Buch lesen: «Kalbin Aşk Vakti»
Vefa Önal
1958 yılında Ankara’da doğdu. Yüksek öğrenimini de aynı kentte tamamladıktan sonra, branş öğretmeni olarak yurdun çeşitli yerlerinde çalıştı..
Emekli oldu. Datça’da yaşıyor.
Yaşadıkça, insanın en iyi yapabildiği şey neyse ona meylettiğini, kendisinin en iyi yapabildiği şeyin ise hakikati ve hakikatini bilmeye “çabalamak” olduğunu anladı.
Diğer yayınevlerinden Şiir Sanatı, Estetik ve Hakikatin Peşinde adlı kitapları yayımlandı.
e-mail: vefaonal@gmail.com
Hayykitap’tan yayımlanan kitapları:
Kalbin Aşk Vakti, Ekim 2019
Varlık Kokusu, Ocak 2015
önsöz
Bu sözleri yazıya dökmeye gerek var mıydı…
Bu soruyu ‘yazanın’, açıkça yanıtlayamayacağı bir hal vardır. O hal içindeyken, yazmak ya da yazmamak bir sorgu konusu olmaktan uzaklaşır. Yazıyor olmanın, yazmıyor olmayla ‘denklik’ kurabildiği ‘saf’ bir yazma halidir bu. Böyle bir hal içine girdikçe ara ara yazılıp biriktirilen bu sözler ne birilerini etkilemek, ne bir varlık göstermek, ne de mistik bir tatmine ulaşmak için yazıldı. Bu sözler, kendini hasbel kader ‘manevî yolculuğa’ çıkaran bir insanın, içinde yitikleştiği ruhunun ‘kimsesiz sessizliğinde’ birer yankı gibi vücut buldu.
Bir bakıma da, tıpkı ucu bucağı olmayan bir ormanda kaybolmamak için yol işaretlemesi yapmak gibi bir şeydi bu sözleri yazmak. Sanki yazarın kendini aydınlatıp ferahlığa, bir ‘meydana’ çıkarması yüzünden yazıldılar.
Söz konusu ‘manevî yolculuk’ özünde öyle soyut, öyle bir başına yapılan bir yolculuk ki, içine düşülen yalnızlığın ve hiçliğin sarmalında, düşünen, söz söyleyen, yazan biri olarak da ‘yolcu’nun kendini ‘çoğaltmaya’, bu sözleri bir ‘başkasına söyler’ gibi ‘kendine söylemeye’ hakkı vardı. İşte bu hakkın kullanılmasının bir karşılığı olarak da görebilirsiniz bu sözleri, bu kitabı.
Şu da var, yazar, ‘yolculuğu’ esnasında giyinip kuşandığı ‘manevî bilincin’ içinde mayalanarak oluşan ‘manaları’ en doğru, en dürüst ve tabii en ‘yakın’ biri olarak yazarken, ortaya çıkan bu sözleri, ‘hakikati’ işaret etme içeriklerine göre hayat, aşk, yol, iman, özgürlük, acı, birlik bilinci gibi başlıklar altında toplamayı uygun gördü.
Yukarda belirtildiği üzere, bu sözler yazarı aydınlatıp ferahlığa eriştirdiği için yazıldı. Zaten bir kitap yazarını aydınlatmıyorsa başkasını nasıl aydınlatabilir ki.
Bu anlamda şunu vurgulamak gerekir, yazarın ruhuyla okurun ruhu kesişir ve bu kesişmeden aydınlatıcı birkaç kıvılcım çakarsa, ‘hesaplanmamış’ ama ‘umulmuş’ olan, bu kitapla gerçekleşmiş olacaktır.
hayat
Ufak tefek şey yok, hayat var.
Zafer olduğu en sonunda anlaşılan bir yenilgi gibi yaşanmalıdır hayat.
Bir insanın gençlik dönemi dünyayı tanımak için, orta yaş dönemi kendini tanımak için, yaşlılık dönemi Allah’ı tanımak içindir.
Çocukluksa bir ikramdır.
Size hayat boş ve anlamsız geliyorsa, nedenlerini hayatla olan ilişkinizde değil, Allah’la olan ilişkinizde arayın.
Ebedî olan’la burada ve şimdi kaydı içinde bir bağ kuramıyorsanız, hayatınız sefil bir trajediye dönüşür, bağ kurabiliyorsanız ilahî bir trajediye
Esas olan trajedinin niteliğidir
Hiç kimse, bir ‘hiç’ gibi yaşama duygusunu içselleştirmeden, bir ‘suç’ gibi yaşama duygusundan yakayı sıyıramaz.
