Buch lesen: «Hayatımızın Kış Ayları»
-1-
Makine teknisyeni Hasan yüksek boylu ve yakışıklı bir gençti. Kışladan döner dönmez evlendi ve bir yıl sonra baba oldu. Eşini de seviyordu, çalıştığı işi de. Sekiz yıldn beri tarım kooperatifi tamirhanesinde çalışıyordu ve herkes onu çalışkan ve daima güleç yüzlü bir kimse gibi tanıyordu.
Bu yaz akşamı eve döndüğünde çehresi her vakitki gibi yine güleçti, fakat eşi Leyla ondaki değişikliği daha avlu kapısında belirir belirmez sezdi.
“Geldin mi Hasan?” dedi, ona göz ucuyle baktı ve getirdiği havlı elinde, yanıbaşına dikildi.
“Geldim Aşkım!” diye cevap verdi Hasan. Çeşme başına geçerek soğuk su ile hem yüzünü yıkadı, hem sordu:
“İş günün nasıl geçti Aşkım?”
“Her günkü gibi. Bu gün de Patronun istediği kadar elbise dikebildik. Ya senin günün nasıl geçti?”
“Normalde.”
“Bayağı yorulmuşsun gibime geliyor?”
“Her günkü gibi Leyla hanım. Her günkü gibi.”
“Yalan söyleme Hasan. Çehrenden belli ki, sakin değilsin.”
Havlı ile yüzünü silerekten çeşme üzerinde asılı duran aynaya baktı:
“ Ne varmış yüzümde?”
“Başka akşamlara bakarak bir değişiklik görüyorum.”
“Yok. Sana öyle gelmiş.”
“Var!”
Havlıyı hep daha elinden bırakmamıştı ki, Leyla önüne dikildi:
“Söylemiyecek misin?”
“Söyleyeceğim!”
“Söyle bakayım!”
“Bu günden sonra işsizim!”
“Bunun için mi üzülüyorsun? Sen sağol! Elimiz, kolumuz tuttukça şimdiye kadar olduğu gibi gelecekte de geçinmenin bir yolunu buluruz!”
“Ben de öyle diyorum.”
Eğildi ve eşinin dudaklarını aradı.
İş yerinde olan bitenleri akşam yemeğine oturduklarında anlattı.
…Öğle dinlencesi sona eriyordu ki, kooperatif başkanı geldi. İş yokluğundan, yahut tamirden ihtiyacı olduğu için yatıp duran makinelerinin etrafında sessiz sessiz bir kaç dakka gezindi ve tamirhane şefinin odasına girdi. Ne konuştular, ne konuşmadılar, fakat üç dakka geçer geçmez tamirhane şefi kararmış çehreyle kapıda belirdi ve haykırdı:
“hepiniz odama gelin!”
Gittiler. Oturmaya yer bulan oturdu, bulamayan pencere boyuna dikildi. Odaya çöken süküt içinde başkan bir-iki öksürdü ve alçak sesle konuştu:
“Bildiğiniz gibi tarım kooperatifinin faaliyeti daraldıkça daralıyor. Makinelerin bazılarını satmak zorunda kaldık. Çok geçmeyecek daha birkaçından kurtulmamız gerekecek. Makinelerin sayısı azalınca sizin de… bazılarınız fazladan gelmeye başladı. Yönetim Kurulu bu sabah bazı sorunları gözden geçirdi. Son kararlardan birine göre yarından itibaren aranızdan iki kişi işi terketmesi gerekiyor…”
Oda içindeki sessizlik daha da derinleşti. ‘Kimler gidecek?’ diye bari soran olsaydı! Başkan ne edeceğini bilemiyordu. Nihayet içlerinden biri:
“Başkan, biz bunu biliyoruz,” dedi. Bu gün ben, yarın başkası. Gün gelecek burada kimse kalmayacak. Söyleyin, sıra kimde?”
“Hepiniz iyi çalışıyorsunuz… Hepiniz becerikli, hepinizden memnunum. Kimseyle kötülükle ayrılmak istemiyorum.”
“Anladık.” Dedi başka biri. “Yani siz kimin gitmesi gerektiğini karar alamadınız. Siz alamadıysanız, biz nasıl karar alabiliriz?”
