Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «İdealist Bir Adam Portresi Teknokrat Sedat Çelikdoğan»

Schriftart:

ÖN SÖZ

İmparatorluk bakiyesi bir coğrafyada nasıl bir devlet şekli kurarsanız kurun temel istinat noktanız yine devralmış olduğunuz mirasın koyu tesiri altındadır.

Orta Asya steplerinden kopup gelen Türkler başta Anadolu coğrafyası olmak üzere üç kıtada muhtelif isimler ve hanedanlıklar olarak devlet olmayı başardı.

Osmanlı Devleti’nin temelinin atıldığı Söğüt ve çevresi bu anlamda stratejik bir yerdir. Bu yerin seçimi salt Konya Selçuklularının uç beyliği şeklinde açıklanamaz.

Bu tercih aynı zamanda Osmanlı zihninin mücadelesinin ipuçlarını da vermektedir. Osmanlı’nın kavgası Batı’yla, yani Avrupa ile olacaktır. Kuruluşundan bir asır geçmeden Edirne’nin başkent ilan edilmesi ve yüz yıla yakın bu rolünü icra etmesi Avrupa’yla olan çatışmanın yoğunlaşarak devam etmesi en müşahhas bir şekilde ortaya koymaktadır.

Yüzyıllar süren bir çatışmanın her iki tarafa da karşılıklı tesirler yapacağı aşikârdır.

Belki de bu Osmanlı’nın aynı zamanda Batılı bir devlet olarak tarifine imkân da verebilir. Uzun yıllar ordusunu Bâtini-Bektaşi Yeniçerilik üzerine inşa eden Osmanlı, İstanbul’un fethiyle birlikte daha da Avrupai bir görünüm alır.

Sıtmaya tutulmuş bir şekilde Osmanlı 1699 yılından itibaren kendi olmaktan çıkacak her telkine, her şekle, her anlayışa teslim olur.

Eğitimden üretime, savaş sanatlarından toplumsal yapıya özgün hiçbir söylem geliştiremez.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleştirilen bütün “devrimler” Tanzimat Dönemi’nde yapılan ya da yapılamayan her türlü batıl reformun tekrarı ve tezahürüdür.

Atatürk’ü Şapka Devrimi’yle suçlayanların ataları, İkinci Mahmut’un fesi zorunlu kıldığını anlamak istemez. Cumhuriyet elitlerinin İstiklal Mahkemeleri üzerinden yaptıkları mezalimleri unutmayanlar yine Tanzimat sonrası lağvedilen Yeniçerilerin hunharca top atışlarıyla katlettiklerini, İstanbul sokaklarında Yeniçeri dışındaki tüm askerlerin ve halkın sürek avına çıktığını bilmezlikten gelir.

Osmanlı da kendi olmaktan uzaklaştığı oranda hezimete uğrar. Fethe dayalı dönem sona erince kendi içindeki çatışmalar yoğunluk kazanır.

Endülüs Müslümanlarının da sonu benzer olmuştur. 800 yıllık muhteşem medeniyet, Avrupa’yı Avrupa yapan hususiyetler, kendi içinde önlenemeyen iktidar kavgalarının sonucu heba olur.

Batı dünyasının yeni kıta Amerika’yı keşfi, Fransız İhtilali ve Sanayi Devrimi’nin dönemine göre olağanüstü tesirleri Müslüman coğrafyasında yaşayan tüm Müslümanları edilgin hâle getirmiştir. Bu gelişmeler karşında özgün bir üslup geliştiremeyen İslam coğrafyası sömürgeciliğe de açık hâle gelmiştir.

İki dünya savaşıyla harabeye dönen Avrupa ve Asya kıtasının halkları Amerikan hegemonyasını kabule hazır bir duruma sokmuştur.

NATO, CENTO, OPEC, AB, Sovyetler Birliği, IMF, Dünya Bankası, BM gibi organizasyonlar iki kutuplu bir dünya meydana getirmiş, kayda değer bir varlık gösteremeyen “Bağlantısızlar Hareketi” de çeşni olmaktan öteye gidememiştir.