Başkalarıyla yaşamayı öğrenebiliyor da, kendisiyle yaşamayı bir türlü öğrenemiyor insan çünkü ilkinde hayatı tanımak, ikincisinde Allah’ı tanımak elzemdir.
Hayatı sürdürmekte çekilen zorluktadır Allah.
Sevgilinin tadını çıkarırkenki utangaçlıktadır Allah.
İçinde kendini her şey gibi hissettiren hiçliktedir Allah.
Kederle sevincin iç içe geçişinden doğan muğlaklıktadır Allah.
Bir sevgilinin kendini adayışındadır Allah.
Oynayan çocuğun yitikliğindedir Allah.
Bir müziğin sessizliğinde, bir şiirin söylemediklerindedir Allah.
Bir âşığın bakışlarının dalıp gittiği uzak boşluktadır Allah.
Hayatı, bu dünyayı, ‘ben’ine sunulmuş bir nesne olarak görüp durmadan çıkarların doğrultusunda kullanmaya kalkarsan, Allah’ın seni kendinle tasarruf etme ‘ahengini’ fena halde bozarsın. Gerçi Allah gene seni senle tasarruf edecektir ama ruhun ‘hakikatine’, gönlün ‘sevmeye’, kalbin ‘anlamaya’ yabancılaşacaktır.
Dünya insanın yaşam ortamı, insan Tanrı’nın ‘yaşam’ ortamıdır. Neden içimizi dışımızı temiz tutup güzelliklerle süslememiz gerektiğini bundan anlayabiliriz.
Her sabah, hayata değil Allah’a uyanan bir kalple uyanın.
Bütün rüyaların arka planındaki ortak işlev, uyandığımız hayata ‘gerçeklik sanısı’ kazandırmasıdır.
Hayatı anlamsızlaştırıp çekilmez kılan şey, onu salt insanlar arasında bir ‘alışveriş’ olarak görüp ona göre değer biçmektir. Oysa hayat, hakikatte insanla insan arasında değil, Allah’la insan arasında ‘cereyan’ eder ve ancak bu batınî hakikatin idrakinde olanlar başkasına, kendine ve hayata doğru değeri biçebilir.
Yaşamaya duyulan bitmez tükenmez açlık, ne kadar uzun yaşansa giderilemez. Fakat ancak başka bir açlıkla, ‘Allah açlığı’ ile giderilir.
Hayata değil, Allah’a duyulan açlıkla yaşamalıdır.
Yalan dünyaya gönül veren
İnciyi boncuk eden imiş
Yiyip içip koçmağa gelen
Âdem değil hayvandan imiş.
Yatışmak bilmeyen yaşama ‘iştahı’ mide bulandırıcıdır.
Umutsuzluk, gönlün hayata dair şeylere bağlanmasını kolaylaştıran, ama Allah’a bağlanmasını ‘doğallaştıran’ bir şeydir.
Umutsuzluk, ruhun Allah’a ihtiyaç duymasıdır ve bu ihtiyaç umutla değil, ancak Allah’la giderilebilir.
Mutluluk ya da mutsuzluğu dışsal olaylara ve koşullara bağlı olarak yaşanan duygusal tecrübeler olmaktan ziyade, içimizdeki hakikatle kurduğumuz ilişkinin sonucunda yaşanacak haller olarak görmeyi, mutluluk anlayışının ilkesi yapabilmelidir insan.
‘Yaşama sevinci’ ve ‘yaşama hırsı’, yaşamın iki farklı tezahürüdür. Birincisi Allah’a ‘bağlılık’, ikincisi dünyaya ‘bağımlılık’ yaratır. Birinin kaynağı ‘kalptir’, diğerinin ‘nefs’
Mucize beklentisi açıktan açığa ya da gizli gizli hangimizde yoktur ki. Bir gün bir şey olacak ve her şey olağanüstü değişecektir.
Bu mucize hiçbir zaman gerçekleşmez.
Çünkü mucize, tam da içinde bulunduğumuz, sıkıldığımız hayatın ta kendisidir ve mucize beklentisi, mucizeyi görmemizi engeller.
İnsandaki bu mucize beklentisi ve özlemi, balığın ıslanmaya özlem duymasına benzer.
Hayatın içinde kendimizi neşeye, kedere, ferahlığa, kaygıya bırakmakta bir sakınca yoktur. Sakınca, yaşadıklarımızı yaşarken Allah’ı bırakmamızdadır.
