Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Acayib-i Âlem»

Schriftart:

Birinci Kısım
Bir Acayip Âşık

Bundan on iki sene kadar evvel mart ayında yani nevruz-i sultani1 esnasında idi ki akşam saat on sularında köprüden kalkan Şirket-i Hayriye vapurunun kaptan mevkisinde iki efendi arasında gayet neşeli bir konuşma geçmekteydi.

Her şeyden önce haber verelim ki o mevsimde havalar henüz serince olduğundan kaptan mevkisi henüz tente gerilerek ve kanepeler konularak birinci mevki hâline getirilmemiştir. Belki oturmak için bir hasır iskemleyi bile kahvecilere ancak bir de kahve içerek kırk para vermekle elde ederler. “Kaptan ile konuşmak yasaktır!” diyen levhada kaptanın bulunduğu davlumbazın öte tarafındaki davlumbazda iki arkadaşın konuşmasının da yasak olduğuna dair hiçbir işaret olmadığından bizim iki arkadaş oraya oturmuşlar ve vapurun gidiş hızı ile oluşacak rüzgârdan kendilerini korumak için kaptanlara mahsus olarak yapılan siper arkasına gizlenmişlerdi.

Bunların gayet neşelice olan konuşmaları mevkinin kendilerine en yakın olan köşesinde oturmuş ve bunlara arkasını dönmüş olan bir efendinin dikkatini çekti.

Konuşma şu şekilde başlayıp devam etmişti:

“Haberiniz var mı? Biçare Suphi Bey!..”

“Ne olmuş? Vefat mı etmiş?”

“Hayır! Fakat yarı vefat etmiş de sayılabilir ya? Biçare çıldırmış! Kah kah kah! Aman görmek gerek!”

“Acayip, çıldırmış ha?”

“Aman görmeli, görmeli!”

“Zaten onun aklı tam değildi ya? Bugün vapur yapmaya kalkar. Yarın balon ile havaya çıkmaya çalışır. Bir aralık zamanın mucitleri niçin insanlara iki kanat uydurmamışlar diye kızar. Ey şimdi acaba aklını ne ile bozmuş?”

“Şimdi de aşk ile aklını bozmuş!”

“Aşk ile mi? Kih kih kih! Amma yaptınız ha! Nasıl aşk? Suphi Bey nerede, aşk nerede? Cihanda Suphi’nin arzulu bakışını çekebilecek bir kadın yaratılmış mıdır?”

“Hayır öyle söylemeyiniz! Dünyada Suphi Efendi’ye istekle bakacak bir kadın var mıdır diye sormalı!”

“Öyle ya! Öyle ya! Aşkta yalnız beğenmek şart değildir. Beğenilmek dahi şarttır. İnsan yalnız sevmekle âşık olamaz. Sevilmek dahi lazımdır. Ve illa bazı şairlerimizde görüldüğü gibi yalnız hicrandan micrandan şikâyetle ömrünü, gününü ağlayarak geçiren [kimsenin] gülünç bir şey olması muhakkaktır.”

“Fakat efendim işittiğime göre Suphi Bey’in aşkı dahi tam kendisine münasip bir şey!”

“Nasıl olduğunu açıklar mısınız?”

“Âşık Ömer mi hani ya hangi âşık bir kurbağanın gözüne âşık olmuş da yedi yıl tam o hayvanın gözüne gözlerini dikerek bakakalmış. Bunu işittiniz ya?”

“Evet!”

“İşte şimdi Suphi Bey de buna yakın garip bir şekilde âşık olmuş!”

“O da korkarım lüfer balığının kılçığına âşık olmuş olmalıdır. Kah kah kah! Kih kih kih!”

“Hayır öylesi de değil! Keşke lüfer balığının kılçığına âşık olsa idi. Okkası dörde lüfer çok! Bir çuval ile balığı önüne döktüğümüz gibi âşığımızı muradına eriştirirdik.”

“Ya neye âşık olmuş?”

“Tabiata âşık olmuş, tabiata!”

“Bu tabiat hanım kim oluyormuş? Güzel bir şey mi bari?”

“Kah kah kah! Siz de bilerek mi böyle söylüyorsunuz? Tabiat hanım olur mu?”

“Neden olmasın? Bu kadar acayip ve garip isimler yanında bir de tabiat hanım bulunur ise çok mu olur?”

“Canım hani ya şu bilginlerin bunca bahislere kattıkları tabiat yok mu? Ona bazıları da ‘Cenabıhakk’ın yaratılış kanunu!’ demiyorlar mı?”

“Ey!”

“İşte ona âşık olmuş!”

“Yaratılış kanunu ha? Eğer padişahın ceza kanununa âşık olsa idi biçare âşığı maşukuna kavuşturmak pek kolay olur mu idi? On beş sene müddetle Akka’ya gittiği gibi işte maşuğunu göğsüne çekmiş olurdu. Lakin tabiat kanununu henüz Matbaa-i Amire’de basmadılar ki!”

“İşte tabiat kanununa âşık olmuş vesselam!”

“Ey nasıl kavuşacağını düşünüyor bakalım?”

“Evvelki gibi balon ve kanat hülyasına bedel şimdi önünde koca bir harita! Bir yandan sıcak memleketler çöllerini bir taraftan da kutup denizinin buzlarını ölçmek için elinde pergel gece gündüz uyku uyumuyormuş.”

