Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «İnsanlığın yeme tarihi»

Schriftart:

Çiftçiler birleşip ürettikleri fazla ürünleri ticaret ve dolaşım aracı olarak kullandılar. Bu durum insanların tarımı bırakıp örgütlü toplumlara ve kentsel yaşama geçmelerini mümkün kıldı. Standage Avrupa, Asya ve Amerika kıtası üzerinden bu hikâyenin izini sürmekle kalmıyor, insanlığın gelişiminin özenli ve sade bir dökümünü de veriyor… Standage ayrıca Napolyon Savaşları ve Sovyet Devleti’nin çöküşü gibi kimi tarihi olayların temelinde yatan besin tahsisinin bilinmeyen yönlerini de su yüzüne çıkarıyor.

–Booklist

Standage bu kitabında açlık gibi insanın vazgeçilmezlerinden biri olan olguyu yansıtmakla kalmıyor, bunun tarihteki dönüştürücü ve temel olayların arkasında yatan itici güç olduğunu da gösteriyor… Kitabın belki de en ilgi çekici bölümü son bölüm; burada yazar teknolojik gelişimin güdüsü olarak modern tarımın ihtiyaçlarının oynadığı rolün farklı veçhelerine eğiliyor. Standage ayrıca yeşil devrimin bugün karşı karşıya kaldığı güçlüklerin de bir dökümünü sunuyor.

–Library Journal

Standage bu eserinde besinin hayatımızda oynadığı kritik rolün altını başarıyla çiziyor. Binlerce yıl önce tarımın ortaya çıkışı ilk toplumların gelişimini şekillendirdi; bugün bu, küresel düzeyde yürütülen ticaret ve çevre meseleleri hakkındaki tartışmalarla aramızdaki bağı kuruyor. Kitap ayrıca, gastronom Brillat-Savarin’in herkesçe bilinen sözünün bir kanıtı gibidir: “Bana ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”

–Jane Black, Washington Post

Toplumların dönüşümünde besinin oynadığı role dair göz kamaştırıcı bir tarih; ayrıca tarihin çoğu zaman görmezden gelinen bir yönünün sıra dışı ve üstün bir hikâyesi.

–Sir Crispin Tickell, Financial Times

Besine kültürel değişimin bir katalizörü olduğu yönünde yapılan vurgu Standage’i, dünyaya bitkilerin gözünden bakan Michael Pollan’dan ayırıyor. Standage bize besinde nelerin değiştiğini değil, besinin neleri değiştirdiğini gösteriyor. Ayrıca sadece bir besinin tarihi yürütmesi ya da ona kılavuzluk etmesi de söz konusu değildir. Adam Smith yaşasaydı belki buna besin ekonomisinin “görünmez çatalı” derdi.

–New Scientist

Bu kitap besin üretimi, besin kullanımı ve besin ticaretinin dünyayı toplumsal, ekonomik ve siyasi yönden nasıl etkilediği ve besinin geleceğimizde nasıl yer edineceği konularına ilgi duyanlara bir başvuru kaynağı niteliğindedir.

–New Agriculturist

Bu özlü eser (…) “besin tarihi ve dünya tarihi arasındaki kesişme noktaları üzerine odaklanıyor.” Ama Standage’in ilgilendiği tek alan tarih değil. Yazar, genetiği değiştirilmiş organizmalardan gıda ve yoksulluk arasındaki ilişkiye, yerel gıda hareketlerinden tarıma uygulanan modern yöntemlerin çevresel etki ve sonuçları, ve gıdanın siyasallaşması konularına kadar bugün tartışmakta olduğumuz meselelerin aydınlatılmasında bizlere geniş bir perspektif sunuyor… İkna edici, bilgilendirici ve kavrama becerisi güçlü bir eser.

–Kirkus Reviews

Yemekteki ve diğer her şeydeki partnerim Kirstin’e


GİRİŞ GEÇMİŞİN HARCINDAKİLER

İnsanlığın tek bir tarihi yoktur; insan yaşamının farklı yönlerinin ayrı ayrı tarihleri vardır.