“Tamirhane şefi söylesin.” Dedi içlerinden biri. Tamirhane şefi zaten dargındı, bunu işitince bayağı sert sesle konuştu:
“Ben neden söyleyecekmişim!? Ben de hepinizden memnunum. Yönetim kurulu iki kişinin gitmesini karar aldıysa, isimlerini de belli etmeliydi. Orada oturanlar yükü kendilerinden sıyırıp başkasına atmaya çalışmasınlar....”
“Haklısın usta!” dedi diğer bir Tamirci. “Onlar kimleri işten serbest bırakmalarını bir karara bağlayamadılarsa bizim kabahatımız ne?”
Hemen hemen hepsi sigaraları dumanlatmışlardı artık.
“Aranızda işi gönüllü olarak bırakmayı aklından geçiren yok mu?” Diye sordu pek sabit olmayan bir sesle başkan.
Cevap veren olmadı. Hasan daha fazla sabredemedi:
“Bu iş böyle susmakla, durmakla olmaz. Bugüne kadar arkadaşça geçindik, arkadaşça çalıştık. Madem tarım kooperatifinin ömrü sona eriyor, birer ikişer burasını hepimiz terkedeceğiz. Yarın birbirimize komşu köpeği gibi bakmaktansa, arkadaşça ayrılalım. Yönetmenler kararın yarısını almışlar, ikinci yarısını almaya cesaret edememişler. Ne günlere kaldık hey, önderler bizim karar almamızı beklemeye başladılar… Ben kura çekmemizi teklif ediyorum. İki kağıda “gidiyorsun,” diğerlerine “kalıyorsun” diye yazılsın. Ne diyeceksiniz?”
Tamirciler kooperatif başkanından çok daha sakindiler. Hasan’ın teklifini doğru gördüler. Başusta gereken kağıtları hazırladı ve bir şapka içine koyarak karıştırdı. Sonra her birinin yanından birer birer geçti. Hasan’ın aldığı kağıtta “gidiyorsun” diye yazıyordu…
“İşte böyle oldu Aşkım!” dedi Hasan sakin sakin dinleyen eşine. “On iki kişinin içinde kısmet benim ve aşağıki mahalleden Mehmet’inmiş. İkimiz bugünden itibaren işte değiliz.”
“Sen sağ ol adam! Elin kolun sapasağlam ve bileğinde o altın bilezik varken aç kalmayız!”
“Hakikaten de aç kalmayız. Lakin dokuz yıl tek bir gün bile işsiz durmadım. İki yıl kışlaya gidince çalıştım, oradan döner dönmez bir gün aylak durmadan yine aynı işe devam ettim. Hem sevdiğim bir iş…”
“Sen sağ ol!” Diye tekrarladı eşi. “Ben işteyim değil mi? Birkaç gün dinlen. O zamana kadar ille de başka, hem de daha iyi bir iş bulursun!”
“Daha bir yıl bari çalışmış olsaydım evin inşaatına başlayabilecektik…”
“Sokakta mı kaldık yoksa? Sizinkilerin ayırdığı bu iki oda ve mutfak bizi şimdilik tatmin ediyor. Kızımız Ece daha beş yaşında. O büyüyüyene ve bu odalar bize dar gelmeye başlayıncaya kadar evimize çoktan girmiş olacağız! Arsamız var ya, ona bak sen!”
“Var canım…”
“Gereken malzemenin yarısını alacak kadar paramız da var.”
“Var… Aylaklığa alışmam lazım…”
“Sen sağ ol dedim ya! Dinlen, her gün şehir merkezine kadar in, ve arkadaşlarınla karşılaş. Hem gezin ve dinlen, hem kendine iş ara.”
Hasan yatağa sokulduğunda bu gün içine yerleşmiş olan gerginlik üzerinden sıyrılır gibi olmuştu. İlk anlarda şu kura meselesi onu bir türlü rahata bırakmamıştı. Eşi, ”Neden teklif ettin, teklif etmeseydin belki seni işte bırakırlar ve başkası giderdi eve” diyecek gibisine geliyordu. O ise öyle sakinleştirici bir şekilde konuştu ki! Yatakta da teselli vermeye devam etti:
“Üzülme Aşkım! Kura bu gün sana düşmemiş olsaydı ne olacaktı? En çok daha bir ay kalacaktın işletmede. Neymiş o bir ay!.. Bence şimdi daha iyi oldu. Diğerleri sıra onlara ne zaman gelecek diye titrerken sen kendine başka, belki de daha iyi bir iş bulacaksın. Bir an daha erken yerleşeceksin yeni işine.”
