Buch lesen: «Sergüzeşt»
Samipaşazade Sezai (1860-1936), İstanbul’da doğdu. Babası devrin ileri gelenlerinden Sami Paşa’dır. Sezai, babasının konağında özel öğrenim görerek yetişti; çok genç yaşta yazarlığa başladı. Namık Kemal ve Abdülhak Hamit’in etkisiyle, daha ilk yazılarından başlayarak yeni edebiyat yolunda çalışmalar yapan Sezai, ağabeyi olan Suphi Paşa’nın Evkaf Nazırlığı sırasında Evkaf Nezareti Mektubî Kalemine memur oldu (1880), babasının ölümünden sonra da Londra Elçiliği ikinci kâtipliğine atandı (1881). Orada dört yıl kaldı; bu sırada İngiliz ve Fransız edebiyatlarını yakından izledi. İstifa edip İstanbul’a dönünce İstişare Odasına memur oldu. Yedi yıl kadar süren bu dönemde (1885-1901) sanatının olgunluk çağına ulaştı; yayımladığı roman ve hikâyeleriyle edebiyat alanında ünü yayıldı. Sergüzeşt romanı dolayısıyla takibata uğrayınca Paris’e kaçtı (1901). İttihat ve Terakki Cemiyetinin yayın organı olan ve Mısır’da yayımlanan (1902-1908) Şûrâ-yı Ümmet gazetesine başmakaleler ve başka yazılar yazdı. Meşrutiyet ilan edilince İstanbul’a döndü (1908), bir yıl sonra Madrid Elçisi oldu (1909), Birinci Dünya Savaşı’na kadar orada kaldı. Savaş yıllarını İsviçre’de geçirdi, mütareke devrinde emekliye ayrılarak İstanbul’a döndü (1921). Son yıllarında TBMM’nin kararıyla kendisine aylık bağlandı (1927). 1936’da İstanbul’da öldü.
Eserleri: Sergüzeşt (1889), Küçük Şeyler (1892), Rümuzü’l Edeb (1898)
Ön Söz
1305 (1889) senesinde Sergüzeşt’in çıkışını fevkalade güzel bir surette karşılayanlar, o zamandan geleceği aydınlatmaya başlamış olan gençler idi. Senin kadar veya senden genç olan o, hem aydın hem de aydınların, daima yürüyen o fikir yolcularının öncüsü olarak Sergüzeşt her gün daha ziyade yayılıyor, buna rağmen sen her gün daha ziyade gizleniyordun, irfan âleminden gördüğün bu iyi niyetli kabule karşı, hiç olmazsa beş on kitabın Sergüzeşt’i takip edecekti. Sergüzeşt bir vaat idi. Vaadini niçin tutmadın?
1305 (1889). Otuz üç sene sabah olmak bilmeyen ufuklarında, en küçük bir şafak ışığı görünmeyen uzun bir gece içinde idi. O uzun gecede doğan tek tük yıldızlar, memleketi terk ederek gurbet ellerinin hicran ufuklarında sönüyorlar; kalanlar da vatan semasında bir müddet parladıktan sonra istibdadın tutuşturduğu volkanlardan yükselen siyah bir dumanın içine gömülüyorlardı. O devirde bir kalp ve fikir kargaşalığı fertlerden cemiyete, cemiyetten memleketlere, memleketlerden bütün vatana yayılarak; düşüncelerin, sakin ve durgun ırmakların kaynaklarını karıştırıyordu. Edebiyat ile baş başa kalmak için, bütün vatanda bir huzur köşesi yoktu. Bu hâllere karşı, muhitin tesiriyle geçirdiğim şiddetli, yakıcı ve yıkıcı asabi bir hayat içinde yazıhanemin önünde şiir perisinin düşüncemi ziyaret ve iltifatını beklerken kapımda hafiyelerin ayak seslerini, penceremden beni gözetleyen kaplan bakışlı gözlerini gördüm. Çünkü Sergüzeşt’e esaret aleyhinde başlamış ve “hürriyetine” diyerek son vermiştim.
O devirde milletlere refah temini ve ticaret için, marifet ve ilim ihracat ve ithalatı için, fikir ve zekâ gezintileri için okyanusun üzerinde gidip gelen gezici sarayların izleri ve çizgileri kıtaları birbirine bağlarken, ilme yeni bir keşif ilavesi arzusuyla kutuplara gidip gelinirken geceleri Boğaziçi’nin bir sahilinden diğer sahiline geçmek yasaktı. Hâlbuki o sahiller, bazen cennet rüyasına benzeyen Boğaziçi’ne hayalin dalıp kaybolması için çiçeklerden yapılmış dünyanın en güzel, yumuşak bir yastığı idi.