—KARL POPPER


Ulusların kaderi, kendi besinlerini seçişine göre çizilir.

—JEAN-ANTHELME BRILLAT-SAVARIN

Geçmişe farklı şekillerde bakmanın yolları vardır. Geçmişe bakış, önemli tarihlerin, peşi sıra gelen krallar ve kraliçelerin, imparatorlukların yükselişi ve çöküşünün bir listesini çıkarma biçiminde de olabilir; siyasi, felsefi, teknolojik gelişimin bir anlatısı biçiminde de. Bu kitap, tarihe bütünüyle farklı bir perspektiften; besinin sebep olduğu, mümkün kıldığı ve etkilediği dönüşümlerin perspektifinden bakmayı amaçlıyor. Tarih boyunca besin, karın doyurucu özelliğinin çok ötesinde bir işlev görmüş; sosyal dönüşümün, toplumsal örgütlenmenin, jeopolitik rekabetin, endüstriyel gelişimin, askeri çatışma ve iktisadi büyümenin bir katalizörü olmuştur. Tarih öncesinden bugüne yaşanan bu dönüşümlerin hikâyesi, bize bütün bir insanlık tarihini içine alan bir anlatı sunmaktadır.

Besinin tarihteki ilk dönüştürücü rolü, uygarlıkların temelini oluşturmada kendisini gösterir. Tarımsal üretimin benimsenmesi, yerleşik yaşamı mümkün kılmış ve insanlığın modern dünyaya geçişinin yolunu açmıştır. Ancak ilk uygarlıkların beslenmesine yarayan Yakın Doğu’daki arpa ve buğday, Asya’daki darı ve pirinç ve Amerika kıtasındaki mısır ve patates gibi besin maddeleri tesadüfen keşfedilmemiş, bunlar ilk çiftçiler tarafından istenen özelliklerin seçilip üretilmesi gibi gelişkin bir evrimsel sürecin sonucunda ortaya çıkmıştır. Aslına bakılırsa bu besin maddeleri birer “buluş” kabul edilmelidir. Çünkü bilinçli bir şekilde ekilip biçilen bu besin maddeleri, insanın doğaya müdahalesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Tarıma geçişin hikâyesi, bir bakıma, eski genetik mühendislerinin uygarlığı mümkün kılan etkili araç ve gereçleri nasıl geliştirdiklerinin hikâyesidir. İnsanlık, süreç içerisinde, bitkileri değişime uğratmış, bitkiler de insanı dönüştürmüştür.

Tarihsel süreç içerisinde besin, uygarlıkların temeli olan toplumların şekillenip yapılanmasında toplumsal örgütlenmenin bir aracı olarak rol oynamıştır. Avcı-toplayıcı topluluklardan ilk uygarlıklara değin kadim toplumların siyasi, ekonomik ve dini yapıları besin üretim ve dağıtım sistemlerine dayanıyordu. Tarımsal alanda artı ürünün ortaya çıkışı ile besin depolama ve sulama sistemlerinin gelişimi, siyasi merkezileşmeyi beslemiş; bu süreçte tarımsal verimlilikle ilgili ritüeller devlet dinine evrilmiş; besin, ödeme ve vergileme vasıtasına dönüşmüş; şölenler nüfuz edinme ve saygınlık kazanma amacına hizmet etmiş, besin yardımında bulunma ise iktidar yapılarının tanımlanması ve pekiştirilmesi işlevini yerine getirmiştir. Antik dünyada paranın icadından çok daha önce besinler birer zenginlik simgesiydi, besinlerin kontrolünü elde tutmak ise iktidarı elde tutmakla eş anlamlıydı.

