Buch lesen: «Azatlık Türküsü»
Takdim
Azatlık Türküsü’nden Tarih Yazan Yazar: Sabir Şahtahtı
Men vatanı canım kimi séverem,
Ruhum, etim, qanım kimi séverem.
Abbas Sehhet1
Geride bıraktığımız yüzyıl, soğuk savaş döneminin bitişi ile tarihe geçti. Yirminci asır başlarında millî mücadele vererek bağımsızlığına kavuşan milletlerin Rus İmparatorluğu tarafından gaspedilen özgürlüklerine Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla tekrar kavuştuğu çok uzun bir yüzyıl oldu. Azerbaycan, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen 1918 ‘de Şark’ta ilk defa kurmuş olduğu demokratik Halk Cumhuriyetinin 1920 yılında işgâlinden sonra doksanların başında bağımsızlığa tekrar kavuşmak için çok çileler çekti, çok kurbanlar verdi ama pes etmedi. Su ve hava gibi özgürlüğü soluyan Azerbaycanlıların, dillerindeki azatlık türküsünü yaşam biçimine dönüştüren şerefli bir milletin gerçek hikâyesidir. Sabir Şahtahtı‘nın kaleme aldığı “Azatlık Türküsü“ adlı kitap. Azerbaycan’ın yakın dönem tarihinin sayfalara prototipler (Şahve & Şule) aracılığıyla yansıması olan bu tarihî siyasî roman gelecek nesiller için o zor, çalkantılı döneme dair çok zengin belgeler ihtiva eden önemli bir arşivdir. “1980’lerin sonlarında, ülkedeki durum yapay “Dağlık Karabağ” sorunu yüzünden günden güne gerginleşiyordu. Ben de bir vatan evladı olarak mitinglere katıldım. Bununla birlikte, bu mitingde, sadece vatan sevgisini değil, yar sevgisini de anladım. Orada bir kızla tanıştım. Payız’ın kalbinden atılmıştım, Şule’nin ışığına düştüm. Çok akıllı ve cesur bir kızdı. Cesareti beni büyüledi. El ele verip herkes gibi Özgürlük Meydanı’na koşuyorduk. Herkes gibi bizim de kalplerimizi özgürlük aşkı sarmıştı. Halk, esaretten kurtulmak istiyordu. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca Rus İmparatorluğu’nda yaşayan insanlar, artık özgürlüğü tatmak istiyorlardı. Fakat özgürlük kolay gelmeyecekti, bunun farkındaydık.” Romanın erkek kahramanı Şahve’nin dilinden yansıyan bu fikirler o dönemi yaşayan Azerbaycan halkının duygularıdır. Kolay elde edilmeyen özgürlüğün zorlukları eserde ayrıntılı bir şekilde fakat abartılmadan, yaşananların adeta kameral tasviri şeklinde okuyucuya sunulmaktadır. “Ana vatanımızın üstünde rahat gezmeye, vatanımızın özgürlüğü için bütün gücü ile mücadele eden evlatlar olarak herkesin gözünün içine dik bakmaya, hem benim hem de Şule’nin manevi hakkı vardı. Bu hakkı kazanabilmiştik.“ “Azatlık Türküsü” romanını okurken sadece bir kitap değil Azerbaycan’ın tarihini okuyoruz: Tarihî roman yazarı mutlaka romanında ele aldığı dönemi ve olayları iyi bilmelidir. Yaşanan olayların aydınlatılmasına yönelik bir kurgu yapılması büyük önem taşır. Bu kurgu yapılırken ise tarihî romanlarda en önemli kural, yaşanan olayların ve dönemin gerçekliğine sadık kalınmasıdır. Sabir Şahtahtı’nın Azerbaycan millî mücadele hareketinin bizzat iştirakcısı olduğu yarattığı kahramanlarından belli olmaktadır. “Eylül 1988’de mitingler, protestolar ve grev çağrıları tüm ülke çapında gerçekleşiyordu. Bu sürecin önde gelen üyelerinden biriydim. Öğrencileri bu olaylardan uzak tutmak için her yıl 1 Eylül’de başlayan okulları bu yıl 15 Eylül’de açtılar. Bu olaylardan dolayı, derslerde kontrolü kaybetmiştim. Ancak öğretmenler, etkinliğimi ve bu süreçler başlayana kadar derslerimin iyi olduğunu göz önünde bulundurarak sınavlarımı geçiştiriyorlardı. Bakü’de milyonlarca insanın katıldığı ilk ulusal miting 17 Kasım 1988’de gerçekleşti. Kasım mitingine kadar fabrika ve yüksek okullardaki gizli toplantılara katıldığım için Kasım mitinginin organizatörlerinin hemen hemen hepsini tanıyordum.” Tarihî roman, Azerbaycan‘ın millî istiklal mücadelesinin şeref sayfasını oluşturan, Sovyetlerden ayrılarak özgürlüğüne kavuşmak için 20 Ocak 