O zamanki hâlimi tasvir için otuz beş sene evvel şöyle birkaç söz söylemiştim:
İntizara kalmadı bak iktidar
Kûşe-i uzlette oldum ihtiyar
İntizarım hep vatan ikbalidir
Kaldı bir düşman elinde tarumar
Bu vatanda gördüğüm her gün benim
Ah ü efgan ile hâl-i ihtizar
Karşı durdum lütfuna, tehdidine
Merdlikle işte ettim iştihar
(Bak beklemeye gücüm kalmadı. Yalnızlık köşesinde ihtiyar oldum. Beklediğim hep vatanın saadetidir. Bir düşman elinde perişan oldu. Bu vatanda benim her gün gördüğüm ah, feryat ile can çekişmesi. Lütfuna, tehdidine karşı durdum. Yiğitlikle ün saldım.)
Uzun olan bu manzumenin alt tarafını şimdi hatırlamıyorum. Ben saklamadım. Küçük Şeyler’le Rümuzü’l-Edeb’i1 neşrederek Paris’e hicretle yedi sene Şura-yı Ümmet gazetesinde mücadele ettim. O gazetede ve başka yerlerde yazdıklarım toplansa Sergüzeşt gibi birkaç kitap olur. Şimdi geçmiş, mazi olmuş bir devrin taşkınlık ve heyecanını bu sahifelere getirmek istemem. Bunları söylemekten maksat, malum olduğu üzere, bir müellifin yazdığı veya daha ehemmiyetli olarak yazamadığı şeyleri anlamak için, onun bulunduğu muhiti ve etrafını çeviren tesirlerle duyguların nüfuzunu arz etmektir.
O zamanki hayatta Avrupalılarınki gibi roman mevzusu bulmak müşküldü. Fakat Avrupalılar gibi yazmak ne için? Sade, içten ne kadar roman mevzusu bulunurdu. Bir de ben hissettiğim şeyi yazamam. Daha doğrusu yazmak istemem. Hâlbuki en büyük eserler histen ziyade fikirle yazılır. Hissin ön planda geldiği eserler kadınlaşır. Mesela Endülüs’teki Arapların mimari eserlerinde his o kadar üstün gelmiştir ki taştan duvarlarında kalpleri görülür, güzel saraylarının nakışlı pencerelerindeki renklerin boyası hayallerinin gözyaşı ve tebessümlerindendir. Bu kadar incelen büyük bir medeniyetin ve yalnız yüksek ruhların görebileceği bir şiir rüyasına dalmış Arapların, benim büyük Sadi’min:
Heme Ademî zade bûdend teykin
Çu gorkân behunhoregî tiz-cengî
(Herkes “insanlar” âdemoğludur ama kurtlar gibi birbirlerinin kanını dökerler.)
dediği, insanların arasında bilhassa o zamanki haşin İspanyolların içinde devam edemeyerek Endülüs’ü terke mecbur edileceklerini, kendi yüksek sanatları, dilini bilenlere söyler.
Dünyanın en büyük ve en cani milleti olan Romalıların güzel sa natlarında hissin hissesi yok gibidir, gök kubbeyi başında tutacak gibi görünen mermer direkleri birer fikir, birer düşüncedir. Mermer direkleri, mermer merdivenleriyle batan güneşin önünde al bir renk kazanan mağrur sarayları ebediyete karşı birer zafer takı gibi durur. Namık Kemal’in, Süleyman Nazif’in eserleri gibi…
Namık Kemal’in üslubunda atalarından gelen bir cihangirlik hassası vardır. Kemal, Büyük Britanya sahilinde iken, İngiltere’yi tarif için diyor ki:
(Bu tasvir aynen değil fakat mana itibariyle böyledir.) Denilebilir ki, okyanusun her yükselişinde, dünyanın ihtiyaçları İngiltere’den gidiyor, çekilişinde dünyanın bütün serveti adaya dökülüyor. Kendi de böyledir. Kemal’deki mana, yükseliş hâlinde olunca, Türk fikir ve kalbinin bütün malzeme ve ihtiyacı o deha kaynağından gidiyor. Çekilişinde ilhamın bütün hazine ve mücevheri o irfan âlemine dökülüyor. O mana çekilişinin Kemal’e getirdiği incilerden bir tanesi de Süleyman Nazif’tir. O da ırkının bütün ateşleri kalbinde, doğu güneşinden vücuda gelmiş üslubu kaleminde olduğu hâlde, her türlü saldırıya karşı Türk irfan hududuna konulmuş bir bekçi, edebiyatta mektep gibi gelip geçici modalar, inançlar gibi efsanelerin üstünde görülür.
Sergüzeşt’i duygu üstadı Ekrem’in nihayetsiz kalbine ithaf ile yükseltmek istemiştim. Bu eserin bir meziyeti varsa, o da şimdi yerin altında yatan fakat ebediyetin en yüksek noktasında heyecanı bitmez tükenmez olan o kalpten almasıdır.