Besin, dünyanın farklı yerlerinde uygarlıkların ortaya çıkışı ve bunlar arasındaki bağlantıların kurulmasında aracı bir rol üstlenmiştir. Besin ticaretinin yapıldığı güzergâhlar, ticari olduğu kadar kültürel ve dini alışverişlerin de geliştirilmesinde uluslararası bağlantı ağları olarak işlev görmüştür. Eski Dünya’ya uzanan baharat yolu, mimarlık, bilim ve din gibi pek çok alanda kültürlerarası kaynaşmaya öncülük etmiştir. İlk coğrafyacılar uzak diyarların halklarına ve kültürlerine ilgi duymaya başlamış, böylece dünya haritası yapma konusunda ilk çalışmaları başlatmışlardır. Besin ticaretinin yol açtığı belki de en büyük dönüşüm, Avrupa’nın Arap baharat tekelini kırma konusundaki isteğinde görülür. Bu da Yeni Dünya’nın keşfine; Avrupa, Amerika ve Asya arasındaki ticaret yollarının açılmasına ve Avrupa devletlerinin ilk kez koloniler kurup buralara kendi denetim merkezlerini yerleştirmelerine yol açmıştır. Böylece dünyanın ana hatları da ortaya çıkmaya başlamıştır.

Avrupalı ülkeler küresel imparatorluklar inşa etmede birbiriyle yarış halindeyken besin, insanlık tarihinde büyük bir değişime yol açtı. Bu büyük değişim, sanayileşme ile iktisadi gelişmedeki dev atılımlarda kendisini göstermiştir. Sanayi Devrimi’nin temelinin atılmasında şeker ve patatesin en az buhar makinesi kadar etkisi olmuştu. Batı Hint adalarındaki (Karayipler) işletmelerde köle emeğine dayalı şeker üretimi, sanayileşme sürecinin ilk örneği kabul edilir. Bu dönemde patates de tahıl ürünlerine göre daha fazla kaloriye sahip olduğu için Avrupalılar arasında temel bir besin maddesi olarak yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Şeker ve patates, sanayi döneminin yeni fabrikalarında çalışan işçiler için ucuz besinin sağlanmasında rol oynamıştır. Bu sürecin ilk başladığı yer olan Britanya’da, ülkenin geleceğinin tarıma mı yoksa sanayiye mi dayanacağı üzerine yapılan hararetli tartışmalar 1845 yılındaki İrlanda Patates Kıtlığı sonucunda beklenmedik bir şekilde kesin çözüme kavuşmuştur.

Besinin bir savaş aracı olarak kullanımı, geçmişten bu yana sürekli devam eden bir durumdur. Ancak 18. ve 19. yüzyılların büyük askeri çatışmaları, bu durumu yeni bir düzeye taşıdı. Besin, Amerika Birleşik Devletleri’nin kaderini tayin eden iki savaşın sonucunun belirlenmesinde kritik bir rol oynadı. Bu savaşlardan biri, 1770’lerden 1780’lere dek süren Amerikan Bağımsızlık Savaşı; diğeri ise 1860’ların Amerikan İç Savaşı’dır. Bu arada Avrupa’da Napolyon’un yükselişi ve düşüşü de imparatorun devasa ordularını besleyebilme becerisiyle yakından bağlantılıydı. 20. yüzyılda savaşların mekanizasyonu konusunda, motorlu araçların yakıt ve mühimmat ile beslenmesi, tarihte ilk kez, askerlerin beslenmesinden çok daha önemli bir mesele haline geldi. Ama sonra besin, kapitalizm ile komünizm arasındaki Soğuk Savaş yıllarında çekişmenin sonucunu tayin etmede ideolojik bir silah olarak yeni bir rol üstlendi. Günümüzde ise besin, aralarında ticaret, kalkınma ve küreselleşmenin yer aldığı meselelere dair bir savaş alanına dönüşmüş bulunmaktadır.

20. yüzyılda, tarıma uygulanan bilimsel ve endüstriyel yöntemler, hem gıda arzında muazzam bir artışa, hem de dünya nüfusunda büyük bir patlamaya neden oldu. “Yeşil Devrim” olarak adlandırılan devrim, çevresel ve toplumsal problemlere yol açmış olsa da bu devrim sayesinde gelişmekte olan ülkeler, 1970’ler boyunca büyük ölçekli bir kıtlık yaşamaktan kurtuldu. Yeşil Devrim, gıda arzının nüfustan çok daha hızlı bir şekilde artmasını sağlayarak, yüzyılın bitiminde, Asya’nın şaşırtıcı derecede hızlı sanayileşmesinin yolunu açtı. Sanayi toplumundaki insanlar, tarım toplumundaki insanlara kıyasla daha az çocuk sahibi olma eğilimine sahipken, 21. yüzyılın sonuna doğru insan nüfusunun en üst noktaya ulaşacağı görülmektedir.

