Define Adası

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

BEŞİNCİ BÖLÜM
KÖR ADAMIN ÖLÜMÜ

Merakım korkuma ağır basıyordu. Orada öylece kalamazdım. Sürünerek kıyıya vardım ve başımı çalıların arkasına gizledim. Bulunduğum noktadan kapımıza çıkan yolu görebiliyordum. Ben gözetlemeye henüz başlamıştım ki düşmanlarım gelmeye başladılar. Yedi sekiz kişi var güçleriyle koşuyorlardı. Fener taşıyan adam birkaç metre önden ilerliyordu. Üç adam el ele birlikte koşuyordu ve bu üç adamdan ortada olanının kör dilenci olduğunu sise rağmen görmeyi başarmıştım. Kısa süre sonra duyduğum ses bu tespitimde haklı olduğumu gösterdi.

“Kapıyı kırın!” diye bağırdı.

“Hayhay efendim!” diye cevap verdi adamlardan birkaçı ve Amiral Benbow’a hücum ettiler. El fenerini taşıyan adam arkalarından geliyordu ve ben adamların durduğunu görebiliyordum. Fısıltılarla konuşmaya başladılar. Kapının açık olmasına şaşırmış gibiydiler. Ama bu duraksama kısa sürdü. Çünkü kör adam tekrar emirler yağdırmaya başladı. Sesi yükselmeye başladı. Sanki öfke ve hevesten alev alev yanıyor gibiydi.

“İçeri, içeri, içeri!” diye bağırdı ve geciktikleri için adamlara bağırdı.

Adamlardan dört beş tanesi bu emre derhâl itaat etti. İki tanesi ise korkunç dilenciyle birlikte dışarıda kaldı. Bir anlık bir duraksama sonrasında hayretle haykırdılar. Sonra evin içinden bağırma sesi geldi. “Bill ölmüş!”

Ancak kör adam geciktikleri için bir kez daha küfretti adamlara.

“Birkaç beceriksiz üzerini arasın, geri kalanlar yukarı çıkın ve sandığı alın.” diye bağırdı kör adam.

Eski merdivenlerimize sertçe vuran ayak seslerini duyabiliyordum. Evimiz muhtemelen sarsılıyor olmalıydı. Kısa süre sonra bir kez daha hayret dolu haykırışlar duydum. Kaptan’ın odasının penceresi sertçe açıldı ve kırılan camların sesleri arasında bir adam omuzlarından aşağı eğilip kör dilenciye seslendi. Ay ışığı adamı belirgin bir şekilde görmemi sağlıyordu.

“Pew!” diye bağırdı adam kör dilenciye. Galiba adı buydu. “Bizden önce davranmışlar. Biri sandığı açıp kaçmış.”

“Orada mı?” diye kükredi Pew.

“Para burada.”

“Kör adam paraya da küfretti.”

“Flint’in yumruğundan bahsediyorum.” diye bağırdı Pew.

“Burada göremedik.” diye cevap verdi yukarıdaki adam.

“Hey, aşağıdaki! Bill’in üzerinde mi bak!” diye bağırdı kör adam bir kez daha.

Bunun üzerine başka bir adam, muhtemelen Kaptan’ın cesedini aramak için aşağıda kalan kişi dışarı çıktı. “Bill’in işi çoktan bitmiş.” dedi. “Geriye bir şey kalmamış.”

“Bu hanın sahiplerinin işi. O çocuk yok mu! Keşke gözlerini oysaymışım.” diye bağırdı kör adam Pew. “Daha az önce kapı sürgülüydü, açamadım. Etrafa dağılıp onları bulun.”

“Burada mumu yanar vaziyette bırakmışlar.” dedi penceredeki adam.

“Dağılın ve onları bulun! Evin altını üstüne getirin!” diye tekrar etti Pew sopasıyla yere vurarak.

Sonra evi darmaduman ettiler. Ayaklarıyla sertçe yere vurarak hareket ediyor, mobilyaları etrafa çarpıyor, kapıları tekmeliyor, büyük bir gürültü çıkarıyorlardı. Sonra adamlar tek tek dışarı çıkıp bizi hiçbir yerde bulamadıklarını söylediler. Daha sonra Kaptan’ın parasını sayarken annemle duyduğumuz o korkunç borazan sesini gecenin sakinliğinde bir kez daha net bir şekilde duydum. Ancak bu kez iki kez çalındı. Ben bunun kör adamın borazanı olduğunu sanıyordum. Tayfasını saldırı işareti olarak kullandığını düşünmüştüm ilk duyduğumda. Ancak o sırada anladım ki bu, yamaçtan köye doğru yapılan bir uyarı sesiydi. Korsanları yaklaşmakta olan bir tehlikeye karşı ikaz ediyordu.

“Dirk bizi uyarıyor.” dedi içlerinden biri. “İki kez çaldı! Derhâl topuklamamız lazım beyler.”

“Topukla sen geri zekâlı!” diye bağırdı Pew. “Dirk salağın teki. Aynı zamanda korkak. Ona aldırmayın siz. Yakındadırlar. Fazla uzaklaşmış olamazlar. Bu işi halledin. Etrafa dağılıp onları bulun itler! Ah ah!..” diye bağırdı. “Keşke gözlerim olsaydı!”