“Vay vay! Anladım! Korkarım maşukası hanımefendi Hindistan dilberlerindendir de Suphi Bey onu Hindistan’da bulmaya gittiği zaman şayet tabiat hanım kuzey tarafına kaçacak olursa arkası sıra gidip Kuzey Kutbu buzları arasında kendisini sıkıştırmayı hayal ediyor.”

“Hemen de onun gibi bir şey! Geçen gün ahbaplardan bir zat kendisiyle görüşmüş! ‘Ah tabiat ah! Sana kavuşmak nasıl nasip olacak!’ diye hüngür hüngür ağladıkça gözlerinden bela seli gibi yaş dökülüyormuş! Kah kah kah kah!..”

“Vallahi doğrusunu isterseniz ben bu biçareye gülmekten ziyade acımak istiyorum!”

“Ben de acımak istiyorum ama bir türlü elimden gelmiyor.”

Şu konuşmayı dinlemekte olan efendi, Hicabi Bey isminde, dostları arasında pek ziyade zekâ ve kavrayışıyla ün salmış bir adam olup zaten Suphi Bey ile dahi tanışıklığı bulunduğundan ve Suphi Bey’in böyle şuna buna eğlence olan hâllerini de bildiğinden alaycı beylerin alaylarından fazlasıyla sıkıldı. Kendisi Kuruçeşme tarafında bir yalıya misafirliğe gitmekte olduğu için biletçiden bir Kuruçeşme bileti istemiş olduğu hâlde birdenbire fikir değiştirerek “…” diye orası için bir bilet istedi. Suphi Bey orada ikamet ettiğinden Hicabi Bey’in o akşam Suphi Bey’in evine gideceği anlaşıldı.

Vapur … İskelesi’ne yanaştığı zaman Hicabi Bey zaten Suphi Efendi’nin evinin köy içinde hangi yerde olduğunu bildiği için doğruca o tarafa doğruldu. Saat on bir buçuğu geçiyordu ki tak tak Suphi’nin kapısını çaldı. İçeriden “Kimdir o?” sesini Suphi bizzat kendisi verip Hicabi “Aç Suphi Bey birader!” deyince bir aralık “Evde kimse yok! Beyefendi burada değildir!” sesi geldi ki bu ses dahi Suphi Bey’in kendi sesi olduğundan eğer vapurdaki alaycı efendiler olsalar idi biçare adamcağızın deliliğine hükmetmek bundan açık delil istemeyerek kahkahalarını koparırlardı.

Hicabi Bey, Suphi’nin hususi hâllerini bildiği için kendi ismini vererek “Canım teklifli tekellüflü bir misafir değil!” deyince “Vay birader sen misin!” diye paldır küldür merdivenden aşağıya koştu. Kapıyı da açıp Hicabi’yi karşıladı. Şu şekilde özürler dahi diledi:

“Affedersiniz baba Hicabi! Başkasını sandım. Bilirsiniz ya! Bizde karı falan hiçbir şey yok! Misafirime ikram için lazım gelen şeylerin hiçbirisi yok. Bununla beraber sizin gibi vara yoğa bakmayacak misafirler dahi olursa da şu aralık birtakım züppelerin alayları bir dereceye vardı ki artık insanoğlu ile görüşmemeye karar vermiştim!”

“Artık sizin tarafınızdan bu derecesi de mübalağadır ya?”

“Neden mübalağa olsun? Hele buyurunuz yukarıya da bunun kavgasını yukarıda ederiz. Kapı önünde sohbet olmaz.”

Hicabi Bey içeriye girdi, kapı kapandı.

Bu evin içi birazcık izah gerektirir. Çünkü “Zikr-i zarf irade-i mazruf!”2 meselesi en çok hükmünü burada gösterebilir. Bu evi görmek Suphi Bey’i tamamıyla tanımak demektir.

Bu ev bir “ev altı”3 üzerine bina olunmuş üç oda ve bir sofadan ibarettir. Hâlbuki binasının III. Selim dönemi binalarından olduğu, merdivenden sofaya çıkıldığı zaman insanın alnına gelen bir pencere üzerine resmedilen bir tuğranın Sultan Selim tuğrası olmasından anlaşılır. İhtimal ki ev daha eski olup tuğra dahi sonradan resmolunmuştur. Şu kadar ki anılan ev yapıldığı zaman pek sağlam olarak yapılmış olduğundan her ne kadar şu anki görünüşü bir eski ev olduğunu gösterir ise de çökmek ve yıkılmak üzere bulunan eski evlerden olmayıp her tarafı hâlâ pek sağlam, pek mütenasiptir.

Ev içinde döşemeye dayamaya benzer hiçbir şey yoktur. Eğer pencerelere asılmış olan üçer arşın Amerikan bezlerine “perde” adı verilebilirse ona karışmayız. Odaların birisinde Suphi Bey’in bir karyolası bulunup üzerine âdeta mükemmel sıfatına layık bir yatak tanzim olunmuştur. Yine bu odada bir elbise dolabı vardır, içinde Suphi Bey’in kıyafetleri bulunur. Bundan başka birkaç tabak, çanak, çatal ve kaşığın karmakarışık yükletilmiş olduğu bir masa da diğer odadadır ki burasını da yemek salonu saymaya imkân varsa bizden itiraz yoktur.