Bugün İslam İşbirliği Teşkilatına üye 57 devlet var, bunlardan sayıları her gün biraz daha artan -Karadağ’ın bağımsızlık ilan etmesiyle- 40’tan fazlası Osmanlı toprakları üzerinde kuruldu. Sadece 23 Arap devletinin kurulması anlatılmak isteneni anlama konusunda önemli bir göstergedir.

Yarım milenyum kadar bilimin rafına bir A4 kâğıdı koyamayan Müslüman topluluklar, zengin maden ve petrol imkânlarına rağmen tüketen olmaktan kurtulamamışlardır.

Bu bağlamda özgün bir ses, yerli bir duruş, İslam’ı ve yüzyılı dolayısıyla batılı anlama konusunda donanımlı bir aksiyon olarak Millî Görüş Hareketi oldukça önemli bir etkileşim meydana getirdi.

Öğreniminin bir bölümünü Avrupa’da yapmış ve kendine özgü patentler elde etmeyi başarmış biri olarak Necmettin Erbakan’ın öncülük ettiği bu teknokratlar umut vadeden bir hareket olarak önceleri müesses medya-sermaye-devlet düzeni tarafından karikatürize edilmiş ama rakiplerinin tabiriyle “lastik bir top” gibi üzerine basılsa bile kendini yeniden inşa etmeyi başaran Erbakan’ın yılmaz mücadelesiyle özgün bir tasarım olarak kendini korumayı başarmıştır.

Bu topraklarda İttihat ve Terakki’nin organizasyonundan daha örgütlü bir organizasyon kurmayı başaran Necmettin Erbakan’ın bu kabiliyeti aynı zamanda onun mütemadiyen önünün kesilmesine neden olmuştur.

Kuruluşuna öncülük ettiği 6 partiden sadece birine kurucu olabilen Erbakan’ın tam olarak beş partisi kapatılmış ve kendisi pek çok yasağa muhatap olmasına rağmen “İman varsa imkân da vardır.” diyerek yaptığı işleri anlamlandırmayı başarmıştır.

1970’li yıllarla birlikte iktidara ya doğrudan ya da dolaylı olarak ortak olan Millî Görüş Hareketi 1990’lı yılların ortalarında büyük ortak olarak iktidar olmuş bu durum, dış ve iç bütün düşmanlarını seferber etmiştir.

Orta sınıf Anadolu insanının kendini ifade ettiği Millî Görüş Hareketi mahalli seçimlerde elde ettiği sayısız başarıları iktidara da taşımaya muvaffak olmuştur.

Necmettin Erbakan ve Hareketi’nin, İsrail ve ilk günden itibaren FETÖ karşıtlığı bütün düşmanlarının, Batı kulüpçülerinin, faiz lobilerinin, ithalat yanlısı mütegallibenin husumet odağı olmuştur.

Tanzimat’tan bu tarafa Batı’ya ve batıla karşı özgün bir medeniyet tasarımı sunan Erbakan ve Hareketi ağır sanayiden ahlak ve maneviyata, eğitimden faize kadar hemen hemen hayatın her alanında özgün bir dil geliştirmiştir.

Hareketin öncü isimlerinin neredeyse tamamı ilahiyatçı bilinmekle birlikte aslında tamamı mühendistir.

Hareketin bilinen isimlerin yanı sıra kamuoyunun marufu olmayan pek çok ismi de var.

Kendini kurmay olarak konumlandıran ve asla siyaset yapmaya tevessül etmeyen bu isimlerden biri Sedat Çelikdoğan’dır.

Ostim Vakfı’nın Genel Sekreteri Gülnaz Karaosmanoğlu’nun yayınevimizi ziyareti ile birlikte şifahen tanışma bahtiyarlığına eriştiğim Sedat Çelikdoğan’ın hayatı ve anıları kitaplaştırılmak isteniyordu.

Ve böylelikle hayatta çok şey başarmış ama sıradan biri gibi görünmeyi bilen, alanında emsalsiz iddiaları olan ama böbürlenmeyen, bilmediğini bilen, bildiklerini kibriyle yoğurmayan Sedat ağabeyle serüvenimiz başladı.

Toplam 13 defa yayınevinde, Hamamönü’nde, Ankara Kale’sinde, fabrikasında, Ostim merkezinde, çeşitli mekânlarda bir araya geldik.