Bu yakarış adamları etkilemiş olacak içlerinden ikisi kerestelerin arasına bakınmaya başladı. Ama ben adamların bu konuda çok isteksiz olduklarını, bir taraftan da tehlikeye karşı kendilerini kolladıklarını düşünüyorum. Bu arada diğerleri endişeli bir bekleyiş hâlindeydi.

“Bugüne kadar yapmadığınız kalmadı ama şimdi tereddüt ediyorsunuz! Eğer onu bulursanız krallar kadar zengin olursunuz. Orada olduğunu bildiğiniz hâlde öylece durup kaytarıyorsunuz. Hiçbiriniz Bill’le yüzleşecek kadar yürekli değildiniz. Ama ben yaptım bunu. Kör bir adam yaptı! Sizinle şansımı kaybediyorum! Faytonla gezip keyif çatabilecekken zavallı, sürüngen bir dilenci olacak, bir yudum rom için dil dökeceğim insanlara! Eğer sizde bir gıdım cesaret olsaydı onları yakalamak için hâlâ uğraşırdınız.”

“Sık dişini biraz Pew, dublonları aldık!” dedi adamlardan biri homurtuya benzeyen bir sesle.

“O şeyi saklamış olabilirler.” dedi bir başkası. “Paraları al da ciyak ciyak bağırmayı bırak.”

“Ciyak ciyak bağırma” doğru ifadeydi. Adamların itirazları Pew’ün öfkesini o kadar şiddetlendirmişti ki o kör hâliyle sopasını sağa sola savurmaya, önüne gelene vurmaya başlamıştı. Sopasıyla birkaç sert darbe indirdi.

Bunun üzerine adamlar da gaddar köre küfür etmeye başladılar. Çok korkunç tehditler savuruyorlardı. Adamın elinden sopasını almaya çalışmaları sonuç vermedi.

Kendi aralarındaki bu kavga bizim kurtarıcımız oldu. Adamlar didişmeye devam ederken yamacın tepesinin, köy tarafındaki kısmından bir ses daha geldi. Dörtnala koşturan atların sesiydi bu. Hemen hemen aynı anda bir tabanca sesi, diğer taraftan duyuldu. Bunun bir tehlike uyarısı olduğu belliydi. Çünkü korsanlar derhâl kaçışmaya ve dört bir tarafa koşmaya başladılar. Her biri ayrı yöne doğru koşuyordu. Böylece yarım dakika gibi bir süre içinde Pew dışında kimse kalmadı. Belki korkudan belki de söylediği kötü sözlerden ve vurmalarından dolayı onu terk etmişlerdi orasını bilemiyorum. Ama kör adam geride kalmıştı ve sopasıyla çılgın gibi vurarak ilerliyor, el yordamıyla yönünü bulmaya çalışıyordu. Bir yandan da arkadaşlarını çağırıyordu. Sonunda yanlış bir yöne sapıp birkaç adım yanımdan geçerek köye doğru yürümeye başladı. Bir yandan da “Johnny, Kara Köpek, Dirk!” diye bağırarak adamları çağırıyordu. “İhtiyar Pew’ü geride bırakmak olmaz dostlarım. İhtiyar Pew’e bu yapılmaz!”

Kısa süre sonra atların gürültüsü yükselmeye başladı. Dört beş kadar atlının yamaçtan aşağı dörtnala ilerlediğini ay ışığında net bir şekilde görebiliyordum.

Bunun üzerine Pew hatasını anladı. Çığlık atarak döndü ve doğruca yol kenarına doğru koşup yere düştü. Ancak hemen kendini toparlayıp ayağa kalktı ve ikinci bir hamle yaptı. Telaşından ne yapacağını şaşırmış hâldeydi ve yaklaşan atlardan birinin altında kalıverdi.

At sürücüsü her ne kadar onu kurtarmaya çalışsa da işe yaramamıştı. Pew, sessiz gecede çınlayan tiz bir çığlıkla düşmüş, atın altında ezilmiş, reddedilmiş ve terk edilmişti. Önce yanlamasına düştükten sonra yüzüstü yere serildi ve bir daha hareket etmedi.

Derhâl ayağa fırlayıp atlıları tebrik ettim. Kazanın dehşeti onların da durmasına sebep olmuştu. Kısa süre sonra kim olduklarını gördüm. En arkadaki Doktor Livesey’i çağırmak için köyden giden delikanlıydı, geri kalanları ise delikanlının yolda karşılaştığı vergi memurlarıydı. Onlarla birlikte gelmeyi akledebilmişti. Söylenenlere göre Müfettiş Dance, Kitt Çukuru’ndaki yelkenli tekneyi duymuş ve bizim bulunduğumuz yöne doğru yola koyulmuştu. Annemle beraber ölümden kurtuluşumuzu işte bu olaya borçluyuz.