Odanın üçüncüsüne gelince: Bu odanın dört duvarına dörder tabaka raf yapılmıştır ki her bir rafın genişliği birer metre olup birbirlerinden yükseklikleri de seksen santimetredir. Bu şekilde oluşan on altı raftan yalnız kapı tarafında bulunan dört tabaka en küçük raflar üzerine beş yüz cilt kadar Arapça, Fransızca kitaplar yığılmış olup diğer üç tarafın rafları üzerinde ise o kadar numuneler vardır ki bu derecesi hemen hiçbir kimsenin numunehanesinde4 görülmemiştir. Zaten bizde numunehanelere henüz tanık olunmuş dahi değildir ya? Suphi Bey’in rafları üzerinde ise türlü türlü ağaçların kütük kesitlerinden başlayarak böcek türünden olarak iğneler ucuna saplanmış haşerata varıncaya kadar maden, bitki ve hayvan numuneleri dopdoludur. Hele İstanbul civarında bulunan her tür böcekleri, kuşları ve birçok türden bitkileri Suphi Bey bizzat toplayıp kurutmuş ve bitkilerden kurudukları zaman renklerini kaybedenleri de doğal rengine göre boyayıp sürekli denilebilecek bir şekle koymuştur.

Şu boyama konusunun ardından haber verelim ki Suphi Bey, güzel sanatlardan ressamlığa bayağı maharetli olup numunehanesinin bir büyük kısmını teşkil eden resimler bir aralık kara kalem şeyler iken bunların sergiledikleri letafeti verecek renklerin eksik olmasını hiçbir şekilde uygun göremediğinden Beyoğlu’nda ve İstanbul tarafında en mükemmel hususi kütüphaneleri gezerek ve birçok ilim ve marifet sahibi ile görüşerek adı geçen resim ve tasvirleri bir kere doğal renklerine göre boyadıktan sonra her renk yağlı boya ile ayrı ayrı resimlerini de yapmıştır. Bundan dolayı mesela çiçek numuneleri arasında sapları üzerinde karanfiller görürsünüz ki bunları boyayıp taze hâline koyduğu gibi onun yanında el kadar bir levha üzerine kaç cins ve kaç renkli karanfil tabiatta mevcut ise hepsinin birer resmini dahi yapıp asmıştır.

Raflardan birisi dahi bilimsel aletlere mahsus olup bunlar arasında bir adet mükemmel mikroskop ile epeyce mükemmel bir de gözlem dürbünü vardır. Hele elektrik makinesi pek küçük bir şey ise de son usul üzere yapıldığı için bayağı büyük makinelerin görecekleri işleri dahi görebilir. Bir tane hava boşaltma makinesi edinebilmek için Suphi Bey’in bir oda döşemesi satmış olduğu meşhurdur. Bu saydığımız aletler gündelik incelemeleri için en fazla lazım olan şeyler olup bunlardan başka Suphi’de gözlemlerde ve diğer hikmetli işlerde kullanılmak için birçok aletler dahi vardır.

İkametgâhtan ikamet edeni de tanımak için ev içine ilk atfetmiş olduğumuz şu bakış yeterlidir. Zaten hikâyemizde Suphi Bey’in bu kitaplar, numuneler ve aletler içinde ne şekilde ömür geçirmiş olduğuna dair birçok bahislere girişilecektir. Dolayısıyla evinin bu şekilde intizamından başka büyük kız kardeşinin vefatıyla bir de dadısı makamında bulunan bir ihtiyar Arap cariyeyi mücavirlik5 suretiyle Hicaz’a gönderdiği zamandan, yani yedi seneden beri bu eve hısım akraba namıyla kadın erkek hiçbir kimsenin girmemiş olduğunu ve Suphi Bey’in tek başına yaşadığını haber verirsek vereceğimiz ilk bilgileri tamamlamış oluruz.

Hicabi Efendi yukarıya çıktığı zaman Suphi Bey, kendisini bu kütüphane, numunehane ve alethane tutulan odaya aldı ve oturması için bir kırık koltuk işaret ederek dedi ki:

“Siz benim gibi zeytin ekmek ile akşam yemeği yemeye alışmamışsınızdır. Burada öyle lokanta filan da yoktur. Bir miktar balık tedariki mümkün ise de bizim üç tavuktan ikisi beş on gündür yumurtlamakta olduklarından epeyce taze yumurta birikmiştir. Siz biraz kendinizi eğlendirmeye çalışınız. Ben de size âlâ tereyağı içinde bir yumurta pişireyim.”

“Birader beyefendi! Eğer benim için hiçbir zahmete girmezseniz daha ziyade teşekkür ederim. Filozoflukta ben de sizden aşağı kalmam. Hiçbir şey öğrenmedim ise bari yemekten maksat lezzet almak olmayıp sağlığı korumak olduğunu öğrendim. Bu yüzden yumurtanın muhafaza edeceği sağlığı zeytin ekmek de muhafaza edebilir.”

“Pek doğru söylediniz. Zaten bir haftadan beri yumurtaların birikmesini temin eden şey de bu düşünce değil midir? Fakat artık bugün biraz dışarıya çıkmış ve iskele bakkalında güzel tereyağı görmüş olduğumdan bu akşam canıma bir de ziyafet çekmek için bir miktar yağ alıp yumurtaların konulmuş oldukları dolaba koymuştum. Fakat zamanı yumurta pişirmek ile geçirmekten sizinle sohbet üzerinde geçirmek daha tatlı olduğundan haydi şu yumurtadan vazgeçelim de zeytin ekmeğimiz ile kanaat edelim.”

