Buch lesen: «Bir Şeftali Bin Şeftali»
Fakir ve susuz bir köyün hemen yanı başında, oldukça geniş bir bağ vardı. Öyle güzel bir bağdı ki bu, yemyeşil ve düzenli, her bir yanı meyve ağaçlarıyla dolu, içinden geçen suyu bol… Bağ o kadar genişti ve ağaçlarla dopdoluydu ki, eline bir dürbün alıp bir ucundan bakmak istesen, diğer ucunu göremezdin.
Köyün ağası, birkaç yıl önce, köydeki toprakları parçalara ayırmış ve köylülere satmış, fakat bu güzelim bağı kendine ayırmıştı. Elbette, köylülere sattığı topraklar ne düzdü ne de ağaçlık. Engebeliydi, suyu da yoktu üstelik. Aslında, vadinin tam ortasında tek bir düz arazi vardı, işte o arazi de ağanın sahiplendiği bağıydı. Ağa, vadiye bakan diğer verimsiz toprakları, tepelik arazi ve yokuşlarıysa köylülere satmış, onlar da bu topraklara buğday ve arpa ekmişlerdi.
Her neyse, bir kenara bırakalım şimdi bunları, hem belki öykümüzle de bir ilgisi yoktur bunların.
Bu bağda iki tane şeftali ağacı yetişmişti, bir tanesi diğerinden daha küçük ve gençti. Bu iki ağacın da hem yaprakları hem de çiçekleri tıpatıp diğerine benzerdi, o kadar benzerdi ki, bu iki ağacı gören herkes daha ilk bakışta her ikisinin de aynı tür olduğunu anlayıverirdi.
Ağaçların daha büyük olanı aşılıydı, her yıl kocaman, kıpkırmızı ve göz alıcı şeftaliler verirdi. Bu meyveler o kadar iri olurdu ki, avuca zor sığardı, insan ısırıp yemeye kıyamazdı.
Bahçıvanın dediğine göre, bu ağacı yabancı bir mühendis aşılamıştı ve aşılarken kullandığı sürgünü de kendi memleketinden getirmişti. Böylesine masraf edilen bir ağacın şeftalilerinin ne kadar değerli olacağı herkesin malumudur.
Kem gözler ilişip de nazar değdirmesin diye, birer ufak tahta parçasının üzerine (Kuran’dan) “Ve in yekâd…” ayeti yazılıp, her iki ağacın da üzerine iliştirilmişti.
Buna karşılık, küçük şeftali ağacı her yıl binlerce çiçek açmasına rağmen, bir tane olsun şeftali vermezdi. Ya çiçekleri dökülür ya da henüz olgunlaşamadan meyveleri kuruyup düşerdi. Bahçıvan, bu küçük şeftali ağacı için elinden geleni yapıyor, ama ağacın durumunda hiçbir değişiklik olmuyordu. Yıldan yıla yeni yeni dalları ve çiçekleri ortaya çıkıyor; buna rağmen, şifa niyetine olsun, bir tane bile şeftali vermiyordu.
Bahçıvanın aklına küçük ağacı da aşılamak fikri geldi, ama ağaçta yine bir değişiklik olmadı. Besbelli iş inada binmişti sanki! Bahçıvan bu durumdan bıkıp usanmıştı artık. Sonunda, bir küçük oyun oynayıp, ağacın gözünü korkutmayı düşündü. Gidip testeresini getirdi, karısına da seslenip yanına çağırdı, ardından başladı küçük şeftali ağacının hemen önünde testeresinin dişlerini bilemeye. İşini bitirdi, testerenin dişlerini iyice biledi. Sonra geri geri yürüyüp birden ağacın üzerine doğru hamle yaptı elinde testeresiyle. Öylesine tehdit edercesine yürüyordu ki, hâlinde âdeta “Şimdi seni kökünden keseyim de gör, hele bakayım şeftalilerini bir daha dökebilecek misin!” der gibi bir eda vardı.