O, Leylayı seviyordu, Leyla da onu çok seviyordu yani! Bak, işsiz kaldığına üzülmemesi için ona nekadar çok cesaret veriyordu!
-2-
İşler hiç de Leyla ile Hasan’ın düşündüğü gibi olmadı. Bir hafta değil, bir ay geçmesine rağmen Hasan hep öyle aylak duruyordu. Hemen hemen her gün şehir merkezine iniyor, kahveden kahveye gezip duruyordu. Bu zaman zarfinda çok kişilerle karşılaştı, az tanıdığı kimseleri daha iyi tanıdı. İş için sormadığı işletme kalmadı. Lakin hiç bir yerde yeni işçi kabul etmiyorlardı. Her yerde üretim kısıtlanıyordu ve onun gibi işsizlerin sayısı azalmak şöyle dursun, gün geçtikçe çoğalıyordu. Kent içindeki kahvehaneler ve lokantalar onun gibileriyle doluydu. Her gün saatlerce oturuyorlar, kahve, çay içiyorlar ve vakitlerini boş lakırtılarla geçiriyorlardı. Hasan’ın canı daha fazla işte buna sıkılıyordu. Elini kolunu sallayarak gezmek, sandalye üzerinde bacak sallamak hiç te tercih edilecek bir şey değildi onun için.
Bir gün yine böyle anacaddedeki kahvehanelerden birinin önüne oturmuşlar, havadan sudan dem vuruyorlardı. İkinci kahveleri içtikten sonra masasındaki son arkadaşı da kalkıp gitti. Tam o da kalkmaya hazırlanıyordu ki, yanına yakın bir köyde yaşayan meslekdaşı Aydın geldi, oturdu:
“Merhaba Hasan! Kahve mi içiyorsun?”
“Avuçlarım gidişmeye başladı artık, ama iş yok, başka ne yapabilirim?”
“Bir kahve de benden iç.” Dedi Aydın ve kahveciye hemen seslendi:
“Bize iki büyük kahve!”
İkisi meslekleriyle ilgili karşılaştıkları, birbirilerine akıl danıştıkları vardı. Aydın kahveler gelir gelmez üzüntülü sesle sordu:
“Meslektaş, hep böyle aylak mı duracağız?”
“Ne yapalım?” diye sordu Hasan. “İşsizlik aldı yürüdü. Tamirhaneden azledildiğimde birkaç gün hem dinlenirim ve ev etrafında bazı ufak tefek işleri hallederim, hem de iş ararım demiştim kendi kendime. Lakin düşündüğüm gibi olmadı. Bir aydır iş için bir yerden bir sinyal yok.”
“Hele gene akşamları evde ‘bu gün ne yaptın?’ sorusuyle karşılanırsan…”
“Bana ‘bu gün ne yaptın?’ diye hep daha sorulmadı, ama ay sonunda maaş almak başka, elindeki hazır parayı harcamak yine başka. İşsiz durmak kötü şeymiş. Hele gene önümde tek bir umut ışığı görünmeyince....”
“Hasan, ben ne düşünüyorum biliyor musun?”
“Bilmiyorum. Ne düşünüyorsun?.”
“Dört gün evelsi bir dostumdan mektup aldım. Bir buçuk… belki iki yıl öncesi Hollanda’ya gittiydi. Oradan Almanya’ya geçmiş. Belki tanırsın. Adı Mümün. Çalıköyden…”
“Evet, tanıyorum. Tornacı. Bizim okuldan benden iki yıl önce mezun olmuştu. Yakın dostluğumuz yok, ama tanıdık gibi merhabamız vardı.”
“Tanıyorsun yani. Makine üreten bir fabrikada çalışıyormuş. Hakikaten oranın en ağır işlerinden birini icra ediyormuş, ama maaşı buradakinden on-on iki defa daha yüksekmiş.”
“İyi etmiş işte. Burada bizim gibi kahvehanelerde sandalye eskiteceğine…”
“Sen de gel. Bir yıla kadar cebinde paran da olacak, altında otomobilin de, diye yazıyor.”
“Batı için anlatılanların hepsine inanmak olmaz. Lakin burada aylak durmaktansa… Yani ne yapmayı düşünüyorsun?”
