Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Sefiller I. Cilt», Seite 9

Schriftart:

IV
Pontarlier’nin Peynir Fabrikaları ile İlgili Ayrıntılar

Şimdi o masada geçenler hakkında sizlere bir fikir vermek adına, Matmazel Baptistine’in Matmazel Boischevron’a yazdığı mektuplardan birinden, hükümlü ile Piskopos arasındaki konuşmanın ustaca bir incelikle anlatıldığı pasajı aktarmak istiyorum.

…Bu adam sofrada kimsenin yüzüne bakmıyordu. Büyük bir açgözlülükle yemeğini yemeye odaklanmıştı. Ama yemekten sonra şöyle dedi: “Tanrı’nın bahşettiği Saygıdeğer Monsenyör, hazırlamış olduğunuz bu yemekler benim açımdan elbette ki yeterli ancak yemek yememe izin vermeyen o arabacıların sizden çok daha mükellef bir sofraya sahip olduklarını söyleyebilirim.” Aramızda kalsın ama bu sözleri beni gerçekten sinirlendirmişti. Kardeşim ona şöyle cevap verdi: “Onlar benden çok daha yorgun olduklarındandır.” “Hayır.” diye yanıtladı adam. “Onların daha fazla parası olduğu için. Siz fakirsiniz, bunu açıkça görebiliyorum. Hatta belki de bir papaz bile değilsinizdir. Yoksa sadece bir köy papazı mısınız? Ah, şayet Tanrı adaletli olsaydı, sizin kesinlikle bir papaz olmanız gerekirdi!”

“Yüce Tanrı adaletli olmaktan çok daha fazlasıdır.” dedi ona kardeşim. Sonra hemen ekledi: “Mösyö Jean Valjean, Pontarlier’ye mi gidiyorsunuz?”

“Oraya gitmek zorundayım.”

Adam sanırım buna benzer bir şey söylemişti. Sonra şöyle devam etti: “Yarın gün ağardığında yeniden yola koyulmalıyım. Yolculuk çok güç oluyor. Geceler ne kadar soğuksa gündüzler de bir o kadar sıcak oluyor.”

“Güzel topraklara gidiyorsunuz.” dedi ona kardeşim. “Devrim sırasında ailem dağıldığında ben de önce Franche-Comte’a sığınmıştım ve bir süreliğine orada çalışarak nafakamı çıkardım. Güçlü ve sağlıklı bir adamdım. Orada yapabileceğim çok iş vardı. Birinin sadece o işlerden birini seçmesi gerekiyordu. Orada kâğıt fabrikaları, tabakhaneler, içki fabrikaları, petrol fabrikaları, büyük ölçekli saat fabrikaları, bakır fabrikası; dördü Lod, Chatillon, Audincourt ve Beure topraklarına kurulmuş en az yirmi demir dökümhanesi vardı. Bu elbette ki kabul edilebilir büyüklükte iş olanağı sağlıyordu.”

Kardeşimin bahsettiği isimlerin bunlar olduğunu söylerken yanılmadığımı düşünüyorum. Tam bu sırada, onunla konuşmayı bırakarak bana döndü: “Sevgili kız kardeşim, orada bizim akrabalarımız yok mu?” dedi.

Ben de cevapladım: “Bazı akrabalarımız vardı, hatta eski zamanlarda Pontarlier kapılarına bakan Yüzbaşı Lucenet de bizim akrabamızdı.”

“Evet.” diyerek devam etti kardeşim. “Ama 1793’te hiç akrabamız yoktu. İnsanların kendi başının çaresine bakması, hayatını kazanmak için bizzat çalışması gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Pontarlier topraklarında tam olarak nereye gidiyorsunuz, Mösyö Valjean? Orada gerçekten büyük ve güzel peynir fabrikaları vardır. Büyüleyici bir endüstriye sahiptir, kardeşim. Meyvelik dedikleri peynir mandıraları bulunmaktadır.”