“Bu hâl benim için daha büyük bir saygı ve ikram sayılır.”

Suphi Beyefendi’nin bu sözlerinden anlaşılan hâl ve tavrı eğer yapmacık ve ikiyüzlüce bir şey olsa idi dünyada ondan çok alaya değer hiçbir adam düşünülemezdi bile. Ancak Suphi Bey’in bu hâli, tavrı ve konuşma şekli kendisi için o kadar tabii bir tarzda idi ki bunda yapmacığa, ikiyüzlülüğe benzer hiçbir şey görülmedikten başka hakikaten birçok seneden beri dünyadan el çekerek şöyle bilim âleminde kendi kendisine yaşamakta olduğu anlaşılırdı.

İki ahbap karşı karşıya oturarak Hicabi Bey sigarasını yaktı ve Suphi de nargilesini tazeledi. Nargileyi sigaraya tercih etmekteki hikmet ise bir defa tazelenen nargilenin bir saatten fazla devam ederek bu yüzden oyalamasının daha fazla olmasından ibaretti.

Başlangıç olarak dereden tepeden bazı sözler edildikten sonra Hicabi Bey dedi ki:

“Size pek ciddi bir şey söyleyeyim mi? Şöyle kitaplar, numuneler, bilimsel aletler içinde geçirmekte bulunduğunuz ömür hakikaten gıptaya değer bir ömürdür. Âdeta tabiat âlemi içinde yaşamaktasınız.”

“Ne dediniz? Ne dediniz? Tabiat âlemi içinde yaşamaktayım mı dediniz?”

“Öyle ya? Şu oda içinde her ne görmekte isem hep tabiat âlemini inceleyecek şeylerden ibarettir.”

“Bazı kadınlar görürsünüz ki şapkasının üzerine bir tavus tüyü asarlar. Böyle bir tüy asmakla o kadını tavusa sahip sayar mısınız?”

“O ne demek?”

“Onun ne demek olduğunu pekâlâ anladınız. Tabiat âleminden benim inceleyebildiğim şey bir tam tavusa nispetle bir tüy kadar da değildir. Ah! Cenab-ı Kadir-i Kayyum Hazretleri’nin milyonlarla, milyarlarla sayılması mümkün olamayan sanat eserlerini ve acayip yaratıklarını incelemek nerede, ben nerede!”

Suphi’nin bu ahı hakikaten can azaltıcı idi. Öyle bir ah ki ancak âşık olanlarda görülür. Hatta bu aha Hicabi dikkat ederek biraz da gülümsedi.

Suphi ise hiç sözünü kesmeyerek eliyle bir levhayı işaret etti ki onun üzerinde nice bin böcek kuruları iğneler üzerine saplanmış idiler. Onu göstererek dedi ki:

“Şu böceklerden en adisini alınız. Mesela kunduz böceği ki çocukken elbette siz de ayağına iplik takarak bir hayli uçurmuş ve böcek uçar ve siz koşarken elbette birkaç defa ayağınıza taş, topaç iliştirerek düşüp burnunuzu da kanatmışsınızdır. İşte o en adi böceğe elinizde şöyle bir ibret nazarıyla bakınız. Bu bir böcek üzerinde yapılması lazım gelen incelemeleri yapıp bitirmeye acaba insan ömrü yeter mi? O renkler nedir? O letafet nereden geliyor? Bir de böceği şu mikroskobun altına koyunuz da genel durumunu dıştan seyretmekle rengine, letafetine hayran kaldığınız tüylerini birer birer seyrediniz. Bakınız her bir tüyü bir tavus tüyüne ne kadar üstündür. Aman ya Rab! Yine meraklarımı kışkırttınız! Ah! Ya Cenabıhak beni kör yaratmalı idi veyahut tabiat kanununu böyle bir milyon adamın aklı bir yere gelse aciz kalacak kadar engin yapmayıp yaratık çeşitlerinin fertlerini azaltarak incelemesi mümkün olabilecek bir şekilde yaratmalı idi.”

Suphi Bey şu sözü o kadar âşıkça ve kendinden geçmişçesine söylemişti ki Hicabi Efendi evvelki tebessümden âdeta pişman olarak bu koca adamın hâlini büyük bir ehemmiyetle seyretmeye lüzum görmüştü. Sordu ki:

“Pekâlâ! Siz kör yaratılmanızı mı tercih ederdiniz yoksa tabiat âleminin şimdiki enginliğinden daha az engin olmasını mı? Hayal bu ya! Söz ile tabiat âlemi değişmez ya?”

“Doğrusunu söyleyeyim: Benim kör yaratılmamı tercih ederdim. Düşününüz ki güzel yüzlerde tecelli eden ve ismine yalnız ‘cemal’ denilip mahiyeti hiçbir kimse tarafından anlaşılamayan şey ilahi kudreti ölçmek için ne büyük bir inceleme noktasıdır! Bu yüce seyirden bütün dünyanın mahrum kalmasına razı olmaya imkân düşünülebilir mi? Ben kör olayım da görmeyim! Buna razı olurum. Fakat dünyada ‘cemal’ yok olmasın da başkaları onu hayretle seyretmekten mahrum kalmasın.”

