Buch lesen: «PANDEMİ»
Seher Tanıdık
1977 yılında Bursa’da doğdu. Tıp fakültesi eğitiminin ardından biyokimya alanında uzmanlığını aldı. Halen Konya’da bir devlet hastanesinde Biyokimya Uzmanı olarak çalışmaktadır.
Öğrencilik yıllarında önce kitapçıya sonra pazara giden annesi sayesinde iyi bir okuyucu olan yazar, tıp eğitimiyle geçen yorucu yıllarda okuduğu kitap türlerini değiştirmek zorunda kaldı. Edebiyata dönüşü oğluna anlattığı masallarla başladı.
Anne, eş, doktor sıfatlarından sonra hayatına başka renkler almaya karar verdi. 2019 yılında çıkan “Hekimler Söylüyor” albümünde solist ve okuyacağınız satırlarda da yer alan bir şarkının bestekârıdır.
Hastanelerde geçen yirmi yılda insanoğlunun küçücük virüslerle yüzyıllardır savaştığını ve her ölümde tekrar tekrar yenildiğini gördü. İnsanlığın sonunu getirebilecek Çiçek Virüsü pandemisini hayal edip 2018 yılında elinizdeki bu kitabı yazdı. Sonra da bir kâbusun gerçek olması gibi en kötüsünü bilip iyisini umarak yaşadı 2020 yılını.
Gözlerine baktığımda bana yaşama sevinci veren ve “sonu mutlu bitsin” diyerek romanımda bana ilham veren oğlum Can ve “ben olma” serüvenimde yanımda olan, beni benden çok cesaretlendiren sevgili eşim Çakan Tanıdık’a çok şey borçluyum.
Bu roman, Covid 19 sürecinin gerçek kahramanları olan sağlık çalışanlarına ithaf edilmiştir.
Avucunda yanardağ taşıyan, ateş yutan, ateş kusan adamlardı. Kimse onları görmedi.
Giriş
İnsanlık yeniden ve yeniden birbirini öldürüp küllerini kalanların üzerine serperken doğanlar bir kere daha deniyordu ötekiyle birlikte öldürerek ölmeyi.
Çiçek, veba, atom bombası, napalm bombaları derken öldürmelerin, acının yetmediği dünya bir denemeyle daha sallanıyordu. Felaket tellallarının, fütüristlerin veya kalbi açık iyi adamların, hatta ya da zaten bizzat o laboratuvarların sahiplerinin dediği gün gelmişti:
Biri; ilk katil ve ilk maktul olan biri, hazırladığı virüslerden şimdilik sadece birisini çıkarmış, korkunç nefesiyle insanlığın üstüne üflemişti.
Şimdi biraz zaman geçmeliydi. İnsanlar iyice korkmalı, içlerine çekilmeli, birbirine düşmeli, susmalı, beklemeli, yalvarmalı, biri bir aşı bulsun diye dualar etmeliydi…
İlk günden beri virüsle aynı soğutucuda bekleyen aşıyı.
Ruhlar, üzerine kurum yağmış beyaz çamaşırlar gibiydi tellerde. Sağ kalanlar ve ölüler, hepsi acı içinde. İnsanlar rüyalarında ceset torbalarına girmiş, üstlerine fermuar çekili görüyorlardı kendilerini. Uyananlar, merasimsiz, torbalarla gömülen isimlerin listesini okuyordu sabahları.
Bu yeni savaş, toprağın altını üstüne getirmekle kalmıyor, dirileri ölmedikleri için vicdan azabına, ölüleri dirilerde gözü kalan zombilere çeviriyordu. Öfke, bu yeni katliamın yanı başında yürüyor, vicdan azabı hemen onları takip ediyordu.
Yeni bir salgındı. Gezegenimizin gördüğü “Son Pandemi”…
Gerçek, gazete haberlerine sızacak kadar güçlü değildi.
6 Ağustos 2024, Deniz
Dört aydır aynı kâbusu yaşıyordu. Gündüz yaşadıkları yetmezmiş gibi uykusunda da rahat yoktu. Uzun koridorlar, bomboş odalar ve tavan aralarında Nermin’in bembeyaz, kocaman suratı dolaşıyordu. Karısı eski zaman masallarından gelmiş bir hayalet gibi kovalıyordu onu. Bağırıyor, haykırıyor, her cümlesi dört bir yanda yankılanıyordu. Onunla birlikte evin bütün duvarları sesleniyordu:
“Hemen eve git Deniz! Hemen! Kaybedecek bir dakika bile yok!”
Her gece başka bir yere saklanıyordu ama Nermin onu her seferinde buluyordu. Deniz bu gece merdivenleri birer ikişer çıkıp yatak odasına daldı. Beyninin içi kadar darmadağın odada battaniyenin altına girdi. Karısından saklanıyordu. Aylardır onun gelmesini beklerken hasreti karabasan olup geliyordu gecelerine.
Dört ay önce Nermin’in telefonda söyledikleri şimdi evin içinde yankılanıyordu.
“Söyleyeceklerimi çok dikkatli dinle, tekrar etme fırsatım olmayacak,” diyordu müşfik bir anne edasıyla. Suratı tüm duvarı kaplayarak devasa bir hal alıyor ve deliler gibi bağırmaya başlıyordu. “Aç kalacaksınız, çocukları korumalısın. Hemen kaçır onları buradan.”