Pew çoktan ölmüştü. Annemi de köye kadar taşımıştık. Biraz soğuk su ve tuz ayılmasını sağladı. Yaşadığı korku ona ağır gelse de parasının tamamını alamadığı için üzülmeye devam ediyordu. Bu arada müfettiş mümkün olduğunca hızlı bir şekilde Kitt’in Çukuru’nun yolunu tuttu. Ama adamları atlarından inip dikkatli bir şekilde ilerlemek zorunda kalmışlardı. Pusuya kurban gitme korkuları zaman zaman atlarına dayanarak yürümelerine sebep oluyordu. Bu sebepten Kitt Çukuru’na vardıklarında iki yelkenli teknenin kısa süre önce yola koyulmuş olduğunu görmek kimseyi çok şaşırtmadı. Tekneye doğru seslendiklerinde, bir ses ay ışığında ortada durmamalarını aksi hâlde kurşun yemelerinin kaçınılmaz olduğunu söyledi. Bu arada bir kurşun hemen yanından geçti. Kısa süre sonra yelkenli gözden kayboldu ve Bay Dance orada durup “sudan çıkmış balık gibi” dedi. Tek yapabildiği adamlardan birini filika çağırmak üzere yollamak oldu. “Bu da hiçbir işe yaramaz tabii ki. Kurtulmayı başardılar ve bitti. Ama yine de…” diyerek şu sözleri ekledi. “Bay Pew’ü atımla çiğnediğime sevindim.” dedi. Çünkü o sırada ona hikâyemi çoktan anlatmıştım.

Onunla birlikte Amiral Benbow’a döndüm. Evin nasıl bir harabeye döndüğünü anlatamam. Annemi ve beni deli gibi ararlarken saati bile paramparça etmişlerdi. Ancak Kaptan’ın para kesesi ve gümüş külçe dışında hiçbir şey almamışlardı. İşte o anda mahvolduğumuzu anladım. Bay Dance bu duruma bir anlam veremiyordu.

“Parayı aldıklarını söyledin. O zaman neyin peşindeler peki? Daha fazla paranın mı?”

“Hayır efendim. Paranın peşinde değiller galiba.” diye cevap verdim. “Aslına bakarsanız istedikleri şeyi cebimde taşıyor olabilirim. Bu şeyi güvenli bir yerde tutmak istiyorum.”

“Kesinlikle öyle yapmak lazım, haklısın delikanlı.” dedi. “İstersen ben alabilirim.”

“Ben Doktor Livesey’e…” diye söze girdim.

“Çok iyi yaparsın.” diyerek sözümü kesti. “Bir beyefendi ve bir sulh yargıcı çok iyi olur. Şimdi düşündüm de oraya bizzat gidip Doktor’a haber vermem iyi olur galiba. Pew Efendi öldü. Öldüğüne de üzülmüyorum ama insanlar bunu maaşlı bir devlet memurunun aleyhine kullanabilirler. Şimdi eğer istersen seni de yanımda götürebilirim Hawkins.”

Bu teklif için içtenlikle teşekkür ettim ve atların olduğu köye yürüdük. Anneme nereye gittiğimizi söylediğimde hepsi çoktan ata binmişti.

“Dogger.” dedi Bay Dance. “Senin atın iyi. Bu delikanlıyı arkana al.”

Ata biner binmez Dogger’ın kemerini tuttum ve müfettişin emriyle, Doktor Livesey’in evine doğru hızlıca ilerlemeye başladık.

 

ALTINCI BÖLÜM
KAPTAN’IN KÂĞITLARI

Doktor Livesey’in evinin kapısına varıncaya kadar hız kesmeden ilerledik. Evin ön kısmı tamamen karanlıktı.

Bay Dance atlayıp kapıyı çalmamı istedi ve Dogger inmeme yardımcı oldu. Kapıyı çalmamla hizmetçinin açması bir oldu neredeyse.

“Doktor Livesey evde mi?” diye sordum.

“Hayır.” cevabını verdi. Öğleden sonra eve uğramış ama sonra Squire’ın2 yanına yemek yemek ve akşamı geçirmek için gitmiş.

“O zaman oraya gidiyoruz beyler.” dedi Bay Dance.

Mesafe kısa olduğundan ata binmek yerine Squire’ın mülküne varıncaya kadar üzengi kayışına tutunarak koştum. Ay ışığının aydınlattığı giriş yoluna dek bu şekilde ilerledim. Yolun iki tarafında uzanan beyaz binalar kocaman eski bahçelere bakıyordu.

Hizmetçi bizi bir ucu büyük bir kütüphaneye çıkan kumaşla kaplanmış bir koridordan yönlendirdi. Kütüphane duvarları âdeta kitaplıklarla kaplanmıştı ve bunların üzerinde büstler vardı. Squire ve Dr. Livesey işte burada, ellerinde pipolarıyla şöminenin iki tarafında oturuyorlardı.

Squire’ı daha önce hiç bu kadar yakından görmemiştim. Uzun boylu, geniş omuzlu bir adamdı ve kaba bir yüzü vardı. Uzun seyahatleri yüzünü yormuş, kırmızılıklara ve çizgilere sebep olmuştu. Hareketli siyah kaşları vardı. Bu da onu biraz sinirli gibi gösterse de kötü biri olduğunu düşündürmüyor, aceleci olabileceği izlenimi bırakıyordu.