Bu zamana kadar, kişisel besin maddelerinin, yeme-içmeyle ilgili âdet ve geleneklerin ve ulusal mutfakların gelişiminin hikâyesi, büyük ölçüde anlatılmış bulunmaktadır. Ancak besinin dünya tarihine etkisinin ne olduğu sorusuna çok az dikkat çekilmiştir. Bu kitap, ne tarihi anlamada herhangi bir besinin kilit rol oynadığı türünden bir iddiaya sahiptir, ne de besinin ya da dünyanın bütün bir hikâyesini özetleme girişimine. Bunun yerine genetik, arkeoloji, antropoloji, etnobotanik ve ekonomi gibi bir dizi disiplinden yararlanmakla birlikte özel olarak besin tarihi ile dünya tarihi arasındaki kesişme noktalarına odaklanarak basit bir soru sormaya çalışmaktadır: Modern dünyanın şekillenmesinde hangi besinler, hangi kritik rolleri oynamıştır? Genetiği değiştirilmiş organizmalar etrafında yürütülen tartışmalar; gıda ve yoksulluk arasındaki ilişki; “yerel” gıda hareketlerinin yükselişi; biyoyakıt üretiminde tarım ürünlerinin kullanımı; siyasi desteği sağlamanın bir aracı olarak besinin oynadığı rol ve modern tarımın çevresel etkisinin azaltılmasının yolları gibi besin üzerine yapılan bir dizi tartışmanın aydınlatılmasında uzun vadeli bir tarihsel perspektife sahip olmak, şüphesiz bize yeni bir alan açacaktır.

İlk kez 1776’da yayımlanan Milletlerin Zenginliği [The Wealth of Nations] adlı kitabında Adam Smith, kendi çıkarı peşinde koşan bireyleri belirlemede piyasa güçlerinin görünmeyen etkisini, herkesin çok iyi bildiği gibi bir “görünmez el”e benzetmişti. Besinin tarih üzerindeki etkisi de benzer şekilde, tarihteki bazı kritik süreçlerde olduğu gibi insanlığı kışkırtıp onun kaderini belirleyen bir “görünmez çatal”a benzetilebilir. Geçmişte yapılan besin tercihlerinin oldukça etkili sonuçları olmuştur; bu tercihler, bugün içinde yaşadığımız dünyanın şekillenmesinde önemli bir paya sahiptir. Dikkatli bir göz besinin geçmişten bugüne uzanan etkisini etrafımızda görebilir; hem bu sadece mutfakta, yemek masasında ya da süpermarkette karşımıza çıkmaz. Her ne kadar bize garip görünse de, besinin insan ilişkilerinde önemli bir yeri vardır. Aslına bakılırsa böylesi bir anlamının olmaması çok daha garip olurdu. Nihayetinde tarih boyunca insanların yaptığı her şey, tamamen, besine bağlı olmuştur.

1. Bölüm
Uygarlığın Yenebilir Kaynakları

1
Tarımın İcadı

Çiftçilerle ilgili araştırma yapanların, yetenekli çiftçilerin ellerinde bulunan az sayıdaki aletle harikulade işler yaptıklarını fark edince büyük bir şaşkınlık yaşadıklarını gözlemledim. Aslına bakılırsa çiftçilerin zanaatleri basittir ve nihai sonuca neredeyse tamamen bilinçsizce ulaşmışlardır. Onların zanaati, her zaman bilinen en iyi çeşitleri yetiştirmek, bunların tohumlarını ekmek ve ne zaman biraz daha iyi bir çeşit üretirlerse, ötekilerden vazgeçerek bu çeşide yönelmektir.

