka bir şey görmediğini anlatır. Muhatabı onun bu fazla konuşmasının cezası olarak sözünü keser:

“Bir de arkadaşım var, onun için de bir şey vermelisiniz!” der.

İhtiyar konferansını durdurur, muayene memuruna arkadaşı için de bir şey tutuşturur.

Askerî tren(!) hızlı hızlı koşar, istasyonlarda nispeten az zaman durur. İhtiyar memnundur. Kadife pardösülü genç adamın üzerinde bıraktığı hoş tesir, içinde kökleşmiştir. Votka, beynine hafif bir sis tabakası çekmiştir. Hava mükemmeldir. Her şey istendiği gibi gidiyor demektir. O durmadan dinlenmeden söyler ve her varılan yerde büfeye atılıp sözlerini dinleyecek birine ihtiyaç duyduğundan her defasında yanına ya tren şefini yahut makinisti alır. Sadece bir şey içmekle kalmaz, uzun uzun içer; bardakları tokuştura tokuştura latifeler icat ederek içer. “Hepimiz birer işin arkasından koşarız. Siz kendi işinizi, biz de kendi işimizi biliriz. Tanrı hepimize selamet versin…” der. Votkanın tesiri altında gittikçe heyecanlanır, gene işlerinden dem vurmaya başlar. Kaynamak, atılmak, bir şeyler kapmak, durup dinlenmeden söylenmek ister. Ceplerini arar, cüzdanlarını karıştırır, bir kâğıt ararken hiç münasebet olmaksızın para çantasını çıkarır, paralarını sayar. Çırpınır durur, içini çeker, beyninden vurulmuş gibi olur; kollarını sallar, önüne mektup, telgraf makbuzlarını, sevkiyat pusulalarını, cep defterini atar, yüksek sesle hesaplar yapar ve oğlunun bunları hep dinlemesini ister.

1Kastor: Kunduz kürkü. (e.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?

Weitere Bücher von diesem Autor