“Buyurun Bay Dance.” dedi. Oldukça ağırbaşlı ve küçümser bir tavırla.

“İyi akşamlar Dance.” dedi Doktor başıyla selam vererek. “Arkadaşınız Jim’e de iyi akşamlar. Sizi buraya getiren nedir?”

Müfettiş dimdik ve kaskatı bir şekilde durarak hikâyeyi ders anlatırcasına özetledi. İki beyefendi öne doğru eğilip birbirlerine baktılar. Hayretleri ve merakları pipolarını içmeyi unutturmuştu. Annemin hana geri döndüğünü duyunca Doktor Livesey belli belirsiz bir şekilde kalçasına vurdu ve “Bravo!” dedi. Hikâye daha tamamlanmamışken Bay Trelawney (Squire’ın adı buydu) yerinden kalkıp odanın içinde yürümeye başladı. Doktor’sa daha iyi duymak istercesine peruğunu çıkarmıştı. Kısa kesilmiş saçlarıyla oldukça tuhaf görünüyordu.

Bay Dance nihayet hikâyeyi bitirdi.

“Bay Dance.” dedi Squire. “Siz çok soylu birisiniz. O gaddar adamın üzerinden böcek ezer gibi geçmeniz çok erdemli bir davranıştı. Bu Hawkins denilen delikanlı iyi birine benziyor. Hawkins, zili çalar mısın? Bay Dance’in bira içmesi lazım.”

“Peki ya peşinde oldukları şey sende mi Jim?” diye sordu Doktor.

“Burada efendim.” dedim ve muşambaya sarılmış paketi uzattım.

Doktor paketi özenle inceledi. Sanki açmak için can atıyor gibiydi ama vazgeçti ve derhâl ceketinin cebine koydu.

“Bay Trelawney.” dedi. “Dance birasını içtikten sonra halkına hizmet etmeye dönmeli tabii ki. Ama ben Jim Hawkins’in evimde uyumasını istiyorum. İzin verirseniz soğuk turtayı ona ikram edelim de akşam yemeği yesin.”

“Nasıl istersen Livesey. Ama Hawkins soğuk turtadan fazlasını hak etti.”

Böylece koca turtayı getirip sehpaya koydular. Ben de kurt gibi aç olduğumdan iştahla yedim. Bu arada Bay Dance’e biraz daha iltifatlar yağdırdıktan sonra onu yolladılar.

“Şimdi Bay Trelawney.” dedi Doktor.

“Şimdi Livesey.” dedi bey tek nefeste.

“Her şeyin sırası var, her şeyin sırası…” diye güldü Doktor Livesey. “Flint denilen adamı duymuşsundur, değil mi?”

“Duymak da ne demek!” diye haykırdı bey. “O birlikte denize açıldığım en kana susamış korsandı. Blackbeard3 onun yanında çocuk gibi kalır. İspanyollar ondan ölümüne korkarlardı. Bazı zamanlarda İngiliz olduğu için gurur duyduğum bile olurdu ne yalan söyleyeyim. Onun Trinidad seferine şahit oldum ve o herif Port of Spain’den geri döndü.”

“Ben de kendisinin hakkında bir şeyler duydum.” dedi Doktor. “Ama asıl soru, para onda mı?”

“Para mı!” diye haykırdı beyefendi. “Hikâyeyi duymadın mı? Bu haydutlar paradan başka neyin peşinde olabilirler ki? Para dışında neyi umursarlar. O leş hayatlarını paradan başka ne için tehlikeye atarlar ki?”

“Bunu yakında öğreneceğiz.” diye cevap verdi Doktor. “Ama o kadar öfkeli ve tepkilisin ki araya bir söz sıkıştıramıyorum. Bilmek istediğim eğer Flint’in definesini gömdüğü yerin ipucu bu cebime koyduğum şeydeyse bu şeyin değeri çok mudur?”

“Değeri çok mudur?” diye haykırdı bir kez daha Bay Trelawney. “Şöyle anlatayım: Eğer Bristol limanından bir gemi ayarlayıp seni ve Hawkins’i yanıma alırsam o defineyi bir yıl boyunca aradıktan sonra bulabiliriz.”

“Pekâlâ.” dedi Doktor. “Eğer Jim de kabul ederse paketi açacağız.” deyip muşamba kaplı şeyi önündeki sehpaya koydu.

Paket dikilmişti ve Doktor neşter çantasını çıkardı. Dikişleri tıbbi makasıyla kesmek zorunda kaldı. İçinde iki şey vardı: Bir defter ve mühürlü bir kâğıt.”

“İlk önce deftere bakalım.” dedi Doktor.