“Evde bazı işleri halleder etmez yola çıkmak niyetindeyim. Ben bilmediğim yere kolaycacık gitmem, ama madem beni orada karşılayacak ve iş bulmak için yardım edecek bir kimse var, neden gitmeyeyim?”
“Git. Hiç olmazsa işsiz güçsüz durarak evdekilere ağırlık etmezsin.”
“Sen bu işe biraz karamsar bakıyorsun. Lakin ben kararlıyım. Mümün’ün yazdığı gibi oradaki maaş buradakinden on defa değil, beşı defa daha büyük olsun, yine yeter. Hem ikinci elden olan otomobiller orada çok ucuzmuş. İki ayda kazandığın para ile iş yapacak bir araç…”
“Mümün okadar çok abartıcı bir kimse olduğunu bilmiyordum.”
“Almanlar bir aracı dört-beş yıldan fazla ellerinde tutmuyorlarmış. Bizim gibi yirmi yıl değil. Bunu bari işitmedin mi?”
“İşittim…”
“İşittin, ama inanmıyorsun değil mi?”
“Neyse. Ne zaman yola çıkmak niyetindesin?”
“Hep daha tamamiyle belli etmedim…”
“Aşağı yukarı?”
“Gelecek haftanın sonuna doğru. Sen gelmek istemiyor musun? Üç arkadaş bir arada çalışırız. Birbirimize arka dayak oluruz. Ne diyeceksin?”
“Şimdiye kadar bu konu üzerine akıl yormamıştım…”
“Düşün taşın. Niyet edersen haber et, birlikte yolculuk ederiz.”
Hasan arkadaşının teklifini hiç de kafasına takmadı. Evin yolunu tuttuğunda Aydın ile kahvehanede konuşulanları hatta unutmuştu bile.
-3-
Akşam yemeğine oturduklarında Leyla üzüntülü sesle konuştu:
“Bizim terzi kooperatifinde de işler azalmaya başlıyacak artık.”
“Kimden öğrendin?” Diye sordu Hasan.
“Bugün ustalardan biri söyledi. Bu ayın sonuna kadar yeterince iş varmış, ama gelecek ay için siparişler hiç de yeterli değilmiş.”
“İşsizlik gittikçe derinleşiyor.” Dedi Hasan ve hafifçe göğüs geçirdi.
“Gereken sipariş sağlanamazsa gelecek ayın başında ilkin bu yıl hep daha ödenir izin almamış olanları izine çıkarmaya mecbur kalacaklarmış. Bu da yetmezse bazı kimseleri işten azletmeleri gerekecekmiş.”
Leyla, kızları Ece’yi uyuttuktan sonra televizyon seyretmekte olan kocasının yanına sokuldu. Her akşam izledikleri film bu defa ona okadar ilginç gelmiyordu. Öksürdü ve alçak sesle sordu:
“Hasan, ne yapacağız? Ben de işsiz kalırsam…”
Hasan gözlerini televizyondan ayırmadan cevap verdi:
“Hiç aklım ermiyor Leyla. İşi terkederken aylaklık bukadar çok uzayacak diye aklıma gelmezdi. O ise…”
“Bir şeyler düşünmemiz gerekiyor.”
“Kafamı her gün yoruyorum, lakin şimdiye kadar bir karara varamadım.”
“En nihayet köye bizimkilerin yanına giderek biz de tütün yetiştireceğiz....”
“Ya toprak? Bizim tarlamız mı var?”
“Babamın sözlerine bakarsan tarım kooperatifinden yirmi dekar toprak iade edeceklermiş. Onlar onun yarısını bile işleyemeyecekler.”
“Gerekirse tütün de yetiştireceğiz. Fakat bu gelecek yıl olacak. O zamana kadar ne yapacağım… Hep böyle elimi kolumu sallayarak gezecek miyim? Aylak durmak canıma tak demeye başladı artık.”
Sustular. Çok geçmedi Leyla yine konuştu:
“Bir yıl evelsi yanımızda işe başlayan Hayriye’yi hatırlıyor musun?”
“Evet hatırlıyorum. Alçak boylu değil mi?”
“Evet. İşte onun kocası da işsizmiş ve Batıya gitmeye karar vermiş. Hollanda’ya mı, yoksa Almanya’ya mı, tam olarak anlayamadım.”
