Buch lesen: «Anadolu'nun Kültürel Kökleri»
Reşit Ergener 1952 yılında İstanbul'da doğdu. Lise eğitimini Robert Koleji'nde, ekonomi dalında lisans ve lisansüstü eğitimini Yale ve Oxford üniversitelerinde tamamladı. Doktora derecesini İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde aldı. 1977-1997 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi'nde tam zamanlı öğretim üyesiydi. 2004 yılından bu yana aynı üniversitenin Uluslararası Ticaret bölümünde yarı zamanlı öğretim üyesi olarak “Tarih Boyunca Din ve Ekonomi İlişkileri” konusunda seçmeli bir ders veriyor. Konuyla ilgili kitabı 2020 yılında Economics and Religion adıyla Palgrave Macmillan tarafından yayımlandı.
Aslan Asker Şvayk romanını, Ezra Pound'un Yaşamı ve Eserleri ile Borç Tuzağı incelemelerini Türkçeye çevirdi. İlk Deniz Vardı isimli bir şiir kitabı var.
Ana Tanrıçalar Diyarı Anadolu isimli tarihsel araştırması Türkçe ve İngilizce olarak yayımlandı. Aynı zamanda profesyonel turist rehberi olan Reşit Ergener, bu kitabı temel alarak, “Ana Tanrıçanın İzinde” adıyla, ilk ana tanrıça turlarını düzenledi ve bu turları bugün de sürdürüyor.
Ergener, İstanbul Rehberler Odası için Çanakkale Savaşları ve Çatalhöyük konularında eğitim programları tasarladı ve yönetti. Kurucusu olduğu ve başkanlığını yaptığı Çatalhöyük Dostları Derneği ile Çatalhöyük kazılarına önemli katkılarda bulundu.
Bu kitapta, insanlık tarihinin kimi çarpıcı ve heyecan verici sayfalarını, öğrenci ve turistleriyle paylaşan Reşit Ergener'in sesini duyar gibi olacaksınız.
Sevda'ma…
Anneler ve Tanrıçalar
Bir öykü var.
Annelerin ve tanrıçaların öyküsü…
Annelerin, çocuklarını büyüttüğü ormanların korunaklı derinliklerinden, tarımın ilk başladığı Çatalhöyük gibi merkezlere, Efes'e, Fatima'ya, Guadeloupe'a uzanan, gizemlerinin bir bölümünü hiçbir zaman çözemeyeceğimiz, gerçeklerle düşlerin, olması istenenlerle, olanların birbirine karıştığı bir öykü bu.
Bu kitapta bu öykünün kimi detaylarını paylaşacağız ve anasoy ile anaerki kavramlarını Anadolu tarihi bağlamında ele alacağız.
Daha sonra tanrıçayla ilgili semboller, hayvanlar ve bitkilerden başlayarak Anadolu tarihinden, mitolojisinden ve dinlerinden sayfalar çevireceğiz.
Tanrıçaların tarihteki konumlarına, İbrahim dinlerinin kutsal dişiye yaklaşımına ve Hıristiyanlığın Anadolu'da yayılmasına göz attıktan sonra Meryem ve günümüzde tanrıça olgusuyla bitireceğiz.
Keyifli okumalar dilerim.
Reşit Ergener
1
ANNA
Müzede Bir Karşılaşma
Onunla Ankara'daki Anadolu Uygarlıkları Müzesi'nde karşılaştım. Yıl 1985.
Anlatımı yapan kişi tarım, çömlekçilik, dokuma gibi temel etkinlikleri kadınların başlattığını, dolayısıyla tanrının önce erkek değil, dişi olarak algılandığını söylüyordu. Uygarlığı kadınlar başlatmış, sonra ne olmuşsa olmuş ve erk, erkeklerin eline geçmişti.