Bahçıvan ağaca doğru hışımla adım atmaya başlamıştı ki, daha yolun yarısına gelmeden, karısı arkasından yetişip kolunu tuttu: “Ölümü gör, yapma! Sana söz veriyorum, önümüzdeki yıldan itibaren şeftalilerini artık dökmeyecek, büyütüp olgunlaştıracak. Ama, yok eğer yine tembellik etmeye devam ederse, işte o vakit ikimiz bir olur keseriz, odunlarını da ateşe atar yakarız, varsın kül olsun!”
Ama gel gör ki, bu hile ve gözdağı da ağacın huyunu suyunu değiştirmeye yetmedi.
Şimdi hepiniz küçük şeftali ağacının asıl derdinin ne olduğunu ve niye bir türlü olgun ve güzel meyveler vermediğini merak ediyorsunuz, öyle değil mi? Pekâlâ, o zaman hikâyemizin bundan sonrasını doğrudan kendisi anlatsın bakalım…
İyi dinleyin o hâlde…
***
Kulaklarınızı iyice açın da küçük şeftali ağacımız ne söylemek istiyor iyi dinleyin. Artık hiç ses çıkarmayın, bakalım küçük şeftali ağacı ne söyleyecek bize. İşte kendi hikâyesini anlatıyor:
“Biz yüz, yüz elli tane şeftaliydik, bir sepetin içinde duruyorduk. Güneş vurup da narin tenimizi kurutmasın, al yanaklarımız toza bulanmasın diye, bahçıvan içinde bulunduğumuz sepetin üzerini ve yan taraflarını asma yapraklarıyla örtmüştü. İncecik yaprakların arasından yeşil bir ışık süzülüp bize ulaşıyor ve yanaklarımızın kızıllığıyla buluştuğunda, gönül ferahlatan bir manzara çıkarıyordu ortaya.
Bahçıvan, sabah güneş henüz doğmadan toplamıştı bizleri, o yüzden üzerimiz serin ve nemliydi. Sonbahar gecelerinin soğuğu üzerimizdeydi hâlen. Yeşil yaprakların arasından süzülüp gelen ışık ise sıcağı taşıyordu içimize.
Elbette hepimiz aynı ağacın çocuklarıydık. Bahçıvan, her yıl bu vakitlerde annemin dallarından topladığı şeftalileri sepete doldurur ve şehire götürürdü. Oraya vardığında, doğruca ağanın evine gidip kapısını çalar ve sepeti teslim edip köye dönerdi. Tıpkı şimdi de yaptığı gibi…
Dedim ya, biz yüz, yüz elli tane olgun ve sulu şeftaliydik. Biraz da kendimden bahsedeyim; tatlı ve lezzetliydi benim suyum, kabuğum o kadar ince ve narindi ki neredeyse dolgunluğumdan çatlayıverecekti. Yanaklarım o denli kırmızıydı ki, bir görsen, muhakkak sanırdın ki çıplak kalmışım da onun utancıyla kızarmışım. Üstelik sonbahar şebnemleri üstümü başımı öylesine ıslatmıştı ki, sanki sudan yeni çıkmış gibiydim.
İçimdeki sert ve iri çekirdeğim yepyeni bir hayatın düşünü kuruyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, yepyeni bir hayatı düşleyen bendim. Çekirdeğim ayrı bir varlık değil ki benden…
İlk bakışta hemen fark edileyim diye, bahçıvan sepetin en üstüne, diğer şeftalilerin tepesine koymuştu beni, muhtemelen diğerlerinden daha iri ve sulu olduğum için. Bununla böbürleniyor değilim. Nihayetinde, büyüyüp olgunlaşma fırsatı bulabilen bütün şeftaliler iri ve sulu olacaktır tabi. Ama tembellik eden ve kurtlara aldanan, onların kendi kabuklarına, iç kısımlarına ve hatta çekirdeklerine kadar girmelerine izin veren şeftalilerse gelişemeyecektir.