Samipaşazade SezaiVaniköyü: 4 Mart 1924
1
Rusya kumpanyasının Batum’dan gelen bir vapuru Tophane’nin önüne yanaştığı zaman denizin üzerinde sabırsızlıkla bekleyen birkaç kişi, sandallardan vapurun içine atılmışlardı. Bunlardan birisi, uzun boylu, geniş omuzlu, seyrek siyah bıyıklı, etekleri ayaklarına kadar uzun, beli gayet dar bir Çerkez paltosu giymiş; başında kendi kavminin kalpağı, elinde bir gümüşlü kırbacı olan Çerkez’e:
“Sefa geldiniz. Cariyeler nerede?”
“İşte burada.”
“Kaç tane?”
“Üç.”
“Güzel mi?”
(Esirlerin birisini göstererek) “Şu mavi gözlere bak.
Bir paşa buna bir hazine verir.”
Çerkez’le bu herif bir sandala, cariyeler de diğerine binerek Top hane İskelesi’ne doğru vapurdan açıldılar. Çerkez’le beraber bulunan ve çok iri cüsseli olan bu adam, Hacı Ömer adında bir esirci idi. İnsan ticaretinin duygusuz kalbine verdiği merhametsizlik, kalbinin o büyük, yuvarlak gözlerine aksettirdiği bir nevi vahşilik tesiri ile bakışı kaplana benzer. Geniş manası ile kendisinin de içinde bulunduğu insanlığın -hususi çıkarlarından başka- bir kısmının başına gelen felaketten üzülmez; bir şarkıcının sesiyle bir kızın ağlaması, bir sazın sesi ile paha biçilmez bir güzelin yalvarışları arasında bir ayrım yapmazdı, insanlık vazifelerinden iki şeye kutsal bir değer verirdi.
Biri, ticaretini geliştirmek maksadıyla odasının duvarına asılan kırbacı; diğeri de evine giren zayıf yaratıkların kimsesizliği idi.
Sandalın içinde iken, o büyük, yuvarlak gözleriyle Çerkez’e bakarak ve birer küçük yelpaze kadar büyük olan ellerini sallayarak esirleri pazarlık ediyordu. Pazarlık yolunda gitmeyince kırk beş, elli yaş arasında olduğunu gösteren ve siyahtan ziyade kirli bir renge çalan kır sakalıyla esmer çehresinde bir iki kaba buruşukluğu tiksindirici bir hâl alırdı.
Halayıkların ikisi on altı, on yedişer yaşlarında, Kafkasya’nın iki parlak güzellik mahsulü idi. Üçüncüsü tahminen dokuz yaşında bir küçük esir idi ki saçlarıyla kaşlarının arası biraz yakınca, ağzı gayet küçük, yuvarlak omuzlarına nispetle beli incecik, hele o siyah gözlerde zekâ parıltısı sonsuz bir tatlılık gösterirdi. Üstat bir el ile ölçülü çizgileri çekilmiş fakat rengi verilmemiş bir resimdi. Zira küçücük dudakları pek renksiz, bakılmamaktan saçları seyrek, sefalet ve yol sıkıntılarının tesiriyle rengi uçuk, gözlerinin etrafı ince bir siyah daire ile çevrilmiş, bakışında, kafesin içine konulmuş bir kuşun ara sıra gökyüzüne bakışını andırır gizli bir hüzün ve üzüntü görülürdü. Bu küçük kızın üzerinde dar ve baştan ayağa kadar ilikli bir Çerkez paltosu, başında küçük eski bir kalpak vardı.
Sandallar sahile yanaşarak bu kızları bir eve götürdüler. Eve girdikleri zaman, esircinin karısı karşılayarak:
“Bu ikisi güzel! Bu küçük kız, hastalıklı bir şeye benziyor. Bunu buraya ölsün diye mi getirdin?” dedi.
Hacı Ömer:
“Biz de bunu bin liraya almadık ya! Tam, Yüksek Kaldırım’daki Mustafa Efendi’nin karısının istediği gibi bir küçük…” cevabını verdi. O gece Çerkezler o evde kaldılar; üç günde, beğenmeye bağlı olarak, üçünün de pazarlığı bitti.
Bu evde kızlar geceleri bir odaya toplanır, birbirleriyle konuşurlardı; fakat çok gülmek, Çerkezce konuşmak yasaktı. Bir müşteriye gidip de, her ne sebepten dolayı olursa olsun, beğenilmeyerek gelen esirlere on on beş kırbaç vurulurdu.
Bu eve gelişlerinden birkaç hafta sonra, bir sabah, Hacı Ömer o küçük esir Çerkez’e:
“Haydi kalk, gideceğiz.” dedi.