Bay Trelawney ve ben Doktor’un omzunun üzerinden paketi açışını izledik. Doktor Livesey, eliyle kibarca işaret ederek yemek yediğim sırada beni yanına çağırdı ve keşif keyfine katılmamı istedi. İlk sayfaya karalanmış birkaç yazı vardı. Bir adamın sıkıntıdan ya da pratik olsun diye çiziktirdiği şeylere benziyordu. Burada yazılı olanlardan biri Kaptan’ın dövmesiyle aynıydı: “Billy Bones’un hayali.” yazıyordu. Diğer yerlerde “Bay W. Bones, dostum.” “Artık rom yok.” “Palm Key açıklarında aldı.” gibi birkaç yazı ile birlikte çoğu tek kelimeden oluşan anlaşılmaz yazılar vardı. Palm Key’den alınan şeyin ne olduğunu ve kimin aldığını çok merak ediyordum. Acaba bir ihanet mi söz konusuydu?

“Burada pek bir yönlendirme yok.” dedi Doktor Livesey.

Sonraki on iki sayfa tuhaf kayıtlarla doluydu. Bir satırın sonunda tarih, başka bir satırın sonunda para özeti oluyordu. Muhasebe defterlerinde olduğu gibi. Ancak açıklama yerine satırın arasında yazılı çarpılar vardı. Örneğin 1745 yılının 12 Haziran’ında yetmiş poundluk bir borç görünüyordu. Ancak açıklama olarak altı çarpı çizilmişti. Bazı durumlarda yer adları da geçiyordu. Örneğin, “Karakas açıklarında.” ya da 62° 17′ 20″, 19° 2′ 40″ şeklinde enlem ve boylam olarak.

Bu kayıtlar yirmi yıl öncesine kadar uzanıyordu ve zaman geçtikçe kaydedilen para miktarı artıyordu. Sonunda ise beş altı yanlış eklemeyle beraber bir genel toplam hesaplanmış ve şu sözler eklenmişti: “Bones ve yığını.”

“Buna bir anlam veremiyorum.” dedi Doktor Livesey.

“Gün gibi açık.” diye haykırdı Bay Trelawney. “Bu o kara kalpli köpeğin hesap defteri. Bu çarpılar batırdıkları gemileri ya da yağmaladıkları kentleri temsil ediyor. Miktarlar o çakalın payını belli ediyor. Karışıklıktan endişelendiği yerlerde ise “Karakas açıkları.” gibi şeyler yazılmış. Bu o kıyıların açıklarında batırılan talihsiz bir gemi demek. Bu geminin zavallı mürettebatının ruhu şad olsun.”

“Doğru!” dedi Doktor. “Bu bir seyyahın defteri. Doğru! Rütbesi yükseldikçe miktar da ona göre artıyor.”

Defterde pek fazla bir şey kalmamıştı. Sadece son sayfalarda Fransız, İngiliz ve İspanyol para birimlerinin ortak bir değere çevrildiği çizelgeler vardı.

“Adam tutumluymuş!” diye haykırdı Doktor. “Bu adamı aldatmak olmaz.”

“Şimdi.” dedi Bay Trelawney. “Diğerine bakalım.”

Sayfanın bazı kısımları bir mühür yüzüğü aracılığıyla mühürlenmişti. Kaptan’ın cebinde bulduğum mühür yüzüğü kullanılmış olabilirdi. Doktor mühürleri büyük bir dikkatle açınca bir ada haritası yere düştü. Enlemler, boylamlar, derinlik ölçüleri, tepelerin, koyların ve körfezlerin isimleri ve bir gemiyi bu adanın kıyılarına güvenle çıkarmak için gereken tüm detaylar vardı. Ada yaklaşık on beş kilometre uzunluğunda sekiz kilometre genişliğindeydi, şekliyse ayakta duran şişman bir ejderhaya benziyordu. İki limanı ve ortasında “Dürbün” yazılı bir tepe vardı. Sonraki tarihlere ait birkaç ekleme de yapılmıştı. Ama hepsinden önemlisi ikisi adanın kuzeyinde biri güneybatısında olmak üzere üç çarpı kırmızı mürekkeple çizilmişti. Ayrıca bunların yanında aynı kırmızı mürekkeple Kaptan’ın kargacık burgacık el yazısıyla hiç alakası olmayan düzgün bir yazıyla şunlar yazılmıştı: “Definenin çoğu burada.”

Sayfanın arkasına aynı el yazısıyla şu bilgiler eklenmişti:

Uzun ağaç, dürbün sırtı, K.K.D’nin K’sine bakan bir noktayı kerteriz alarak

İskelet Adası D.G.D ve D’ye göre.

Üç metre

Gümüş külçesi kuzey zulada. Onu doğu tepesinin eğiminde, kara kayalığın on kulaç dibinde yüzüstü bulabilirsin.

Silahları bulmak kolay. Kum tepesinde, kuzey körfez burnunun K. Noktası, Kerteriz D. ve bir çeyrek K.

J.F.

Hepsi bu kadardı. Bilgiler her ne kadar az ve bana göre anlaşılmaz olsa da Bay Trelawney ve Doktor Livesey’in zevkten dört köşe olmasına sebep olmuştu.