–CHARLES DARWIN, Türlerin Kökeni

Teknoloji Olarak Besin

Doğanın cömertliğini bir mısır koçanından daha iyi ne anlatabilir ki? Hiçbir sorun çıkarmadan sapından kolayca koparılabilmesinin yanında, tatlı ve besleyici taneleri ile paketlenmiş bir bitkidir mısır. Diğer tahıllara kıyasla hem daha iri hem de sayısız taneden oluşur. Dahası, etrafı kendisini zararlı böceklerden ve nemden koruyan yapraksı bir kabukla sarılıdır. Mısır ilk bakışta doğanın bir armağanı gibi görünür. Hatta doğa, bunu bize bir “paket” içerisinde sunar. Ancak görünüşler aldatıcı olabilir. Ekili bir mısır (ya da başka bir ürün) tarlası aynı bir mikroçip, kitap ya da füze gibi insan elinin bir ürünüdür. Her ne kadar bugün çiftçiliğin doğal bir şey olduğunu düşünsek de, on bin yıl önce bu yeni ve alışılmadık bir gelişmeydi. Ufuk çizgisine doğru düzgünce uzanan ekili tarlalar, Taş Devri’nin avcı-toplayıcılarına muhtemelen tuhaf ve sıra dışı bir durum olarak görünürdü. Üzerinde tarım yapılan toprak, bize, teknolojik olduğu kadar biyolojik bir temel de sağlar. Dahası, insanın varoluşuna daha genel bir açıdan baktığımızda, sözünü ettiğimiz teknolojilerin (tarımsal ürünler) insanlık tarihi içerisinde henüz çok yeni buluşlar olduğu gerçeğiyle karşılaşırız.

Bugünkü modern insanın ataları yaklaşık 4,5 milyon yıl önce maymunlardan ayrıldı; “anatomik olarak modern” insan ise yaklaşık 150.000 yıl önce ortaya çıktı. Bu ilk insanlar, vahşi doğadan toplanan bitkiler ve avlanan hayvanlar ile hayatta kalmaya çalışan avcı-toplayıcılardı. Bugünden sadece 11.000 yıl kadar önce ise insanlar toprağı ekip biçmeye başladılar. Tarım farklı zamanlarda ve farklı yerlerde birbirinden bağımsız olarak ortaya çıktı. Örneğin M.Ö. yaklaşık 8500’de Yakın Doğu’da, M.Ö. yaklaşık 7500’de Çin’de ve M.Ö. yaklaşık 3500’de Orta ve Güney Amerika’da tarım yapılmaya başlandı. Besin üretiminin temel bir aracı olan tarım teknolojisi de bu üç merkezden başlayarak dünyaya yayıldı.

Bütün varlığı avcılık ve toplayıcılığa dayalı konargöçer bir yaşam tarzı sürdüren canlı türleri için tarıma geçiş gerçekten de olağanüstü bir değişimdi. Modern insanın ortaya çıkışından bugüne geçen 150.000 yıllık süreyi bir saatlik bir zaman dilimine benzetecek olursak, insanın tarım yapmaya başlaması sadece son 4,5 dakikalık bir dilime denk düşerken, insanın yaşamını sürdürmesinde tarımın yaygın bir yöntem olarak kullanılmaya başlaması ise yalnızca son 1,5 dakikalık bir zaman dilimine denk düşer! İnsanlığın besin avcılığı ve toplayıcılığından çiftçiliğe, besin üretiminin doğal yollarından teknolojik yollarına geçişi, hem çok yenidir, hem de bu geçiş çok “ani” bir şekilde olmuştur.

