Buch lesen: «Japon masalları»
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke1” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Pirinç Çuvalının Efendisi
Çok eski zamanlarda, Japonya’da cesur bir savaşçı yaşarmış. Herkes ona, “Tawara Toda" yani “Pirinç Çuvalının Efendisi” dermiş ama asıl adı Fujiwara Hidesato imiş. İşte bu adı nasıl aldığının çok ilginç bir hikâyesi var.
Hidesato, gerçek bir savaşçının ruhuna sahipti ve boş durmaya dayanamazdı. İşte bu yüzden, günün birinde, maceralara atılmak üzere iki kılıcını kuşandı, kendinden bile uzun olan kocaman yayını aldı, ok kılıfını da sırtına vurup yola koyuldu. Bir ucu güzel Biwa Gölü’ne dek uzanan Seta-no-Karaşi köprüsüne geldiğinde henüz fazla uzaklaşmamıştı. Köprüye adım atar atmaz, tam önünde uzanmış devasa yılan ejderhayı gördü. Gövdesi öyle büyüktü ki dev bir çam ağacının gövdesine benziyor ve bütün köprüyü genişlemesine kaplıyordu. Kocaman pençelerinden biri köprünün korkuluğuna dayanmış, kuyruğu ise öteki tarafa doğru uzanıyordu. Canavar uyuyor gibi görünüyordu ama her nefes alışında burun deliklerinden alevler ve dumanlar fışkırıyordu.
Hidesato, bu korkunç sürüngeni tam karşısında ilk gördüğünde korkusuna engel olamadı. Ya geri dönecekti ya da canavarın üzerinden geçecekti. Ama o cesur bir adamdı ve bütün korkusunu unutup gözünü kırpmadan ilerledi. Kart kurt! Ejderhanın üzerinden bir adım attı, sonra kıvrımlarına bastı ve yolunda ilerlerken bir kez bile ardına bakmadı.
Birkaç adım atmıştı ki ardından birinin seslendiğini duydu. Arkasını döndüğünde, ejderhanın tamamen gözden kaybolduğunu ve onun yerinde tuhaf görünümlü bir adam olduğunu görünce çok şaşırdı. Adam, son derece resmi bir şekilde başını önüne eğmekteydi. Omuzlarına dökülen kızıl saçlarının üzerinde ejderha başı şeklinde bir taç vardı ve su yeşili elbisesi deniz kabuklarıyla süslüydü. Hidesato, bu adamın sıradan bir ölümlü olmadığını fark etti ve bu garip olay karşısında oldukça meraklandı. Ejderha bu kadar kısa bir süre içinde nereye kaybolmuştu? Yoksa bu adama mı dönüşmüştü? Peki, bütün bunların anlamı neydi? Aklından bu düşünceler geçerken köprüdeki adama yanaşıp sordu:
“Biraz önce bana seslenen siz miydiniz?”
“Evet, bendim,” diye cevapladı adam. “Sizden bir ricam var. Bana yardım edebilir misiniz?”
“Eğer gücümün yeteceği bir şeyse, elbette,” diye cevapladı Hidesato, “Fakat önce bana kim olduğunuzu söyler misiniz?”
“Ben Gölün Ejderha Kralı’yım. Evim de bu köprünün altındaki sulardadır.”
“Peki, benden ne istiyorsunuz?” diye sordu Hidesato.
“Ezeli düşmanım kırkayağı öldürmenizi istiyorum. Şu uzaktaki dağda yaşar,” diyerek gölün karşısındaki yüksek bir tepeyi gösterdi Ejderha Kral.
“Uzun yıllardan beri bu gölde yaşıyorum. Çocuklarım, torunlarım var. Fakat epeydir korku içindeyiz çünkü canavar kırkayak evimizi keşfetti ve her gece gelip ailemden birini kaçırıyor. Onları kurtaracak gücüm yok. Eğer böyle devam ederse, bütün çocuklarımı kaybettiğim gibi kendim de bu canavarın kurbanı olacağım. Bu yüzden çok mutsuzum. Öyle çaresiz kaldım ki bir insandan yardım istemeye karar verdim. Bu niyetle, belki güçlü, cesur bir adam yoluma çıkar diye köprünün üzerinde o gördüğünüz korkunç ejderha kılığında günlerce bekledim. Ama kim geldiyse, beni görür görmez korkudan ödü koptu ve ardına bakmadan kaçtı. Korkmadan bana bakabilen tek kişi siz oldunuz. Böylece cesaretinizden emin oldum. Bana merhamet etmeniz için yalvarıyorum. Bana yardım edip düşmanım kırkayağı öldürecek misiniz?”