Ankara Müzesi'nde karşıma çıkan Çatalhöyük hanımının heykelciği, paleolitikten neolitiğe yayılan çok uzun bir zaman diliminde ve İspanya'dan Sibirya'ya uzanan çok geniş bir coğrafyada, özellikle tarımın başladığı Ortadoğu topraklarında yüzlercesi bulunan, şişman ve hamile kadın heykelciklerinden biri; tahtı çağrıştıran oturma yeri ve iki yanında da leoparlarıyla belki de en görkemlisiydi.
Konuyu biraz araştırdım ve bir kitap yazdım (Ana Tanrıçalar Diyarı Anadolu, Yalçın Yayınları, 1987). Her şeyin ilk ve asıl hâkiminin kadınlar olması, benim çocukken oluşan toplum düzeni algıma uyuyordu. Müzedeki heykelciğe fiziki olarak da benzeyen sevgili anneannem, otuz üç yaşında dul kaldıktan sonra beş çocuk büyütmüş, aile içindeki otoritesi ve önderliği tartışılmaz bir matriarktı. Ya da ben öyle sanıyordum.
Acaba Çatalhöyük'ün şişman hanımı bir tanrıça mıydı? Öyle ise, tanrıçaların tanrılardan farkı neydi?
Tanrı ve tanrıçaların, insanların kendi çabalarıyla elde edemediklerini onlara verme ya da kendi çabalarıyla elde ettiklerini ellerinden alma güçleri vardır. İnsanlar, tanrı ve tanrıçaların daha cömert ve daha az şiddetli olmaları için, onları sunular ve ritüellerle etkilemeye çalışır.
Kibele
Neolitik dönemin şişman kadın heykelcikleri de böyle tanrıçaları mı temsil ediyordu?
Cezalandıran ve şiddet kullanabilen tanrıların aksine, tanrıçalar insanlara (anneannemin bana yaptığı gibi) sadece şefkat ve bereket mi sunuyordu? En azından Yeni Gine'de, tatlı patates tarımının başladığı yıllarda bunun böyle olmadığını; kabile şeflerinin zenginliklerinde patates tarımıyla aynı zamanda ortaya çıkan artışın kaynağı olarak görüldüğü için tanrıçaya bir şeyler sunulduğunu ve tanrıçanın böylelikle şeflerin servetine onay verdiğini çok sonra öğrenecektim.
Neolitik tanrıçaların torunları sayılan Kibele, Athena ve Artemis gibilerine gelince işler daha da karışıyordu. Çünkü bu tanrıçalar bir yandan kadınları ve çocukları desteklerken, bir yandan da erkek egemen ve başta kadın ve çocuklar olmak üzere zayıfları ezip sömüren bir toplum düzenine onay veriyordu.
Zamanla, çocukken algıladığımın aksine, en son sözü anneannem, annem ya da teyzemin değil, dayılarımın söylediğini anladım. Dayılar, anneannemin mirasının daha büyük bölümünün, hatta tamamının kendilerinin hakkı olduğunu düşünüyordu. Yani, her şey birbirine karışmıştı.
Anasoy
On dokuzuncu yüzyılın sonlarında henüz yeni oluşmakta olan antropoloji bilimi, “sosyal evrimcilik” olarak tanımlayabileceğimiz ve soy, erk, ana ve tanrıça kavramlarının birbirine karıştığı bir evreden geçecekti.
Bu evrede kimi antropologlar, oluşmakta olan ilk insan topluluklarının tümünün anaerkil süreçten geçtiklerini savundu. Anaerkil toplumlarda kalıtım, anasoydan yürürdü. Toplum yapısını hem yansıtan hem de biçimlendiren din, ana tanrıçaların egemenliğindeydi. Küçük toprak kadın heykelcikleri, bazı biçimler, semboller ve hayvanlar, ana tanrıça diniyle ilgiliydi. Bu nesnelerin arkeolojik buluntular içindeki varlığı, ana tanrıça kültünün tarih öncesi çağlara uzanan varlığına işaret ederdi. Ana tanrıça kültünün varlığı, anaerkinin ve anasoydan kalıtımın var olduğunun kanıtıydı.