Sonra kardeşim, bir taraftan adamı yemek yemeye teşvik ederken diğer taraftan büyük bir dikkatle ona Pontarlier’deki peynir fabrikaları hakkında açıklamalar yapıyordu. Bu fabrikaları iki sınıfa ayırmıştı: Zenginlere ait olan ve her yaz üç ila dört ton peynir üreten, kırk veya elli ineğin bulunduğu büyük fabrikalar ve daha fakirlere ait olan mandıralar. Bunlar ineklerini ortak kullanan ve hasılatı paylaşan dağ köylüleriymiş. Her hissedar, ineklerin başına bir kâhya bırakırmış. Onlar da peynir yapma zamanı olan nisan ayının sonuna kadar her gün, günde üç sefer süt sağar; aldıkları sütü de iki liste üzerinde işaretlerlermiş.

Yemeklerden yedikçe adamın giderek gücünü geri kazandığını görebiliyordum. Kardeşim, oldukça pahalı olmasına karşın o güzel Mauves şarabından misafirine bolca ikram ediyordu. Kardeşim bütün bu ayrıntıları, sizin de aşina olduğunuz o rahat neşesiyle anlatıyor; konuşması arasında bir taraftan da bana iltifatlar yağdırıyordu. Sohbeti sırasında sık sık o peynir imalathanelerine geri dönerek misafirine, aslında onun açısından en uygun tavsiyenin de kendisi açısından en uygun sığınacak yerin de orası olduğunu ima ediyordu. Bu konuda bir şey, beni fazlasıyla etkilemişti. Bu adam gerçekten de tam olarak sana anlattığım gibi biriydi. Eh, bu arada ne yemek sırasında ne de tüm akşam boyunca kardeşimin bu adama kendisinin kim olduğunu söylememesi de gözümden kaçmamıştı. Bu konuda ona tek bir kelam dahi etmemişti. Onun yerinde başka birisi olsa misafirinin karnını doyurduktan sonra ona küçük küçük vaazlar vermekten çekinmez, mahkûmu bir din adamı sıfatıyla etkilemeye çalışarak ona neler yapması konusunda tavsiyelerde bulunurdu. Böylesi talihsiz bir adamla karşılaşan biri, onu gelecekte daha iyi davranması için teşvik edebilir; bedenini olduğu kadar ruhunu da beslemek ve ona, ahlak dersi ve öğütleriyle terbiye edilmiş bir parça sitem ya da biraz merhamet bahşetmek için bu fırsatı kesinlikle kullanabilirdi. Kardeşim ise ona ne tam olarak nereden geldiğini ne de geçmişinde neler yaşadığını sormuştu. Çünkü adam geçmişinde büyük hatalar yapmıştı ve kardeşim ona, bunu hatırlatabilecek her şeyden kaçınıyor gibi görünüyordu. Hatta Pontarlierlilerin çok rahat yaşadığını, onların Tanrı’nın talihli kulları olduklarını söylediği zaman, adamın bundan kırılabileceğini düşünerek sözlerini kısa kesti.

Kardeşimin düşüncelerini zihnimde tartarak onun yüreğinden geçenleri anladığımı sanıyorum. Adı Jean Valjean olan bu adam çok talihsiz ve çok acı çekmiş bir kimseydi. Kardeşim ise en iyisinin onu geçmişine dair düşüncelerden uzaklaştırmak olduğunu ve ona gayet doğal davranarak diğer insanlardan hiçbir farkı olmadığına inandırmak için elinden geleni yapıyordu. Şefkat ve acımak da böyle hareket etmemizi gerektirmiyor muydu zaten? Vaazdan, ahlak dersi vermekten, kinayelerden uzak duran bu ince duruşla, yüreği acıyla dolu bir kimseyi avutmaya çalışmak, bir fakire sadaka vermekle eş değer değil miydi? Bir insanın acılarına dokunmamak gerekir sevgili dostum, kardeşim de bunları düşünüyor ama her hâlükârda size şunu söyleyebilirim ki içinde beslediği tüm bu düşüncelerini bana yansıtmamak için çabalıyordu. Adamın buraya gelmesinden itibaren, sonuna kadar ona her zaman başkalarına davrandığı gibi davranıyor; bu Jean Valjean’ı sanki karşısında Mösyö Gedeon ya da Prevost varmış gibi ağırlıyor; diğer tüm papaz arkadaşlarına yemek veriyormuş gibi onunla sıcak sohbetler ediyordu.