1990 faciasını, ardından 26 Şubat 1992 Hocalı Soykırımı yaşayan Azerbaycanlıların aynı yüzyılda Ermenilerce gerçekleştirilen 31 Mart 1918 mezalimine, 28 Nisan 1920 de maruz kaldıkları Millî Halk Cumhuriyeti’nin işgâline ışık tutmaktadır. Biz, nasıl ki Anadolu Türklüğünün yedi düvele karşı yürüttüğü millî mücadeleyi Halide Edip Adıvar’ın “Türk’ün Ateşle İmtihanı“ adlı tarihî romanından, Güney Kafkasya’da, somut olarak Azerbaycan’ın Bakü, Şamahı, Guba, Karabağ, Zangezur bölgelerine, iç Anadolu ‘da ve Güney Azerbaycan‘ın Selmas, Urmiye, Hoy, Merend, Erdebil bölgelerinde yüz yıl önce vuku bulan Türk-Müslüman mezalimini o dönemde kaleme alınmış olan Memmed Seid Ordubadi’nin “Kanlı Yıllar” eserinden öğreniyorsak, Sabir Şahtahtı‘ının “Azatlık Türküsü“ adlı siyasi, tarihî romanından da Millî Azerbaycan Devletinin kuruluşunda yaşanan olayları öğreniyoruz. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra Mehmet Emin Resul-zade, Alimerdan Bey Topcubaşov, Ceyhun Hacıbeyli ve çok sayda diğer siyasi muhacirler gibi yurt dışında hayatını ikame eden Millî hükümet mensuplarının vatan için son nefeslerine kadar gösterdikleri bağlılık haklı olarak kitapta kıymetini almaktadır. 1985 sonrası Sovyetler’in Perestroyka2 süreci, milliyetçi kuvvetlerin bileşiminden güç alan ve milyonlarca insanı etrafında toplayan Halk harekatının Azatlık Meydanı’nı tıka basa dolduran özgürlük mitingleri, kronolojik tarihe uygun olarak romanda kahramanların anlatımıyla mükemmel bir şekilde ifade edilmiştir. Azerbaycancılık ideolojisinin pratiğe dönüşmesinde ve müstakil Azerbaycan’ın dünyaya tanıtılmasında müstesna hizmetleri olan Ulu Önder Haydar Aliyev‘in milletin tarihinde oynadığı tarihî misyon objektif şekilde romanda geniş bir yer almıştır. Tarih, belge, bulgu ve bilgiler ışığında tutarlı dayanaklar ve tespitlerle aydınlatıldığında gelecek nesillere aktarılan çok önemli mirasa dönüşüyor. Yazar Sabir Şahtahtı tarafından Şahve ve Şule’nin hikâyesi şeklinde kurgulanan, mükemmel anlatım, gerçekçi karakterler ve olağanüstü ustalıkla okuyucuyu yaşanmış olayların içine çeken bu tarihî roman, Azerbaycan hakikâtlarinin gelecek nesillere aktarılması bakımından çok kıymetli edebî ve tarihî bir mirastır. Daha önce kaleme almış olduğu “Anadolu Çırağı” adlı hikāyesi ile de ortak tarihimize ışık tutan yazar Sabir Şahtahtı, gayretli, aydın ve bir millet iki devletin kültür sanat elçisi olarak Türk millî mefkûresinin gelişmesine hizmet eden eserleriyle bizleri sevindiriyor. Türk milleti olarak her ailenin böylesine bir hikâyesi olmasına rağmen yaşlılarımız hayatını kaybederken o yaşanmışlığın acı tarihi onlarla birlikte mezarlara gömülmektedir. Gelecek, tarih hafızasına sahip milletlerin yüzyılı olacak tarihinden kopan milletler yok olacaktır. Azerbaycan’ın bağımsızlığına tekrar kavuşması için verdiği olağanüstü mücadeleyi ihtiva eden bir dönemin romana dönüşen tarihini yazdığı “Azatlık Türküsü“ ile yaşananları tarih hafızamızda ölümsüzleştiren Sabir Şahtahtı‘ya bundan sonraki faaliyetlerinde başarılar diliyoruz…
Prof. Dr. Aygün AttarAkademisyen-YazarAnkara , 2018 Mayıs
Giriş
Zulmün topu var, güllesi var, kal’ası varsa,
Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır;
Göz yumma güneşten, ne kadar nûru kararsa
Sönmez ebedî, her gecenin gündüzü vardır.
Millet yoludur, hak yoludur tuttuğumuz yol!
Ey hak, yaşa, ey sevgili millet, yaşa… Var ol!
Tevfik FİKRET
Ah vatan, vatan… Canımdan çok sevdiğim vatan! Rüzgārın da beni ısındırırdı vatan! Fakat nereden bilebilirdim ki doğduğum gün senin facia günün olacak vatan…
İçimde öyle bir yara açıldı ki ömür boyu kanadı. Ne durdu ne de yaram kabuk bağladı. Dertlerime sığınmaktan başka çarem kalmadı vatan! Tek tesellim o oldu ki; aynı gün yeni bir kahramanlık destanının temeli atıldı.