Anadolu'da 1950'li yıllardan başlayarak ana tanrıça olarak nitelendirilen kadın heykelciklerinin ve sembollerin, özellikle neolitik döneme ait arkeolojik buluntular arasında yoğun olarak bulunması; halılarda ve diğer el sanatlarında tanrıça olarak nitelendirilen figürlerin ve ona ait sembollerin varlığı; Kibele, Artemis gibi ulu tanrıçaların ve Bodrum kraliçesi Artemisia gibi kraliçelerin varlığı; Meryem'in “Tanrı Anası” olarak tanınmasının bu topraklarda gerçekleşmesi; kimi mitler ve söylenceler ve hatta ülkenin adının “Ana”dolu olması, Anadolu'nun yalnız uygarlığın değil, anaerkinin ve anasoyun beşiği bir “ana tanrıçalar diyarı” olduğu görüşünün yaygınlaşmasına ve pekişmesine neden oldu. Ancak içinde pek çok doğruyu barındıran bu görüşler, birçok yanlışı, çelişkiyi ve eksikliği de içeriyordu:
Anasoy, anaerki demek eğildi. Kadının güçlenmesinin dışavurumu olarak algılanan tanrıça, onun sömürülmesinin aracı da olabilirdi. Aile düzeyinde yüceltilen kadın, toplum düzeyinde eziliyor olabilirdi. Kadının üzerindeki baskının toplum düzeyinde artmasına koşut olarak, onun aile düzeyindeki önemi ve saygınlığı da artmış olabilirdi. Baskıcı toplumlarda erkekler savaş ya da hayatını kazanma amacıyla ailesinden uzak kalıyor ve ölebiliyordu. Bu da çocukların, onları büyüten ve onlarla ilgilenen anneyi aile reisi olarak algılamalarına neden oluyordu. Toplum yapısını yansıtan ve pekiştiren tanrı ve tanrıçaların hiyerarşisi, makro değil de mikro, yani aile düzeyinde toplum yapısını yansıtıyor olabilirdi. Tanrıçaların bu hiyerarşideki yüksek konumu, onların toplumsal karar alma mekanizmalarında değil, aile içinde sahip oldukları yüksek konumun göstergesiydi.
Avcı toplayıcı ilk insan toplulukları eşitlikçiydi ve ürettiğini tüketirdi. Ürettiğini tüketen eşitlikçi toplum durağandır ve ekonomisi büyümez. Büyümenin gerçekleşmesi için tasarruf ve yatırım gerekir. Tasarruf kararları ortaklaşa alınırsa, toplum ekonomik büyümeyi eşitlikçi düzende gerçekleştirebilir. Ancak bu, türlü nedenlerle mümkün değildir. Tasarruf herkesin değil, bazılarının az tüketmesiyle gerçekleşir. Az tüketenler aynı zamanda sömürülenlerdir. Ne yazık ki grup olarak ilk sömürülenler kadınlar ve çocuklar oldu. Kölelik ve diğer sömürü türleri, önce kadının metalaşmasıyla ortaya çıktı. Günümüze kadar süregelen bu süreçte tanrıçalar, hem kadına dayanışma ruhu ve dayanma gücü veren hem de düzeni koruyan çelişkili işlevleri yerine getirdi.
“Toplumsal başatlık kuramı” (social dominance theory) alanında çalışanların bu konuda bazı ilginç önermeleri var. Bu önermelere göre, sosyal yaşamın cinsellikle en fazla ilgili olan özelliği güçtür. Bilinen hiçbir toplumda kadınlar erkeklere başat değildir. Birikim yapan tüm toplumlarda, genelde erkekler kadınlardan daha güçlüdür ve bu, tarih boyunca böyle olmuştur. Cinsellik ve güç arasındaki ilişkiyi anlamak; ırk, etnisite, sınıf ve diğer alanlardaki eşitsizlikleri anlamakta da yararlı olacaktır.