Tamam, demek istiyordu Deniz, sesi duyulmuyordu.
“Burada güvendeyiz. Seni dinledim ve kaçtık, kurtardım çocukları, merak etme.”
Deniz çaresizce anlatmaya çalışıyor ama karısı dinlemiyordu bile. Nermin bağırmaya devam ediyordu.
“Konuşacak zaman yok. Anlıyor musun beni? Konserve alın bolca, balık, peynir, kuruyemiş…” Makineli tüfekten ateş eder gibi sıralıyordu: “Bulgur, pirinç, bisküvi, para, ilaç…”
Silahlı bir çatışmanın ortasında kalmış gibi saklanıyordu Deniz. “Aldık canım, aldık,” diyor ama sesini duyuramıyordu. “Aç bırakmadım çocuklarımızı, merak etme. Dört aydır buradayız ve hiçbir şeyi eksik değil yavrularının.”
Üzerinde incecik beyaz bir gecelikle Nermin yaklaşıyordu yanına. Yüzünde hafif bir tebessüm gören Deniz seviniyordu. Tam sakinleşti, gelip yanıma oturacak, diye düşünürken narin kollarıyla Deniz’in kamburlaşan sırtını yumruklamaya başlıyordu yeniden. Öyle kuvvetli vuruyordu ki rüyada bile hissediyordu sırtındaki acıyı Deniz.
“Oturacak zaman değil Deniz. Hemen çıkıp dağdaki eve gidin. Virüsten ve açlıktan ancak orada saklanarak kurtulabilirsiniz. Hemen kaçın dedim sana!”
Çok yorgun uyanıyordu. Her kâbustan sonra uzun süre kendine gelemiyordu. Kâbuslarında konuştuğu Nermin miydi yoksa kendi vicdanı mı, ayırt edemiyordu. Bu halini çocukları fark etsin istemiyordu.
6 Ağustos 2024, Defne
Gözünü açtı. Akşamdan sımsıkı kapattığı perdelerin arasından odaya sızmayı başaran ışığı fark edince tekrar gözlerini yumdu. Güneş gereksiz bir güne daha doğmuştu. Merak edip saatine baktı, bu kadar erken kalkarsa gün hiç bitmezdi ki… Arkasını döndü, gözlerini kapatıp tekrar uyumaya çalıştı. Olmadı. Sırt üstü yattı, uzun uzun gerindi.
Sonra kalktı mecburen, koridora çıktı. Mert’in odasının kapısı açıktı. İçeri girdi. Çocuk üzerindeki incecik çarşafı yatağın ayak ucundan yere atmıştı. Sabaha karşı üşüyünce de yatağın bir kenarında büzülüp kalmıştı. Çarşafı yerden aldı, eliyle şöyle bir açıp yavaşça üzerini örttü uyuyan kardeşinin. Sonra her zamanki gibi dağınık olan odaya göz attı. Babası çoktan pes etmişti odasını toplatmaya çalışmaktan. Mert’e göre odası topluydu. Daha fazlası hem zaman kaybıydı hem de eşyalarını dolaplara koyunca aradığı şeyi bulamıyordu. Bu haliyle her şey gözünün önündeydi. Defne de pek derli toplu sayılmazdı ama onun bile içi daralıyordu odanın halini görünce.
“Anne hanım, oğluna bu kadar yüz verirsen olacağı buydu elbette,” diye mırıldandı. Aylardır bu halde yaşıyordu çocuk. Annesi burada olup odanın halini görmeliydi, çünkü bütün kabahat onundu Defne’ye göre. Çok şımartmıştı oğlunu. Mert annesinin biricik kara kuzusuydu. Bacak kadar boyu ve sıskacık vücudu olduğunu kabul etmez, pek beğenirdi kendini. Evin küçük çocuğu olma ayrıcalığını sonuna kadar kullanır, sıkıştığı zaman kedi yavrusu bakışlarıyla kurtuluverirdi. Defne kapıyı kapatıp odadan kaçtı. Düzeltemiyordu madem, görmemesi daha iyiydi.
Babasının kapısı kapalıydı her zaman olduğu gibi. Küçüklüğünden beri bu kapalı kapının ardında saklı bir şeyler olduğunu hayal ederdi. Bu yüzden çok defa babası odadayken kapıyı çalıp girdiğinde onun apar topar bir şeyler saklayacağını ummuştu. Ama öyle bir şey hiç olmamıştı. Deniz her zaman sakindi. Defne çaktırmadan etrafı incelerdi. Her yatak odasında olduğu gibi iki kişilik yatak, biri aynalı birkaç dolap ve ona göre gereksiz bir sürü ıvır zıvırla doluydu oda. O odada gizli geçitler, saklı dolaplar, sihirli aynalar olmadığını öğrenmişti artık.
Banyoya geçti. Babasının imalatı sabunla elini, yüzünü yıkadı. Deniz tüm yokluklara rağmen hayatı çocukları için daha kolay ve zevkli hale getirmeye uğraşıyordu. Çocuklar katı sabun sevmiyorlar diye evdeki zeytinyağlı sabunları rendeleyip sıcak suda eriterek sıvı sabun yapıyordu.