Hidesato, hikâyesini dinleyince Ejderha Kral’ın durumuna çok üzüldü ve ona yardım etmek için elinden geleni yapacağına söz verdi. Savaşçı, yaratığa hemen saldırabilmek için kırkayağın nerede yaşadığını sordu. Ejderha Kral, canavarın evinin Mikami Dağı olduğunu ama her gece belli bir saatte göldeki saraya geldiği için o saate kadar beklemenin doğru olacağını söyledi. Böylelikle Hidesato, köprünün altındaki Ejderha Kral’ın sarayına indi. Tuhaftır ki ev sahibini aşağı doğru takip ederken deniz ikiye ayrılarak geçmelerine izin verdi ve suların içinden yürümelerine rağmen kıyafetleri hiç ıslanmadı. Hidesato, hayatında gölün altında bembeyaz mermerden yapılmış bu saray kadar güzel bir şey görmemişti. Denizin dibinde, tuzlu su balıklarının hizmetçilik yaptığı bu sarayı çok duymuştu; fakat şimdi Biwa Gölü’nün tam kalbindeki bu muhteşem yapı tam karşısında duruyordu. Zarif süs balıkları, kırmızı sazan ve alabalıklar, Ejderha Kral ile misafirine hizmet etti.
Önüne serilen ziyafet sofrasını görünce Hidesato’nun ağzı açık kaldı. Yemekler, kristalize nilüfer yaprakları ile çiçeklerdi; yemek çubukları ise fildişinden yapılmıştı. Oturur oturmaz sürgülü kapılar açıldı ve on sevimli süs balığı dans ederek içeri girdi. Koto ve samisen2 taşıyan on kırmızı sazandan oluşan müzisyen grubu da onları takip ediyordu. Gece yarısına dek zaman su gibi akıp geçti. Hoş müzik ve danslar, kırkayakla ilgili bütün düşünceleri unutturdu onlara. Ejderha Kral, savaşçıya bir bardak daha şarap sunmak üzereydi ki saray birden gümbürtüyle sarsıldı. Sanki dev bir ordu yaklaşıyordu.
Hidesato ve ev sahibi ayağa kakıp balkona koşturdular. İşte o anda savaşçı, tam karşıdaki dağda parlayan iki alev topunun onlara doğru yaklaştığını gördü. Ejderha Kral, savaşçının yanında dikilmiş, korkudan tir tir titriyordu.
“Kırkayak! Kırkayak! O iki alev topu, onun gözleri. Avına geliyor! İşte şimdi onu öldürme vakti.”
Hidesato, ev sahibinin gösterdiği yere baktı. Yıldızlı akşamın loş ışığında, iki alev topunun ardındaki devasa kırkayağın uzun bedenini gördü. Yüzlerce ayağındaki ışıklar, kıyıya ilerleyen deniz fenerleri gibi parlıyordu.
Hidesato’nun yüzünde en ufak bir korku belirtisi yoktu. Ejderha Kral’ı sakinleştirmeye çalıştı.
“Korkmayın. Mutlaka öldüreceğim kırkayağı. Bana sadece yayımla okumu getirin.”
Ejderha Kral denileni yaptı. Savaşçı, ok kılıfında yalnızca üç ok olduğunu fark etti. Yayını eline aldı, çentiğe bir ok geçirdi, dikkatle nişan alıp oku fırlattı.
Ok, kırkayağın başının tam ortasına isabet etti ama başını delmedi, sıyırıp geçti ve yere düştü.
Cesaretini hiç kaybetmeyen Hidesato bir ok daha aldı, yayın çentiğine taktı ve fırlattı. Ok yine kırkayağın başının ortasına isabet etti ama başını delmedi, yine sıyırıp geçti ve yere düştü. Kırkayağa hiçbir şey etki etmiyordu! Ejderha Kral, bu cesur savaşçının oklarının bile kırkayağı öldürmeye yetmediğini görünce ümidini kaybedip korkudan titremeye başladı.
Savaşçının ok kılıfında şimdi bir tek ok kalmıştı. Bu atışta da başarısız olursa, kırkayağı öldürmesinin imkânı yoktu. Sulara baktı. Koca sürüngen korkunç bedenini dağın çevresine yedi kez sarmıştı ve çok geçmeden göle ulaşacaktı. Alev topu gözleri gittikçe yaklaşmış, yüzlerce ayağının ışığı gölün durgun sularına yansımaya başlamıştı.