“Livesey.” dedi Bay Trelawney. “Bu lanet işi bir an önce bırakacaksın. Yarın Bristol’a çıkacağım. Üç hafta içinde, üç hafta! Yok olmaz iki hafta!.. Hayır, hayır on gün içinde en iyi gemiyi ve İngiltere’deki en seçkin mürettebatı hazırlamış olacağız. Hawkins miço olarak katılacak. Çok ünlü bir miço olacaksın Hawkins. Sen Livesey, gemi doktoru olacaksın. Ben de amiral. Redruth, Joyce ve Hunter’ı alacağız. Güzel rüzgârlar olacak ve seyahatimiz kısa sürecek. Bu yeri bulurken en ufak bir zorluk yaşamayacağız. Sonrasında yiyecek, içinde yuvarlanıp çarçur edebileceğimiz paramız olacak.”

“Trelawney.” dedi Doktor. “Seninle geleceğim, kefil de olurum. Jim de aynı şekilde bu görevi üstlenir. Ama korktuğum bir adam var.”

“Kimmiş peki?” diye haykırdı Bay Trelawney. “O köpeğin ismini söyleyin beyefendi!”

“Siz.” diye cevap verdi Doktor. “Çünkü siz dilinizi tutamazsınız. Bu kâğıttan haberdar olanlar sadece biz değiliz. Adamlar bu gece hana saldırdılar. Gözü kara, çaresiz adamlar bunlar. Ayrıca o yelkenliyle uzaklaşanlar da biliyorlar. Muhtemelen çok da uzakta değildirler. Her biri de bu parayı ne pahasına olursa olsun almaya kararlı gözüküyor. Denize ulaşıncaya kadar hiçbirimiz yalnız dolaşmamalıyız. Bu arada Jim’le birlikte kalacağım hep. Sen de Bristol’dan Joyce ve Hunter’ı alırsın. Hiçbirimiz, hiçbir şekilde bulduklarımızla ilgili tek kelime etmemeliyiz.

“Livesey.” diye cevap verdi Squire. “Sen hep haklısın. Mezar gibi sessiz olacağım.”

İKİNCİ KISIM: GEMİ AŞÇISI

YEDİNCİ BÖLÜM
BRISTOL’A GİDİYORUM

Deniz yolculuğuna hazırlanmamız Bay Trelawney’in tahmin ettiğinden daha uzun sürdü. Ayrıca ilk planlarımızın hiçbiri, Doktor Livesey’in beni yanında tutma planı da dâhil olmak üzere istediğimiz gibi gerçekleşmemişti. Doktor’un görevini devralması için Londra’da bir hekimle görüşmesi gerekiyordu. Bay Trelawney, Bristol’da harıl harıl çalışıyordu. Ben de ihtiyar Redruth’a emanet malikânede kalıyordum. Redruth, av bekçisiydi. Neredeyse hapiste gibi yaşıyordu ama deniz hayalleri kuruyor, tuhaf adaların ve maceraların özlemini çekiyordu. Ben kafamı haritadan kaldırmıyordum. Tüm detayları çok iyi hatırlıyordum. Hizmetçinin odasında, ateşin yanında oturuyordum. Kurduğum hayallerde o adaya dört bir yönden çıkıyor, yüzeyini karış karış keşfediyordum. Dürbün denilen tepeye binlerce kez tırmandım ve zirvesinde muhteşem beklentilerin tadını çıkardım. Bazen bu ada vahşi yerlilerle dolu oluyordu ve onlarla savaşıyorduk. Bazen de bizi avlamaya çalışan tehlikeli hayvanlar oluyordu. Ancak gerçek maceralarımızda yaşadıklarımız kadar tuhaf ve trajik olayların hiçbiri hayallerimde yoktu.

Dr. Livesey’e yazılmış bir mektup güzel bir günde ulaşıncaya kadar haftalar bu şekilde geçti. Zarfın üzerine şöyle bir not iliştirilmişti:

“Doktor Livesey’in olmaması hâlinde mektup Tom Redruth ya da genç Hawkins tarafından açılabilir.” Ben de bu talimata göre hareket ettim. Daha doğrusu zavallı av bekçisinin basılı olmayan yazıları okuma konusunda pek de iyi olmadığını gördüm. Mektupta önemli haberler vardı:

Old Anchor Hanı, Bristol, Mart 1, 17-

Sevgili Livesey,

Malikânede mi yoksa Londra’da mı olduğunu bilemediğimden bu mektubu iki adrese birden yolluyorum.

 

Gemi satın alındı ve ayarlandı. Kıyıya demir atmış vaziyette hazır bir şekilde bekliyor. Bundan daha güzel bir yelkenliyi hayal bile edemezsin. Bu yelkenliyi bir çocuk bile sürebilir. İki yüz ton ağırlığında. İsmiyse Hispaniola.

Gemiyi Blandly isimli eski bir arkadaşım vasıtasıyla aldım. Kendisi şaşırtıcı derecede iyi bir insan olduğunu gösterdi. Sağ olsun adamcağız benim için didinip durdu. Bristol’daki herkes de onun gibi yardımcı oldu bana. Rüzgâr limana gelir gelmez yola çıkacağız, define için…

“Redruth.” dedim mektubu yarıda keserek. “Doktor Livesey bundan hiç hoşlanmayacak. Bay Trelawney konu hakkında konuşuyor.”