1980’lerin sonlarında, ülkedeki durum yapay Dağlık Karabağ sorunu yüzünden günden güne gerginleşiyordu. Ben de bir vatan evladı olarak mitinglere katıldım. Bununla birlikte, bu mitingde, sadece vatan sevgisini değil, yar sevgisini de anladım. Orada bir kızla tanıştım. Payız’ın kalbinden atılmıştım, Şule’nin ışığına düştüm. Çok akıllı ve cesur bir kızdı. Cesareti beni büyüledi. El ele verip herkes gibi Özgürlük Meydanı’na koşuyorduk. Herkes gibi bizim de kalplerimizi Özgürlük aşkı sarmıştı. Halk, esaretten kurtulmak istiyordu. Yaklaşık iki yüzyıl boyunca Rus İmparatorluğu’nda yaşayan insanlar, artık özgürlüğü tatmak istiyorlardı. Fakat özgürlük kolay gelmeyecekti, bunun farkındaydık.
Şule, ilk görüşte beni sevmişti. O acayip trajik günlerde, vatan aşıkından başka birini sevebileceğimi hayal bile edemiyorum. Ama sevdim! Onunla öylesine doluydum ki gecemde, gündüzümde aldığım her nefeste o vardı. Onsuz yaşamanın bir anlamı yoktu.
Zamanla birbirimize alıştık. O benim gerçek eğitmenim, aşk ve hayat sevgisi için ilham kaynağım oldu. Vatanımızın üstündeki kara bulutlar, Şule’nin ailesinde yaşanan trajediler, topraklarımızın nankör komşularımız tarafından istila edilmesi, birbiri ardına sinemizi dağ çekti.
İki defa hapishane hayatım oldu. Bir kez Azerbaycan’da, sonra Singapur’da… Dünyanın iki ayrı ortamında yaşadığım hapishane hayatımın sebebi, Azerbaycan için bitmek tükenmek bilmeyen sevgiyle ilgiliydi.
Bir zamanlar vatandan kaçmak istiyorduk, yıllar geçtikten sonra ise ona kavuşmak için özlem duyuyorduk. Yüce Allah, bizim küçük ailemize, bitmeyen zengin bir servet vermişti. Servetimizi nasıl toplayacağımızı bile bilmiyorduk.
Ana vatanımızın üstünde rahat gezmeye, Vatanımızın özgürlüğü için bütün gücü ile mücadele eden evlatlar olarak herkesin gözünün içine dik bakmaya, hem benim hem de Şule’nin manevi hakkı vardı. Bu hakkı kazanabilmiştik. Bütün bunlara rağmen, çocuğa olan özlemimiz, bizi için için ağlatıyordu. Aynı duygu, bizi vatandan uzaklaştırıp uzak Singapur’a götürdü.
Singapur’da sıkıntı çekmedik. Yüksek entelektüel bilgimiz ve mühendislik mesleğimiz sayesinde güçlü konumlara kavuştuk. Her adımda Azerbaycan’ı tanıttık, anavatanımızın adını daha da güçlendirdik. Halkımızı ve kendimizi oralarda sevdirdik. Ancak bunlar kolay olmadı. 1988’in sonundan başlayarak yaşanan zor zamanlar, Singapur’da da peşimizi bırakmadı.
Zorluğun her çeşitini gördük. Ayrıca kardeşinin şehitlik acısını yaşayan Şule, ebeveynlerini de hazin bir şekilde kaybetti. Ben ise Karabağ savaşından beri vücudumda kalan şarapnel parçalarıyla beraber yaşıyordum. Bu, bana zaman zaman üzüntü ve acı verse de onlar yüzünden rahatım bozulsa da ülkem için savaştığımın bir kanıtı olarak o şarapnel parçalarını vucudumda taşımaktan gurur duyuyorum. Singapur’dan, oradaki konforlu hayatımızın penceresinde vatana bakmak, vücudumdaki şarpanel parçalarından daha çok acı vericiydi, hem de çok!..
GÜZEL
Haziran 1988’de askerlik görevinden döndüm. O devrin moda geleneklerinden biri, askerden yeni gelen bir askerin, kendisinden bir-iki yaş küçükleri, yani orduya gitmek için hazırlananları etrafına toplayarak onlara askerlik anılarını anlatmaktı. Bu bana kısmet olmadı. Her şeyden önce böyle şeylere ilgi göstermiyordum. İkinci olarak, yaşadığım yer ne köydü ne de şehir. Askere gittiğimde bütün sınavlardan “iyi” ve ’’pekiyi’’ notları alarak birliğime gitmiştim. Askeri üniformayı çıkardığım ve sivil hayata döndüğümde kendimi çok rahat hissettim. Askerlik sonrası, pansiyonda yaşayan çoğu askeri öğrenci gibi ben de gece nöbetlerinde görev alamak istiyordum.
Yaz aylarında bir iş bulmak zor olmadı, çünkü öğrencilerin çoğu tatile gidiyordu. Bu nedenle askerlikten sonra sadece bir hafta köyde kaldım ve Bakü’ye döndüm. Herkesin gözüne bakabiliyordum çünkü askerlik görevimi çok normal bir şekilde tamamlamıştım. Bazı askerler gibi “Çabuk gelin, beni dövüyorlar,” “Komutana votka almak için para gönderin!” veya “Yarına kadar gelmezseniz, kendimi vuracağım,” gibi gülünç sözlerle kimseyi rahatsız etmedim.