Sonra savaşçı birden şunu hatırladı: İnsan tükürüğü, kırkayaklar için öldürücü özellikteydi. Fakat bu sıradan bir kırkayak değildi. Öyle korkunçtu ki bu yaratığı hayal etmeye çalışmak bile insanı korkudan perişan edebilirdi. Hidesato, son şansını denemeye karar verdi. Üçüncü okunu aldı, okun ucunu ağzına değdirdi, sonra yayın çentiğine takıp dikkatlice nişan adı ve bir kez daha fırlattı.
Ok yine canavarın başına isabet etti; ama bu defa sıyırıp geçmek yerine kırkayağın beynini deldi. Ardından çırpınıp titreyen sürüngenin bedeni hareket etmeyi bıraktı; koca gözleri ile yüz ayağının alevli ışığı fırtınalı bir günün ardından batan güneş gibi kararıp söndü. Büyük bir karanlık her tarafı kapladı, gök gürledi ve şimşek çaktı, rüzgâr öfkeyle uğuldadı. Sanki kıyamet kopuyordu. Saray öyle sarsılmıştı ki Ejderha Kral, çocukları ve hizmetçileri korkudan kuytu köşelere saklanmıştı. Nihayet bu dehşetli gece sona erdi. Güzel ve aydınlık bir gün doğdu. Kırkayak artık dağda değildi.
Sonra Hidesato, balkona gelmesi için Ejderha Kral’ı çağırdı. Kırkayak ölmüştü ve artık korkacak bir şey kalmamıştı.
Saray sakinleri neşe içinde dışarı çıktı. Hidesato gölü gösterdi. Ölü kırkayağın bedeni, kanıyla kırmızıya boyanmış suların üzerinde yüzüyordu.
Ejderha Kral’ın minnettarlığı sonsuzdu. Bütün aile gelip savaşçının önünde eğildi. Onu koruyucuları ve Japonya’nın en cesur savaşçısı ilan ettiler.
İlkinden daha görkemli bir ziyafet daha düzenlendi. Çiğ, buğulanmış, haşlanmış, kızartılmış olmak üzere akla gelecek her şekilde hazırlanmış her türden balık, mercan tepsiler ve kristal tabaklarda servis edilerek savaşçıya sunuldu. Hidesato hayatında hiç bu kadar güzel bir şarap tatmamıştı. Bütün bu güzellikleri tamamlayacak şekilde güneş parlıyordu. Göl sıvı bir elmas gibi pırıl pırıldı ve gündüz vakti saray, gece olduğundan binlerce kat güzeldi.
Ev sahibi, savaşçıyı birkaç gün daha kalması için ikna etmeye çalıştı ama Hidesato eve dönmeye kararlıydı. Görevini yerine getirdiğini ve geri dönmesi gerektiğini söyledi. Ejderha Kral ve ailesi, ondan bu kadar çabuk ayrılacakları için çok üzgündü ama korkunç düşmanları kırkayaktan onları sonsuza dek kurtardığı için duydukları minnettarlığın bir simgesi olarak (onların deyişiyle) birkaç küçük hediyeyi kabul etmesini istediler.
Savaşçı verandada veda ederken balıklar aniden bir grup erkek hâlini aldı. Hepsi tören üniformaları giymişti, başlarındaki ejderha taçları ise büyük Ejderha Kral’ın hizmetçileri olduklarını gösteriyordu. Ellerindeki hediyeler şu şekildeydi:
İlk olarak tunçtan yapılmış büyük bir çan. İkinci hediye bir çuval pirinç. Üçüncüsü bir top ipek. Dördüncüsü bir tencere. Beşincisi sıradan bir çan.
Hidesato, bu hediyelerin hepsini kabul etmek istemediyse de Ejderha Kral ısrar edince reddedemedi.
Ejderha Kral, köprüye kadar savaşçıya bizzat eşlik etti, ardından selamlar ve iyi dileklerle onu uğurladı. Hizmetçiler ise ellerinde hediyelerle Hidesato ile birlikte evine kadar gittiler.