“Yani o konuşmayacak da kim konuşacak?” diye söylendi av bekçisi. “Asıl Bay Trelawney’in konuşmaması abes kaçardı bence.”

Bunun üzerine yorum yapmayı bırakıp okumaya devam ettim:

Gemiyi Blandly buldu ve en ufak detayına kadar titizlikle halletti. Bristol’da Blandly’e karşı korkunç bir ön yargıya sahip insanlar var. Bazıları bu dürüst adamın para için her şeyi yapacağını iddia edecek kadar ileri gitti. Hispaniola’nın aslında kendisine ait olduğunu ve bana fahiş fiyattan sattığını söylediler. Nasıl da iftira atıyorlar öyle! Yine de hiçbiri geminin olumlu özelliklerini inkâr edemedi.

Buraya kadar hiçbir aksaklık yaşanmadı. İşçiler, özellikle de geminin donanımından sorumlu olanlar asap bozucu derecede yavaşlardı ama zaman bu sorunu çözdü. Asıl canımı sıkan mürettebattı.

Olur da yerliler, korsanlar ya da tiksinç Fransızlarla uğraşmak zorunda kalırız diye yirmi kadar adamım olsun istiyordum. Ama yarım düzine adam buluncaya kadar akla karayı seçtim. Nihayet şans yüzüme güldü ve tam da ihtiyacım olan adamı karşıma çıkardı.

Bu adamla tesadüfen, rıhtımda karşılaştım. Eski bir denizci olduğunu öğrendim. Bir meyhane işletiyormuş ve Bristol’daki tüm denizcileri tanırmış. Karada sağlığı kötüye gittiği için mürettebatta kendisine aşçı olarak görev vermemi istedi. O sabah rıhtıma da denizi koklamak için gelmiş.

Söylediklerinden çok etkilendim. Ona acıdım ve geminin aşçısı olarak bir yer verme kararı aldım. Siz de olsanız aynısını yapardınız. Adı Uzun John Silver, bir bacağı yok. Ama ben bunu olumlu bir şey olarak görüyorum. Çünkü ülkesine hizmet ederken, ölümsüz Hawke’ın komutasında sakat kalmış. Gazi maaşı yokmuş Livesey’in. Ne kadar da korkunç bir zamanda yaşıyoruz!

Neyse efendim, ben kendime sadece bir aşçı bulduğumu sanırken koca bir mürettebat keşfettim. Silver’la beraber sadece birkaç gün içinde en dayanıklı eski deniz kurtlarından oluşan bir tayfa kurduk. Görünüşleri pek iyi değil ama ruhları çok sağlam. Bir fırkateynle bile savaşabiliriz yanımızda onlar varken.

Uzun John benim tuttuğum altı yedi adamın ikisini yolladı. Onların tatlı su adamı olduklarını, bizimki gibi önemli bir macerada korkmamız gereken kişiler olduğunu kısa sürede gösterdi bana.

Akıl sağlığım da beden sağlığım da fazlasıyla yerinde. Boğa gibi yiyor, ağaç gibi uyuyorum. Yine de yelkenlerin çekildiği o ilk anı yaşayıncaya kadar bir an bile keyiflenemeyeceğim. Yelkenler fora! Denizin görkemi aklımı başımdan aldı. Şimdi derhâl gel Livesey. Eğer bana saygı duyuyorsan bir saat bile gecikme.

Genç Hawkins, Redruth’un gözetiminde derhâl annesini görmeye gitsin. Sonra ikiniz birden son sürat Bristol’a gelin.

John Trelawney

Not: Sana söylemeyi unuttum: Eğer ağustos sonuna kadar dönmemiş olursak Blandly peşimizden bir gemi yollayacak. Kaptan olarak muazzam bir adam bulmuş. Biraz kasıntı biri maalesef ama diğer yönlerden bir hazine. Uzun John Silver ikinci kaptan olarak Arrow isimli çok yetenekli bir adam buldu bana. Kaval çalan bir marinel başı var ekibimizde. Kısacası ordu gibi bir düzenle denize açılacağız.

Sana Silver’ın içinde bir sürü cevher yattığını söylemeyi unuttum. Örneğin fazla para çekilmemiş bir banka hesabı var. Meyhaneyi karısına emanet edecek. Kendisi Afrika kökenli bir kadın. Sen ve ben iki ihtiyar bekâr olarak eş sahibi olmanın sağlıklı olmak kadar önemli olduğunu iyi biliriz.

J.T.

Not 2: Hawkins bir gece annesiyle kalabilir.

J.T.

Bu mektubun beni nasıl heyecanlandırdığını tahmin bile edemezsiniz. Sevinçten neredeyse kendimi kaybedecektim. Fakat Redruth’la yola çıkmak can sıkıcı olacaktı. Eğer bu dünyada tek bir kişiden nefret ediyorduysam o da İhtiyar Tom Redruth’tu. Tek yaptığı homurdanıp sızlanmaktı. Onun altında çalışan tüm av bekçileri onunla seve seve yer değiştirmeye hazırdı. Ancak Bay Trelawney’in istekleri onlar için kanun gibi bir şeydi. İhtiyar Redruth dışında hiçbiri homurdanmaya bile cesaret edemezdi.