Askerlikte dövdüm de dövüldüm de… Ancak yaptığım her işi, kendi gücümle yaptım. Ben askere geldiğimde, kendime 5-6 ay boyunca yetecek kadar iç çamaşırı almıştım. Babamı sekizinci sınıfta kaybetmiştim. Üniversitenin ilk yılında beni yalnız bırakıp rahmete giden tek kişi annem Balanisahanım’dı.
Annem hayattayken beni sütü üzerine yemine verdi ve adını asla çocuklarıma vermeyeceğim yönünde benden söz aldı. Bunun gerçek sebebini ise söylemedi. Fakat ben bunun sadece adının uzunluğu ile ilgili olmadığını tahmin ediyordum. Askerlik görevinden döndüğümde, her zaman köşküne sığındığım halam da rahmetli olmuştu. Şimdi, sadece üstü kabuklanmış yaralar beni bu köye bağlıyordu, bir de yakınlarımın uyudukları mezarlık… Bu yüzden köyü mezarlıkla hatırlamamaya çalışıyordum. Çünkü bu yol yakınlarımın ruhu için Kur’ân-ı Kerim okumak isteği ile kendisine çekiyordu.
Evimiz de çok eskiydi. Dedemden kalan bu ev, 80 yıl önce kerpiçten örülmüştü. Yenisini yapma olanağım yoktu. Olanağım olsaydı bile içimde böyle bir arzu yoktu… Ben tipik bir Sovyet vatandaşıydım. Cebimde parti3 kimliği taşımak, iş bulmak, katıldığım organizasyonlarda ön plana çıkmak için olası seçenekleri araştırıyor ve bu davalarda yapılması gerekenleri dikkatle inceliyordum. O zaman, usta olmanın ana koşullarından biri olan Rus dilini askerlikte öğrenmiştim. Askerlik hizmetimin üçüncü ayında, partinin askeri birliğine, Komünist Parti saflarına katılmak için başvurdum. Parti sekreteri ertesi gün öğleden sonra saat 11:00’de gelmemi emretti. Söylenen saatte geldiğimde, bölük komutanı ve iki üst düzey askeri komünist orada oturuyordu. Bir hayli sohbetten sonra parti sekreteri:
–Parti üyesi olma arzusunun nedeni nedir?
Tereddüt etmeden yanıtladım:
–Sizin gibi olmak istiyorum.
Herkes birbirinin suratına baktı. Parti Sekreteri bu kez daha derine indi:
–Bizim gibi diyerek neyi kastediyorsun? Asker mi?
–Hayır, bir asker olmak istemiyorum, bir işim olsun istiyorum, dedim ve kendimden emin bir şekilde orada oturanları süzdüm.
Kafasını sallayan kim, nefretle bakan kim. Bu arada yüzünü ilk kez gördüğüm bir kaptan:
–Politbürodan4 kimi tanıyorsun?
O anda, hızlı bir şekilde yanıt verdim:
–Haydar Aliyev’i.
Bu, Komünist Parti’ye katılma arzum hakkındaki ilk ve son sorguydu. Hâlâ ayrıntıları bilmiyorum. Ancak bana öyle geliyordu ki komünist olmak isteğim için bir umut ışığı vardı. Bir ay sonra, komutan beni aradı ve matematiğimin, daha doğrusu hesap kitap işleri ile aramın nasıl olduğunu sordu. Ben de sağ elimin yumruk yapıp baş parmağımı yukarı kaldırdım “Bunun Komünist olmama faydası var mı?” diye sordum. Komutan hemen asıl amacını açıkladı:
–Kontrol sırasında depoda birçok hırsızlık tespit edildi. En az sekiz kişi tutuklanacak. Şimdi askeri birliğin komutanı, deponun öğrenci askerleri tarafından alınmasını önermektedir. Levazım subayı Afganistan’dan yeni geldi. Kılıcının önü de kesiyor arkası da… Şimdilik kimseyi tanımıyor. Ayrıca bir Azerbaycan Türk’ü bulmamı istiyor. O da sensin! Azerbaycan’dan sadece üç kişisiniz, diğerleri isimlerini doğru yazamıyorlar. Yarın depoyu teslim alacağız, sonrasına bakacağız. Parti sekreteri de senin adaylığını onayladı. Ama depoya geçersen komünist olamazsın. Çünkü sadece askerlik hizmetinden partiye geçmek mümkündür. Seçim seninindir.