Savaşçının ailesi ve hizmetçileri dün gece eve gelmediği için çok endişelenmişler, ancak şiddetli fırtına nedeniyle yola devam edemeyip bir yerlere sığınmış olabileceğini düşünmüşlerdi. Onu bekleyen hizmetçileri, savaşçıyı görünce efendilerinin geldiğini herkese duyurdu ve tüm ev halkı onu karşılamak üzere dışarı çıktı. Hediyeler ve bayraklar taşıyarak ardından gelen adamların hikâyesini çok merak etmişlerdi.
Ejderha Kral’ın uşakları hediyeleri bırakır bırakmaz ortadan kayboldular. Hidesato, başına gelen her şeyi anlattı.
Ejderha Kral’ın verdiği hediyeler sihirliydi. Sadece çan sıradan bir nesneydi. İhtiyacı olmadığı için Hidesato bu çanı yakındaki tapınağa verdi. Buraya asılan çanın sesi sayesinde bütün mahalle, günün hangi saati olduğunu öğrenebildi.
Savaşçı ve ailesi, yemek yapmak üzere içinden ne kadar pirinç alırsa alsın çuvalın içindekiler hiç eksilmiyordu. Çuvaldaki pirinci tüketmek imkânsızdı.
İpek topu da asla bitmiyordu. Hatta savaşçının, yeni yılda saraya giderken giyeceği yeni elbise için kesilen uzun parçalar bile ipeği kısaltmıyordu.
Tencere de bir harikaydı. İçine ne konulursa konulsun, altında ateş dahi yanmadan istenen her leziz yemeği pişiriyordu. Oldukça verimli bir tencereydi.
Hidesato’nun servetinin şöhreti çok uzaklara ulaştı. Artık ipek, pirinç ya da yakacağa para harcamasına gerek kalmadığı için zenginleşti ve varlıklı hâle geldi. Bundan sonra herkes onu Pirinç Çuvalının Efendisi olarak bildi.
Dili Kesik Serçe
Evvel zaman içinde Japonya’da yaşlı bir adam ve karısı yaşardı. Yaşlı adam uysal, iyi kalpli, çalışkan bir ihtiyardı ama karısı huysuz bir kadındı, dili tatlı söz söylemez, evin huzurunu bozardı. Sabahtan akşama kadar şikâyeti, dırdırı bitmezdi. Yaşlı adam, uzunca bir süre kadının huysuzluğuna aldırış etmedi. Günün büyük bölümünü tarlada çalışarak geçirirdi. Çocukları olmadığından eve gelince oynayıp eğlenmek için bir serçe yakaladı. Bu küçük kuşu sanki kendi çocuğuymuş gibi seviyordu.
Açık havada bütün gün çalıştıktan sonra tek eğlencesi serçesini beslemek, onunla konuşmak ve ona küçük oyunlar öğretmekti. Kuş, her şeyi çok çabuk kapıyordu. Yaşlı adam, serçenin kafesini açınca kuş odada kanat çırpar ve birlikte oynarlardı. Akşam yemeği vakti gelince yemek kırıntılarını saklayıp küçük kuşu beslerdi.
Günlerden bir gün yaşlı adam, odun kırmak için ormana gitti, yaşlı kadın ise çamaşır yıkamak için evde kaldı. Ondan önceki gün biraz çamaşır kolası hazırlamıştı, aradı ama bulamadı. Dün doldurduğu kâse şimdi bomboştu.
Kolayı kim kullanmış ya da çalmış olabilir diye düşünürken serçe kanat çırparak iniverdi. Sahibinin öğrettiği gibi tüylü küçük başını öne eğen güzel kuş cikcikledi ve dedi ki:
“Çamaşır kolasını ben aldım. O kâseye benim için yemek koyduğunuzu sandım, hepsini yedim. Hata ettiysem lütfen beni affedin! Cik cik cik!”
Gördüğünüz gibi serçe dürüst bir kuştu. Yaşlı kadın, kuşun kibarca dilediği özrü kabul etmeliydi ama öyle olmadı.
Yaşlı kadın serçeyi hiç sevmemişti. Evde böyle pis bir kuşu tutuyor diye kocasına kızıyor, “Bana yok yere iş çıkarıyorsun,” diyordu. Şimdi bu hayvancağızdan şikâyet etmesi için eline gerçek bir fırsat geçtiğinden pek mutluydu. Zavallı küçük kuşu iyice payladı. Bu duygusuz, kaba sözler de ona yetmedi. Pişman olduğunu göstermek için bunca zaman kanatlarını açıp başını öne eğmiş olan serçeyi kavradı. Hemen makasını kapıp zavallı kuşun dilini kesti.