“Ne yapacakmış orada?”
“Çalışacakmış.”
“Kocasının adı Aydın değil miydi canım?”
“Evet.”
“Bugün onunla birlikte kahve içtik. Bir dostu iki yıldan beri Batıdaymış. Orada işlerini bayağı yoluna koymuş ve şimdi Aydın’ı yanına davet ediyormuş. O da karar almış ve gidecekmiş… Sınırdışı yolculuklar kolaylaşınca bayağı kişiler Batıya gitmeye heveslendiler… Lakin şu dil meselesi yok mu. Öğrenciyken Batı dili mi okuduk. Sadece bir yıl fransızca dersimiz vardı, ama öğretmenimiz de bizimle birlikte öğrenmeye çalışıyordu o dili… Dil bilmedikten sonra gideceğin yeri nasıl bulursun, kimi aradığını, niçin aradığını nasıl izah edersin… Derdini nasıl anlatabilirsin…”
“Ben de ona şaşıyorum Hasan. Gidenlerin herhalde orada yardım edecek kimseleri var. Aydın’ı da orada karşılayacak bir kimse olduktan sonra…”
“.......................”
“… Hasan, sen de gitmek istiyor musun yoksa?”
“Leyla, şimdiye kadar aklımdan böyle bir şey geçmedi. Doğruyu söylemek lazımsa işsiz durmak, kahvehanelerde saatlerce, günlerce oturmaktan....”
“Aşkım, şimdiye kadar ayrılık denilen şey başımıza gelmedi. Herhalde iyi bir şey değil… Ama aylak durmaktansa git ve o yerleri sen de gör. Anlattıkları gibi değilse, dönersin. Orada her ne pahasına olursa olsun durmaya mecbur değilsin ya. Başka iş bulamazsan ve ben de işsiz kalırsam, son çare tütün olacak. O bari elimizden geliyor…”
“Bir işe başlamam lazım. Aylak gezmekle olmayacak.”
Ertesi sabah uyandığında Hasan artık kati karar almıştı. Meslektaşı Aydın’a haber edecek ve onunla birlikte o da Batıya iş aramaya gidecek.
-4-
Aydın ile Hasan yola çıktıkları vakit Temmuz sıcakları artık başlamıştı. Trakya ovalarında ekinler iyice sararmış, biçerdöverlerin gelmesini bekliyordu.
Otuz saatten fazla süren yolculuktan sonra otobüs Almanya’nın Frankfurt am Mayn şehrine girdi. Yabancı şehir, mimarisi bizimkilerden farklı binalar, değişik sokaklardaki pankartlar… Yol boyunda olduğu gibi şehir içinde de her şey Hasan için çok ilginçti, lakin bu anda zihnini başka bir sorun zorluyordu: Nerede inecekler, nereye gidecekler, Mümün onları karşılamaya hakikaten de gelecek mi… Hangi otogarda, hangi saatte… Sabredemedi ve sordu:
“Yola çıkacağımızı Mümün’e mektupla mı bildirdin, telegramla mı?”
“Mektupla.”
“Kaç gün oldu göndereli? Almamış olabilir mi?”
“Telaşlanma. Sokakta bırakmaz bizi! Mümün sözüne ciddi bir kimsedir.”
Nasıl sakin olabilir ki? Yabancı yer. Almanca tek bir söz bilmiyorlar. Kime neyi ve nasıl soracaklar? Bir yudum su rica etmeyi beceremeyacekler…
Sağa ve sola bakınırken otobüs büyük bir otogara girip durdu. Kaptan son durak olduğunu ilan ediyordu ki, Aydın gülümsedi:
“Sakinleş! Mümün burada! Sokakta kalmamız için tehlike yok yani!”
Hasan heyecanla sormaktan kendini alamadı:
“Nerede?”
Hem sordu, hem de pencere önünde el sallamakta olan kişiyi gördü. Görünce de gülümsedi ve Aydın’a fısıldadı:
“Evet! Hakikaten de gelmiş!”
İndiler. Sarmaş dolaş olur olmaz Mümün emreder gibi konuştu:
“Kavrayın bavullarınızı ve gelin arkamdan!”
Otogardan çıkar çıkmaz bir otoparka girdiler.
“İşte şu araca bineceğiz!”
Aydın ilgiyle sordu:
“Bir yıl içinde otomobil de mi aldın Mümün?”