Başatlık ilişkileri muhtemelen aileyle başladı. Her toplum, yiyecek hazırlama, çocuk ve hasta bakımı gibi işlerin yapılmasını aileler aracılığıyla gerçekleştirir. Hemen her toplumda, aile içinde bu konudaki yükümlülükler kadınlar aleyhine asimetrik olarak dağıtılır (Pratto, Sidanius ve Levin 2006).
Kadınlarla erkekler arasında aile içinde kurulan asimetrik ilişkiler diğer alanlara da yayıldı. MÖ 1752 yılına tarihlenen Hammurabi yasalarına göre evin reisi olan erkek, karısını, çocuklarını, cariyelerini borçları karşılığında rehin verebilir, ödeme aracı olarak kullanabilir ya da canı isterse satabilirdi (Atwood 2008, 56). İlk köleler, erkeklere göre daha yumuşak huylu oldukları ve daha kolay idare edilebildikleri için kadınlardı (Atwood 2008).
İnsanlar birbirlerine karşı üstünlüğü, kaba kuvvet kullanarak ve üretim süreçleriyle ilgili bilgiyi tekellerine alarak oluşturabilir. Dini ritüelleri ve tanrılarla ilişkileri düzenlemek de bir güç kaynağıdır. Öte yandan, dini ilişkiler toplumdaki güç ilişkilerini yansıtır.
Kadınlar, zor kullanma açısından kendilerini erkekler karşısında zayıf düşürecek düzenlemelere gönüllü olarak razı oldu. Bunu dayatan, insanın iki ayaklı olması ve insan beyninin büyüklüğüydü. Bebeğin, beynin tam olarak oluşmasından sonra doğabilmesi için annenin bacaklarının fazlasıyla ayrık olması gerekiyordu. Bu da anatomik olarak mümkün olmayacağı için, bebeğin beyni tam oluşmadan doğması ve doğduktan sonra uzun süre anneye bağımlı yaşaması gerekiyordu. Yavrularının korunaklı bölgelerde anneleriyle yaşamasına olanak sağlayan topluluklar daha başarılı oldu. Çocukları büyüttükleri, bitki topladıkları, tarım ve dokuma gibi zanaatları başlattıkları alanların güvenliğini sağlamayı erkeklere bırakan kadınlar, güç kullanımı açısından kendilerini erkeklere karşı zayıf düşürecek konumu kendi rızalarıyla kabullenmiş oluyorlardı. Kadınlar çocuk büyütür ve tarım dahil zanaatları geliştirirken, erkekler savaş ve av becerilerini geliştiriyordu. Kabileler arası kadın çalma ve kadın takasıyla kadınlar metalaştı. Sırada çocuklar ve tüm farklı olanlar vardı.
Yine de bu bölgelerde annelerle büyüyen çocuklar, anneyi güç kaynağı olarak algılamayı sürdürdü. Yani kadın bir yandan metalaşır ve erkek karşısında zayıf konuma itilirken diğer yandan yeni oluşan çocuk bilincindeki güçlü konumunu sürdürmekteydi.
Kadını güçlü kılan bir başka neden, onun tarım süreçleriyle ilgili bilgilere sahip ve deneyimlere vâkıf olmasıydı. Tarımı muhtemelen kadınlar başlatmıştı ve bu onlara saygınlık kazandırıyordu. En önemlisi, tohumların muhtemelen kutsal alanlarda depolanmasını gerçekleştirmek ve yönetmek, kadınların gücünü ve ayrıcalıklı konumunu pekiştirecekti.