Suphi’nin şu sözü kendisinin vapurdaki beyler nezdinde deli mi yoksa eşsiz bir bilge mi olduğunu ölçmeye vesile olabilirdi.

Hicabi Bey, Suphi Bey’i zaten tanıdığı için kendisinden aldığı şu cevaptan şaşırmadı. Fakat bundan önce Suphi’nin bu derecelere ulaşmış olduğunu tam anlamıyla incelememiş olduğundan şimdi kendisinden şu cevabı alınca Suphi’nin bir hayli ilerlemiş bulunduğu fikrine kapılarak işte bunu takdir etti.

Tabiatın incelenmesine ne kadar âşık olduğuna dair Hicabi’nin Suphi’ye söylettiği sözler şundan ibaret kalmadı. Özetle Suphi’nin tabiat âleminden gözlemlerinin pek az olmasından başka daha fazlası için imkânın da müsait olmamasından pek ziyade umutsuz kaldığı hakkındaki bir sözü üzerine demişti ki:

“Seyahat etmekte bulunduğunuz incelemeler âleminde birkaç adım daha fazla atabilmek için ne yapmak lazım olduğunu düşünüyorsunuz?”

“Ne yapmak lazım olduğunu mu düşünüyorum? Pek sade bir şey! Benim gibi meraklı olan fakat benim kadar incelemelere muvaffak olamamış bulunan bir adam için şu oda içinde gördüğünüz eşyanın en az iki bin beş yüz üç bin lira kıymeti vardır. Ben iki bine razıyım, o parayı alıp bunları vererek sonra o para ile seyahate çıkmalıyım. Ah seyahat ah!”

“Ya ömrünüzü sarf ederek biriktirdiğiniz bu numunelere sonradan acımaz mısınız?”

“Azizim bunlar birer hikâye kitabına benzerler. Bir kere okur lezzet alırsınız. Yazarın yüce fikirlerini ve filozofça muhakemelerini daha güzel incelemek için bir daha okursanız belki daha fazla lezzet alırsınız. Üçüncü, dördüncü defasında ise artık o hikâyeyi ezberlemiş olursunuz. Dolayısıyla bütün ömrünüzü yalnız bir kitabı tekrar tekrar okumakla sarf etmek istemezsiniz ya? Elbette onu satıp başka eserleri dahi görmek istersiniz. Eğer tabiat âleminin muhteviyatının yalnız şunlar olduğuna inansa idim bu odayı bütün dünyaya bedel sayarak hiç de buradan ayrılmayı hatırıma bile getirmezdim. Şu elde bulunan numuneler üzerine incelemelerin son derecesine varmaya çalışarak ömür tüketirdim. Lakin âlemde daha neler var! Ah seyahat! Ah seyahat!”

Suphi Bey bir yandan bu sözü söylemekle beraber diğer taraftan eli gayriihtiyari sağ tarafında bulunan okkalık bir ekmeği koparmaya uzandı. Kopardığı parçayı ağzına attı. Çiğnemeye başladığı zaman misafiri de hatırına gelerek dedi ki:

“Ha! Sahi! Yemek vakti geldi. Rakı falan zevkiniz midir?”

“Estağfurullah!”

“Aferin size! Çağdaşlarımız arasında işrete6 müptela olmayanları pek az görmekle üzülüyorum. Efendim işret insanı zihnî meşguliyetlerden menediyor. En büyük lezzet ise zihnî meşguliyetlerden oluyor. Kendisini sersem bir hâlde bırakmaktan ne lezzet alıyorlar bir türlü akıl erdiremiyorum. Haydi buyurunuz yemek yiyelim.” diye Suphi yerinden kalktı. Okkalık ekmeği yakalayarak içeriki odaya gitti. Hicabi de arkasından gidip evvelce tarif ettiğimiz masanın başına oturdular. Kaşar peyniri, tulum peyniri, Kayseri pastırması, zeytin, havyar falan hep birer kap içine konulmuş oldukları hâlde orada hazır idiler. İkisi de istediklerinden birer miktar alarak yemeye başladılar.

Yemek esnasında söz yalnız insanoğlunun heveslerinin artmasının kendisini yormaktan başka bir şeye yaramadığı tarzında birtakım felsefi düşüncelere dairdi. Hicabi Efendi bunları tamamen dinledikten sonra tasdik makamında dedi ki:

“Ona şüphe yok. Sade giyinmiş bir adam hangi yerde olsa oturmakta hiçbir tekellüfe ihtiyaç görmez. Güzel giyinmiş bir şık ise oturabilmek için mutlaka bir sandalyeye muhtaç olup sandalye bulunmayan yerlerin hepsi kendisine gurbet diyarı kadar garip gelir. Bununla beraber heveslerin bu derecesi vardır ki yine insanı yormaksızın refahını tamamlayabilir. Mesela bir lokanta bulunarak yemek vakti oraya gitmek ki mutfak, aşçı derdi ve vekilharcın hırsızlıkları endişesi olmaksızın insan istediği gibi karnını doyurabilir.”