“Kolamı o dille almıştın, değil mi? Şimdi dilsiz kal da gör bakalım!” Bu korkunç sözlerle kuşu kovdu, başına neler gelebileceği umurunda bile değildi ve zavallıya karşı en ufak merhameti yoktu. Böyle kötü bir kadındı!
Yaşlı kadın, kuşu kovduktan sonra başına iş çıktı diye homurdanarak biraz daha pirinç ezmesi hazırladı. Bütün giysileri kolaladıktan sonra İngiltere’de âdet olduğu üzere ütülemek yerine güneşte kurumaları için dışarı serdi.
Akşam ihtiyar adam eve geldi. Her zamanki gibi eve gelirken kapıya ulaştığında küçük serçesinin uçarak onu karşılayacağını, kanatlarını çırparak sevincini göstereceğini ve sonra da omzuna konacağını hayal etmişti. Ama bu akşam yaşlı adam hayal kırıklığına uğramıştı; çünkü sevgili serçesinin gölgesi bile gözükmüyordu.
Adımlarını hızlandırdı, hasır sandaletlerini hemen çıkardı ve verandaya gitti. Serçe hâlâ hiçbir yerde yoktu. Karısının sinirli bir anında kuşu kafese kapattığından emindi. Karısını çağırıp endişeyle sordu:
“Suzume San (Serçe Hanım) nerede?”
Yaşlı kadın önce bilmezden gelerek dedi ki:
“Serçen mi? Hiç bilmiyorum. Ha, şimdi düşündüm de bütün gün görmedim onu. Bunca zaman besleyip koruduktan sonra nankör kuş kaçıp seni bıraktıysa hiç şaşmam!”
Ama yaşlı adam ona hiç rahat vermeyip defalarca serçenin nerede olduğunu sordu, ona ne olduğunu illa ki biliyorsundur dedi. Sonunda kadın her şeyi itiraf etmek zorunda kaldı. Asık bir suratla, kıyafetlerini kolalamak için özel olarak hazırladığı pirinç ezmesini serçenin yediğini anlattı. Sonra serçe suçunu itiraf edince makasını alıp kuşun dilini kestiğini ve nihayet zavallı serçeyi kovup bir daha eve gelmesini yasakladığını söyledi.
Yaşlı kadın kocasına serçenin dilini göstererek dedi ki:
“İşte kestiğim dil! Pislik kuş, neden yedi ki hazırladığım kolayı?”
Kocası, “Nasıl böyle zalim olabildin? Ah! Nasıl böyle acımasız olabildin?” diye sormaktan başka bir şey söyleyemiyordu. Cadaloz karısını cezalandıramayacak kadar iyi kalpli bir adamdı ama zavallı serçesinin başına gelenler yüzünden çok üzgündü.
“Zavallı Suzume San’ım dilini kaybetmiş, ne kadar talihsizmiş!” dedi kendi kendine. “Artık cik cik ötemeyecek. Hem dili öyle fena şekilde kesildiğinden hasta olmuş olmalı! Ne yapmalı?”
Yaşlı adam, karısı uyuduktan sonra çok ağladı. Geceliğinin koluyla gözyaşlarını silerken güzel bir fikirle teselli buldu: Sabah olur olmaz serçeyi arayacaktı. Bu kararı verdikten sonra nihayet uykuya dalabildi.
Ertesi sabah gün ağarır ağarmaz uyandı, hızlıca kahvaltı edip tepeleri, ormanları aştı. Ne zaman bambu ağacı görse durup şöyle bağırıyordu:
“Benim kesik dilli serçem nerelerde? Nerelerde benim kesik dilli serçem?”
Öğle yemeğini yemek için bile mola vermedi. Büyük bir bambu ağacının yanına vardığında neredeyse akşam olacaktı. Bambu oyukları serçelerin en sevdiği yerler olduğu için yaşlı adam hep buralara bakıyordu. Nihayet sevgili serçesinin onu karşılamak için beklediğini gördü. Öyle sevindi ki gözlerine inanamadı. Hemen serçenin yanına koştu. Kuş, küçük başını öne eğdi ve sahibinin öğrettiği numaraları sergiledi. Böylece eski dostunu görmekten duyduğu sevinci gösterdi. Üstelik harika bir şey olmuştu, yine konuşabiliyordu. Yaşlı adam, başına gelenler yüzünden ne kadar üzüldüğünü söyledi ve dili olmadan nasıl bu kadar güzel konuşabildiğini sordu. Bunun üzerine serçe gagasını açtı ve eskisinin yerine çıkan yeni dilini gösterdi. İşte o zaman yaşlı adam, serçesinin sıradan bir kuş değil, bir peri olduğunun anladı. İhtiyarın neşesi kelimelerle tarif edilecek gibi değildi. Bütün üzüntüsünü, yorgunluğunu unuttu. Çünkü kaybettiği serçesini bulmuştu. Hem de hasta ve dilsiz değil, mutlu ve yepyeni diliyle sağlıklı bir hâldeydi; karısının ona reva gördüğü muamelenin izi kalmamıştı. Hepsinden önemlisi, o bir periydi.