Yemeğin sonlarına doğru, incir yemeye başladığımız sırada kapı çaldı. O, bahsi geçen Gerbaud, kucağında bebeğiyle içeri girdi. Kardeşim bebeği alnından öptü ve Rahibe Gerbaud’ya vermek üzere bana emanet etmiş olduğu on beş santimi, kadına vermek için benden aldı. Adam bu sırada etrafındaki hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Artık konuşmayı da bırakmıştı ve çok yorgun görünüyordu. Zavallı Gerbaud ayrıldıktan sonra, kardeşim misafire doğru dönerek: “Çok uykunuz gelmiş olmalı.” dedi. Madam Magloire bu sırada hemen masayı topladı. Bu artık bizim, misafirin dinlenebilmesi için odalarımıza çekilmemiz anlamına geliyordu; ikimiz de odalarımıza çıktık. Bu sırada odamda bulunan karaca postunu misafire vermesi için Madam Magloire’ı bir aralık aşağıya gönderdim. Geceleri çok soğuk oluyor buraları, bu onu en azından sıcak tutardı. Kardeşim Almanya’dayken bu postu ve masada kullandığım fil dişi saplı küçük bıçağı Tuna Nehri’nin yakınlarında bulunan Tottlingen’den getirmişti. Bu postun artık iyice eskimiş ve kıllarının dökülmeye başlamış olması ne yazık…

Madam Magloire hemen geri döndü. Çarşafları astığımız oturma odasında dualarımızı ettik ve sonrasında birbirimize tek kelime etmeden kendi odalarımıza çekildik.

V
Huzur

Monsenyör Bienvenu, kız kardeşine iyi geceler diledikten sonra masadaki iki gümüş şamdandan birini aldı; diğerini misafirine verdi ve şöyle dedi: “Mösyö, sizi yatacağınız odaya götüreyim.”

Adam onu takip etti.

Daha önceden anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi ev öyle düzenlenmişti ki girintinin bulunduğu dua alanına girmek veya oradan çıkmak için Piskopos’un yatak odasını geçmek gerekiyordu.

O, bu odaya geçerken Madam Magloire da gümüş takımları yatağın başucundaki dolaba koyuyordu. Bu, onun her akşam yatmadan önce yaptığı son göreviydi.

Piskopos, konuğunu odasına yerleştirdi. Onun için tertemiz bir yatak hazırlanmıştı. Adam mumu küçük şifonyerin üzerine koydu.

“Tamam.” dedi Piskopos. “Şimdi size iyi geceler dilerim. Yarın sabah yola çıkmadan önce ineklerimizden size bir bardak ılık süt ikram edeceğim.”

“Teşekkürler, Papaz Efendi.” dedi adam.

Her ne kadar bu sözleri tamamen barışçıl duygularla telaffuz etmiş olsa da birdenbire öylesine bir hareket yapmıştı ki şayet iki aziz kadın onun bu hareketini görmüş olsalardı mutlak surette dehşete kapılırlardı. O anda bu adama böyle bir hareket yapması için neyin ilham verdiğini, bizim açımızdan bugün bile açıklamak çok zor. Acaba bir uyarıda mı bulunmak istemişti, yoksa bir tehdit mi savurmak niyetindeydi? Yoksa kendisinin bile farkında olmadığı bir tür içgüdüsel dürtüye mi boyun eğiyordu? Birden yaşlı adama doğru döndü, kollarını önünde kavuşturdu ve vahşice bir bakışla âdeta haykırırcasına şunları söyledi:

“Ah! Gerçekten mi? Beni evinizde kendinize bu kadar yakın tutuyorsunuz demek?”