Ancak kadınlar, bu ayrıcalıklı konumlarını güç kullanmayı bilen erkeklere karşı koruyamadı. Erkekler, iyi hasat için gerekli sayılan tanrılarla ilişkileri ve daha önemlisi kutsal alan ve tapınaklarda konuşlanan tohum ve tahıl depolarının yönetimini, zamanla kendi denetimlerine aldılar.
Başlangıçta tahıllar eşitlikçi temellere dayanarak değerlendirilirdi. Depolarda saklananlar, istediklerinde sahiplerine geri verilirdi. Daha sonra depolananın daha azı geri verilmeye başlandı (Frangipane 2007).
Acaba üretimin bir bölümüne el koyma süreci, depoların ve tarımın yönetiminin kadınlardan erkeklere geçmesiyle mi başlamıştı?
Rahip kralların toplumsal fazlalıklara güç ve kutsal ilişkilerden yararlanarak el koymasıyla, toplumdaki katmanlaşma hızlandı. Bereketli tarım toprakları Nil, Fırat ve Dicle'nin kollarının vadilerindeydi. Bu vadilere sıkışan ve nüfusu giderek artan çiftçi halklar, bereketli topraklardan ayrılmamak için güçlüler karşısında ödün vermeye razı oldu ve böylelikle bu bölgelerde sömürü yoğunlaştı.
Öte yandan, Anadolu üzerinden Avrupa'ya yayılan halkların sömürücü toplum yapılarına katlanma zorunluluğu daha azdı. Sürtüşmeler artınca, kaybetme olasılığı güçlü olan taraf çekip giderdi. Barışçı tarım uygarlıkları böyle kuruldu ve yaygınlaştı.
James Mellaart'ın 1950'li yılların sonlarında ve 1960'ların başlarında, Orta Anadolu'da, Konya'nın güneybatısında, Çumra yakınlarındaki Çatalhöyük'te gerçekleştirdiği kazılar, tüm kadın ve erkekler arasında böylesi bir eşitliğin izlerini ortaya koyuyordu.
Çatalhöyük
Tarih 11 Kasım 1958'di. Konya, Çumra yakınlarında bir höyüğün tepesindeki iki arkeolog, tepenin eteğindeki üçüncü arkeoloğa bağırarak tepe yüzeyinde neolitik buluntular olduğunu iletti. Üçüncü arkeolog cevap olarak tepenin eteklerinde de neolitik buluntular olduğunu bildirdi. Höyüğün tepesindeki arkeologlar David French ve Allan Hall'du. Tepenin eteğindeki arkeolog James Mellaart'tı. Höyüğün adı Çatalhöyük'tü.
Neolitik, insanın avcı toplayıcı göçer yaşamdan tarım üretimine ve yerleşik yaşama geçtiği dönemdir. Bu çağ, Çin'de ve Güney Amerika'da birbirinden bağımsız olarak başladı. Fakat en önce, Güneydoğu Anadolu'yla birlikte Kuzey Suriye, Kuzey Irak ve Güneybatı İran'ı içeren topraklarda, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce başladı. Bu topraklar yabani buğday, darı ve arpanın, ayrıca evcil hayvanların anavatanıdır ve son buzul çağının sona ermesiyle oluşan iklim koşulları, burada tarım üretiminin ve yerleşik yaşamın başlamasını mümkün kılmıştır.
Mellaart Çatalhöyük'ü bulana kadar neolitiğin günümüzden yaklaşık 5500 yıl önce Mezopotamya'da başladığı ve Orta Anadolu'nun ne neolitik ne de başka değerler içeren arkeolojik bir çöl olduğu düşünülüyordu. Çatalhöyük'ten sonra Anadolu'nun pek çok yerinde bulunan yerleşimler Anadolu'nun neolitik dönemdeki zenginliğini ve önemini ortaya koyacaktı. Çatalhöyük tarih kitaplarının yeniden yazılmasına neden olacak bir buluştu.