Serçe, yaşlı adamdan onu takip etmesini istedi. Önden uçarak adamı bambu oyuğunun ortasında güzel bir eve götürdü. Eve girip ne kadar güzel bir yer olduğunu görünce yaşlı adam şaşırıp kaldı. Bembeyaz ahşaptan yapılmış, evde halı yerine konulan krem renkli hasırlar, gördüğü en zarif şeylerdi. Serçenin oturması için getirdiği minderler de en güzel ipek ve krepon kumaştan yapılmıştı. Her odadaki tokonoma3 güzel vazolar ve cilalı kutularla süslenmişti.
Serçe, yaşlı adamı şeref köşesine götürdü. Saygısını gösteren bir uzaklıkta reverans yaptı, bunca yıl kendisine göstermiş olduğu nezaket ve iyilik nedeniyle adama teşekkür etti.
Sonra Serçe Hanım, artık ona böyle diyeceğiz, yaşlı adamı ailesiyle tanıştırdı. Zarif kaftanlar giymiş kızları, eski usul güzel tepsilerle türlü türlü leziz yemekler getirdiler. Öyle ki yaşlı adam, rüya gördüğünü düşünmeye başladı. Yemeğin ortasında serçenin kızları, misafirlerini eğlendirmek için harika bir dans gösterisi yaptı. Bu dansa “suzume-odori” yani “Serçe dansı” deniyordu.
Yaşlı adam ömründe hiç bu kadar eğlenmemişti. Peri serçelerin ona hizmet ettiği, ziyafet sunduğu ve dans ettiği bu güzel yerde saatler su gibi akıp geçmişti.
Fakat gece vakti gelip karanlık çökünce yaşlı adam, yolunun uzun olduğunu ve artık veda edip eve doğru yola çıkması gerektiğini hatırladı. Nazik ev sahibesine bu muhteşem eğlence için teşekkür edip onun hatırı için sinirli karısı yüzünden çektiği acıları unutmasını isteyerek yalvardı. Serçe Hanım’a onu böyle güzel bir evde hiçbir ihtiyacı olmadan yaşarken bulduğu için ne kadar mutlu olduğunu ve rahatladığını söyledi. Nasıl olduğunu, başına neler geldiğini öğrenmek için onu aradığını, onun için çok endişelendiğini anlattı. Artık her şeyin yolunda olduğunu bildiği için gönül rahatlığıyla evine dönebilirdi. Ona ihtiyacı olursa, haber göndermesi yetecekti.
Serçe Hanım, onlarla kalıp, dinlenip eğlenmesi için yaşlı adama yalvardı; ama ihtiyar, karısına ve işinin başına dönmesi gerektiğini söyledi. Muhtemelen karısı, geç geldiği için ona çok kızacaktı. Bu yüzden, çok istediği hâlde bu nazik daveti geri çevirmek zorundaydı. Ama artık Serçe Hanım’ın nerede yaşadığını bildiği için zamanı olunca gelip onu ziyaret edecekti.
Serçe Hanım, yaşlı adamı kalmaya ikna edemeyeceğini görünce hizmetçilerine biri büyük diğeri küçük iki kutu getirmelerini emretti. Kutular yaşlı adamın önüne kondu. Serçe Hanım, hangisini beğenirse onu hediye olarak vermek istediğini söyledi.
Yaşlı adam, bu nazik teklifi reddedemedi ve küçük kutuyu seçip şöyle dedi:
“Ağır olan büyük kutuyu taşıyamayacak kadar yaşlı ve güçsüzüm. İstediğimi alabileceğimi söylediğiniz için küçük olanı seçiyorum. Onu taşımam daha kolay olur.”