Sepette öylece oturup duruyor olsaydım, doğruca ağanın evine götürülecektim, orada da ağanın biricik şımarık kızının kısmetine düşecektim. Ağanın kızı da yanağımdan bir ısırık alacak, sonra da bir köşeye fırlatıp atacaktı beni. Ağanın evi, kapısından içeri bir tane kayısı, salatalık veya şeftalinin uğramadığı Sahip Ali ve Polat’ın evi gibi değildi. Bahçıvanın dediğine göre, ağa, kızı için yurtdışından hususi meyve getirtiyormuş. Sipariş veriyormuş, bunun üzerine portakal, muz, üzüm, hatta çilek bile getirtiyormuş uçakla. Bunun için de elbette su gibi para harcaması gerek. Şimdi sen hesap et bakalım, ağanın kızının kıyafet, okul, yeme içme, doktor, bakıcı, uşak, oyuncak, gezme tozma gibi işleri için ne kadar daha para lazım olduğunu… Öyle ayda on bin Tümen1 falan deme, o kadar bile yetmez bu işlere.
Neyse, konumuzdan uzaklaştık…
Bahçıvan sepeti yüklendi, bağın ortasındaki yoldan geçerken ayağını bastığı yerdeki bir fare yuvası çöküverdi, neredeyse düşüp yere kapaklanacaktı, neyse ki bir şekilde dengesini korudu da düşmedi. Ama bu sendeleme sırasında elindeki sepet sallanınca, ben kayıp yere düştüm. Bahçıvan ise benim düştüğümü fark etmedi bile, öylece geçip yürüdü gitti.
Güneş artık ortalığı iyice ısıtmaya başlamıştı, toprak bir miktar sıcaktı ama güneş epeyce yakıyordu. Tenim serin olduğu için, güneşin bana çok sıcak geldiğini düşünüyordum.
Sıcaklık ağır ağır kabuğumu aşıp, içime işlemeye başlıyordu şimdi. İçimdeki su bile ısınmıştı, o sırada çekirdeğime kadar ulaştı sıcaklık. Çok geçmedi ki susadığımı hissetmeye başladım.
Hâlbuki annemin yanındayken, ne zaman susasam onun suyunu içerdim, bir de daha fazla üzerime vurup da beni ısıtsın diye doğrudan güneşe bakar dururdum. Güneş ışınları üzerime gelir, yanaklarımı sıcacık yapardı. Annemden suyu emdikçe, besinimi alırdım ve içimdeki su coşup kaynamaya dururdu. Günbegün, irileştikçe irileşir, daha güzel, daha kırmızı ve iyice sulu bir şeftali hâline gelirdim. Yüzümdeki damarlar böyle böyle daha da kızıllaşırdı, ben ağırlaştıkça ağırlaşır, annemin kolunu yere doğru eğer, esintiyle ağır ağır sallanırdım.
Annem bana seslenirdi:
“Benim güzel kızım, güneşten kaçırma kendini. Bizim dostumuzdur güneş, toprak bize gıda verir, güneş de bizim için pişirip hazırlar onları. Hem bak, güneş sayesinde daha da güzelleşiyorsun sen. Güneşten kendini sakınanların ise benizleri sararıp solmuş, vücutları da hep kemik kemik olmuş. Bak benim güzel kızım, olur da bir gün güneş dünyaya küser de ondan ışığını esirgeyecek olursa, artık bu yeryüzünde tek bir canlının bile yaşayabilmesi mümkün olmaz. Hiçbir canlı, ne bir bitki ne de herhangi bir hayvan…”
Bu yüzden kendimi hiç sakınmadan güneşin önüne uzatır, güneşin sıcaklığını kabuğumla ve tüm vücudumla âdeta emer ve içimde toplardım. Bu şekilde günden güne güçlendiğimi fark ederdim. Sürekli sorar dururdum kendi kendime: “Eğer günün birinde, birisi güneşi kızdırır ve gücendirirse, o da bize küserse, hâlimiz ne olur o zaman?”
Der kostenlose Auszug ist beendet.