Aç gözlülük ve rahatlık Komünist olma arzumun önüne geçti. Ertesi gün askeri birimin deposunu teslim aldım. O günden beri iki yıl geçmesine az kalmıştı: Ben artık Bakü’de devlet görevine, daha doğrusu tatlı öğrencilik hayatına başlamıştım. Komünist olma arzusunun dışında düşüncelerimde, hayata bakış açımda çok şey değişmişti…
1 Ağustos’ta Bakü İp Fabrikası’nda bekçi olarak çalışmaya başladım. Aylık olarak alacağım 95 rublenin 10 manatını askeri alan yetkilisine verdikten sonra öğrenci kredimle birlikte bana 130 ruble gibi bir para kalıyordu ki bu bir mühendisin aylık maaşı kadardı. Geçinmekten yana en ufak bir memnuniyetsizliğim yoktu. Bununla birlikte, içimde garip bir boşluk hissettim.
İlk maaşımı fabrikadan aldığım gün, bu boşluğun sebebini buldum. Maaşımı aldım ve Bulvar’a çıktım. Biraz yürüdüm ve bir dondurma yedim. Sinemaya gidebilirdim ama canım hiçbir şey istemiyordu. Bulvar’ın taş duvarına yaslanıp denizi seyrediyordum. Birden iki genç sevgili yanımdan geçtiler. Geçtikten sonra, ikisi de kahkaha atıp gülerek beni süzdüler. O anda içimdeki boşluğun sebebi daha net olarak ortaya çıkmıştı: Hayatımda sevgi yoktu. Bu benim için bir sorun haline gelmişti. İlk aşkımdan elim boş kalmıştı. İhtirasın yeni yeni oluştuğu, sevginin ve aşkın ne demek olduğunu tam anlayamadığım yıllarda sevmiş, sevilmiş ve terk edilmiş birisiydim. Bu terk edilmişliğin ağırlığını askerlikte daha çok hissediyordum. Aslında, enstitünün ilk yılında bir kız aramaya başladım. Ancak ne hoşuma giden vardı ne de benden hoşlanan.
Ermenlerin Dağlık Karabağ’a yönelik iddiaları ülkede büyük gerginlik yaratmıştı. Ben ise olup bitenler hakkında yeterince bilgi sahibi değildim. Şuşa’nın Tophana ormanının kesildiği ile ilgili haberi fabrikada duydum. O gece işçilerden oluşan bir grup kuruldu. Bu gruba “Karabağ’a İşçi Desteği” adını verdiler. Siyasi konulara olan ilgim çocukluktan beri çok büyüktü, bir de gözlerimi açtım ki bu organizasyonun öğrencilerle irtibatını sağlayan kişiyim.
Eylül 1988’de mitingler, protestolar ve grev çağrıları tüm ülke çapında gerçekleşiyordu. Bu sürecin önde gelen üyelerinden biriydim. Öğrencileri bu olaylardan uzak tutmak için her yıl 1 Eylül’de başlayan okulları bu yıl 15 Eylül’de açtılar. Bu olaylardan dolayı, derslerde kontrolü kaybetmiştim. Ancak öğretmenler, etkinliğimi ve bu süreçler başlayana kadar derslerimin iyi olduğunu göz önünde bulundurarak sınavlarımı geçiştiriyorlardı. Bakü’de milyonlarca insanın katıldığı ilk ulusal miting 17 Kasım 1988’de gerçekleşti. Kasım mitingine kadar fabrika ve yüksek okullardaki gizli toplantılara katıldığım için kasım mitinginin organizatörlerinin hemen hemen hepsini tanıyordum.
Niye yalan söyleyeyim, biraz doğal hislerim biraz da kendimi göstermek için sık sık, bazen lazım olmasa da tribünlere çıkmam nedeniyle mitingcilerin büyük bir bölümü de beni tanıyordu. Mitingin dördüncü gününde, bir kızın kalbi sıkıştığı için çevresindeki insanlar onu dışarı doğru çekerek kıza hava gelmesini sağlamaya çalıştılar. Hemen kıza yaklaştım. Nabzını tuttum, çok zayıftı. Etraftaki hava çok boğucu olduğu için çok zor nefes alıyordu. Emredici bir sesle: “Sahneye çıkmamıza yardım edin,” dedim. Bir şekilde kızı ileri doğru çektik. İnsan yoğunluğu kızın hareket etmesine izin vermiyordu. Bileğinden tutmuştum. Elinin sıcağı aniden yüreğimden süzülerek ayak parmaklarıma akarak tüm varlığıma hakim oldu. Neredeyse dengemi kaybedecektim. Biraz daha ilerledik ve kız bayıldı. Kızı kollarıma aldığım anda, Mehdi Hüseynzade’nin Vesili’yi5 kollarının üstünde götürmesi sahnesi gözlerim önünde canlandı: Biz de savaş bölgesindeydik. Sadece uzak sahillerde değil, gerçek sahillerdeydik. Savaşımız da baba ve dedelerimizin gücü ile mağlub ettiğimiz Alman faşistleri ile değil, yıllardır topraklarımızı işgâl eden Sovyet İmparatorluğu ile idi.