İlk nehir söyleşi görüşmesi Ostim’de kendi odasındaydı. Ve bir teknokrata sorulacak soru diye sadece bir soru hazırlamıştım. Soru yarım Word sayfası tutmuştu.

Genellikle ilk sorunun cevabından yola çıkarak sorulara devam eder ve kitabı bitiririm. Sedat Hoca yarım Word sayfalık soruya “bilmiyorum” cevabını verince nasıl bocaladığımı hâlâ dün gibi hatırlıyorum.

Sedat Hoca’nın en büyük şikâyeti üretim modelinden toprak-rant modeline geçilmesiydi.

Müteaddit defa bu konuyu gündeme getiriyordu.

Hızlı tren projelerinde Ostim’in rolü için nasıl çırpındığını “Bir dokun bin ah işit.” boyutuyla anlatıyordu.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın peşinden nasıl koştuğunu gözleri buğulanarak anlattı: Erdoğan’ın katıldığı bir toplantıda Sedat Hoca randevu talep etmiş. Erdoğan bunun üzerine özel kalem müdürü Hasan Doğan’a talimat vererek görüşmeyi organize etmesini söylemiş. Konu, hızlı trenlerin ihalelerinde yerli yedek parça oranının artırılması. Sedat Çelikdoğan sayısız defa Hasan Doğan’a randevu talebini iletir. Bir safha sonra Hasan Doğan’a da ulaşamaz. Bunu üzerine aradan geçen bir zaman sonrasında yeniden Başbakan Erdoğan’la karşılaşırlar. Randevu talebini yeniden gündeme getirir. Erdoğan “Hasan…” der demez Sedat Hoca, “Ben zaten sizden, bana Hasan Doğan’dan randevu almanızı rica ediyorum.” şeklinde cevap verir.

2016 yılında Sedat Hoca vefat etti.

Kitabı yayınlamakla yayınlamamak arasında mütereddit kaldım.

Ostim Vakfı’yla müşterek yapacağımız iş gecikince ben bizim yayınevinin versiyonunu yayınlamayı bir borç bildim.

İddiasız bir iddianın, ölümün soğuk yüzüyle birlikte yok olmasına gönlüm el vermedi.

İşte bu kitabın kısa hüzünlü hikâyesi…

Yasin Topaloğlu
Eylül 2020 / Ankara

Sedat Çelikdoğan


İSLAM DÜNYASI VE MÜSLÜMANLAR

Hocam eğer Mısır’a gittiyseniz görmüşsünüzdür, El Ezher Üniversitesinin hemen yan tarafında Kahire Mezarlığı var. Mezarlığın en büyük özelliği, içinde mezar evlerin bulunması. Bu evlerde yüz binlerce yoksul insan barınıyor. Düşünün, bizim türbe dediğimiz tarzda yapılar. Mısırlılar geleneklerini orada yaşatıyorlar. Mezarda birkaç oda ve avlu var. Rivayete göre mezar evlerde 1 milyon insan yaşıyor. Metruk bir mezarlık değil. Hâlen insanlar cenazelerini defnettikleri mezarlarda yaşıyorlar. Bu evlerin yanında gecekondu, lüks konut sayılır.

İslam coğrafyasının hâlipürmelalini yansıtan yoksulluğun fotoğrafını orada çekmek mümkün. Oranın asimetrisi bir başka İslam coğrafyasında da çatışma var. Afganistan, Pakistan havzasında çok şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Daha sayacak olursak Arakan’da, Moro’da uzun yıllardır süren çatışmalar bir türlü bitmiyor. Libya, Nijerya yeni bir çatışma alanı oldu. Sudan, Irak, Suriye, Mısır ve Filistin bizim hinterlandımızda olan ülkeler. Şimdi bütün bu İslam havzasının 20. ve 21. yüzyıldaki durumuna baktığımızda görüyoruz ki gözler Türkiye’de. Bu bağlamda İslam dünyasının hâlipürmelali sizin mühendis diyalektiğinizde nasıl bir yere oturuyor?

Bazı şeyleri planlamak için para gerekmiyor; ama sahayı bilmek ve şartları görmek önemli. İnsanların çektiği eziyeti anlamak için, içimizin yanması lazım. Eğer yaşanan dram içini yakmıyorsa bakar geçersin. “Ölüyorsa ölüyor!” dersin. Mısır’daki mezar ev yapılanmasını göz önüne alırsak bizim çözümümüz, yani gecekondular, daha insani görünüyor. Gecekondulardaki sosyal düzen, insana daha saygılı.