“Doğrudur efendim! Lakin lokantaya külbastı ısmarlayıp da bir saat beklediğiniz hâlde sabır ve takati tüketerek hiddetle kalkıp yürüyüverdiğiniz yok mudur? Böyle yerlerde insan parası ile bir mihnet altına girer. Bununla beraber burada öyle bir lokanta bulunsa devama katlanırdık. Lakin o da yok. Bereket versin ki yok da biz de o külfetten azadeyiz.”

Suphi Efendi hakkında buraya kadar almış olduğumuz malumattan anlaşılmış olan hâllerinin hususiyeti asla ifrat ve tefrite yorulamazdı. Çünkü bu yolda yaşamak için nefsine hiçbir zahmet vermeyip âdeta dünyada yaşayış bundan ibaret olmak üzere memnun bir şekilde şu azadelik hâlinde bulunurdu. Onun için dünyaya gelmekten murat, Rabbani sanatları seyretmekten ibaret olup yemek içmek, giyinmek kuşanmak gibi şeyler ise ilahi sanat eserlerini seyretmek ile ruhunu gıdalandıracak olan insanın vücudunu da muhafaza için lazım gelen sebeplerden sayar ve bunlar ne kadar sade ve kolay elde edilir olurlar ise ömürden asıl istifade için o kadar çok zaman kazanmış olacağını hükmederdi.

Yemekten sonra tekrar kütüphaneye geldiler. İspirto ile kahve pişirmek de Suphi’nin en sade keyif sebeplerinden olmasıyla ispirtoya ateş verildi. Ve onun mavi ve saf ışığı özel bir neşe ile seyredilerek kahve pişip içildikten sonra yine konuşmaya devam edildi.

Hicabi dedi ki:

“Demincek ‘Ah seyahat!’ diye bir tahassürde7 bulunuyordunuz. Seyahat külfetine katlanmaktan ise odanız içinde bütün âlemi gezmiş olsanız yeğ değil midir? Çünkü bugünkü günde basın o kadar ileriye gitmiştir ki bütün tabiat âlemini ciltler içinde toplayabiliyor. Türlü türlü resimler ile tasvir dahi ediyorlar. Mesela Dr. Schweinfurt’un Afrika Seyahatnamesi elde dururken insan artık Afrika’ya gitmedim, görmedim diyebilir mi?”

“Doğru söylüyorsunuz. Bugün insan bir Avrupa dilini bilirse gerçekten bütün incelemecilerin yaptıkları incelemeleri kitaplarda görebilir. Lakin bu neye benzer bilir misiniz? En güzel bir yanaktan yahut en latif bir dudaktan buseyi ben alırım da size dahi yalnız şapırtısı ile lezzet almanızı teklif ederim. İşte ona benzer! Acaba Dr. Schweinfurt’un Afrika’da vahşilerin doğal yaşamları içinde o zamana kadar emsalini görmediği bitkiler ve hayvanları incelediği sırada aldığı lezzeti onun kitabını okuyanlar alabilirler mi? Bu nedenle o lezzeti ben de istediğim gibi almalıyım. Maşukam bulunan tabiat dilberini istediğim gibi kucaklayarak sarmalıyım. Bu ise ancak seyahat ile olur. Ah seyahat! Bin defa tekrar ederim, bin defa tekrar ediyorum, bin defa daha tekrar edeceğim, diyeceğim ki ah seyahat!”

Hicabi Bey, Suphi Bey’in yüzüne büyük bir dikkatle bakarak o koca filozofun hâlleri hakkında zihninden bir anda bin şey geçtiği hâl ve tavrından anlaşıldıktan sonra dedi ki:

“Seyahat için gösterdiğiniz bu heveslerin beni de heveslendirmeye başladığını söylersem inanır mısınız?”

“Cenabıhakk’ın yaratıcı kudretinin sırlarını ölçmeye vesile olan tabiat kanununa siz de âşık mısınız?”

“Vallahi beyim! Benim tabiat bilimleri ile hiç iştigalim yoktur. Ayıp değil a! İnsan cehaletini bilir ise bari kendisini katmerli cehaletten kurtarmış olur. Bununla beraber ben de ömrümü beyhude geçirmedim. Ben de bizim İslam âlemimize ilgisi olan ilimleri gördüm. Şimdi ise anlıyorum ki her ilim bir hakiki maşuka ulaşmak ve hiç olmaz ise yaklaşmak için bir yoldur. O hakiki maşuk ise…”

Hicabi Bey sözü bu vadiye dökünce Suphi’nin hâli bütün bütün başkalaştı. Başındaki saçları dimdik kesilip marpuç dahi elinden düştü. Parmaklarıyla saçlarını birkaç kere taradı. Filozofun bu hâlini görünce Hicabi Bey de sözünü keserek onun yüzüne bakmaya başladı.

Suphi güya bir nihayetsiz okyanusun dibine birkaç kere dalıp çıktıktan sonra garip bir tebessüm ile dedi ki:

“Baba Hicabi! Gerçekten bu hakikate ulaştınız mı? Eğer bu hakikate ulaştınız ise kümmelindensiniz!8 Her ilmin, her mesleğin hakiki bir maşuğa ulaşma yolu olduğunu anlamak âdeta kemal mertebesidir. Çünkü insanlardan çoğunu görürüz ki bu yolları değil o hakiki maşuğu, o ezelî ve ebedî aşkı, o ruhani temizliğin neşesini dahi fark etmeyerek aşk denilen şeyi bir güzel kızı kucaklamaktan ve neşe denilen şeyi de kadehleri devirmekten ibarettir zannederler.”