Sonra bir süre durdu, canavarca bir şeylerin gizlendiği korkunç bir kahkaha attı:

“Bunu iyice düşündünüz mü? Benim bir katil olmadığımı nereden biliyorsunuz?”

Piskopos sakince yanıtladı:

“Bu, Tanrı’yı ilgilendiren bir meseledir.”

Sonra gayet ciddi bir tavırla, dua eden ya da kendi kendine konuşan biri gibi dudaklarını kıpırdatarak sağ elinin iki parmağını kaldırdı ve misafirini takdis etti. Sonrasında başını çevirmeden ve arkasına bile bakmadan kendi yatak odasına geçti.

İçerideki misafir odasını, duvardan duvara çekilen büyük bir perde ayırıyordu. Piskopos, odasına geçerken arkasından perdeyi de çekti ve sonrasında perdenin önünde diz çökerek kısa bir dua etti. Kısa bir süre sonra da odasından bahçeye çıkarak bir süre yürüdü. Gezintisi esnasında tefekkür ederek kendi kendine mırıldanmaya devam ediyordu. Kalbi ve ruhu, Tanrı’nın geceleri açık kalan gözlere gösterdiği o büyük ve gizemli düşüncelere dalmıştı tamamen.

Adama gelince aslında o kadar yorulmuştu ki güzel, bembeyaz çarşafların keyfini bile sürememişti. Mahkûmların alışık olduğu tavırla, mumu bir üfleyişte söndürmüş; giyinik hâliyle kendisini yatağa atarak hemen derin bir uykuya dalmıştı.

Piskopos, bahçesinden odasına geri döndüğünde gece yarısı olmuştu. Birkaç dakika sonra ise küçük evde herkes çoktan derin bir uykuya dalmış bulunuyordu.

VI
Jean Valjean

Gece yarısı Jean Valjean uyandı.

Jean Valjean, Brie’nin fakir bir köylü ailesinden geliyordu. Çocukluğunda okuma yazma dahi öğrenmemişti. Gençlik dönemine yaklaştığında Faverolles’de ağaç budama ustalığını icra etmişti. Annesinin adı Jeanne Mathieu, babasının adı ise Jean Valjean ya da Vlajean idi. Muhtemelen bir lakap ya da “Voila Jean”3 kelimesinin kısaltılmış hâliydi.

Jean Valjean, öyle pek de neşeli ve sevecen bir insan değildi ancak yine de çok karamsar olmayan ve düşünceli bir mizaca sahipti. Bununla birlikte, genel olarak Jean Valjean’ın içinde gizli bir şeylerin uyuduğu belli oluyordu. Annesini ve babasını çok erken yaşta kaybetmişti. Annesi, gerektiği gibi ilgilenilmediğinden zehirli sütten hayatını kaybetmişti. Kendisi gibi ağaç budama ustası olan babası ise ağaçtan düşerek ölmüştü. Jean Valjean’ın elindeki tek yakını, erkek ve kız yedi çocuğu olan ve çok erken yaşta dul kalan ablası olmuştu. Jean Valjean’ı işte bahsettiğimiz o ablası büyütmüştü. Kadının kocası erken yaşta öldüğünde ise Jean Valjean onun çocuklarına babalık etmiş ve ablasının yanına sığınmıştı. Ablasının kocası öldüğünde yedi çocuğun en büyüğü henüz sekiz, en küçüğü ise bir yaşındaydı.