Elbette gecekondular daha insani. Bakıyorsunuz, önünde bahçesi var. Gecekondular olmasaydı Ankara bu kadar yeşil bir başkent olur muydu? Biraz tartışmalı bir konu!

Olmayabilirdi. Tabii o gecekondular sonradan sahiplerine çok para kazandırdı. İçlerinde çok zenginleşen kişiler oldu. Bu yönüyle bakıldığında da bir haksızlık söz konusu. Vatandaş şehre geliyor, devletin arazisini gasbediyor ve gecekondu dikiyor. Devlet de ona altyapı hizmeti götürüyor. Adam bir süre sonra evinin arsasını kat karşılığı müteahhide veriyor ve aldığı birkaç daireyle yüksek gelir sahibi oluyor. Bunda bir tuhaflık var. Devletin bunu planlamayla çözmesi lazım. Ankara’nın kuzeyindeki gecekondu dönüşümü bu konuda güzel bir örnektir. Burada yapılan planlamadan önce problemi görmek gerekiyordu. Esasında problemin daha ilk başta görülmesi lazımdı. Sorunlar erken görülmediği için çözüm de gecikiyor. Problem çözümleme ve planlama yapma noktasında bütün İslam âleminde bir körlük var. Bu para işi değil. Arsa zaten devlete ait. Eksik olan nedir? Planlama. Küçük bir planlama yapılsa ve çözüm formüle bağlansa sorunların birikip altından kalkılamaz hâle gelmesi engellenmiş olur.

Uzun yıllar Müslüman ülkelerin bir kısmı Sovyet etkisinde kaldı. Örneğin Suriye, Mısır, Irak… Hatta Kaddafi’nin Libya’sı kendine özgü sosyalist bir anlayışla inşa edildi. Oralarda bu planlamalar Sovyetik anlayışla yapıldı. Sovyetler Birliği de planlamacı bir anlayışla yönetilmişti. Buralarda niye karşılığı olmadı bu planlamacılığın?

Bu toplumlar, onlara göre geriden geliyor. Bizim vatandaşımız ezik, tepki veremiyor, korkuyor. Rusya’daki vatandaş biraz daha demokratik öz güvene sahip. Onlarda sendikalar var; dertlerini söyleyebiliyorlar, itiraz edebiliyorlar, yürüyüş yapabiliyorlar. Bizim insanımız geçim derdinde. Ayrıca kendi sorunlarına bile yabancı. Sadece yaşama kaygısı taşıyor. Demokratik hakları olduğunu bilmeyen bir toplumuz. Tepedekiler ne derse onu tekrar ediyoruz. Devleti yönetenlere karşı çok hürmetliler. Sorgulamayı bilmiyorlar.

Türkiye’deki gecekondu işinde rant var. Rant sebebiyle gecekondu dönüşümleri inşaat sektörüne yarıyor. İmarda yapılan bir değişiklikle insanlar kısa sürede büyük paralar kazanabiliyorlar. İmar düzenlemesinden önceden haberi olanlar arsa toplayarak haksız gelir elde ediyorlar. Bu süreç, arsa spekülatörleri yaratıyor. İmarda yapılacak değişiklikten önceden haberi olanlar arsa topluyor ve imar geçtikten sonra inanılmaz bir servete kavuşuyorlar. Bu durum bitmedi. İnsanlar iktidar olmayı bunun için istiyor.

Onun için son yıllarda belediye başkanı olmak, belediye meclisinde görev almak herkesin hedefi hâline geldi. Eskiden belediye başkanlığı, belediye meclis üyeliği bu denli cazip değildi.