Çocuk, kendi yaşındakilere mahsus bir tavırla hemen yerinden kalktı. Koşarak beraber geldiği kızlardan birinin boynuna sarıldı. Birbirleriyle öpüşüp ayrıldıkları zaman, çocuğun gözünde, küçücük ruhunun acısını belirten bir damla yaş gözüktü; sonra birdenbire hayatın ıstırap yükünü hissetmeye başlayan adamlar gibi, minimini kaşlarını çattı. Ciddi, müteessir, düşünceli bir çehre ile esircinin o kocaman ellerinden tutarak evden çıktılar. Yürüyorlardı. Çocuk sokakta giderken, etrafından geçen arabalara, tramvaylara hayran hayran bakıyordu. Tophane Meydanı’na geldikleri zaman, orada birçok çocuğun gülüşerek, haykırarak oynadıklarını gördü. Duygular kaynaşan kalplerinden geçen arzular üzerinde hiç düşünmeden hemen uyuvermek çocukların özelliklerinden olduğu için, kendisinden geçerek (yerde koşuşan bu yaratıkların gökyüzünde uçuşan kuşlarla bir münasebeti olmalı), kendilerinden bir topluluk gördükleri zaman ona katılma sevdasının şevkiyle, hemen onların yanına doğru koşmaya başladı.
Birdenbire esircinin o büyük, o korkunç gözlerini açarak:
“Gel buraya… Şimdi kırbacı çıkarırım!” dediğini işitir işitmez, yavaş yavaş geri döndü.
Yanındaki gulyabaninin ellerini tutarak kendisinin nasıl bir demirden esaret pençesi içinde olduğunu birinci defa olarak hissetti. Yürüyorlardı.
İkisi de hiç lakırdı söylemiyordu. Köprünün üzerinden geçerken iki tarafa yanaşıp kalkan vapurlardan gözünü ayırmıyordu. Birkaç adım daha ileri gidip de vapur düdüklerinin sesini işitir işitmez bulunduğu yerde vücuduna titreme geldi. Zira, memleketinden ayrılıp gelirken, Batum’da duran vapur düdüğünün aksi hâlâ kulağında kalmıştı. Karşı tarafta, gökyüzünün mavi gölgesi altında, omuz omuza yükselmiş dağların üzerinden dökülüp gelen bir rüzgâr, saçlarını dağıtarak görmüş olduğu bir rüyayı, yani memleketini hatırlatarak mustarip kalbine anlaşılmaz bir surette teselli veriyordu. Yürüyorlardı. Köprüyü geçip de Yeni Cami’nin önüne geldikleri zaman çocuk, rengi büsbütün uçmuş yüzünü, korku ve tereddüde delalet eden bir hâl ile kaldırarak Hacı Ömer’e:
“Karnım aç.” dedi.
Esirci kolunu çekerek düşürecek gibi olduktan ve yine itip doğrulttuktan sonra:
“Yürü!” dedi.
Yürüyorlardı. Biçare çocuğun o güzel fakat renksiz dudakları titriyordu. Çakmakçılar Yokuşu’nu çıkarken, ayaklarının sızladığını hissediyor; fakat korkusundan söylemiyordu. Gözüne, karşısındaki on adımlık yer yürümekle bitmez tükenmez, sonsuz bir mesafe gibi görünmeye başladı. Ayakları dolaşacak gibi oldu. Sonra yine doğruldu. Yürüyorlardı. Beyazıt Meydanı’na geldikleri zaman, gözünü çevirip de bir tarafa bakmaya mecali kalmamıştı. Bacakları, güya vücuduna bağlanmış, birer kurşun gibi ağır gelmeye başladığından, vücudundaki bütün kuvveti onları sürüklemeye ancak yetişiyordu.
Hele şükürler olsun, Beyazıt’ta tramvay durağının yanındaki bir kahvede oturdular. Yorgunluktan gücü kuvveti kalmayan çocuğa, o hasır iskemle bir kraliçenin saltanat tahtına çıkması kadar huzur ve sefa verdi. Esirci, bir simit, biraz da peynir aldı. Çocuk bunları yedikten ve bir bardak da su içtikten sonra, tramvaya binerek Aksaray’a, oradan diğer hattın tramvayıyla Yüksek Kaldırım’a indiler.
Esirci, küçük bir sokak, tenha bir mahallenin içinde bir evin kapısını çalıyordu.
Öğleye rastlayan bu saatte, doğunun parlak güneşi, bu küçük, bu tenha sokağı aydınlatarak kapısını çaldıkları evin üst kat pencereleri, saçağının gölgesi altında kalır ve alt kat pencerelerinin kafeslerinden süzülerek giren gün ışığı, evin iç tarafına doğru nüfuz ettikçe, sönüyor gibi görünürdü. O sırada, öteki sokaktan çıkan kör bir dilenci, elindeki değneği fasıla ile bir usulde kaldırımlara vurarak: “Devr-i lalinde baş eğmem bâde-i gülfâma ben.” gazelini okuyarak geçiyordu. Evin kapısında bir köpek uyuyor, komşunun damında bir iki kedi dolaşıyordu. İnsan bu sokaklarda yürüdükçe, yapılış ve sıralanışına bakarak kendini Orta Çağ’a doğru seyahat ediyor sanırdı.