Jean Valjean o sıralarda yirmi beş yaşındaydı. Çocuklarla babalarıymış gibi ilgilenerek ablasına onların yetiştirilmesinde destek olmuştu. Hayata karşı fazlasıyla kalender ve tembel bir duruşu olmasına karşın ablasına yardımcı olmayı bir görev olarak kabullenmişti. Böylece gençliği çok az kazanç ve zorlu işlerle geçti. Kendi memleketinde olmasına rağmen hiçbir zaman dost edinemedi, nazik bir kadın arkadaşla bile tanışma olanağı olmadı. Âşık olacak zamanı bile bulamadı.

Geceleri yorgun ve bitap hâlde eve döner, hiçbir şey söylemeden yemeğini yerdi. Kız kardeşi Jeanne, yemek yedikleri sırada genellikle yemeğin en iyi kısmını -biraz et, bir dilim domuz pastırması, lahananın göbeği gibi- çocuklarından birine vermek için kâsesinden alırdı. Jean Valjean ise başı masaya eğik, uzun saçları önündeki tabağa doğru dökülerek gözlerini gizler; etrafında olup biteni hiç algılamıyor ve buna izin veriyormuş gibi bir tavır takınırdı. Faverolles’de, Valjean’ın sazdan kulübesinden çok uzakta olmayan sokağın diğer tarafında, Marie-Claude adında bir çiftçinin karısı vardı. Valjean gibi çocuklar da her zaman açlık çekerlerdi. Kimi zaman anneleri adına Marie Claude’dan bir litre süt ödünç almaya gider, bir çitin arkasına ya da bir ara sokağa girerek sürahiye doldurttukları sütü aceleyle içmeye çalışırlardı. O kadar aç olurlardı ki küçük kızlar sütü içerken boyunlarından aşağıya, önlüklerine dökerlerdi. Anneleri çocukların bu yaramazlıklarını öğrenecek olsa onları kesinlikle çok ağır biçimde cezalandırırdı. Jean Valjean ise bu durumun farkında olduğundan çocuklar, annelerinden dayak yemesinler diye gizlice Marie Claude’a süt paralarını öder; böylece yeğenlerinin cezalandırılmasını önlemiş olurdu.

Ağaçların budanma mevsimi geldiğinde Jean Valjean, günde on sekiz metelik kazanırdı. Sonra hasat zamanı geldiğinde saman toplama ve ardından her türlü angarya işe koşar, çiftliklerde bulabildiği tüm işlerde üç santime çalışırdı. Bu konuda gerçekten de elinden geleni yapardı. Ablası da çalışıyordu ama yedi küçük çocukla ne kadar kazanabilirdi ki? Onlar gerçek anlamda yavaş yavaş yok edilen, tüm hayatları sefaletle sarmalanmış bir grup kederli insan topluluğundan başka bir şey değildi. Çok sert bir kış bastırmıştı. Jean’ın bir işi yoktu. Aile ekmek alacak para dahi bulamıyordu. Evet, gerçekten de evde bir lokma ekmek dahi yoktu. Yedi çocuk, hepsi açtı!

Bir pazar akşamı, Faverolles’deki Kilise Meydanı’nda fırıncı Maubert Isabeau yatmaya hazırlandığı sırada, dükkânının kepenkli cephesinde büyük bir gürültü duydu. Bir yumruk darbesiyle açılan delikten kolunu içeriye uzatan hırsızı görebilecek kadar hızlı biçimde içeri koştu. İçeriye uzanan kol, bir somun ekmek kapıp elini çekti. Isabeau aceleyle dışarı çıktı, hırsız var gücüyle kaçıyordu. Isabeau peşinden koştu ve onu yakalamayı başardı. Hırsızın elindeki somun fırlayıp yere düşmüştü. Kırık camdan ekmeği dışarı çekerken kolu kesilmişti ve o anda hâlâ kanamaya devam ediyordu. Bu, Jean Valjean’dan başkası değildi.