Köylerde, kentlerde kıymetlenecek yerler belli. Mesela adam zamanında Ankara’ya gelmiş, Esat tarafında arsa almış. Sonra bakmış ki arsa değerlenmiyor, bir müddet sonra gitmiş kendi memleketinden tarla almış. O tarla da değerlenmiyor. Eğer yapılan imar değişikliklerinin farkında olsaydı, önceden haber alsaydı büyük bir zenginlik elde edecekti. Gecekondulaşmanın başladığı tarihte Ankara veya İstanbul gibi değerli bir şehrimizin iyi bir yerinden arsa alan insanlar çok para kazandılar. Aldıkları yer beş sene sonra, on sene sonra, on beş sene sonra muhakkak değerlendi. Çünkü o dönemde göçler vardı. Bu yönde bir değişim İngiltere’de de olmuş. Fransa’da benzer bir durum yaşanmış. Almanya ve Avusturya sağlıklı bir nüfus dağılımı gösterirken İngiltere’de Londra’nın bazı mahallelerinde aşırı nüfus artışı olmuş. O mahallede rant başlamış; ama onlar rantı önlemek için tedbir almışlar. Biz ise bu tür sorunlara çözüm aramak yerine başka mevzularla ilgileniyoruz. Geçtiğimiz günlerde tanıdığımız bir arkadaşımızın yanına gittim. Rüzgâr enerji santraliyle ilgili bir işe girmiş. Bana, “Ben bu işe girdim, güzel ihracat oluyor ama bu iş, iş değilmiş!” dedi. Bir arsa işi varmış, gitmiş oraya girmiş. Üç sene sonra iyi getirisi olacağı söylenmiş. “Fazla kimseyi almazlar.” dedi. Aralarında para toplamışlar ve arsayı almışlar. Bunu neden yapıyor? Çünkü şehrin gelişim trendini biliyorlar. Şehrin gelişecek yerlerini bildiği için aldığı arsanın ne zaman hangi değere ulaşacağını tahmin edebiliyor. Bu acayiplik tüm Türkiye’de yaşanıyor. Ankara’da, İstanbul’da devamlılığı olan bir iş bu. Ali Babacan, “Paralar inşaata gidiyor!” diye dert yanmıştı. Evet, inşaatların yarısı boş, sektör batarsa batsın! Şimdi Türkiye’de sermaye tasarrufu düşük. Bir şirket sınai ihtiyaçlarını gidermek için yatırım yapıp dış ticaret açığını azaltmaya dönük ihracat yapamıyor. Çünkü sanayiye yatırılan paranın geri dönüşü zor. Ama ranta dönük yatırımlar iki senede, üç senede kendini katlıyor.

İktidarda dindarların olduğunu göz önüne aldığımız zaman, yönetimde Millî Görüş geleneğinden gelen kişiler görüyoruz. Bugün Türkiye’yi yönetenlerin neredeyse tamamı gençlikten itibaren uzun yıllar siyasetin içindeler, siyaseti biliyorlar. Cumhuriyet tarihinde hiçbir siyasi güç ve iktidar, böyle bir güç elde edemedi. Oy oranları da sürekli artan bir eğilim gösterdi. İçlerinden iki cumhurbaşkanı çıkaracak kadar da istikrarlılar. O zaman rant ekonomisi iktidar elitlerini rahatsız etmiyor diyebilir miyiz?

Onlar yaşanan bu gerçekliği serbest piyasa ekonomisi olarak değerlendiriyorlar. Hâlbuki sen o arsanın kıymetleneceğini biliyorsun, o bilgiyi kasanda tutuyorsun. Ne yapman gerek? Oradaki ranttan kamunun da yararlanmasını sağlamalısın. O rantın kamuya dönmesi lazım. Onlar ise rantı kendi havuzlarına akıtıyorlar. Bu haram! Onlara göre de haram. Bakın Allah gani gani rahmet eylesin Hacı Baba’mız genelde hayal adamıydı. “Ben Kur’an ile bir insanın nasıl yaşadığını burada gördüm.” demişti. Çanakkale bölgesinde üniversitenin, karakolların, askeriyenin, otuz köyün suyunu o getirdi. Bütün masrafları o üstlendi. Çünkü orada su yoktu. Behramkale’de yaptırdığı bir cami var tepede; Murat Hüdavendigâr’ın yaptırdığı cami… Osmanlı Devleti’nin ilk genişleme yıllarında yapılan fetihler zamanında Sultan Murat, kalenin içine bir cami yaptırmış. Yanında da daha evvel Rumlar tarafından yapılmış kilise var; Bizans’tan kalma büyük bir kilise… Kaymakam, “Hacı Baba, sen her tarafa koşuyorsun. Biz bu camiyi açmazsak yıkılacak, yiyecekleri de kilisenin içerisine koyacaklar.” dedi. Hacı Baba “Tamam.” dedi ve bütün masrafları karşılayarak camiyi açtırttı. O sırada Behramkale’ye sahil yolu yapılacağı bilgisi geldi. Kaymakam, Hacı Baba’ma “Buralar kıymetlenecek, buradan arsa al.” dedi. O ise “Vatandaşın arsası ileride kıymetlenecekse satmamasını söylemeliyim. Bunu demeden alırsam haram olur.” diye cevap verdi. Dinimizin bu konudaki hükümleri hassas. Hacı Baba’m parası varken kimsenin hakkını yemek istemedi. Günümüzde böyle bir anlayış yok. Hırs, haram helal dinletmiyor. Adamın elinde bilgi var, onu şahsi çıkarları için kullanıyor. Oysa hırsı onun ateşi. Çok esaslı bir İslam terbiyesi gerekiyor.