Evin kapısını açan bir Arap halayık:
“Sefa geldiniz Hacı Ömer Efendi, buyurun.” dedikten ve hanımına gidip haber verdikten sonra, bunları hanımın odasına götürdü.
Bir başörtüsüyle köşede oturan hanım şişman ve esmerdi. Kaşlarına bir parmak kalınlığında rastıklar sürmüştü; kaba bir yaradılış çirkin bir kıyafete girmişti.
Odaya girip de esirci:
“Git, hanımın eteğini öp.” dediği zaman, küçük esir gidip kadına sarılmak isteyince, hanım gayet sert bir tavırla geriye doğru itti.
Kız, mahzun mahzun geri çekilerek mindere oturdu.
Hacı Ömer şiddetle:
“Senin mindere oturmak haddin mi? Sen esirsin! Kalk ayakta dur.” dedikten sonra, hanıma doğru dönerek:
“Kusuruna bakmayın, daha acemidir. Geleli birkaç gün oldu. Siz istediğiniz gibi terbiye edersiniz.” diyerek özür diledi.
Çocuk, bu emirlere hayret ve üzüntü içinde itaat etti. Bir taraftan hanım çocuğun vücudunu eliyle yoklayarak ucuz almak için birçok kusur bulup, diğer taraftan Arap halayık da inceden inceye muayene ederek:
“Hanımefendi, bu nafile, zayıf, pek zayıf, bu ölür.” dedi.
Hasılı iki tarafın, bu henüz aklı ermeyen mahluktan istifade için, hırs saiki ve menfaat sevdasıyla saatlerce ettikleri pazarlık kırk lirada son buldu.
Çerkez asıllı dokuz yaşında kul cinsi bir esiri, hastalık ve illeten uzak olarak sabık Harput Mal Müdürü Mustafa Efendi’nin hanımına kırk adet Osmanlı altını karşılığında sattığımı bildiren işbu senet yazılarak kendisine teslim kılındı.
Esirci Hacı Ömer, edindiği alışkanlıkla bu senedi çabucak yazarak evden çıkıp gitti.
Hanımının verdiği emir üzerine Arap halayık, yanında uysal bir sessizlikle giden küçük kızı mutfağa indirdi. Kendi yemek pişirirken, ona da su taşıtırdı. Hanım, evin idare ve intizamını tam bir dikkatle yerine getirir ve devam ettirir; fakat çok bağırır, pek çabuk hiddetlenirdi. Büyük kaşlarını çatarak sönük siyah gözleriyle bakışında bir çocuğu ağlatacak, bir adamı korkutacak kadar merhametsizlik görünürdü. Yalnız, on iki yaşında Atiye adındaki kızını mektepten dönüşünde kucakladığı zaman, yaradılış inceliği ve şefkat duygusu gibi kadınlara mahsus olan ulvi meziyetler, garip bir surette kendisini gösterirdi.
Bu özelliklerini tamamıyla kızına inhisar ederdi. Yoksa zaten hiç çocuk sevmez, hiç kimseye acımazdı. Gençliğinde ara sıra kendisini döven kocasının vahşi muamelesini görmüş ve en nazik yaratılan bir kadını bile en azgın hayvana benzetecek kadar tesirli olan kıskançlığı çok çekmişti. Hele bir zamandan beri vazifelerini kötüye kullanma ve rüşvet yemesinden dolayı yüce hükûmetin adil hükmü ile kocasının işten çıkartılmasının ıstırap ve kederini hissetmiş ve bunların hepsi kalbine bir merhametsizlik, bir neşesizlik getirmişti.
Manevi hayat olan zihin işlerinden ve bir cemiyet içinde anne olmak için gereken medeni terbiyeden mahrum bulunduğu için, daima halayıklarla uğraşır, onları merhametsizce döver, komşularının aleyhinde söylenir dururdu.
Kocası borçtan kurtulmak ve memuriyet elde etmek için gündüzleri dolaşır, akşamları geç gelir, sabahları erken giderdi.
Akşam olunca, Teravet adlı Arap halayık, kendisinin yattığı mutfağın üstündeki odaya, gayet ince bir şilte, katı bir yastık, kirli bir yorgan koydu. Sabahtan beri yorgunluktan takati kesilen bu esir yatağın içine girdi. Evin yukarı kattaki penceresinden bahçedeki nar ağacının dallarına akseden bir şamdanın hafif ışığına gözlerini dikerek yaradılış sırlarının anlaşılmaz bir hissine uyarak “Gece!” dedi. Yorganı başına çekti; sessiz, derin, masum bir uykuya daldı.