“Otomobil almaya daha vakit var!.. Bu araçı çalıştığım yerdeki ustabaşından sizi karşılamak için aldım. Durmayın, binin!.”
Hemen yola koyuldular. Mümün hem insanla, hem de taşıt araçlarıyle dolup taşan sokaklarda otomobili maharetle sürüyordu. Trafiği gerektiği gibi koruyabilmek için gözlerini dört açaraktan anlatmaya çalıştı:
“İşten yalnız bir saat için çıktım. Sizi yaşadığım yere götürüp bırakacağım. Banyo alın ve yatıp dinlenin. Akşama işten döndüğümde uzun uzun sohbet edeceğiz. Memlekette ne var ne yok?”
“İyilik. Bütün tanıdıklardan selam getiriyoruz. Lakin en çok eşinden ve annenden. Hepsi iyidirler.” Dedi Aydın.
“Bu geçtiğimiz sokak Frankfurt şehrinin ana sokaklarından biri. Şimdi sağ tarafa kıracağız ve şehiri terkedeceğiz…”
“Trafik burada çok yoğun, ama herkes dikkatle sürüyor,” dedi Hasan. Mümün gülümsedi:
“Yani bizim memlekette olduğu gibi değil demek istiyorsun!”
“Tam öyle. Olur olmaz sebeple kornaya basmıyorlar.”
“Yayalılar da olur olmaz yerden geçmiyorlar. Başka farklar da göreceksiniz. Bazıları iyi, bazıları kötü…”
“Yaya yolcular arasında kaideleri ihlal eden hiç mi yok canım?” dedi Hasan.
“Var. Olmasın olur mu. Kim canına kıymaya karar aldıysa… Yaya giden yolcu kaideyi ihlal ederse sürücünün kabahatı ne?”
Geniş bir yola çıktılar ve az sonra otobana girdiler.
“Nereye gidiyoruz? Şehir arkamızda kaldı!” diye sordu Aydın.
“Şurada, çok yakında bulunan Darmştat şehirine götüreceğim sizi.”
Yarım saat sonra otobandan ayrıldılar ve Mümün’ün dediği şehre girdiler. Sağa, sola derken araç durdu.
“Geldik!” dedi Mümün ve önündeki binayı gösterdi. ”Ben burada yaşıyorum. Şimdilik siz de burada, benim yanımda yatıp kalkacaksınız.”
Mısafirleri açtığı kapıdan içeri aldı ve bir daha tekrarladı:
“Ben işimin başına dönüyorum. Dinlenmekten başka yapacağınız bir şey yok. Daha fazla akşama konuşacağız. Buz dolabında ne bulursanız yeyin.”
Mümün aceleden kaybolduğu gibi akşam üstü de kapıdan acele acele içeriye daldı. Hep daha bu sabah otoparkta onları karşıladığı heyecanla yaşıyordu. Konuşmayı hiç kesmemişler gibi devam etti:
“Dinlendiniz değil mi? Sizi azacık beklettim. Canınız iyice sıkılmıştır.”
“Niye sıkılsın ki?” dedi Hasan.
“İşten geç çıktığım ve eve geçiktiğim için.”
“Geçikme her vakit vuku bulabilir. Trafik yoğun olur, yolculuk ettiğin otobüs yahut tramvay geçikmeyle hareket eder…”
“Trafik kırkta bir seksende iki yoğun oluyor. İş saatini korumak en büyük kanun. İşten yetmiş iki dakka daha geç çıktığım gibi…”
“Neden?” Diye sordu Aydın.
“Burada günde sekiz saat değil, dörtyüz seksen dakka çalışılıyor.”
“Hep ayni değil mi?!”
“Değil. Sizi karşılamaya gittiğim için işe yetmiş iki dakka geç başladım.”
”Bir saat için de hesap mı tutuyor senin patronların?”
Bunu soran ise Hasan’dı. Mümün gülümsedi:
“Bir saat değil, yetmiş iki dakka dedim. İşe kaç dakka geç gittiysem o kadar da geç çıkmam gerekiyor. Ama şimdi bu konuyu kapayalım. Böyle şeyleri konuşmak için çok fırsatlarımız olacak. Koşukavak’ta başka ne var ne yok?”