“Buralarını takdir etmiş olduğum gibi demincek güzelliğe, cemale dair söylediğiniz iki söz dahi zihnimi hayli genişletmişti.”

“Evet! Gerçekten güzel yüz sevilir. Çünkü güzellik denilen şeyin neden ibaret olduğunu şimdiye kadar hiçbir bilge, hiçbir şair, hiçbir ressam anlamamıştır. Yüzü oluşturan ayrıntıların birer birer girişlerine uygun ağız, burun, göz, kaş, çene ve dudak falan hep bir araya getirilse ihtimal ki yüzüne bakılamayacak kadar acayip bir şahıs oluşturur. Hâlbuki bu ayrıntıların her biri onlar hakkında edilen övgülere uygun olmadığı hâlde bir yüz görürsünüz ki onda güzellik görünüp insan baktıkça doyamaz! Doyamadıkça bakar! Bu güzellik işte ezelî güzellikten aksetmiş bir nurdur. Kâinat içinde türlü türlü renkler göze letafet verirler. Fakat sakın hükmetme ki gül pembesi denilen renk asma filizi denilen renkten daha güzeldir. Keza havai mavinin kanarya sarısından güzel olduğuna hükmetmek gibi bir hatada dahi bulunma! Bunların hepsi sevgilinin yüzünü oluşturan ayrı ayrı vücut azaları gibidirler. Asıl renklerin güzelliği ise güneş ışığından ibarettir. Bu müfredat9 üzerinde insanın gözlerine parlaklık veren güzellik, hakikaten güneşin ışığından ibarettir. Zira o güneş ışığı söndükten sonra onun yerine bir başka ışık koymuş olsalar o gül pembe de asma filizi de kanarya sarısı da havai mavi de insana âdeta bembeyaz, yani renklerin yokluğu olarak görünürlerdi. Bu acayiplik fizik bilimiyle açıkça sabittir.”

“Of! Hikmetleri ne güzel açıklıyorsunuz.”

“Ah! Bunu açıklayan ben değilim! İlahi yaratış kanununa benden evvel, benden fazla âşık olan araştırmacılar böyle açıklamış da işte ben size naklediyorum. Kısacası azizim tek güzellik ezelî ve ebedî güzelliktir. Hem kıyas etmeli ki bu güzellik dahi yaratan değil yaratılandır. Cemal sahibi, kâinatın hâkimi hazretleri o güzelliğin dahi yaratıcısıdır. İşte güzelliğe âşık olmak var ise o güzelliğe âşık olmalı. Hakiki vuslat var ise ona ulaşmalı!”

“Tıpkı bizim tasavvufta öğrendiğimiz adaptan söz ediyorsunuz. Ulaşma yolları başlangıçlarında birbirinden başka göründükleri hâlde gide gide hepsi bir yola vardıkları gibi ilimler ve mesleklerin tümü dahi hep o amaçlanan umumi hedefe yönelmiş olduklarını anlatmak istiyorsunuz değil mi?”

“Evet! İşte benzerini de arz edeyim: (parmaklarını pergel gibi açıp işaret ederek) Pergel ile şöyle bir daire çizersiniz. Merkezi yok mu? Farz ediniz ki amaçlanan umumi hedef işte o merkezdir. Bu daireyi gözünüzün önüne koyduğunuz zaman usulen size en yakın olan taraf ‘güney’, önünüzde bulunan taraf ‘kuzey’, sağ tarafınız ‘doğu’ ve sol tarafınız da ‘batı’ sayılır. Şimdi söz konusu daireyi doğudan batıya, kuzeyden güneye ikişer yarı bölgeye ayırmak üzere iki çizgi çekiniz. Bu hâlde dört çeyrek daire meydana gelir. Bu çizgilerden kuzeyden güneye gelen çizginin bir ucu kuzey kutbu, diğeri de güney kutbu farz edilsin. Doğudan batıya giden çizginin dahi bir ucu doğu ve diğer ucu batı noktaları sayılsın. Sonra farz ediniz ki bir adam doğudan batıya ve diğeri batıdan doğuya gidiyor. Bunların ikisi aynı yöne yönelmiş sayılırlar mı? Ne gezer? Birbirinin tamamıyla zıddına gidiyorlar. Keza birisi kuzeyden güneye ve diğeri güneyden kuzeye giden adamlar da birbirinin zıddına birer istikamet almışlar demektir. Hâlbuki gidiş yönleri işte bu kadar birbirinin zıddı olan adamların hepsinin amaçladıkları hedef gide gide hep bir merkeze çıkar!”

“Aferin koca Suphi!”

Hicabi bu sözü söyledikten sonra içinden kendi kendisine de şu sözü söyledi:

“Sana deli diyenler delidir ey misalsiz bilge!”