Ben artık komünist olmak istemiyordum. Tüm bu fikirler kafamda dolaşa dolaşa sahnenin yanına vardım. Yukarı çıkar çıkmaz birinin verdiği suyu kızın yüzüne serptim. Hava alamadığı için bayılmıştı. Sahne yüksekte olduğu için havadaki esinti hissediliyordu. Bu esintiyi içine çeken kız, kendisine geldi. Gözlerini açtığı anda bakışlarımız birbirine değdi. Şükran ve sevgi dolu bakışlarla gülümsedi. Eteğinin yukarı doğru sıyrıldığını farkedince aceleyle eli ile eteğini ayaklarına doğru çekti. Etrafında insanların toplandıklarını gören kız, hızlı bir şekilde ayağa kalkarak kulağıma “Sanırım sizi korkuttum,” diye fısıldadı. Onun sıcak nefesi tüm vücuduma yayılmıştı. Bu, biraz önce yaşadığım duyguların bir devamıydı. Gözlerimi ondan alamıyordum. Gülümseyerek bana bakışı beni kendimden geçirmişti. Bu defa herkesin duyabileceği bir sesle:
–Teşekkür ederim, dedi.
–Önemli değil, havasız kalmışsınız biraz.
O sıcak elinden bir kez daha tutarak onu sahneden indirdim. Kendimden geçmiş bir hâlde onun kalabalığa doğru yürümesini izliyordum. Biraz ilerledikten sonra bir daha geriye dönerek bana gülümsedi. O gün kaderimin değiştiğini içimde kopan fırtınalardan anlamıştım. Adını sormamıştım ama onu yine göreceğime emindim.
İşte bu tesadüf, bizi 5 Aralık tarihine kadar miting alanlarının daimi sakinine döndürdü.
ŞULE
Olaylar o kadar hızlı gelişmişti ki onun adını sormaya vakit bulamamıştım. Akşama doğru onu bir kenara çekilip, Bakü köylerinden mitinge katılanlar için gönderilen patatesli böreği yerken gördüm. Hemen yanına gittim. Elindeki böreği benimle paylaştı. Bir yandan böreği yiyor diğer yandan hayran hayran onu izliyordum. O, kendi başına hareket eden bir milliyetçi değil, büyük bir ulusal bilinç ile herkesten, hatta benden farklı olan ve bu davranışları ile kalbimi fetheden bir kızdı. Güzelliği de ön plana çıkıyordu. Uzun saçlarını asla açık tutmaz, örerdi. Çift örgülü saçlarının birisini sürekli arkasında, diğerini önünde tutuyordu. Göğsünde duran saçlarının uçlarını parmakları ile sürekli oynamayı alışkanlık etmişti.
Elimde olmadan: “Sana bir şey sorayım ama lütfen dürüstçe cevapla!” dedim. Kızın cevabını beklemeden devam ettim:
–Sahneye çıkmak için bayılma numarası mı yaptın?
Ağzındaki böreği çiğnemeyi durdurdu ve avurtlarını garip bir şekilde şişirdi. Gözleri yerinden çıkacakmış gibi pörtlek bir bakış fırlattı ve oturduğu yerden ayağa kalkıp, ağzındaki böreği yuttu ve ellerini yanlarına koyarak tuhaf bir şekilde:
“Yaşımı sorsaydın bundan daha kibar olurdu!” diyerek bir kahkaha attı. Etraftakiler dönüp bize baktılar. Neyse ki tam o anda, halk şairi Halil Rıza’nın şiir okuyacağı ilan edildi.
Biz kendimizi çoktandır bir dost, sevgili ve yürek sırdaşı gibi hissediyorduk. Dışarıdan bakan birisi, birkaç saat önce karşılaştığımızı düşünemezdi. Bize beş börek vermişlerdi. Her birimiz ikişer tane yedik. Geride kalan böreği ortasından ikiye bölerek ellerine aldı. Ellerini terazinin kefesi gibi aşağı yukarı sallayarak gülüyordu. Onun tüm hareketleri çok doğaldı. Davranışlarında hoşlanmadığım hiçbir şey görmedim. Son böreğin yarısını bana uzatarak başı ile yan tarafını işaret etti:
–Şahve, oraya su getirdiler, birini alabilir misin? İçim yanıyor.
İsmimi ilk defa söylüyordu. Demek ki beni tanıyordu. Bu sözleri öylesine yürekten söylemişti ki…
Standlara “Sirab” ve “Bademli”6 getirmişlerdi. Hepsi yeşil kaplı şişelerdeydi. Her birinden bir şişe alarak kızın yanına döndüm. Şişeler güneş altında iyice ısınmıştı. İki şişenin kapağını birbirine iliştirerek kuvvetlice çektim. Her iki kapağın açılmasıyla birlikte, gazlı su üstümüzü başımızı ıslattı. Bunu bahane ederek elimi kızın ıslanmış bileğine sürdüm. Kızgınca bana baksa da elini geri çekmedi. Her iki su şişesi de onun elindeydi. O şişeleri benden nasıl aldığını anlamamıştım. Sadece şişelerin her birini bir elinde tutarak birkaç defa “Üç badem, bir ceviz!” diyerek Bademli suyunu içmeye başladı. Hareketlerinde erkek çocuklarına mahsus şımarıklık vardı ama hiçbir ciddiyetsizlik yoktu. Belki de ilk anlardan başlayan sevgi gözümü kapatmıştı. Hakikat ise: Benim zevkime uygun bir çiçek ortaya çıkmıştı. İlk bakışta bu güllerin kokusunu doyasıya olmasa da koklayabilmiştim. Sonbaharın kokusunu onda aramaya ve görmeye başlamıştım.