Her ne kadar hayvanlar çeşitli besin maddelerini toplayıp bunları saklayabilme kapasitesine sahip olsalar da, insanlar belirli türde ürünlerin ekimi, bunların seçimi ve istenen özelliklerde üretilmesi konusunda hayvanlardan ayrılırlar. Aynı bir dokumacı, marangoz ya da demirci ustasının yaptığı gibi çiftçi de, doğanın doğrudan doğruya sağlamadığı yararlı şeyleri ortaya çıkarır. İnsanın amaçlarına tam anlamıyla hitap etmesi için evcilleştirilmiş hayvan ve bitkiler kullanılır. Bunlar tamamıyla insan ürünü olan, bambaşka formda ve doğanın sunduğundan çok daha fazla sayıda ürün alacak şekilde özenle “imal edilmiş” araçlardır. Modern dünyanın oluşumunu mümkün kılmaları bağlamında tarihte oynadıkları rol, asla önemsiz değildir. Bu konuda özellikle üç bitkinin –buğday, pirinç ve mısırın– ne derece kritik rol oynadığı bugün artık kanıtlanmış durumdadır. Bu üç bitki, uygarlığın temelini attığı gibi, günümüze kadar toplumların altyapısını oluşturmaya da devam etmiştir.

Mısırın İnsan Yapımı Doğası

Mısır, tarımsal ürünlerin insan ürünü olduğunun kanıtlanmasında şüphesiz en iyi örneklerden biridir. Yabani ve tarımsal bitkiler arasında kesin bir ayrım yoktur; hatta bitkiler bir süreklilik içerisinde değişip dönüşür: Tamamıyla yabani bitkilerden insan ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde dönüşüme uğratılmış bitkilere ve buradan da yeniden üretiminin sağlanmasında yalnızca insan müdahalesine ihtiyaç duyan tamamen tarımsal üretimle elde edilen bitkilere doğru bir süreç… Mısır, bu saydığımız süreçlerin sonuncusuna denk düşer. İnsan elinin müdahalesi sonucu bir dizi genetik mutasyon, mısırı basit bir ottan biçimsiz dev bir bitkiye dönüştürmüştür. Bu haliyle mısır doğada kendi başına yaşama şansı olmayan bir bitkidir. Mısır bitkisi, köken olarak, bugün Meksika’ya özgü yabani bir bitki olan teosinteden gelir. Bu iki bitki birbirinden çok farklı bir görünüme sahip olsa da, sadece birkaç genetik mutasyon ile biri diğerine dönüştürülebilmektedir.

Teosinte ile mısır arasındaki gözle görülür farklardan birisi şudur: Teosintenin koçanı çift sıralı tanelerden oluşur ve koçanın etrafı, yenilebilir taneleri koruyan sert kabuklarla çevrelenmiştir. Modern genetikçiler tarafından tgaı olarak adlandırılan bir gen, taneleri saran sert kabukların boyutunu kontrol eder. Bu gendeki bir mutasyon ise tanelerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu şu anlama gelir: Tanelerin bir hayvanın sindirim kanalı boyunca yapacakları yolculukta hayatta kalma şansları çok azdır. Mutasyona uğramış bitkilerin üremeleri diğer bitkilere kıyasla daha zordur. Ancak teosintede görünür olan taneler, bitkiyi, avcı-toplayıcı insanlar açısından daha dikkat çekici bir noktaya taşır, çünkü tanelerin görünür olması, bitkiyi tüketmeden önce sert kabukları koparma ihtiyacını ortadan kaldırır. Mutasyona uğramış bitkileri, görünür olan taneler ile bir araya getirip, sonra da bunların bir kısmını tohum olarak toprağa eken ön-çiftçiler bitki üretimini artırabildiler. Kısacası, tgaı mutasyonu teosintenin doğada hayatta kalma şansını azalttı; ancak bu durum bitkiyi insan için daha görünür kıldı ve daha dikkat çekici bir hale getirdi. (Mısır tanesinin dış yüzeyindeki kabuklar öylesine azalmış durumdadır ki, bugün bunları sadece dişlerinizin arasına sıkıştığında fark edebiliyorsunuz. Bahsettiğimiz bu kabuklar taneleri saran yumuşak ve saydam bir liften ibarettir.)