Mevcut iktidardaki arkadaşlarımızın bu siyasi ve İslami terbiyeye sahip olduklarını düşünüyoruz.

Özellikle bu konularda uyarı yapmaya ihtiyaç var. Söz konusu rant olunca kamunun yararı dikkate alınarak yeri geldiğinde detaylı bilgilendirme yapmak lazım. Para hırsı, insanların gözünü karartmış. Hırsına kapılıp gözünü karartan para kazanıyor. Rant ekonomisinden Türkiye olumsuz etkileniyor. Ondan sonra Ali Babacan bağırıyor: Geçmiş ola! İnşaat sektöründe öyle bir rant var ki, elinde parası olan sanayiye yatırım yapmak istemiyor. Mesela bir vatandaş ben rüzgâr enerji santrali kurmak istiyorum dediğinde onun kuracağı santralin makinesi de Türkiye’de yapılsın. Makineyi dışarıdan almasak çok daha faydalı olacak bu yatırım. O santrale yatırılan para ancak 8-9 senede geri dönüyor. Kârlılık çok geç başlıyor. Çünkü paranın çoğu makineye gidiyor. Oysa aynı miktardaki bir yatırım inşaat sektöründe 3-4 yılda geri dönüyor. Rant ekonomisi, yatırım ekonomisini boğuyor. Dolayısıyla hiçbir şeyin fizibilitesi yok, sadece rant var. Vatandaş bunu bilmez. Vatandaş arsayı alıp inşaat yapıyor, satıyor. Vatandaş o kadar biliyor. Ama devleti yönetenler bunu bilmiyor.

Belki de bilmezden geliyor.

Hayır, kendileri de aynı metodu kullanıyorlar. Ankara’da bir sürü dedikodu yapılıyor. Yaratılan rantı siyasiler bir yerlerde paylaşıyorlar. Bakıyorsun Ankara’nın en güzel yerlerinde milletvekilleri ortak bina almışlar. Kaç yerde var bunun gibi!

Peki, bu sürdürülebilir bir şey mi?

Ali Babacan, “Türk ekonomisinde sermaye birikmiyor, birikmediği için de kalkınmaya gitmiyor!” demişti. Peki, sermaye nereye gidiyor? Sermaye çimentoya, tuğlaya gidiyor. Hâlbuki Türkiye’nin dış ticaret açığı var. Yüksek katma değerli ürünler üretilemediğinden yakınılıyor. Yüksek katma değerli ürünlere geçemezsin ki. Kolay para kazanmak varken niye zahmetli yatırımlar yapsın iş adamları. Hazır büyükşehirlere akın akın gelen insanlar var. Şehirlerde konut ihtiyacı bitmiyor. Pazar büyük. Yaptığın ev elinde kalmıyor. Hem yaparken kazanıyorsun hem arsa rantından kazanıyorsun. İmardan evvel arsayı üç kuruşa alıyorsun, imar geçince 13 kuruşa satıyorsun. Verdiğinin dört misli, beş misli para sana kalıyor. Böyle bir kazanç varken adam neden gidip geri dönüşü yıllar alacak katma değeri yüksek yatırıma yönelsin?