Defne her gün yaptığı gibi siyah, uzun saçlarını yıkayıp kremledi, uzun uzun taradı. En sonunda da tepesinde atkuyruğu yaptı. Deniz, kızının bu yaptıklarını her ne kadar anlamsız bulsa da burada yapacak daha iyi bir şeyi olmadığı için en azından saçlarıyla oyalandığına şükrediyordu. Defne banyodaki aynaya baktı. Aynadaki yüz gülümsemiyordu çoktandır. Zorla gülümsemeye çalıştı ama olmadı. İki yeni sivilcesi daha çıkmıştı bugün.
“Karantinanın en iyi tarafı bu galiba, sivilceli suratımı kimse görmüyor,” diye düşündü.
Yavaş yavaş indi merdivenlerden. Yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir gün daha başlamıştı. Tekli koltuklardan birine attı kendini. Başını arkaya yasladı ve öylece kaldı. Karnının acıktığını hissediyordu ama canı bir şey yemek istemiyordu.
Dışarıda insanoğlu tanımadığı bir düşmanla savaşıyordu. O ise en güzel zamanlarını, on yedi yaşını fareler gibi bu delikte saklanarak tüketiyordu. Dört duvar arasında nefessiz kalmaktan sıkılmıştı artık. Bahçeye çıktı. Defne’ye göre evin en güzel yeriydi bahçe. Komşunun bahçesindeki zeytin ağaçları uslu bir süs köpeği gibi susta dururken onların bahçesindeki zeytinin dalları göğe uzanıyordu.
Babasının bahçeye ektiği domates ve biberleri sulama görevi Defne’nindi. Artezyenden dolan büyük su deposunun çeşmesini açtı, damlama borularının altındaki toprak yavaş yavaş ıslanmaya, kokusu yayılmaya başladı.
Sebzelerin yanına biraz da çiçek ekelim demişti babasına ama “Çiçekler yenmez ki. Zaten az olan suyumuzu çiçeğe mi harcayalım?” deyince Deniz kazanmıştı.
Artezyen suyu biter miydi? Kendisi de bilmiyordu ama yiyecekleri idareli tüketmek ihtiyacı hasıl olunca cimriliği tutmuştu babasının.
Dalların ve köklerin birbirine karıştığı, toprağın tüylü yeşil yapraklarla örtüldüğü küçük domates tarlasında kocaman bir domates buldu. Bu sabahki kahvaltıları hazırdı. Bunun gibi birkaç domates daha buldu mu babası da Mert de doyardı. Ta ki içlerinde domates ağacı çıkana dek. Her gün domates yemekten bıkmıştı ama babası domatesleri iştahla götürürken, bunu bulduğunuza şükredin kızım, diyordu.
Yeşil yaprakların içinde yetişen yeşil biberleri bulmak domatesleri bulmaktan daha zordu. Üzerindeki tişörtün eteğini kıvırıp oraya doldurdu topladıklarını. Kısa sürede bir kucak biber toplayıp mutfağa döndü, tişörtündekileri mutfak tezgâhına boşalttı. Mert bayılırdı biberlere. Kahvaltıyı beklemeden tavşan gibi kıtır kıtır yerdi bu tazeleri.
Buzdolabını açtı, beş yumurta çıkardı. Evdeki en serin yer olduğunu düşünerek dolaba koyuyorlardı yumurtaları. Buzdolabının bomboş rafları, dişleri çekilmiş bir çene gibi sırıtıyordu kapısı her açıldığında. İki gün önce bahçede ateş yakıldığında haşladıkları yumurtaların bugün yenmesi gerekiyordu. Bu sıcakta daha fazla durmazlardı. Buzdolabı, ocak ve fırının çalıştığı günleri deli gibi özlemişti. Yüzyıllar öncesini yaşıyorlardı ne de olsa: Elektrik, su, doğalgaz, market, pazar yoktu.
Açlık vardı, en çok da dışarıda.
Yokluktan, boşluktan, sıkıntıdan bunalıyordu. Dünya bir an önce normale dönse ve bu hapis hayatı bitse, diye düşünürken saate baktı. Sanki akrep bir yere gelince bu kâbus bitecekti.
Mutfak sandalyelerinden birine tünedi. Çenesinin altına topladığı bacaklarına sarıldı. Küskündü her şeye. Ne yaptığını, ne düşündüğünü bilmeden öylece oturdu. Yine bir sürü boş zamanı vardı ama yapacak hiçbir şey yoktu. Dünyanın bu denli yavaş dönmesine daha ne kadar dayanılabilirdi ki?