Teosinte ile mısır arasındaki gözle görülür bir diğer fark ise iki bitkinin görünen yapısı, başka bir deyişle, mimarisinde yatmaktadır. Bu yapı, bitkinin duruşunu olduğu kadar çiçeklenme ya da erkek ve dişi üreme kısımlarının sayısını da belirlemektedir. Teosintenin birden çok saptan oluşan çok dallı bir yapısı vardır. Teosinte bitkisinin saplarının her birinde bir püskül (erkek) ve birden fazla başak (dişi) bulunur. Buna karşın mısırın tek bir sapı vardır ve dalları yoktur; üst kısmında bir püskül bulunur; sayı olarak çok daha az ama bir o kadar geniş başaklara sahiptir. Bir de yapraksı bir kılıf içinde saklı bulunur. Başak sayısı genellikle sadece birdir; ama kimi mısır çeşitlerinde bu sayı iki ya da üç de olabilir. Bitkinin yapısındaki bu değişim tbı olarak bilinen gendeki bir mutasyonun sonucunda ortaya çıkmıştır. Bitki açısından bakıldığında bu mutasyon iyi bir şey değildir; çünkü döllenme, püsküldeki polenin başağa ulaşmak için kendi yolunu kendisinin açmasıyla gerçekleşir, bu da bitki açısından oldukça zor bir iştir. Ancak insan açısından bakıldığında bu oldukça faydalı bir mutasyondur, çünkü az sayıdaki geniş başakları toplamak çok sayıdaki küçük başakları toplamaktan daha kolaydır. Dolayısıyla ön-çiftçiler bu mutasyon sayesinde mısır başaklarını zorlanmadan toplamış olmalılar. Ellerindeki taneleri tohum olarak toprağa ekmekle insanlar, bir başka mutasyonu daha gerçekleştirmiş oldular. Bu mutasyon, bitkide “aşağı” derecede bir anlama sahipken, aynı mutasyon, bitkiyi insan için “üstün” bir besin seviyesine yükseltmiştir.

Mısırın gelişimi: teosinte, ön-mısır ve bugünkü haliyle mısır.


Başakların toprağa yakın olması bitkinin daha fazla besin üretmesini sağlar ve bu şekilde bitki, çok daha fazla büyüyebilir. Ve bir kez daha, insanın seçimi bu sürece ön ayak olmuştur diyebiliriz. Ön-mısırın başaklarını toplamakla ön-çiftçiler, daha büyük başağı olan bitkilere öncelik tanımışlardır. Bu şekilde başaklardan elde edilen tanelerin tohum olarak kullanılması mümkün olabilmiştir. Böylece çok taneli büyük başakların ortaya çıkmasını sağlayan mutasyonlar meydana gelmiş ve başaklar kuşaktan kuşağa gelişme göstererek mısır koçanına dönüşmüştür. Bu gelişimi arkeolojik kayıtlarda açık bir şekilde görmek mümkündür. Meksika’da bir mağarada bulunan mısır koçanlarının boyları 1.25 santimden 20 santime kadar değişiyordu. Tekrarlamak gerekirse, bu özellik mısırı insanlar için daha çekici, vahşi doğada kendi başına hayatta kalma konusunda ise daha zayıf bir hale getirmiştir. Büyük başağı olan bir bitki, kendini bir yıldan diğerine yeniden-üretemez; çünkü başak toprağa düşüp taneler filizlendiğinde, birbirine yakın çok sayıdaki tanenin topraktaki besin için yarışa girmesi onları büyümekten alıkoyar. Bitkinin büyümesi için tanelerin mısır koçanından el yordamıyla koparılıp aralarında belli bir mesafe olacak şekilde toprağa ekilmeleri gerekir ki bu da ancak insanın yapabileceği bir şeydir. Kısaca söylemek gerekirse, mısır başakları büyüdüğü ölçüde bitkinin hayatta kalması bütünüyle insana bağımlı olmaya başlamıştır.