İngiltere’nin sanayileşme süreci gözden geçirildiği zaman İngilizlerin dünyayı pazar olarak gördüğü anlaşılır. İngiltere’nin pazar anlayışı Osmanlı’yı parçalayan etkenlerden biri. Şimdi de biz kendi elimizle kendimizi arsa ve inşaat rantı üzerinden yeniden mi parçalıyoruz?

İnşaat sektörü, istihdam öncelikli bir sektördür. Kalıcı kalkınma sağlamaz. Aksine Türkiye’nin kalkınmasını engeller. İnşaat sektörünün hızlı yükselişi, Türkiye’nin kalkınmasını akamete uğratıyor. Şimdi Türkiye’de büyük bir müteahhit kesimi var. Türk müteahhitleri, dünyada iki veya üçüncü sıradalar. İş de biliyorlar. Başladıkları işleri bitirme kapasiteleri çok yüksek. Rusya’nın en başarılı müteahhitleri Türkler. Neden? Bizim inşaat sektörüne ilişkin ihracatımız da var. Çünkü o alanda çok büyük üretim kapasitesine sahibiz. Amerika’yla rekabet edebiliyoruz. Dünyada da inşaat pazarı çok büyük. Bu pazardan dolayı inşaat sanayisi de çok büyük. Bataryadan fayansa, evyeden parkeye kadar o kadar geniş bir üretim kolu var ki… Eğer dikkat ettiyseniz fayans fiyatları hiç artmıyor. 10 senedir fiyatlar aynı. O kadar çok üretim var ki maliyetleri giderek düşüyor. Üstelik pazarda rekabet de var. Türkiye bu ürünleri ihraç ediyor. Ama yükte ağır, pahada hafif ürünler…

Türkiye bu fasit daireden nasıl çıkacak?

Bunun için rant ekonomisinden kurtulmak lazım. İmar bilgileri, müteahhitlerin değil, devletin elinde olmalı. Arsayı müteahhide devlet vermeli ve imarlı arsayı kimseye sattırmamalı. İmar yapılan bölgede arsa alım satımını kamulaştırmalı. Kamulaştırdıktan sonra arsanın satışından doğan rant devletin kasasına konmalı. O zaman arsa ve inşaat spekülatörü diye bir şey kalmaz. O alan kârlı bir iş olmaktan çıkar. O zaman normal kârlarla sektör çalışmaya başlar. İnşaat mı yaptın? Yatırdığın parayı aynı sanayide olduğu gibi 10 sene sonra alabilirsin. O zaman yatırım sanayiye yönelir. Bu, siyasetçilerin işine gelmiyor. Bundan dolayı belediye başkanlığı seçimi, siyasetçiler için kıran kırana bir yarışa dönüşüyor.

Yerel yönetimlerde böyle sefil bir üslup olabilir. Şehirleri mahveden, yaşanmaz hâle getiren, aynı zamanda pahalı konut mantığı. Bu durum şehirleri berbat ediyor.

Çok pahalı konutlar yapılıyor. İyi bir mimari çalışma yapılarak bir şehir mimarisi oluşturulabilir. Kimse evlerin mimarisiyle ilgili kafa yormuyor. Ev mimarisi tamamen serbest bırakılmış. Oysa belediyelerin silüet çalışması yapması gerekiyor. Bunun için çalıştay yapılabilir. Mimarların, iç mimarların, şehir planlamacılarının, mühendislerin, sanatçıların ve bu işe kafası çalışan kim varsa onların fikirleri alınabilir. Ondan sonra ortaya çıkan fikri uygulamaya koyarsın. Gidin Çukurambar Mahallesi’nin hâlini görün. Evler kapanın elinde kalıyor. Birkaç yerde boşluk var. Oralar da dolduğu zaman insanlar arabalarını park edecek yer bulamayacaklar.

Aynı şey bütün şehirlerin ana arterleri için geçerli. Gaziantep, Adana farklı değil.

Çukurambar Mahallesi çok daha kötü. Gökdelenler dikiliyor. Gidin park yeri bulabilir misiniz? Bir süre sonra yollarda araçlar ilerleyemez hâle gelecek. Şehri bu hâle getiren de belediye yönetimidir. Ama insanlar orayı yaşanmaz hâle getiren belediye yönetimini tekrar tekrar seçiyor.