Halk, Bakü’de yapılan ülke çapındaki bu mitinge isim vermişti: “Meydan Hareketi!” Şahsen, bu isim benim için çok değerliydi. Mitingler devam ederken, meydanın daimi sakinleri arasında belirli bir samimiyet doğmuştu. Bazıları bunu, ulusun içinden çıkan doğal bir örgütlenme olarak değerlendiriyordu. Kesintisiz mitinglerin devam ettiği bu yerde, mitingleri idare edenler arasında gruplaşmalar başlamıştı. Bunu hissetmek için alim olmaya gerek yoktu.
Süreç, gittikçe kontrol edilemez hale geliyordu. Nemet Penahov, bu örgütlenmede çalışanların arasında en genç olanıydı. Ortalıkta dolaşan söylentiye göre, Nemet’in, Haydar Aliyev’in adamı olduğu ve onun emirlerine göre adım attığı yönünde bir algı vardı. Bu gerçeklik benim için daha cazipti. Bunda kötü olan ne vardı ki?
Beni daha çok rahatsız eden meydanda kurulmuş olan miting komitesiydi. Bu komite kurulduğundan beri meydanı terk etmeği tavsiye ediyor “kan dökülecek” ile ilgili dedikodu yayıyordu. Korkaklığı köleliği imparatorluğun eteğinden daha sıkı tutmayı aşılamaya çalışıyordu. Siyasi konularda ne kadar tecrübesiz olsamda bu komitenin hükümet tarafından kurulduğunu düşünüyordum.
Eğer meydandan bir sonuç almadan dağılıp gideceksek, neden birkaç günden beri işimizi gücümüzü bırakıp sokaklara dökülmüştük? İkincisi; Azerbaycan halkı, Ermenilerin Dağlık Karabağ’a olan iddialarına itiraz etmek için ayağa kalkmıştı. Moskova’nın izni olmasa Ermeniler bu iddialarda bulunamazlardı. Çok açık görünüyordu ki, Sovyet liderliği Azerbaycan’a karşı düşmanlık içinde hareket ediyordu. Durum böyleyken Moskova’ya yalvarmakla ne kazanabilirdik.
Nihayet bütün bu büyüler Meydan Hareketi başladıktan takriben bir hafta sonra bozuldu. Namet’in Çar ve Rusya İmparatorları’nın aynı olduğunu anlatan cesaretli söylemleri miting komitesinin maksatlarını bozuyordu.
Havaya kalkan yumruklar sadece Sovyet İmparatorluğunu değil, zaman zaman Azerbaycan’da gözü olan diğer dünya güçlerini de hizaya getirdi. Üstünden yıllar geçtikten sonra “Meydan Gazetesi’nde” “Gizli arşivler açılıyor!” başlığı ile yayınlanan belgeleri okudukça, miting komitesi hakkındaki düşüncelerimin doğru olduğundan emin oldum.
Üç gündür öğrenci yurduna gidemiyordum. Geceyi meydandaki çadırlarda geçiriyordum. Üstümü başımı değiştirmeliydim. Banyo yapmaya ihtiyacım vardı. Saat 22.00’de, kızın birkaç defa saate baktığını hissettim. Kadınlar da meydanda kaldığı için onun burada olması olağanüstü bir şey değildi ama sürekli saati izlemesi bana bir fırsat verdi. Böylece hem onu yolcu ederdim hem de yurda giderek biraz dinlenirdim.
Miting alanındaki nöbet işlerini organize eden Turab Bey’e yaklaşıp yatakhaneye gitmek istediğimi söyledim. Başını sallayarak “Yarın öğlen burada olursun!” diyerek beni başından etti. Stanttan aşağı indiğimde yine kalabalık vardı. Kızın bileğinden tutarak öne geçtim ki kalabalığı yararak ona yol açayım… O zamanlar, “Domsovet” olarak bilinen hükümet binasının yanına on dakikada ancak gelebildik. Bu yolun sonsuzluğa kadar uzamasını istiyordum. İnsan sellerinden kurtulmak istemiyordum. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ve ona bu konu hakkında hiçbir şey de sormadım. Çünkü “Meydan Hareketi” ömrümüzün sonuna kadar bize sonsuz konular verecekti. Hükümet binasının yanına vardığımda onun bileğini bırakmak zorunda kaldım. Daha doğrusu kolunu hafifçe çekerek bunu yapmam gerektiğini kibarca hatırlattı bana. Beş on adım sonra aniden durdu ve devam etti:
–Şahve, ayrılmak vakti geldi. Beni karşılamaya gelmişler. Neyse iyi geceler…
Yakınımızda bir ıhlamur ağacı vardı. Ağacın gövdesi kendi özsuyu ile şekerlenmişti. Bu ağaç, miting öncesinde de dikkatimi çekiyordu. Sıcak havalarda karınca ve diğer böcekler bu yapışkan sıvı nedeniyle ağacın üzerinden gitmezlerdi. Bu yapışkan özsu nedeniyle bu ağaçtan nefret ediyordum. Aksine Bulvar’dan geri döndüğüm zamanlarda bu yoldan giderdim. Yapabilseydim onu kökünden keserdim. Hatta kessem ne tarafa düşüreceğimi bile düşünmüştüm. Ve şimdi bir günü tamamlanmamış aşkımı, bu yapışkan sulu ağacın altında duran bir şişman adam elimden alıp götürüyordu.