Bunun üzerine serçeler, kutuyu sırtına almasına yardımcı oldular; yaşlı adamı kapıya kadar geçirip defalarca reverans yaparak zamanı olduğunda tekrar gelmesi için adeta yalvardılar. Yaşlı adam ve serçesi, böyle mutlu bir şekilde ayrıldı. Serçe, yaşlı kadının elinden çektiği acılar yüzünden en ufak husumet işareti göstermemişti. Tam tersine, karısına bütün ömrü boyunca dayanmak zorunda olduğu için yaşlı adamın hâline üzülüyordu.
Yaşlı adam eve döndüğünde karısının suratı her zamankinden daha fazla asıktı. Çünkü gecenin geç saatleriydi ve uzun zamandır kocasını bekliyordu.
“Bunca zaman nerelerdeydin?” diye sordu yüksek sesle. “Neden bu kadar geç geldin?”
İhtiyar, getirdiği hediye kutusunu göstererek karısını yatıştırmak istedi. Sonra yaşadıklarını ve serçenin evinde nasıl eğlenceli zaman geçirdiğini anlattı.
“Bakalım kutuda ne varmış,” dedi yaşlı adam, karısına tekrar homurdanma fırsatı vermeden. “Kutuyu açmama yardım etmelisin.” Karı koca önüne oturup kutuyu açtılar.
İçindekileri görünce şaşkınlıktan ağızları açık kaldı; çünkü kutu, ağzına kadar altın ve gümüş para ve daha nice değerli eşyayla doluydu. Kutudakileri tek tek çıkarıp yere koydukları zaman küçük köy evlerinin paspasları ışıl ışıl parladı. Yaşlı adam, artık ona ait olan bütün bu serveti görünce sevinçten havalara uçtu. Serçenin armağanı, hayal edebileceklerinin ötesindeydi. Bu hediye sayesinde artık çalışmasına gerek olmadan ömrünün geri kalanını rahat ve refah içinde geçirebilirdi.
Hiç durmadan, “Benim güzel serçeciğim sayesinde! Güzel serçeciğim sayesinde!” diyordu.
Fakat yaşlı kadın, ilk şaşkınlığının ve altınla gümüşleri görünce duyduğu memnuniyetin ardından, kötü tabiatındaki açgözlülüğü daha fazla bastıramadı. Şimdi de büyük kutuyu getirmediği için yaşlı adamı azarlamaya başladı. Zira temiz kalpli adamcağız, serçelerin teklif ettiği büyük kutuyu değil de taşıması kolay olduğundan küçük kutuyu aldığını anlatmıştı.
“Seni aptal adam,” dedi kadın, “Büyük kutuyu neden getirmedin? Neler kazanacaktık bir düşün. Bunun iki katı altınımız, gümüşümüz olurdu. Aptal moruk seni!” diye bağırıp bütün öfkesiyle yatağa gitti.
Yaşlı adam keşke büyük kutudan hiç bahsetmeseydim diye düşündü ama artık çok geçti. Açgözlü yaşlı kadın, hiç ummadıkları bir zamanda, hem de kendisi hiç hak etmemesine rağmen, talih yüzlerine güldüğü için mutlu olacağı yerde mümkünse daha fazlasını elde etmeye karar verdi.
Ertesi sabah erkenden kalkıp yaşlı adama serçenin evine giden yolu tarif ettirdi. Adam, karısının aklındakini fark edince gitmesini engellemek istedi ama çabası boşunaydı. Kadın, kocasının tek bir sözünü bile dinlemedi. Yaşlı kadın, öfkeden deliye döndüğü o gün zavallı serçenin dilini kesmişti. Ama ne tuhaftır ki, bu zalimce hareketine rağmen serçenin evine gitmekten hiç utanmıyordu. Hırs gözünü öyle bürümüştü ki büyük kutuyu ele geçirme düşüncesi ona her şeyi unutturmuştu. Serçelerin ona kızgın olabileceğini -ki öylelerdi- ve yaptıkları yüzünden onu cezalandırmak isteyebileceklerini aklından bile geçirmemişti.
Serçe Hanım evine o harap hâlde, ağzı kan içinde ağlarken döndüğü gün bütün ailesi ve akrabaları, yaşlı kadının zalimliğinden başka bir şey konuşmamışlardı. “Pirinç ezmesini bilmeden yedi diye, böyle küçücük bir hata yüzünden nasıl oldu da bu kadar ağır bir ceza verebildi Serçe Hanım’a?” diye soruyorlardı birbirlerine. Bütün bu sıkıntılara sabırla dayanan iyi kalpli yaşlı adamı ise hepsi çok sevmişti ve ellerine fırsat geçtiği takdirde, kadına hak ettiği cezayı vermeyi kararlaştırmışlardı. Bunun için çok uzun beklemelerine gerek kalmadı.