Bahçe kapısının önüne iki serçe kondu. Ne aptal kuşlar bunlar, diye düşündü. “Dünya üzerinde istediğiniz yere uçabileceğiniz kanatlarınız varken neden bizim evin bahçesindesiniz ki?” diye söylendi kuşlara. “Hadi ben bu bahçenin dışına çıkamıyorum, siz gidin bari. Bak şu duvarın arkasında uçsuz bucaksız Edremit Körfezi var. Aylardır görmedim ama biliyorum, var. Siz bari uçun oralara. Madem ki virüsten korkacak sebebiniz yok…”
Arkasından bir ses “Defne?” diye seslenince irkildi. Babasını görünce baskına uğramış gibi şaşırdı. Kuşlarla konuşurken yaklaştığını fark etmemişi. Babası “İyi misin kızım?” dercesine suratına bakıyordu. “Kuşlar,” dedi Defne, “istedikleri yere uçabilecekleri halde bizim bahçede pinekliyorlar, onlara kızıyorum.”
“Öyleyse kovala gitsin… Ben çıkıyorum,” dedi babası.
Sevimli bir kız olmaya çalışarak “Peki, ne zaman gelirsin baba?” diye sordu Defne.
“Geç gelirim,” cevabını aldı.
Anladı Defne ve sustu. Mutfakta kaldı sessizce, on dakika sonra dış kapının kapandığını duydu. “Ben de alır bir kitap okurum,” diyerek odasına çıktı.
Yıllardır alınıp yan yana dizilmiş bir sürü kitap vardı odasında. Hangisini seçeceğini bilemedi, pek okuyası da yoktu. Buraların düzene sokulması gerekiyordu. Kitapların bir kısmına başlayıp daha ortasına varamadan bırakmıştı. Konularını doğru düzgün hatırlamıyordu. Onları, okumadığı kitaplarla birlikte üst rafa koydu. Satın aldığını unuttuğu, kapağını dahi açmadığı bir sürü kitap vardı bu rafta. Bir zamanların “çok satan” kitaplarıydı bunlar; şimdi yazarlarını bile anımsamıyordu. Annesi her seferinde “Kızım alma şu boş kitapları. Doğru düzgün bir şeyler oku,” derdi. Defne annesinin paraya kıyamadığını sanırdı. Annesinin geçen sene aldığı ama kendisinin kapağını beğenmeyip bir kenara attığı kitaplardan birini buldu. Camın kenarına yerleştirdiği armut koltuğuna oturdu. Arkadan vuran gün ışığı nedeniyle odanın en güzel okuma köşesiydi burası. Okurken dalıp gitti.
Bir-iki saat sonra kapının zili çaldı. Ucuz cep telefonu melodisi gibi kesik kesikti sesi. Evin pencerelerine çarpıp her geçen gün biraz daha yaşanmaz hale gelen odalarda yankılandı, merdivenlerden yukarı çıktı ve Defne’nin odasına kadar geldi. Defne sesi duyunca irkildi, çünkü bu dağ başında, çevredeki evlerde yaşayan hiç kimse yoktu.
Hemen ardından ikinci kez çaldı zil, kısa ve ısrarsız. Duymazdan gelmeyi çok istedi. Bu yüzden hiç istifini bozmadı. Elindeki kitabı okumaya devam etti ama aklı kapıya takılmıştı bir kere. “Ya tekrar çalarsa,” diye düşündü. Zilden çıkacak üçüncü sesi bekliyordu artık. Bu sefer kalkacaktı. Ve işte zilin neresinden çıkıyorsa çıktı o zırıltı. Babası olamazdı, dışarı çıkarken anahtarını yanına alırdı. Ayağa kalktı. Aşağı inerken bir sürü düşünce uçuştu aklında. “Başka kim olabilir?”
Merdivenleri inerken alttan ikinci basamağın gıcırdadığını hatırladı. Oraya geldiğinde usulca kenarına bastı. Çıkacak sesi dışarıdaki duyar da evde olduğunu anlar, diye korktu. Defne’nin sinirini bozan sesiyle tekrar tekrar çalıyordu zil. Çoktandır duymayınca unutmuştu ne güzel. En son ne zaman duyduğunu hatırladı. Bir ay önceydi. Yaşlı bir kadındı gelen. Kapının açılacağına dair pek umudu yoktu ki zili üçüncüye çalmadan sessizce uzaklaşmıştı.
Bu sefer gelen her kimse kapıyı açtırmakta kararlıydı. Kapıdakinin kim olduğunu görebilmek için pencereye yanaşıp gizlice baktı. Perdenin arkasından görebildiği kadarıyla uzun boylu, genç bir adamdı ve şimdiden sabırsızca hareketlenmeye başlamıştı. Defne ne yapacağını düşünürken tekrar duyuldu zil sesi. Böyle giderse sırf bu sinir bozucu sesi duymamak için kapıyı açacaktı. Adam kapıyı kırarcasına yumruklamaya başladı ve maskesini açtı.
“Kapıyı açın. Kimse yok mu? Kapıyı açın lütfen,” diye bağırdı gür bir sesle. Kararlılığı yüzünden okunuyordu.
Hiç ses çıkarmamak, ölü taklidi yapmak daha doğru geliyordu Defne’ye. O da özlüyordu kapıların güvenle açıldığı zamanları ama devir değişmişti. Yiyecek çalmaya gelmediğini nereden bilecekti? Tedirgindi.
“Deniz Bey, ben Taner Kurtsoy. Evde kimse yok mu? Kapıyı açın lütfen,” diyordu adam ısrarla. Sabırsızlığı sesinden taşıyordu.