Bu şişman adam da ağaç gibi bir bakışta nefretimi kazanmıştı. Kız ağacın diğer tarafına geçerek siyah renkli Qaz-24’ün7 arkasına oturdu ve şişeyi açtı. Ağacın arkasında durup ona bakmaya devam ediyordum. Volga’nın motorunun çalışması ile süratle hareket etmesi bir oldu. Küçük arabalara karşı ilgim yoktu.
Bunun esas sebebi ise araba alacak imkânımın olmamasıydı. Volga benden biraz aralanınca plakasının hükümete ait olduğunu anladım. Ancak bunun önemini o anda düşünmedim bile. Ben yere göğe sığmıyordum. Yokuş yukarı Basın Caddesi’ne doğru yürüdüm. Yolda geçirdiğim güzel zamanları düşünerek yürüyordum.. Bir de başımı kaldırdım ki bir tramvay durağına gelmişim. Tramvaya bindim. İleride sert bir viraj vardı. Tramvay döndüğünde rayların bağlantı noktası olduğu için kuvvetlice sallandım. Tam bu virajda, kızın adını sormadığımı hatırladım. Dünyanın sonuydu benim için. Ne adını ne oturduğu adresi ne de telefonunu biliyordum. Ya mitinge gelmezse ne yapardım? Onu nasıl bulacaktım?
Deli olmak üzreydim. Bu rahatsız edici düşüncelerle yatakhaneye vardım. Yurt, suyu kesilmiş değirmen gibi ıssız ve soğuk görünüyordu. Sanırım herkes mitingde idi. Bir an, banyo yapmak bahanesi ile gece meydanda kalmadığım için utandım. Aynı gün Karabağ’a bir bela gelse kendimi asla affetmezdim. Bundan dolayı kendimi suçlu görüyordum. Aslında görüyordum da. Bir vatandaş olarak, bu konuda herkesin hatası vardı. Zaman zaman topraklarımız işgâl edilmisti. Yine mi toprak kaybedecektik? Hem de işgâl eden bizim soframızın artığını yiyen Ermenilerdi…
Yurdun her katındaki banyolarda sıcak su gece gündüz akardı. Hızla gittim ve yıkandım. Odaya döndüğümde kendimi çok yorgun hissettim. Uykusuz kaldığım günler etkisini göstermişti. Yatağıma uzanmamla, uykuya dalmam bir oldu.
Kara bir dut ağacının dalları, odamızın penceresine kadar uzanıyordu. Sabaha yakın ağaçtaki kurumuş dutları yiyip, oynaşan kuşların sesiyle uyandım. Tuhaftır ki uyanınca bir dut ağacının altında Payız’la sohbet ederken buldum kendimi. Payız, benim ilk sevgilim ve arkadaşımdı. Onu saçlarıyla sevmiştim. Kıvırcık tellerinden örülmüş kalın örgüleri hiçbir zaman unutmadığım anamın ince elleriyle ördüğü yeşil evelik ve eleyez8 kuruduktan sonra sarıya dönen göz kamaştırıcı güzelliğini hatırlatırdı.
Bazen bana öyle geliyordu ki anam Payız’ın saçlarını benim zevkime göre örmüştü. Payız, dut ağacının altında aynı kalın saçlarını sırtına atarak durmuştu. Tek bir kelime konuşmadık. Ayrılıp gidince ellerim onun örgülerine dokundu. Ağaçtaki kuşlar altın sarısı sonbaharın kucağında kendilerini çok mutlu hissediyorlardı. Pencereden aşağı bakıp da Payız’ı görmeyince rüyâ gördüğümü anladım.
Pencerenin önünden geri döndüğümde, oda arkadaşlarımın yataklarda ikişer ikişer ters-yüz uyuduklarını gördüm. Yanlarında bomba patlasa uyanmazlardı. Mitingden geri dönmüşlerdi. Aralarında benim tanımadığım genç bir çocuk vardı. Sanırım o da öğrenciydi. Aceleyle yıkandım ve geri döndüm. Şimdi iki şey için meydana gitmeye çalışıyordum. Karabağ’ı korumak ve adını bilmediğim kızı görmek için çırpınıyordu yüreğim.
Halkı yara yara doğruca miting alanına girdim. Çok görkemli bir manzaraydı. Aralıksız mitingler başladığından beri ilk kez milyonların katıldığı insan selini aydın bakışlarla canlı bir şekilde izleyebiliyordum. Rahat uyumam beni önemli ölçüde iyileştirmişti. Aynı miting alanı, aynı tanıdık yüzler....