İnsana en sistematik ve sinsi eziyeti alıştığı şeyler yapar. Öyle ki, kurtulduğunda, o âna dek bunlara nasıl katlanabildiğine şaşar kalır insan. Aynı şekilde, insan Allah’la olmaya başladığında önceki hayatına nasıl katlanmış olduğuna da şaşar kalır.
Alıştığınız hayatın dışına çıkın ki, asıl hayatınızla buluşma şansınız olsun.
Gece oluşan ruh halini, gündüz hatırlayarak yaşa.
Hayatın ortasına dalanın da, bir kenarına çekilenin de tavrının altında anlamsızlık basıncı vardır. Biri, anlamsızlığın basıncından kurtulmak için hayatın ortasına atlayandır. Diğeri, bu basınca rağmen bir kenara çekilerek anlamsızlığın içine içine bakandır.
Birinci tavırdan kalabalık, gürültü ve tatminsizlik doğar. İkinci tavırdan yalnızlık, sessizlik ve incelik doğar. Ve anlamsızlıktan yakasını kurtaranlar ikincilerdir çünkü anlamsızlığın içine baka baka insan kendi asıl ‘anlamını’ görür.
‘Perhizin’ yerini ‘diyet’, ‘eğlencenin’ yerini ‘şamata’, ‘neşenin’ yerini zemberekli ‘kahkaha’, ‘hüznün’ yerini ‘can sıkıntısı’, ‘kılıfın’ yerini ‘ambalaj’, ‘muhafazanın’ yerini ‘kullan at’, ‘ebedînin’ yerini ‘garanti’ , ‘şeffaflığın’ yerini ‘transparanlık’, ‘kulun’ yerini ‘ben’, ‘imanın’ yerini ‘bağımlılık’, ‘Tanrı’nın yerini ‘Star’ aldı.
Hayatı ‘on’ üzerinden değil, ‘sıfırdan’ kurmak gerek.
Hayatı ‘mundar’ etmenin en ‘imanlı’ yolu, Tanrı’yı nefsani bir hedef haline getirerek bütün zamanınızı, gücünüzü kuvvetinizi bu hedefi ‘ele geçirmeye’ yönelik sarf etmenizdir
Tanrı’ya nişan alan kendini vurur
İster bayağılık ister şiirsellik içersin, hayatın her ânını, olan bitenin arka planında hiçbir zaman bilemeyeceğiniz kutsal ve mutlak bir Varlık’ın açılımları olarak duyuran bir hissediş size eşlik etmiyorsa, olaylarla birlikte siz de gerekli gereksiz fazlasıyla dalgalanıp duracaksınızdır.
Her şey yolunda gidiyor da olsa, hayatınız hep yolunda gidecekmiş, başınıza hiçbir şey gelmeyecekmiş duygusunun size yerleşmesine karşı uyanık kalın.
Çünkü gaflet bu duyguda koyulaşır ve gaflette felaketi davet eden bir şeyler vardır.
Böyle zamanlarınızı fark ediş Allah’ın sürprize meyilli gazabını sanki üzerinize çekme olasılığını azaltıyor gibidir.
‘Kibir boğası’, gündelik hayatın arenasında ‘sıradanlık kılıcıyla’ öldürülür.
Nefsani isteklerin esiri olmamak için, dünyevî olana karşı geliştirdiğiniz bir tiksinti, sizinle dünya hayatı arasına bir mesafe koyar elbette, ama Allah’la aranıza da bir mesafe koyar çünkü dünyadan tiksinilerek Allah sevilemez.
Şu dünya hayatının sahteliğine dayanmanın güçlüğü kimini ‘iman’ sahibi, kimini de ‘gerdan’ sahibi yapar.
Allah bir insanı şımartarak da hayatını cezalandırır.
yol
Mutlaka ama mutlaka çağrılıyorsun, kulak kabartmayı bil.
Yol dışarıdadır, menzil içerde.
Tanınmak değil, tanımak yol aldırır.
Yokluk ve yoksunluk yolu olan hakikat yolunu hakikat erine gönülden benimseten şey, nefsani arzuları yüzünden içine düştükleri zavallılıklar ya da zalimliklerle ruhlarını perişan eden insanların hallerine sürekli tanıklıktır.
Hakikat yolculuğunun zor aşılan yanlarından biri de, başka bir yoldan gitmek için insanın kendine bir fırsat verme konusundaki çekingenliğidir.