Defne “İyi de babam evde yok ki. Hem o evde yokken yabancı birine kapıyı açtığımı öğrenirse çok kızar,” diye düşündü. Telaşla üst kata çıkıp merdivenin başından Mert’e seslendi. Uyuyordu Mert. Dünya yansa umurunda olmazdı. Ondan ümidi kesip tekrar kapının önüne geldi mecburen. Bu işi yalnız başına çözecekti.
“Deniz Bey, orada mısınız? Kapıyı açın lütfen.”
“Kimsiniz? Burada ne işiniz var?” demek zorunda kaldı Defne, en ciddi ve sert ses tonunu takınmaya çalışarak.
“Nihayet…” dedi kapıdaki adam. “Ben Taner Kurtsoy. Kapıyı açın lütfen.”
Sesinin tonu lütfen kelimesinin içeriğiyle hiç bağdaşmıyordu.
Az önce babasının ismini duymamış gibi sesini kalınlaştırarak sordu.
“Kimi arıyorsunuz beyefendi?”
“Deniz Bey’i. Beni Nermin Hanım gönderdi, birlikte çalışıyoruz.”
İçinde onlarca havai fişek birden patladı Defne’nin.
“Annemle birlikte çalışıyormuş. Tanrım! Annemin nerede olduğunu biliyor yani bu adam. Sorsam mı?”
Soramadı, bekledi. Karşısındaki adamdan emin olamıyordu bir türlü.
“Nermin Hanım sizi niye gönderdi?”
“Siz Nermin Hanım’ın kızı Defne olmalısınız. Anneniz tarafından gönderilmiş bir evrak getirdim. Bu adreste Deniz Bey’e teslim etmem söylendi. Kendisi evde mi?”
Alçak sesle söylemesi onu daha inandırıcı hale getirmişti Defne’nin gözünde. Kapıyı açmaktaki isteksizliği birden meraka dönüşmeye başladı. En zayıf yerinden vurmuştu bu adam onu. Eli kilide gittiğinde düşünmeye başladı. Buralarda yaşayan herkes annesinin ve babasının ismini bilirdi. Annesinin aylardır evde olmadığını öğrenmiş olabilirlerdi. Babasının dışarı çıkmasını fırsat bilip Defne’ye kapıyı açtırmak istiyor olabilirlerdi. Bir an durakladı. Kapıyı açmamalı, babasının gelmesini beklemeliydi.
“Ama annem… annemden haber var diyor bu adam. Pek hırsıza, katile benzemiyor zaten. Gayet efendi bir tipi var. Sonunda annemden haber alabileceğim. Öyleyse babamın evde olmaması büyük bir şans benim için,” diye düşündü.
Sırayla kilidi, sürgüyü ve kapıyı açtı hızlıca. Şimdi karşı karşıya duruyorlardı. “Ben ne yaptım!” diyerek paniğe kapıldı Defne. Yerinden çıkacakmış gibi atan kalbinin sesi kulaklarında yankılanıyordu. Karşısındaki adam kalbinin sesini duyup da heyecanını ve korkusunu anlarsa diye telaşa kapıldı.
Önce boş boş yüzüne bakan adam kısa bir duraksamadan sonra yeni aklına gelmiş gibi birdenbire gülümsedi. Gülümsemesi Defne’nin içine az da olsa ferahlık verdi.
“Tahmin edersiniz ki her gelene kapıyı açmıyoruz.”
“Endişenizi anlayabiliyorum, korkmakta haklısınız.”
Adam gülümseyince korkusu geçti Defne’nin. Tipi de daha bir hoş göründü gözüne. Bu adam hırsız falan olamazdı muhtemelen ama kırmızı tişörtün altına giydiği yeşil pantolona bakılırsa zevksiz biri olduğu kesindi. İltifat mı yoksa alay mı ediyordu anlamaya çalışırken bir yandan adamı süzüyordu.
“Tedbirli davranmanız takdire şayan,” diye devam etti adam yayvan yayvan gülümseyerek. Bıraksa boş boş muhabbet edecekti anlaşılan. Bir an önce sadede getirmeliydi.
“Buyrun Taner Bey,” diye açtı konuyu. Yeni tanıştığı insanlara isimleriyle hitap etmesini söylerdi annesi. İşe yaramıştı anlaşılan, adam bir daha gülümsedi. Yakışıklı görünüyordu.
“Deniz Bey’le görüşmek istemiştim.”
“Babam evde değil şu an,” dedi ve hemen sustu. Susmak için biraz geç kalmıştı. Virüs bir yana evde yalnız olduğunu söylemişti. Yalnız yaşayan insanların evlerine girip, onları öldürüp, yiyeceklerini çalan insanları duyuyordu radyoda. Hiç tanımadığı bu adama yalnızım demek nereden çıkmıştı şimdi? “Dışarısı gözü dönmüş insanlarla dolu,” derdi babası. Ya bunlardan biri karşısındaysa?
Bu adam öyle aç kalmış evsiz birine benzemiyordu. Aksine güven veren bir tipi vardı. Kılığı kıyafeti tertemizdi. Çamaşır yıkayabilme lüksü olduğu her halinden belli oluyordu. Hani neredeyse sabun kokusu bile geliyordu adamdan. Defne en son ne zaman yıkandığını hatırlamaya çalıştı. İçme suyunu harcamalarına babası izin vermiyordu.