İlk başlarda farkında olmadan yapılan seçim süreci, zamanla ilk çiftçilerin istenen özellikleri bilerek ve isteyerek üretmeye başlamalarıyla planlı bir şekilde yapılmaya başlanmıştır. Böylece bir bitkinin püskülünden alınan polenden diğerine yapılan bir transfer ile soy özelliklerinin kaynaştırıldığı yeni türlerin oluşturulması mümkün olabilmiştir. Bu yeni türler, istenen özelliklerde herhangi bir kaybın yaşanmaması için diğer türlerden ayrı tutulmak zorundaydı. Genetik analizler, Balsas teosintesi denen belirli bir teosinte türünün büyük ölçüde mısırın atası olduğu gerçeğini ortaya koymuştur. Balsas teosintesinin bölgesel türlerinin daha derinlikli bir analizi, bize mısırın Orta Meksika’da yani bugünün Guerrero, Meksiko ve Michoacán’ın olduğu yerde tarımsal bir ürün haline geldiğini gösteriyor. Buradan başlayarak mısır dünyaya yayılmaya başlamış ve Amerika kıtasında yaşayan Aztekler, Mayalar ve İnkalar’ın yanı sıra Kuzey, Güney ve Orta Amerika’da yaşayan diğer pek çok kabile ve kültürler için temel bir besin maddesi haline gelmiştir.

Ancak mısır, sağlıklı bir yiyeceğin olmazsa olmaz elementlerinden aminoasit lizin, triptofan ve niyasinden mahrumdu ve ileri teknolojik değişimin yardımıyla bir besin kaynağı olabildi. Aslına bakılırsa, mısır bitkisindeki bu eksikliklerin çok büyük bir önemi yoktu; çünkü fasulye ve kabak gibi diğer besinler bu eksikliği telafi edebiliyordu. Ancak mısırın yoğun bir şekilde tüketimi mide bulantısı, ciltte sertlik, ışığa karşı duyarlılık ve bunaklıkla kendini gösteren pelegra isimli besinsel bir hastalığa yol açar. (18. yüzyılda, mısırın Avrupa mutfağına girmesinden sonra Avrupa’da, vampir efsanelerini açıklamada, pelegra hastalığından kaynaklanan ışığa duyarlılık bir sebep olarak gösterilmiştir.) Neyse ki mısır, yanık odun ya da ezilmiş deniz kabuklarındaki kül formunda kalsiyum hidroksit ile işlenip güvenli bir şekilde dönüştürülerek ya doğrudan tencereye eklenir ya da alkali çözelti oluşturmak için bir gece öncesinden ıslatmaya bırakılarak suyla karıştırılabilir. Bu işlemin, tanelerin yumuşatılması ve hazırlanmasını kolaylaştırmada olumlu bir etkisi vardır. Muhtemelen bu uygulama, ilk başlarda da böyle yapılıyordu. Pek dikkat edilmeyen ancak daha önemli olan şey, bu işlemin aynı zamanda aminoasit ile mısırda erişilmez ya da “bağlı” formda bulunan ve niyasitin denilen niyasin’i serbest bırakması durumudur. Aztekler, işlenmiş bu tanelere nixtamal derdi. Bugün bu işlemin adına nixtamalization [alkali ortamda pişirme] deniyor. Bu uygulamanın M.Ö. henüz 1500’lü yıllarda geliştirildiği anlaşılıyor. Eğer bu işlem olmasaydı, Amerika kıtasının mısıra dayanan büyük kültürlerinin kurulması asla mümkün olamazdı.

Tüm bu anlattıklarımız bize mısırın kendi başına asla var olamayan bir besin olduğunu göstermektedir. Bitkinin bu gelişimi bir modern bilim insanı tarafından, bir bitkiyi tarımsal ürüne dönüştürmenin ve genetik değişimin şimdiye dek denenen en etkileyici başarısı olarak tanımlanmıştır. Mısır, basit olmanın ötesinde, insanın kuşaklar boyunca geliştirdiği gelişkin bir teknolojidir. Vahşi doğada kendi başına yaşayabilme yetisini bütünüyle kaybetmiş bir durumdadır; buna mukabil mısır tüm medeniyetleri ayakta tutmaya yetecek kadar besin sağlayabilen bir bitkidir.