Sabahleyin erkenden gözlerini açtığı zaman, karşısındaki nar ağacında bir kuş ötüyordu. Bir kuşun ötüşüyle bir çocuğun ruhu arasında münasebet vardır. Yatağından kalktı; başını pencereye dayayarak kuşu seyretmeye başladı. Bu kuş doğmakta olan güneşin ilk ışıklarına karşı kanatlarını sallayarak uçtukça, göğsünde şafaktan al, mavi birtakım renkler dalgalanır, ağaca konduğu zaman, yeni açılmış bir çiçeğe benzerdi. Bu temaşaya o kadar dalmıştı ki içinde bulunduğu hayranlıktan Teravet’in: “Gel yatağını kaldır.” diye bağırarak azarlaması uyandırdı. Eline bir süpürge vererek süpüreceği odaları, edeceği hizmetleri, yukarıya, mutfağa taşıyacağı suları gösterdi. İsmini Dilber koymuşlardı. Zira hanım kendisini bu ad ile çağırmaya başladı. Biçare Dilber, sabahları erken kalkar, incecik şiltesini bin bela ile kaldırır, odaları süpürür, kovaların içine birer parça su koyarak yukarı çıkarırdı.
Bir sabah, yukarıyı süpürürken, Atiye Hanım’ın oynadığını görünce süpürgesini olduğu yere bırakarak yanına gidip oturdu. Oyuncağa hayretle bakarken, hanımın o korkunç sesiyle; “Dilber, Dilber!” diye bağırdığını işiterek olduğu yerde kaldı; hanım içeriye girip bu halayık parçasının kızıyla oynamak istediğini görünce, Dilber’in kulağından tutarak süpürgeyi bıraktığı yere getirdi
“Sen işini bırakıp ne oynuyorsun?” diye bir tokat attı.
Zavallı çocuk! Ağlamaya bile cesaret edemeyerek hizmetini görmeye başladı. Her sabah hizmetini bin zahmetle görür, bir küçük kusur etse hanımdan ve Teravet’ten tokat yerdi. Evdeki vazifelerini yaptıktan sonra, Atiye Hanım’la mektebe gider, akşamları çantalar elinde olarak eve gelirdi.
Aradan haftalar, aylar geçmeye başlayınca, dil öğrenmekte çocuklara mahsus fevkalade bir kolaylıkla Türkçeyi oldukça konuşmaya ve anlamaya başladı. Fakat sabahları takatinin yetmediği hizmetleri görmekten fırsat bulup bir parça eğlenecek, gülecek olsa yediği dayaklardan dolayı bu yaşta olanlara göre bir saadet devresi olan hayatın, kendisine pek müşkül, pek acı görünmeye başladığı; sarkmış yanaklarından, büsbütün kesilmiş gözlerinden anlaşılırdı. Önceleri Atiye Hanım kendisiyle oynamak istediyse de annesinin ve Teravet’in ettiği muameleleri gördüğünden, şimdi her ne zaman yanına gelse: “Pis halayık. Hadi aşağı!” diye kovardı. Üzüntü ve ıstırapla geçen bu hüzün verici hayat içinde, en büyük arzusu mektebe gitmekti. Zira orada diğer çocuklarla muhtaç olduğu hürriyet ve sevgiyle konuşur, kimse bu küçük mahlukun insanlık haysiyetini “pis halayık” diye ayaklar altına almaz ve bulunduğu ıstırap ve yeis hâlinde derslerine son derece gayret ettiğinden hocasından ara sıra aferin alır ve bütün bunlar kırık kalbine teselli verdiği gibi, Latife Hanım adında bir de küçük dost ve dert ortağı edinmişti. Bu iki sırdaş ruh birbirleriyle olan gizli bağdan istifade ile büyük bir iştiyakla baş başa vererek sohbet ederlerdi.
Bir gün Latife kendisine:
“Sen kimin halayığısın?” dedi.
“Hanımın…”
“Hangi hanımın?”
(Atiye Hanımı göstererek) “Bunun annesinin…”
“Senin oyuncakların var mı?”
“Hayır… Ben esirim.”
“Ben sana bir tane vereyim.”