“Babanız ne zaman gelir?” diye sordu adam, gözleri elindeki zarfa takılı kalan Defne’ye.
“Bir yerlerde birkaç inek varmış da babam onlardan süt sağmaya gidiyor arada sırada. Üç-dört saatten önce dönmez yani. Belki de daha fazla.” Adam bir şey söylemeyince aceleyle ekledi: “Ot falan da toplar gitmişken. Siz onu beklerseniz… Hem neden onu bekleyesiniz ki? Ailede birbirimizden gizlimiz saklımız yoktur.” Bunu söylerken tüm sevimliliğini takınıp gülümsedi adama. O zarfı babasından önce almalıydı. Adam zarfı vermeye yanaşmayınca “Siz bilirsiniz,” dedi.
Kibarlık bu adamda işe yaramamıştı. Hemen ikinci kanala geçti.
“Şartlar gereği sizi içeri davet edemiyorum. Babamın gelmesini dışarıda bekleyeceksiniz.”
Yüzündeki gülümsemeyi korumaya çalışırken eli çoktan kapının koluna gitmişti bile. Karşısında dikilen adamın yüzü karardı.
“Hay Allah! Aşırı tepki vermiş olabilir miyim?” diye düşündü. Eli kapının kolundaydı hâlâ. Kapatsa mı kapatmasa mı, kararsız bekliyordu. Adamın da gitmeye niyeti yoktu. Öylece bakıyordu yüzüne hiç kıpırdamadan. Sonunda elindeki zarfı uzatmaya karar verdi.
“Zarfı size vermemin sorun olacağını sanmıyorum, kapalı zaten. Siz de başkasına ait zarfları açmayacak birine benziyorsunuz,” diyerek manalı manalı güldü.
Defne bunun iltifat olup olmadığını anlayamadan teşekkür etti.
Zarfı verdikten hemen sonra adam kibarca müsaade istedi. “Müsaade sizin efendim,” diye cevap verdi Defne. Annesi ile babasının kendi aralarındaki konuşmaları sırasında arada bir duyduğu bu replik her zaman çok hoşuna giderdi. Nihayet kullanacak bir yer bulmuştu. Böyle kibar konuşan adamı bir daha nerede görebilirdi? Okuldakilerin hepsi iki lafı bir araya getiremeyen kazma tiplerdi. Kibar ev sahibesi tavrıyla uğurladı misafirini. Aklı elindeki zarftaydı ama bir yandan da acele ettiğini çaktırmamaya çalışıyordu. Sonunda kapıyı kapattı, sürgüyü çekip kilitledi.
“Evet, sevgili anneciğim, babacığım. Elimde görmüş olduğunuz bu zarf sayesinde aylardır bana söylemediğiniz her şeyi öğreneceğim sonunda.”
Zihninde uçuşan düşünceler bir sağa bir sola çekiştiriyordu Defne’yi.
Suç işliyormuş gibi bir his vardı içinde. Zarfı evirip çevirdi. Üzerindeki yazıları okudu. Babasının adı yazıyordu. Ağır adımlarla mutfağa gitti. Zarfı masanın üzerine bıraktı. Heyecandan ağzının içi kurumuştu. Tezgâhın üzerinde duran sürahinin dibindeki suyu bir bardağa boşalttı. Sonra bir sandalyeye oturdu. Suyunu yudumlarken bir yandan zarfı inceliyor bir yandan da içindeki tartışmayı nihayete erdirmeye çalışıyordu.
“İyi de zarfı açarsam hesabını babama nasıl veririm?” Aman canım, ben ne bileyim içinde gizli şeyler olduğunu, o adam bana bir şey demedi ki. Sana özel olduğunu hiç düşünmedim falan, derim. Açmasam mı acaba? Ama annem. Onu özledim ben, çok özledim. Aylardır annemin nerede olduğunu bile söylemedin baba. Sen bunu çoktan hak ettin. Açıyorum işte zarfı.”
Avuçları terlemişti. Ellerini tişörtüne sürtüp kuruladı. Zarfı eline aldı yeniden. Verdiği kararı uygulamak kolay değildi. Vücudunu saran ateşi savuşturmak için zarfı yelpaze gibi salladı. Yüzüne geçici bir serinlik çarptı. Karnı da ağrıyordu şimdi. Elinde zarfla salonu adımladı. Bir ileri bir geri giderken en kötü kararın kararsızlıktan iyi olacağını düşündü.
Tartışmaya noktayı koydu. Bu sefer gerçekten açacaktı. Kendini kanepeye bıraktı. Derin bir nefes aldı. Kasayı açmaya çalışan banka soyguncusu gibi hissetti kendisini. Az sonra yapacağı şeyden utanıyordu ama merakına da karşı koyamıyordu.
Tam açmak üzereyken kapının zili bütün evde yankılandı. Adam geri dönmüş olmalıydı. Defne içinden “Ay şimdi elimde zarfla yakalanmayayım meraklı gibi. Şuraya bırakıvermişim gibi yapayım, tamam. Hemen açmayayım da kapı girişinde beklediğimi düşünmesin,” diye içinden konuşurken babasının sesi geldi kapının ardından.