Yol, kendinize has Allah’ınıza tapınacak güveni ruhun kazanabilmesinden geçer.
Yolun ucu kalbindir
Ey yolcu, kalbindeki neyse, odur yolun ucunda seni bekleyen de
Yol, ‘adım sayma’ işi olmaktan çıktığında yürünür, Allah ‘düşünme işi’ olmaktan çıktığında ‘bilinir’.
Aynı değildir, beşeri varoluş ile kalbî varoluş. Hak yolcusu akar durur ilkinden ikincisine. Gönül atı, samimiyet hızı, hakikat yoludur.
Hakikat yolcusunun nakaratı şudur: Yolumuz hayatımız, yürümek zevkimiz, böyle böyle ölebiliriz.
Yolu anlamaya çalış, Allah’ı değil.
Allah, bir mesafeyi kat etme sorunu değil, bir ‘mesafesizliği’ idrak etme sorunudur.
Seni doğru menzile yürümen değil, yol götürür.
Yolunu doğru seç.
Yolu uzatan hata şu: Allah’ın ancak dünyevî işlerin dışında bir yerlerde bulunabileceğini sanmak ve ona göre aramak. Oysa Allah’ı dünyevî işler de dahil her şeyin içinde ‘bulabilen’ bir iman olmadan Allah bulunamaz.
Allah her yerdedir, ama siz her yerde bulamazsınız.
Kısacası, Allah hayatınızın herhangi bir yerinde yoksa, sizin için hep kayıp kalacaktır.
Hakikat yolcusu Allah’tan bahsetmezse huzursuz olur. Ama bir menzil vardır ki, orayı geçince Allah’tan bahsettiğinde huzursuz olur.
Gitmelisin, içinden gayrı gidilecek bir yerin olmadığını anlamak için.
Aramalısın, kendinden gayrı aranacak bir şeyin olmadığını anlamak için.
Ölmelisin, tenden gayrı ölünecek bir cismin olmadığını anlamak için.
Hakikat için yola çıkan insanın ‘yenilgiye’ zaferden daha çok ihtiyacı vardır
Bazen, aşılmak zorunda olunan şeyler çok doğru şeyler olabilir. Hakikat yolcusuna yol aldıran, yanlışlar kadar kimi doğrulardan da arınmaktır. Bu anlamda doğrudan gitmek, yanlışa gitmek değildir. Bir doğruya gitmek için pekâlâ başka bir doğrudan gitmek gerekebilir.
Şöyle söyleyelim, bu yolun yolcusunun terk edeceği doğruları olmadan varacağı doğruları da olamaz.
Menzili bilmeden geçip gitmek de menzile varamamaktır.
Kat ettiğin yolu kat ederken değil, kat ettikten sonra anlarsın. Anlayamadığın yol henüz kat etmediğin yoldur.
Allah’a giden yol yıldızlar kadar çoktur ve sen güneşe ulaşıncaya kadar, karanlıkta ayrı ayrı parlarlar.
Hakikatimize öylesine yakınızdır, ulaşmak öylesine kolaydır ki, inanmak zorlaşır. Tam da bu nedenle, uzak ve zor yolculuklardan dönerek hakikatimize varırız.
Dönüp gelerek varılır, çekip giderek değil.
Dönüp gelmek gitmeye dâhildir.
Öyle bıkmadan usanmadan yürüyeceksin ki, bir gün gelecek hakikat yolunu, oturduğunda da yürüyeceksin.
Meğer yürümek oturmayı öğrenmekmiş, meğer yol gitmek değil, dönmekmiş
Meğer bilmek anlamak değil, sevmekmiş, meğer sevmek bağlanmak değil, özgürleşmekmiş
Hakikat yolcusu, daha en baştan şuna sarsılmaz biçimde inanacaktır: Allah senin içinde, gelmeni beklemektedir.
Hakikat yolunda ne yapmak gerektiğini bilip öyle yapmanız sizi bir yere kadar götürür ama daha öteye, Allah’ın sizinle ne yapmak istediğini sezip hissetmeniz götürür.
Hızır’ın Hz. Musa’ya yolculuk için tek koşulu, ‘soru sorma’ idi. Soru, bilmek istemektir. Yolculuk ise ‘Bilinmeyeni’ istemektir.
Hakikate yolculuk bilmek arzusundan azade olunmadıkça yapılamaz.
Bu yolculukta Allah’ın sana bildirmesi başka, senin bilmek istemen başkadır.