Bu kısacık konuşma üzerine çantasından bir bebek çıkararak Dilber’e verince, saadet timsalini kucaklayan bahtiyarlar gibi bebeği büyük bir sevinçle aldı, yattığı odadaki dolaba sakladı ve merhametsiz Sudanlı görüp de bütün ümit ve emellerinin toplandığı bu saadet timsalini kırmasın diye, birisi odaya girdikçe: “Benim dolapta bir şeyim yok ki.” demeyi âdet edinmişti. Latife, ara sıra kendisine şeker, meyve gibi çocukları aldatan şeyleri verdikçe, bu hediyeleri nereye koyacağını şaşırır, sonra kimse görmesin diye, evden cüz’zünü getirdiği bohçasına gizlerdi. Fakat bir kere şeker alırken Atiye Hanım gördüğü için, eve dönüşlerinde annesine söyledi. Bir zamandan beri kocasının iş ve muamelelerinde görülen muvaffakiyetsizlik ve ev idaresinde karşılaşılan zorluklar zaten hiddetli mizacına günler ce devam eden bir neşesizlik getirdiğinden, o kadar sevdiği kızının noksan terbiyeden doğan çocukça bir gururla ettiği şikâyeti üzerine:
“Buraya gel pis Çerkez, buraya gel murdar dilenci.” diye Dilber’i odasına çağırdı.
Çocuk odaya girdiği zaman, o rastıklı kaşlarının altındaki sönük, beyazı siyahından büyük gözlerini açarak: “Yanıma gel!” dedikçe, Dilber çocuklardan başka kimseye malum olmayan bir korku ve dehşetle titreyerek olduğu yerde kaldı; hanım ayağa kalktı; Dilber’in kolundan çekip taş kalplilikle bir iki tokat vurarak:
“Şimdi dilenciliği öğrendin mi?” sorusuyla bohçanın içinde ne kadar şeker, meyve varsa pencereden aşağı attı.
Muzur kadın! Dilber’in varını yoğunu, çocuğun bütün hazinesini kıymadan böyle harap etti.
Bu muamele, geçirdiği acı hayatın tesirinden doğan durgun tavrını, zaten kolaylıkla müteessir olan masum yaradılışını derin bir surette sarstıysa da yaşına göre hayret verecek bir metanetle, ağlamamak için gayret sarf ederek kapıdan çıkmak üzere iken, düşünceli gözlerinde gayriihtiyari bir iki damla gözyaşı peyda oldu. Teravet de aşağıdan bu zavallı Kafkasyalıya:
“Pis Çerkez! Dilenci kız! Gel mutfağa su getir!” diye bağırdı.
Gayet tesirli bir surette esen kuzey rüzgârının ufuklardan getirdiği kesif siyah buluttan sızan ince, soğuk bir yağmurun altında, bahçedeki kuyudan su taşır, kovaların tabii sallantısından su damlaları üzerine döküldükçe, soğuğu ta yüreğinin içinde hissederdi. Kovaları koyduktan sonra mutfaktan artık dışarı çıkmaya cesareti, su taşımaya kuvveti kalmamıştı. Teravet, bir taraftan yemek pişirir, diğer taraftan:
“Hadi su getir tembel. Sonra akşama yemek pişmez.” derdi.
Çocuk olduğu yerden kımıldamayarak:
“Artık su getirmem.” dedi.
Teravet, ağacın aşağısından bakıp da yukarıdaki kuşları düşüren yılan gibi, beyazları kan içinde ve yalnız o gözlere mahsus vahşi bir bakışla ocaktan bir yanar odun çıkararak Dilber’e doğru yürüyünce, çocuk, üzerine bir yanardağ geldiğini veyahut elindeki topuzuyla yanında bir zebani dolaştığını görünce, rikkati en ziyade coşturan korkudan hasıl olma itaatkâr bir teslimiyetle hemen dışarı çıktı. Canı yana yana tahammülünü aşan hizmetini yerine getirdi.
O akşam herkes derin bir uyku içinde bulunduğu zaman asılı bir saat, mezarlıkta öten baykuş gibi, gece yarısını çalarken, Dilber yatağından kalktı, yavaş yavaş dolabı açarak bir şey çıkardı. Sonra elini başına tutarak bir ordu kumandanına mahsus metanetle düşünmeye başladı… Korkunç şey! O soğuk, o karanlık gece yarılarında bu çocuk ne yapıyor? Artık kaçacak… Artık firar edecek… Çektiği ıstıraplara, dayaklara vücudu tahammül edemiyor. Gördüğü muameleler, hakaretler ruhunu yaralamış. Firar edecek… Fakat gecenin devlere mahsus müthiş, azametli semaya yayılan siyah kanatlarının altı öyle bir küçük mahluka sığınak olamaz. Firar edecek… Kendisince meçhul olan bir kuvvetin şevkiyle bir şey arayacak. Kendisinin haberi olmadan, ayaklarının rehberlik ve delaletiyle bir yere gidecek. Hissettiği büyük bir noksanı tamamlamaya, muhtaç olduğu bir sığınağı bulmaya gidecek. Rahat etmek, teselliye kavuşmak, unutulmuşluk ve terk edilmişlik hâlinden kurtulmak, hasılı şefkat kucağında istediği gibi ağlamak için annesini bulacaktı.