“Defne, açsana kızım kapıyı. Elim kolum dolu, açamıyorum.”
Kapıya doğru giderken “Ama daha çok erken,” diye sızlandı. Babasının da zile basacağı tutmuştu.
“Size de zahmet oluyor Taner Bey. Çok ağır bu sepet. Ben anahtarla açayım en iyisi,” dediğini duydu babasının.
“Bir bu eksikti. Ne ara karşılaştınız ki siz?” diye söylenerek kapıyı açtı Defne.
“Babacığım, hoş geldiniz,” dedi gülücükler saçarak.
“Buyurun Taner Bey, buyurun.”
Deniz misafirini omuzundan içeriye doğru itti. Adam gelmekten vazgeçer diye acele ediyordu sanki. Bir yandan da hiç susmadan konuşuyordu.
“Sizi bizim evden uzaklaşırken görünce arkanızdan yetiştim. Kızım, siz tanıştınız herhalde Taner Bey’le.”
Son cümlesinde sinirli ses tonunu normalleştirmeye çalışıyordu ama kızına bakan gözleri şimşekler saçıyordu.
“Uzun bir süre kapıyı açmadı, takdir ettim doğrusu. Bu konuda çok dikkatli. Beni, Nermin Hanım’ın gönderdiğine zor ikna ettim kendisini. Bir de zarfı geri çevirmek istemedi sanırım. Benim de çok acelem vardı, dönmek için. Öyle olunca…”
“Tabii babacığım. Sen kimseye kapıyı açmayın diyorsun ya. Ben de iyice anlayıp dinlemeden açmadım kapıyı.”
Deniz şimşekleri dağılan bakışlarını Taner’e çevirdi.
“Kusura bakmayın Taner Bey. Kızımın da kabahati yok ki. Malumunuz…”
“Tabii efendim, ne demek.”
“Zarf diyordunuz…”
Defne kuyruğuna basılmış kedi gibi fırladı yerinden.
“Zarf burada babacığım. Annem göndermiş sana. Bak işte, sen gelene kadar buraya koymuştum.”
Ya zil birkaç saniye sonra çalsaydı… Bunu düşünmek bile istemiyordu.
Deniz, zarfın üzerinde eşinin el yazısını görünce durakladı. Bakışlarıyla zarfın üzerindeki yazıları okşarken dudağının sağ kenarı minik bir gülümsemeyle yukarı doğru kıvrıldı. Başını kaldırdığında yüzü tamamen yumuşamıştı.
“Teşekkürler Taner Bey. Bu bizim için ne kadar kıymetli bilemezsiniz. Nermin Hanım’a iletmeniz için bir mektup da ben versem size?”
“Böyle bir talimat almadım beyefendi. Uygun olacağını sanmıyorum.”
Az önce Defne’yle konuşurken gülümseyen adam babasıyla konuşurken birden duvar gibi oldu. Hareketleri gibi sözleri de çok netti ama Deniz’i tanımıyordu. O istediği bir şeyi hemen elde etmese bile kolay pes etmeyen bir adamdı. En nazik ses tonuyla ricasını yineledi.
“Siz mektubu alın lütfen. Nermin Hanım kabul etmezse imha edersiniz. Kendisiyle dört aydır doğru düzgün haberleşemiyoruz. İçinde gizli, sakıncalı herhangi bir şey de yok zaten. Bir sayfalık mektup. Biraz bekleyin rica ederim.”
Biraz geride olanları seyreden Defne şaşkındı. Babasının hiç tanımadığı bu adama yalvaracak hali yoktu ya. “O da annemi bizim kadar çok özlemiş belli ki. Ne çıkar ki mektubu anneme götürüverse bu adam. Kuralların canı cehenneme!” diye geçiriyordu içinden ama burada konuşmak ona düşmezdi.
Deniz karşısında dimdik duran adama kibarca gülümsemeyi sürdürüyordu ısrarla. Nihayet adamın sert suratı biraz dalgalandı, neredeyse yumuşar gibi oldu.
“Peki efendim. Zaten benim size bu zarfı getirmem de yeterince uygunsuzdu. Ama Nermin Hanım’a güvendiğim için ricasını kıramadım. Vereceğiniz zarfı da kendisine ileteceğim.”
Adamın tavırlarıyla sözleri arasında tezat vardı. Duruşu, bakışı sertti ama konuşmaya başlayınca bürünmeye çalıştığı kabuğun altından yumuşak bir yüz çıkıyordu ortaya. Her zaman ağırkanlı hareket eden Deniz, kendisinden beklenmeyen bir hızla ayağa kalktı ve neredeyse koşturarak üst kattaki yatak odasına çıktı. Defne ve Taner baş başa kaldılar salonun girişinde. Taner, dört aydır insan yüzüne hasret kalan Defne’ye gayet hoş görünmüştü önce. Boyu posu tamamdı ama Taner esmer bir adamdı. Defne esmer erkeklerden hoşlanmazdı aslında. Sağ gözünün de dışa doğru baktığını fark etti. Daha önce dikkat etmemişti ama şimdi şehla olduğunu görebiliyordu.