Suphi sözüne devam ederek dedi ki:

“Yalnız dışı görmekle kalanlar güya küçük şeylere ehemmiyet vermeyerek büyük şeylerle uğraşmak kibirlenmesine kapılıp ‘Acaba tabiat Tanrı’nın ta kendisi ve Tanrı bizatihi tabiat mıdır?’ diye öyle bir denize dalarlar ki nihayet kendi evham dalgaları arasında helak olup giderler. Acele etmeyelim a kardeşim! Acele etmeyelim! O yüce mertebelere varmadan evvel kafa yoracak daha nelerimiz vardır! İlimlerin hepsi hakikate ulaşmak için birer yoldur demiştik. Düşünelim ki ‘hesap’ dediğimiz bilimlerin anahtarı10 ‘sayılardan bahseder’ diye hemen söyleyip geçiveriyoruz. Sayılar ise birden başlarmış. Bereket versin ki sıfırdan başlar diyenler dahi bulunmuş. Hâlbuki sıfır denilen şey varlık ile yokluğun buluşma noktasıdır. Sıfırın üst tarafında ne kadar sayı, varlık işaret edebilirlerse sıfırın alt tarafında dahi o kadar sayı, yokluk işaret ederler. Şu artı (+) işareti bir hikmetten dolayı icat olunmuş ise ya bu eksi işareti hikmetsiz olarak mı işaret olunmuş? Sıfırın üst tarafındaki varlığı birler, binler, milyonlar, milyarlar diye nihayet kentilyonlara kadar saymışlar. Fakat zihninize bununla kanaat gelir mi? Kentilyonun üst tarafı yok mudur? Ezelî ve ebedî varlık kendisinden ibaret olan umumi maşuk, o umumi maksuda nispetle hiç varlık denilen şey kentilyonda son bulur mu? Yirmi bir basamaktan ibaret bulunan bir kalem rakamın varlığa son vermesi haddine mi düşmüş? Bu rakamları yirmi bir değil yüz bir bin bir hatta kentilyon bir derecesine kadar ulaştırsalar yine varlığa son verememiş olurlar. Ama sayılarda böyle sonu bulunamayacak kadar olan miktarlara zihni sevk etmek insanı çıldırtırmış. Çıldırtır ya? Günde bir buçuk kıyye11 rakı içerek bir beyin iltihabı ile çıldırmaktan ise işte bu hakiki keyif ile çıldırmalıdır. Sayıların varlığı böyle kentilyon kere kentilyon basamaklı rakamlar ile dahi sınırlanamayacağı gibi yokluğu da böyle sonsuzdur. İşte bilimlerin anahtarı olan bir hesap ilmi her şeyden önce insana ebedîlik ile ezelîlik arasındaki oranı bu şekilde gösteriyor. Bu yüzden hesap ilmi amaca ulaşma yollarından birisi sayılmalıdır.”

“Hakkınız var azizim! Hatta amaca ulaşmak demek dahi ‘bilgiyi hakkıyla bilemedik’ demekten ibarettir, değil mi?”

“Öyle ya? Bundan sonra geometriye geçelim. En evvel önümüze doğru çizgi çıkar değil mi? Acaba bu doğru çizgi geometri kitabında gördüğümüz kadar yani birkaç parmak uzunluğunda bir çizgiden ibaret midir? Yok! O çizgiyi uzatabilmek mümkündür. Öyle değil mi? Bir metre kadar uzatabiliriz. Bin metre kadar uzatabiliriz. Birkaç bin kilometre kadar uzatabiliriz. Daha fazla uzatabiliriz. Sonu, nihayet bulunmayacak kadar uzatabiliriz.”

“Öyle ya! Mesela güneşe en uzak olan yıldızların yörüngelerinin çapı kadar uzatabiliriz. Mesela bizim küremizden en uzak yıldızların belirledikleri uzaklığa kadar uzatabiliriz ki akılları kaçırtacak bir süratle yol alan ışık bile o yıldızlardan bize kadar ancak birkaç yüz senede gelebilir. Hâlbuki o doğru çizgi de uzayı evvelce bilmek için bir mukayese unsuru, bir ölçü bile sayılamaz. Zihnimizi uzaya doğru sevk edelim efendim! Ama zihnimiz yorulmuş! Ama bu tahayyüle dimağımız tahammül edemeyerek çıldırır imişiz! Ne yapalım? O zaman dahi cinnetimizle övünür ve ondan lezzet alırız!”

1.Nevruz-i sultani: Sultan Celalettin Melikşah takviminde nevruz. (e.n.)
2.Edebî bir kalıptır. Bir şeyin dışını tarif ederek içindekini kastetmek anlamında kullanılır. (e.n)
3.Ev altı: Eski evlerde ambar, ahır olarak kullanılan zemin katı. (e.n.)
4.Numunehane: Numunelik şeylerin konulduğu yer. Müze. (e.n.)
5.Mücavir: Yurdunu terk ederek zamanını Haremeyn-i Şerifeyn’de ibadetle geçiren. (e.n.)
6.İşret: İçki içmek. (e.n.)
7.Tahassür: Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. (e.n.)
8.Kümmelin: İlmen, dinen ve manen kâmil olan büyük zatlar. Büyük maneviyat ve fazilet sahibi insanlar. (e.n.)
9.Müfredat: Bir bütünü meydana getiren şeylerin her biri. (e.n.)
10.Matematik kastediliyor. (e.n.)
11.Kıyye: Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (e.n.)
Altersbeschränkung:
0+
Veröffentlichungsdatum auf Litres:
09 August 2023
ISBN:
978-625-6485-10-5
Verleger:
Rechteinhaber:
Elips Kitap

Mit diesem Buch lesen Leute