Bu olay 1795’te gerçekleşti. Jean Valjean; gece vakti gasp, hırsızlık ve meskûn bir haneye girmek suçlarından dönemin mahkemelerinin huzuruna çıkarıldı. Dünyada belki de herkesten çok iyi kullanmayı becerdiği bir silahının olması ve o dönem avcılıkla uğraşması, davasında onun aleyhine kullanıldı. O dönemlerde kaçak avcılara dair çok büyük ön yargı vardı ve onları kaçakçılarla bir tutarlardı. Bu nedenle Jean Valjean da kendi topluluğu arasında kötü bir kimse olarak kabul edilmişti. Yine de şu noktada bir durumu daha belirtmek isterim ki o dönemlerde sıradan avcılar ve kasabaların korkunç katilleri arasında hâlâ büyük bir uçurum söz konusuydu. Onlara göre kaçak bir avcı ormanda yaşar, bir kaçakçı ise dağlarda veya denizlerde hayatını sürdürürdü. Şehirler, yozlaşmış adamlarla dolu olduğundan vahşi insanlar yaratırdı. Onların görüşüne göre dağlar, denizler, ormanlar vahşi insanların ortaya çıkmasına neden olurdu; onların yaşantısı şiddeti geliştirirdi ancak yine de bu, insanların çoğu zaman insani yönlerini yok etmezdi.

Jean Valjean yargılama sonucunda suçlu bulundu. Kanunlarda şartlar açıktı. Bizim medeniyetimizin korkunç an ve durumları vardı. İşte yargılama sonucunda hükümlerin verildiği anlar da bunlardan biriydi. Ah, toplumun geri çekildiği ve duyarlı bir varlığın onarılmaz bir şekilde terk edilmesinin tamamlandığı işte o an, ne kadar da uğursuz bir andı! Jean Valjean, kadırgalarda beş yıl forsalık yapmaya mahkûm edildi.

22 Nisan 1796’da, İtalya ordusunda general olan Buona-Parte tarafından Motenotte Zaferi’nin kazanıldığı Paris’te ilan ediliyordu. Aynı gün Bicétre’den yola çıkan büyük bir kadırga da zincire vurulmuş mahkûmları taşıyordu. Jean Valjean da o mahkûmların arasındaydı. Hapishanenin şimdi neredeyse seksen yaşında olan eski gardiyanlarından biri; avlunun kuzey köşesinde, dördüncü sıranın sonunda zincirlenmiş talihsiz zavallı mahkûmu gayet mükemmel biçimde hatırlıyordu. O da diğerleri gibi yerde oturuyordu. Durumunun korkunç olması dışında, etrafında olan biteni pek algılamış gibi görünmüyordu. Sürekli olarak derin düşüncelere dalıyor, başına gelenlere bir çözüm bulmaya çalışıyor, bulamadıkça da daha fazla bunalıma giriyordu. Çekicin sert darbeleriyle, demir pranganın başının arkasına perçinlenmesi sırasında çaresizlik içinde ağlıyor; hıçkırıkları neredeyse boğulmasına neden oluyor, konuşmasını engelliyordu; zaman zaman sadece “Faverolles’de ağaç budama ustasıydım ben.” demeyi başarıyordu. Sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ederek sağ elini kaldırıyor ve yedi kez yavaş yavaş indiriyordu. Boynuna geçirilen zincirli pranganın ağırlığı altında ablasını ve yedi zavallı çocuğunu, onların nasıl giyineceğini, beslenmek için ne yapacaklarını düşünerek kahrından mahvoluyordu.

Toulon’a doğru yola çıktı. Yirmi yedi günlük bir yolculuktan sonra, bir yük arabası üzerinde, boynunda prangayla oraya vardı. Toulon’a vardıklarında üzerlerine kırmızı mahkûm elbiseleri giydirildi. Hayatını oluşturan her ne varsa, adı bile orada silindi; o artık Jean Valjean değildi. Ona 24.601 numarası verildi, böylece sadece numaradan ibaret bir varlığa dönüştü. Ablasına ne olacaktı? Yedi çocuk onsuz ne yapacaktı? Onlarla kim ilgilenecekti? Kökünden tamamen kesilmiş olan o genç ağacın üzerinde kalan bir avuç yaprak, şimdi ne yapacaktı?