Neyse ki babası çabucak geri döndü. Elinde getirdiği kâğıdı salondaki masanın üzerine koydu. Nermin’den gelen zarfı dikkatlice açıp içindeki mektubu çıkardı. Hiç bakmadan kenara koydu. Az önce yukarıdan getirdiği kâğıdı da şöyle bir sallayarak Taner’e uzaktan gösterdi ve boşalan zarfa nazikçe yerleştirdi. Deniz bunlarla uğraşırken Taner Deniz’e bakıyordu, Defne de Taner’e.
“Yok yok… Yandan bakınca hiç olmadı bu adam, iyice varoş göründü gözüme. Gözündeki yamukluğu saymazsak pek göze batan bir sivriliği de yok aslında. Aman, nikâhıma alacak halim yok ya.”
Taner bir anda dönünce yüzündeki donuk ifadeyle yakalandı Defne. O an düşüncelerini okuyacağından korkar gibi bir şeyler söyleme ihtiyacı hissetti. Ne diyeceğini bilemediği için ikisi de öylece kalakaldı.
Taner tam gülümsüyordu ki Deniz’in yaklaştığını fark ederek ciddileşti yeniden. Başını, kapının yanındaki ayakkabılığın üzerinde duran fotoğrafa çevirdi.
“Bayağı eski bir fotoğrafmış bu,” dedi Defne’ye. “Çocuk gibisiniz bu fotoğrafta.”
Defne gülümserken babası yanlarındaydı artık. Fotoğrafa bakarak konuştu Deniz.
“Ailemiz. Bir tane de oğlum var yukarıda. Çocukların da iyi olduklarını söyleyin lütfen Nermin Hanım’a. Size çok teşekkür ederim.”
“Rica ederim,” dedi Taner, sonra başını öne eğerek resmi bir selam verdi ve geldiği gibi hızlıca çıkıp uzaklaştı.
Deniz aceleyle kapıyı kapattı, kilitledi ve sürgüyü çekti. İkisinin yüzüne de güvenli yalnızlığa kavuşmanın rahatlığı yansıdı. O anda Mert “Kim gelmiş, kim gelmiş?” diye bağırarak merdivenlerden paldır küldür aşağıya indi. Defne ile Deniz göz göze geldiler. Babası parmağını dudaklarına götürüp susmasını işaret etti. Hem Mert’in kafasını karıştırmak istemiyordu hem de çenesinden korkuyordu. Annesinden mektup geldiğini bilse ayaküstü yüzlerce soru sorardı. Kapının kapanma sesini duyan Mert yanlarındaydı artık.
“Ne oluyor burada? Kim geldi, kim gitti?” dedi boncuk gözlerini bir babasına bir ablasına çevirerek.
“Ben geldim oğlum.” Lafı geçiştirdi Deniz. “Kurallar…” derken bir yandan da Defne’ye kaş göz hareketleriyle üst katı işaret ediyordu.
Defne az önce olanlardan öyle tırsmıştı ki odasına girip bütün gün çıkmamaya razıydı. Babasının sözünü ikiletmeden arkasında Mert’le üst kata çıktı. Bu kadarcık aksiyon bile onu heyecanlandırmıştı.
Odasına girip heyecanını saklamaya çalıştı. Mert aşağıda bir şeyler olduğundan şüphelenmiş, merakla kıvranıyordu. Ablasının ardından odaya daldı ve “Gelen kimdi abla?” diye fısıldadı. Sanki ablası ile babası birlik olup kendisinden gizli bir şeyler karıştırıyorlarmış da onları yakalamış gibi kocaman açılan gözlerinin içi gülüyordu.
“Babam geldi ya oğlum. Onun kapı sesini duydun. Sen ne zannettin ki? Zaten kim gelebilir ondan başka?”
“Çocuk mu kandırıyorsunuz siz?” diye gözlerini Defne’ye dikerek üstten üstten bakmaya çalıştı Mert ama boyu ablasından kısa olduğu için böyle horozlanması Defne’yi korkutmak yerine güldürdü. Defne kaçarak ondan kurtulamayacağını anlayınca saldırıya geçmeye karar verdi.
“Ne kandırması oğlum?.. Sen sürme mi çektin gözlerine?”
“Ne sürmesi, saçmalama yine!” diyerek banyoya koştu Mert. Bir yandan aynada gözlerini incelerken bir yandan da ovuşturuyordu. Bir insan her seferinde aynı şakaya kanar mı, bu çocuk kanıyordu işte.
Küçüklüğünde Mert’i yakından gören hemen herkes, beyaz tenine tezat yaratan, kalem çekilmiş gibi doğuştan sürmeli gözlerine ve uzun siyah kirpiklerine şaşar ve hayran kalırdı. Çoğu “Sürme mi çektiniz bu oğlanın gözlerine?” diye sorardı. Annesi uzun süre “sürmelim” diye sevdi biricik oğlunu. Mert biraz daha büyüyünce “Kadınlar gözlerine sürme çekermiş, ben kadın değilim,” diye kendisine sürmelim dedirtmemişti bir daha. Defne onu kızdırmak istediği zamanlarda kullanıyordu bu kozu. Her seferinde de işe yarıyordu.