Birkaç saat yürüdükten sonra yaşlı kadın, kocasının ayrıntılı bir şekilde tarif ettiği bambu oyuğunu nihayet buldu. Oyuğun önünde durup bağırdı:
“Dili kesik serçenin evi nerede? Dili kesik serçenin evi nerede?”
Sonunda evin saçaklarının bambu yaprakları arasından sallandığını gördü. Hemen koşturup gürültülü bir şekilde kapıyı çaldı.
Serçe Hanım, hizmetçiler eski sahibesinin kapıda onu aradığını söyleyince bu beklenmedik ziyaret karşısında biraz şaşırdı. Bütün o yaşananlardan sonra kadının buraya gelmeye cesaret etmesine hayret etti. Fakat Serçe Hanım, kibar bir kuştu; bu yüzden onun bir zamanlar sahibesi olduğunu hatırlayarak yaşlı kadını karşılamak üzere dışarı çıktı.
Fakat yaşlı kadın konuşarak vakit kaybetme niyetinde değildi. Hiç utanmadan hemen konuya girdi:
“Beni kocamı ağırladığın gibi ağırlamana gerek yok. Ben kocamın aptallık edip burada bıraktığı kutuyu almaya geldim. Büyük kutuyu verin, hemen gideyim. Tek istediğim bu!”
Serçe Hanım hemen kabul etti ve hizmetçilerinden büyük kutuyu getirmelerini istedi. Yaşlı kadın hemen kutuyu kavrayıp sırtına yükledi. Serçe Hanım’a teşekkür bile etmeden hızlıca evinin yolunu tuttu.
Kutu öyle ağırdı ki koşmak şöyle dursun hızlı bile yürüyemiyordu. Oysa hemen eve gidip kutunun içindekileri görmek istiyordu. Ama güçsüz düştüğü için oturup dinlenmek zorunda kaldı.
Taşıdığı ağır yükle zar zor ilerlerken kutuyu açma istediği dayanılmaz bir hâl almaya başladı. Artık daha fazla bekleyemeyecekti. Bu kutunun da kocasının getirdiği küçük kutu gibi altın ve gümüş dolu olduğundan emindi.
Sonunda, açgözlü ve bencil kadın kutuyu yol kenarında yere koydu ve bir altın madeniyle karşılaşmayı bekleyerek dikkatlice açtı. Ama kutunun içindekiler onu öyle bir dehşet içinde bıraktı ki gözleri görmez, kulakları duymaz oldu. Kutunun kapağını kaldırır kaldırmaz, korkunç canavarlar dışarı fırladı ve sanki onu öldürmek istiyorlarmış gibi etrafını sardı. Kâbuslarında bile bu kutudakiler kadar dehşet verici yaratıklar görmemişti. Alnının tam ortasında kocaman bir gözü olan canavar kadına gözlerini dikmişti, kocaman ağızlı yaratıklar sanki onu yiyecekmiş gibi bakıyordu. Devasa bir yılan kıvrıla kıvrıla kadına tısladı. Büyük bir kurbağa ise zıplayıp “vrak vrak!” diye kadına bağırdı.
Yaşlı kadın ömründe hiç bu kadar korkmamıştı. Dermansız bacaklarının gücü yettiğince oradan hızla kaçtı. Hayatta kaldığına mutluydu. Eve vardığında yere kapandı ve başına gelenleri, az kalsın kutudaki canavarların onu öldüreceğini gözyaşları içinde kocasına anlattı.
Sonra serçeyi suçlamaya başladı ama yaşlı adam onu hemen susturdu:
“Serçeyi suçlama sakın. Sonunda kötülüğünün karşılığını buldun. Umarım sana ders olur!”
Yaşlı kadın, başka söz söylemedi. O günden sonra asık suratlı, kaba davranışlarından pişman olup yavaş yavaş iyi bir kadın hâline geldi. Öyle ki artık kocası bile onu tanıyamaz oldu. Son günlerini birlikte mutlu bir şekilde geçirdiler. Kimseye muhtaç olmadılar. Yaşlı adamın dili kesik serçesinden aldığı hazineyi dikkatlice harcadılar.