Hep aynı hikâyeydi işte. O zavallı canlılar, Tanrı’nın yarattığı o sefiller artık tamamen desteksiz, rehbersiz; sığınacakları bir kucakları, güvenecekleri bir omuzları olmadan oradan oraya savrulacak, kim bilir belki de her biri bambaşka yönlere dağılacak, çaresizliğin verdiği biçarelikle o soğuk puslu hayatın içinde kaybolacaklardı. İnsan ırkının karanlık yollarında o biçareler, arka arkaya kasvetli gölgeler gibi yok olacaklardı. Önce memleketleri onları terk edecekti. Köyleri olan yerin saat kulesi onları unutacak, kendi insanları bile onları umursamayacaktı. Kürek mahkûmu olarak geçirdiği birkaç senenin ardından Jean Valjean bile onları unuttu. Yüreğindeki o kanayan büyük yarası artık kabuk bağlamıştı. Hepsi bu kadardı. Toulon’da geçirdiği süre boyunca ablasından sadece bir kez haber alabildi. Sanırım bu, tutsaklığının dördüncü yılının sonlarına doğruydu. Haberin kendisine hangi kanallardan ulaştığını bilmiyorum. Onun memleketinden, ailesini tanıyan biri ablasını Paris’te görmüştü. Rue du Gindre’ın arka sokaklarında, Saint-Sulpice’in yoksul sokaklarının birinde çocuklarının en küçüğü olan oğluyla birlikte yaşıyormuş. Diğer altı çocuğa ne olmuştu acaba? Belki ablası bile onlara ne olduğunu bilmiyor olabilirdi. Her sabah ciltlerini diktiği 3 no.lu Sabot Sokağı’ndaki matbaaya giderek çalışıyormuş. Sabahın altısında -kış aylarında, gün doğmadan zifirî karanlıkta- orada olması gerekiyormuş. Matbaa ile aynı binada bir okul varmış ve yedi yaşındaki küçük oğlunu bu okula gönderiyormuş. Ama matbaada saat altıda işbaşı yaptığından ve okul saat yedide açıldığından, çocuk bir saat boyunca okulun avlusunda beklemek zorunda kalıyormuş ve özellikle kış aylarında, dondurucu soğukta beklemek çocuğu çok zorluyormuş. Çocuğun ayak bağı olduğunu söylediklerinden, matbaaya da girmesine izin verilmiyormuş. Sabah diğer işçiler yanından geçtiklerinde, bu zavallı küçüğün kaldırım kenarında donmuş vaziyette oturduğunu, çoğu zaman hâlâ karanlık olduğundan derin bir uykuya daldığını ve kimi zaman da iki büklüm hâlde titrediğini görüyorlarmış. Ancak hiçbirinin elinden yapacak bir şey gelmiyormuş. Bu yüzden de ona acıyarak yanından geçip gidiyorlarmış. Yağmur yağdığında orada yaşayan yaşlı kadınlardan bir kapıcı; ona acıdığından içeride sadece bir şilte, bir sehpa ve iki tahta sandalyenin olduğu küçük kulübesine alıyormuş onu ve böylece küçük çocuk en azından daha az üşüyerek tıpkı kedi yavrusu gibi bir köşede uyuyakalıyormuş. Saat yedide okul açıldığında o da sınıfına gidiyormuş. Jean Valjean’a anlatılanların hepsi bu kadardı. Bu duydukları karşısında içindeki ateş yeniden alevlenmişti. Bir anda zihninde şimşekler çakmış, sanki sevdiği şeylerin kaderine birdenbire bir pencere açılmış ve sonrasında bir anda bütün düşünceleri kapanmıştı. O zamandan sonra bir daha onlar hakkında hiçbir şey duymadı. Bir daha kendisine ablası hakkında kimse bilgi vermedi. Onları bir daha hiç göremeyecekti, bir daha hiçbir yerde karşılaşamayacaktı ve bu acıklı tarihin devamında artık onları tamamen yitirecekti.