Ertesi sabah Redruth’la beraber Amiral Benbow’un yolunu tuttuk.

Annemin sağlığının ve keyfinin yerinde olduğunu görmek beni mutlu etmişti. Uzun süre boyunca başımıza bela olan Kaptan mezardaydı. Bay Trelawney her şeyi tamir ettirmişti. Odalar ve tabela yeniden boyanmıştı. Birkaç da mobilya eklenmişti. Hepsinden önemlisi de annem için bara güzel bir koltuk yerleştirilmişti. Anneme bir de çırak bulmuştu. Böylece ben yokken bir yardımcısı olacaktı.

Tam da o çocuğu gördüğüm anda anladım içinde bulunduğum durumu. O ana kadar hep önümdeki maceraları düşünmüştüm. Geride bıraktığım evimi değil. O alık yabancının annemin yanında olup benim yerimi alacağını bilmek gözyaşlarına boğulmama sebep olmuştu. O çocuğa gününü gösterecektim çünkü bu işte yeniydi. Ona birkaç kez haddini bildirmekte gecikmedim.

Gece bitti ve ertesi gün yemekten sonra Redruth’la beraber tekrar yola koyulduk. Anneme, doğduğumdan beri yaşadığım koya ve Amiral Benbow’a veda ettim. Han boyandığı için eskisi kadar sevimli gelmiyordu bana. Son düşündüğüm şey üç köşeli şapkasıyla sık sık sahilde gezinen, yanağında kılıç yarası, kolunun altında pirinç dürbünü olan Kaptan’dı. Bir an sonra köşeyi döndük ve evim artık görebileceğim mesafede değildi.

Posta arabası gün doğumunda bizi Royal George’dan aldı. Redruth’la iri yarı yaşlı bir adamın arasında kalmıştım. Soğuk havaya ve aracın hızlı ilerlemesine rağmen hemen uyudum. Yamaçlardan yukarı çıkıp vadilerden aşağı inerken de kütük gibi uyumuş olmalıyım. Çünkü sonunda kaburgalarıma aldığım bir darbe ile uyanmıştım ve gözlerimi günün çoktan aydınlanmaya başladığı bir şehir caddesindeki kocaman bir binanın önünde açtım.

“Neredeyiz?” diye sordum.

“Bristol.” dedi Tom. “İn.”

Bay Trelawney yelkenlinin işlerini halletmek için Bristol’da bulunduğu süre boyunca rıhtımların aşağısındaki bir handa kalmayı tercih etmişti. Oraya kadar yürümemiz gerekiyordu. Yürüyüşümüz sırasında farklı boyutta, donanımda, değişik ülkelere ait çeşit çeşit gemi görmek benim için çok keyifliydi. Bu gemilerden birinde denizciler çalışırken şarkı söylüyorlardı. Bir başkasında adamlar yükseklerde, bir örümcek ağından daha kalın gibi görünmeyen ağlarda duruyorlardı. Her ne kadar hayatım boyunca sahilde yaşamış olsam da o zamana kadar hiç denize yakın olmadığımı hissettim. Katranın ve tuzun kokusu yeniydi benim için. Gemi başlarını süsleyen muhteşem figürler gördüm. Hepsi de okyanusun uzak kısımlarında bulunmuşlardı. Ayrıca bıyıkları lüle, kulakları küpeli, katran kaplı örgü saçları olan ve denize açılmışçasına sarsak yürüyen çok sayıda ihtiyar denizci gördüm. Eğer o gün gördüğüm denizcilerin sayısı kadar kral ya da başpiskopos görmüş olsaydım bundan daha mutlu olamazdım.

Ayrıca kendim de bir yelkenliyle denize açılacaktım. Flüt çalan marinel başı ve at kuyruğu saçlı şarkı söyleyen denizcilerle beraber bilinmeyen bir adaya doğru gömülü defineyi bulmak için sefere çıkacaktım.

Ben hâlâ bu tatlı hayallerin etkisi altındayken aniden büyük han karşımıza çıktı ve Squire Trelawney’i bulduk. Lacivert kumaştan denizci kıyafetine benzer giysiler giymişti. Yüzünde bir gülümseme vardı ve denizci yürüyüşünü taklit ederek yaklaşıyordu.

“İşte buradasınız.” diye bağırdı. “Doktor da dün gece Londra’dan geldi. Bravo! Geminin mürettebatı hazır.

“Peki ne zaman denize açılacağız efendim?” diye sordum haykırırcasına.

“Yarın, denize açılacağız!” dedi Bay Trelawney.

2Kırsal bir alanda büyük miktarda toprak sahibi olan yüksek mevkideki kişi. Toprak ağası. (ç.n.)
3Ünlü bir İngiliz korsan. (ç.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?

Weitere Bücher von diesem Autor