Sohbet çabucak derinleşti. Hele gene Rodopların havasını hatırlattıran içki şişesi masa üzerinde belirince… Mümün’ün sorduğu kişileri de andılar, sormadığı kişileri de. Masa başında geç vakitlere kadar oturdular. Gece yarısına doğru Hasan rahatsızlığını artık gizleyemez oldu. Sorulanlara tek bir kelimeyle cevap veriyor, yerinde sakince oturamıyordu. Nihayet Mümün sabredemedi ve bıyık altından gülümseyerek sordu:
“Ne var Hasan? Uykun mu geldi, yoksa başka bir rahatsızlığın mı var?”
“Ben uykusuzluğa ve yorgunluğa dayanabilen bir kimseyim. Çok şeyler konuştuk, çok kişileri andık. Lakin bizi buraya getiren konuya hiç değinmedik. İş sorununu nasıl halledeceğiz? Burada iş bulabilecek miyiz?”
Mümün her ikisine de baktı kaldı:
“Ama siz buraya çalışmak için mi geldiniz? Ben ise bana yalnız mısafirliğe geldiniz diye düşünüyordum!”
Hasan ve Aydın birbirilerine bakıp kaldılar. Çehreleri değişiverdi. Yalnız bir mısafirlik için bukadar masraf yapmak ve bukadar yol döğmek olur mu!? Hasan Aydın’a baktı:
“Sen mektubunda buraya niçin geleceğimizi Mümün’e izah etmedin mi?”
“İzah ettim…”
Mümün daha fazla sabredemedi ve gülümsedi:
“Sakin olun. Daha yarın sabah benim yanımda işe başlıyorsunuz.”
Her ikisinin de çehreleri ışıyıverdi. Aydın sevincini gizleyemedi:
“Bunun üzerine daha bir kadeh içki hemen içerim!”
“İçersin elbet, ama işiniz neden ibaret olacak diye sormayacak mısınız?”
“Biz her verilen işi icra etmeye hazırız. Madem konuyu açtın, söyle, daha şimdiden bilelim.” Dedi Hasan heyecan dolu sesle.
“Bilmelisiniz ki, burada yabancılar yerli işçilerin beğenmedikleri en ağır işlere alınıyor. Benim çalıştığım ve sizinde çalışacağınız yer bayağı gürültülü ve toz içinde.... İşimiz orta gerginlikte ve bizim memlekete bakarak çok daha iyi ödeniyor. Çalışacağım diyen ve birkaç para biriktirmeye niyeti olan kimse bunu başarabilir ve eve boş elle dönmez.”
Aydın daha fazla sabredemedi ve onun sözlerini kesti:
“İşimiz neden ibaret, sen bize en nihayet onu söyle!”
“Fabrikada yol inşaatında çalıştırılan değişik makinelerin en hacımlı kısımları üretiliyor. Biz canavar dedikleri cila makinesiyle çalışacağız ve kaynakçıların bıraktıkları pürüzleri defedeceğiz. Ne diyeceksiniz?”
“Sorun yok!” dedi Hasan.
“Sormaya gerek mi var!” diye ilave etti Aydın.
Nihayet Mümün ayağa kalktı:
“Bu akşam Koşukavak yöresinde bayağı kimselerin kulakları çınlamıştır. Ama tatlı sohbete doyum olmaz arkadaşlar. Yarın akşam yine devam ederiz. Beş saat sonra iş başında olmamız lazım. Artık yatalım. Ne diyeceksiniz?”
Ne diyebilirlerdi, hemen yattılar. Lakin heyecandan gözlerine uyku gelmek bilmiyordu. İş sorunu çabuk halledildi, yatacak yerleri var.. Diğer taraftan ise yarın sabah tanımadıkları kimselerle birlikte çalışacaklar. İş ellerinden geliyor, lakin dili bilmiyorlar ve her şeyi tercüme etsin diye Mümün’ün gözlerine sık sık bakıp duracaklar. Bu dil sorunu hele Hasanı çok düşündürüyordu. Uykuya dalmazdan önce sordu:
“Almancayı az çok anlamaya ve konuşmaya başladın mı Mümün?”
“Hasan, ne diyeyim, bizim insanların bir lafı var, sopa yiyecek kadar becerebiliyorum işte!”
Gülüştüler.
Aydın da, Hasan da, yatak içinde sağa ve sola bayağı dönüp durdular. Nihayet uyku üstün geldi ve sakince nefes almaya başladılar.