Mahkûmiyetinin dördüncü yılının sonuna doğru Jean Valjean, kaçma girişiminde bulundu. Yoldaşları, o kederli yerde her zaman olduğu gibi ona yardım etti ve o da kaçmayı başardı. Eğer özgür olmak; avlanmak, her an başını çevirerek arkasını kollamak, en ufak bir seste titremek, yoldan geçen birinden, havlayan bir köpekten, dörtnala koşan bir attan, çalan bir saatten, görülebildiği için günden, göremediği için gecenin karanlığından korkmaksa iki gün boyunca tarlalarda özgürce dolaştı. İkinci günün akşamında ise yakayı ele verdi. Otuz altı saat boyunca ne yemek yedi ne de uyudu. Kaçtığı için cezası üç yıl uzatılmış, bu yüzden mahkûmiyeti sekiz yıla çıkmıştı. Altıncı yılın sonunda yine daha fazla dayanamayarak bir kaçma girişiminde daha bulundu ancak kaçışını tam anlamıyla gerçekleştiremedi. Yoklama esnasında kayıptı. Silahlar ateşlenmiş ve gece devriyesi hemen aramaya girişerek onu, henüz yapım aşamasında olan bir geminin kadırgasının altına gizlenmiş hâlde yakalamıştı. Muhafızlara direnmişti ancak çabası nafileydi. İçindeki kaçma ve isyan duygularını bastırması mümkün olmuyordu. Olan olmuştu artık, bu sefer mahkeme onun cezasının beş yıl daha uzatılmasına ve iki yıl boyunca çift pranga taşımasına karar verdi. Ama o yılmak bilmiyordu, on üç yılın sonunda yine kaçma girişiminde bulundu ancak bunda da başarısız oldu ve bu yeni girişimi yüzünden cezasına üç yıl daha eklendi. On altıncı yılın sonunda son bir girişimde daha bulundu ancak kaçışından yaklaşık dört saat sonra tekrar yakalanmayı başararak kaçak olduğu dört saat için bir üç yıl daha ceza aldı. Cezası en son aldığı mahkûmiyeti ile on dokuz yılı buldu. Sonunda Ekim 1815’te serbest bırakıldı. O zindanlara 1796 senesinde, sadece bir dükkânın camını kırıp içeriden bir somun ekmek çaldığı için girmişti.

Burada kısa bir parantez açmak gerek. Bu kitabın yazarı, cezai sorunlar ve kanunlar tarafından lanetleme üzerine yaptığı çalışmalarda, bir somun ekmeğin çalınmasının bir insanın kaderini değiştirerek felaketine neden olduğuna ikinci kez yer vermektedir. Onun eserlerindeki karakterlerden Claude Gueux da tıpkı Jean Valjean gibi bir somun ekmek çalmıştı. İngiliz istatistikçilerinden biri de Londra’daki her beş hırsızlıktan dördünün sadece açlık sebebiyle yapıldığını kanıtlıyordu.

Jean Valjean hapishaneye hıçkırıklar içerisinde ağlayarak, korku ve acıdan titreyerek girmişti ancak bezgin, kayıtsız bir hâlde ve tamamen duygusuz olarak çıkmıştı. Umutsuzluk içerisinde o zindanlardan içeriye adım atmış, büyük bir karamsarlıkla dışarı çıkmıştı. Kim bilir o zindanlarda bu adamın ruhuna neler olmuş, orada neler çekmişti?

3.İşte Jean.
1,74 €