Her şeyin ‘sende’ olup bittiğini görürken, hiçbir şeyin ‘senle’ olup bitmediğini görmektir Hakk’el yakin’e varmak.
Talip önemli bir dönemeci geçeceği vakit yapması gereken şey birdenbire çok netleşir ve kolaylaşır. Amma velakin, zor ve karmaşık olanla boğuşularak bu noktaya gelindiği için, bir türlü basit ve kolay olanın yapılmasına yanaşılmaz.
Talip, kolayca yapılabilecek basit şeyleri, içinde barındırdığı ‘yüce sırrın’ izzetiyle bağdaştırmak konusunda bocaladığı gibi, böyle büyük manevî bir dönüşümün basit, net ve kolay üzerinden yapılabileceğine de kanaat getiremez.
Allah’ın ‘inayeti’ olmadan da bu kanaat doğmaz. Algımızdaki zor ve karmaşık olandan medet umma niteliği sürer gider.
Buradan şunu anlamalıyız: Hakikat yolculuğunda ne kolay ne de zor olan bir şey vardır, size kolay ya da zor kılınan şey vardır.
Bu yol sessizliğin arklarından geçer. Sessizlik, suyun bahçeye yaptığını içimize yapar.
Sessizlik, yol’un müziğidir
İnsan hakikatine erdikçe ruh yücelir, zihin durulur. Bu ‘seçkin’ duruma gelmek, insanın kendini diğer insanlardan daha yüksek ve ayrı bir yerde görmesinin önünü açar. Kendini böyle ayrıksı bir yerde duyuş ise ‘tevhit ehli’ olmanın önünde ciddi bir engel oluşturur.
Tam da bu nedenle, tevhit ehli olmak isteyen bir kimse, hangi menzile varırsa varsın ‘aleladelik’i hor görmemeli, hatta aleladelikle bağını hiç koparmamalıdır.
Hakikat yolunun bazı evrelerinde talip ne ileri gidebilir, ne de geri; ne kendine yeni bir şekil, ne de yeni bir yön çizebilir. Bu durumu bir ‘tıkanma’ olarak görüp çabasını aşırı artırarak daha bir ısrarla yol almak isteyenler işin aslına vâkıf olamayanlardır. Yapılacak olan şey, ben artık durdum kaldım, ilerleyemiyorum paniğine kapılmadan kendini bu sözde ‘tıkanmaya’ bırakmaktır çünkü bu yolla, ‘teslimiyet’ en kökten biçimiyle öğretilmek istenmektedir. Ayrıca bu yola girenin, yürüyenin, buraya kadar gelenin hakikatte senin kudretinle olmadığı da çok çarpıcı bir biçimde sana gösterilmektedir.
Ne yolun, ne yolcunun, ne menzilin bir önemi vardır bu durumu kavramanın yanında. Ancak bu kavrayışı yapabilenler bu ‘tıkanma’nın kendindeki varlık vehminden kökten bir ‘arınma’ olanağı sunduğunu anlarlar.
Hakikat yolunda engel gibi görünen iki yol açıcı vardır. Biri yolcunun hatalarla dolu geçmişinden dolayı kendini Allah’a layık görememesi, diğeri menzile varmak için gösterdiği yüksek iradenin arada gevşemesidir.
İlki yolcuya kusurlu olunabileceğini hatırlatarak haddini bilmeyi ve Allah’ın bağışlayıcılığından başka sığınacağı hiçbir şeyin olamayacağını göstererek katkıda bulunur. İkincisi sürekli yüksek irade gösterebilen olmanın sinsice bü-yüttüğü ‘ben’ duygusu tehlikesini fark edip bertaraf etme fırsatı yaratır.
Talip onca yolu yürür de öyle bir kapının önüne gelir dayanır ki, eşikten içeri adımını atmak, attığı tüm adımlardan, yaşadığı tüm zorluklardan daha zor gelir çünkü eşikten içeri adımını attığında onca yol hiç yürünmemiş gibi olacaktır. Yolda edindiği, değerli bilip sarıldığı her şey bir anda uçup gidecektir. Hakikat dediği şeyin bambaşka bir şey değil, tam da içinden çıkmaya, kurtulmaya çalıştığı şey olduğunu kabul edecektir. Kaçtığı, geçici gördüğü dünya hayatını gurbeti değil, yurdu görüp yaşamak üzere geri dönecektir. O eşikten içeri girdiğinde öyle bir ‘rıza lokması’ yiyecektir ki, kendine ve her şeye rıza gösterecektir.
Der kostenlose Auszug ist beendet.