Zavallı esir! Alicenap bir tavırla hanımın verdiği elbiseyi üstünden çıkararak yavaş yavaş dolabı açtı. Dolabın tozlar içinde bir köşesine atılmış Çerkez paltosuyla kalpağını çıkardı. Giyindiği zaman, ikide birde, yatağın içinde uyuyan kara talihine korkak bir gözle bakıyordu. Odanın içindeki kandilin ümit yıldızları gibi hafif ve zayıf olan ışığı, çocuğa, minderin üzerine atılmış bir eski hırka, bir yırtık entariyi, ağır bir uykuya dalmış Teravet’i korkunç bir surette gösteriyordu… Böyle bir firar için, yolda gerekecek şeylere ihtiyaç var… Mektebe giderken cüz’zünü koyduğu bohçasını önüne açarak içine en evvel Latife’den aldığı bebeğini koydu. Sonra bir elma, daha sonra yüzük olarak iki demir halkasını yerleştirdi. İşte dünyada sahip olduğu bütün bu varı yoğu bohçasına yerleştirirken durmadan sessiz sessiz ağlıyordu. Bir taraftan gözyaşı döker, bir taraftan bohçasını tanzim ile uğraşırdı. Aferin bu küçük Kafkasyalının mustarip yüce kalbine ki kendi malından başka bir şey kabul etmeyerek ve bohçasını koltuğunun altına alarak oda kapısından dışarı çıktı. Karanlıkta elleriyle merdivenleri yoklayarak aşağı indi, sokak kapısına yaklaşıp da kapının demirli olduğunu görünce, yolunun üstüne dikilen bu demirden istihkâm, bu tahammül edilemez engelin karşısında, tam bir ümitsizlikle donakaldı. Istırap ve ümitsizliğin tahrik ettiği sinirleri sayesinde iki misli artan kuvvetiyle bir iskemlenin üzerine çıkarak demiri yukarı doğru itti. Mümkün değil. Gazap ve yeis ile titremeye başlayan elleriyle bir kere daha tecrübeye kalkıştı. Mümkün değil. Demir, hanımıyla Teravet’in kalbi gibi, hissiz duruyor. Yeisin verdiği olanca kuvvetiyle bir kere daha itince demir yerinden kımıldadı. Ara sıra iskemlenin üzerine oturup nefes alarak işine devamla engelleri ortadan kaldıran yarım saatlik çalışması sayesinde kapı açıldı. Kapıyı tekrar kapamak aklına bile gelmeyerek kendini sokağın ortasında buldu.
Gece, bütün sükûnet ve karanlığıyla ortalığı kaplamıştı. Ne gökte bir yıldız ne yerde bir kandil ışığı görünen bu koca gecenin içinde hiçbir ses işitilmiyordu.Yalnız, uzaktan uzağa havlayan köpeklerin sesleriyle ara sıra şiddetle esen soğuk, içe işleyen bir rüzgârın eski Bizans harabelerinden çıkardığı müthiş aksisedalar korkan kulaklarına ulaşıyordu. Korkusundan önüne bakarak ve adımlarını sık sık atarak mahalleyi geçip de bir tarafında yangın harabesine rastlayınca oradaki bir evin kapısının önünde birdenbire durdu. Yaşamak için yumuşaklık ve mülayimliğe, okşanmak ve korunmaya ihtiyacı olan bu mahlukun küçücük kalbi o büyük gecenin korkunç sükûne tiyle harabelerden çıkan müthiş seslerden durmaya ve kuzeyin buzlu dağlarından dökülüp gelen o tesirli rüzgâr en ince sinirlerine kadar yayılarak bütün vücudu titretmeye başladığı zaman Teravet’in ve hanımın zulüm ve eziyetinin hatırası aklına geldi. Bu hatıra, soğuğun tesiri ve korkunun şiddetiyle serbestçe iş görme ve rahatça hareket etme kabiliyetini kaybettiği kalp ve zihnine hücum ederek; hayalinin dehşeti ve vehimlerin kuvveti, ile hâkim olmaya başlayınca birdenbire bulunduğu yere oturdu. Yorgun olan gözleri önündekileri rüya gibi gördüğü zaman, ta karşıda bir siyah kadife ile örtülü gibi görünen karanlık gökyüzünün ufuklara yakın bir köşesinde sislere benzer bir ışık peyda oldu. Gökyüzünün bu birdenbire zuhur eden nuruna daha dikkatle bakınca, o ışığın içinde anneciğinin gülümseyen çehresini gördü. İşte orada… Kendisine gülüyor! Sesini işitecek. Ah, üzerine doğru geliyor… Gücünün yetmediği şeyleri taşımaktan kadit olmuş kollarını anneciğini kucaklamak için semanın o tarafına doğru uzatarak:
“Aman imdadıma yetiş…” dedi, sonra şiddetli bir feryat ile arka üstü düştü, bayıldı.
Der kostenlose Auszug ist beendet.