James Mellaart bu buluşu yaptığı tarihte otuz üç yaşındaydı. Birleşik Krallık vatandaşıydı. İkinci Dünya Savaşı yıllarını ailesiyle birlikte Hollanda'da geçirmiş, savaş yıllarında çalıştığı Leiden Müzesi'nde kendi çabasıyla hiyeroglifleri okumayı ve Orta Mısır dilini öğrenmişti. Daha sonra jeolojiye ilgi duymuş, fakat lisans derecesini Londra University College'da, Eski Çağ Tarihi ve Mısır Bilimi dalında yapmıştı. Daha sonra, Kathleen Kenyon'la Eriha'da (Jericho) çalışmış, Ankara'da yeni kurulan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü için Çukurova'da yüzey araştırmaları yapmıştı. Seton Lloyd'la birlikte Beycesultan ve Hacılar kazılarını başlatmış ve yönetmişti. 1954 yılında ziyaret ettiği Fikirtepe kazılarında tanıştığı Arlette Cenani'yle evliydi. Çatalhöyük'ü bulduğunda, French ve Hall ile Orta Anadolu'da yüzey araştırmaları yapıyordu.
Çatalhöyük genç Mellaart'ın ilk önemli buluşu değildi. O ilk önemli arkeolojik buluşunu katıldığı ilk önemli kazı olan Eriha'da çalışırken yapmıştı. Eriha'daki kazı başkanı Kathleen Kenyon'dı. Ünlü Mortimer Wheeler'ın öğrencisi olan Kenyon, çok yetkin bir arkeologdu. Kenyon, Eriha'nın meşhur duvarının dibinde yaptığı kazılarda, yerleşimin en eski tabakasına indiğine inanıyordu. Bir hafta sonu, Kenyon ve kazı ekibi Kudüs'teyken, Mellaart kendi inisiyatifiyle Kenyon'ın bıraktığı yerden birkaç metre daha derine inerek prehistorik tabakalara ulaşacaktı.
Mellaart daha sonra, Çukurova ve Orta Anadolu'da yaptığı yüzey araştırmalarında varlığı daha önce bilinmeyen pek çok arkeolojik değeri ortaya çıkardı. Mellaart'ın yürüttüğü Beycesultan ve Hacılar kazıları bir arkeolog için, başlı başına birer başyapıttır. Ancak Çatalhöyük'ün Mellaart'ın kariyerindeki yeri bambaşkadır ve onun adı bu kazıyla özdeşleşmiştir.
Günümüzden dokuz bin yıl önce binlerce insanın bir arada yaşadığı Çatalhöyük, bilinen ilk kent büyüklüğündeki yerleşimlerden biri. Bu nedenle Çatalhöyük, kamuoyunda “ilk kent”, “uygarlığın başladığı yer” gibi nitelendirmelerle anılır. Kuşkusuz bu nitelendirmelerde abartma payı olduğu düşünülebilir. Fakat Colin Renfrew gibi seçkin bir arkeolog bile, Çatalhöyük'ü “bin yılın en önemli kazısı” olarak nitelendirmiştir.
Mellaart'ın adı ve yapıtlarıyla ilk karşılaşmam, ortaokul öğrencisiyken, Nişantaşı'nda okul çıkışı uğramayı âdet edindiğim kitapçıda gördüğüm Çatal Hüyük: A Neolithic Town in Anatolia kitabı aracılığıyla oldu. Yıllar sonra Çatalhöyük Dostları Derneği başkanı olarak, Mellaart'la sohbet etmek, onun konferanslarını dinlemek olanağını buldum. Çatalhöyük'ü buluşunun kırkıncı yılı olan 1998'de, Çatalhöyük Dostları olarak kendisiyle birlikte Anadolu Uygarlıkları Müzesi'ne ve Çatalhöyük'e unutulmaz bir gezi yaptık.
Çatalhöyük buluntularını, onları bulan arkeologdan dinlemek eşsiz bir deneyimdi. Mellaart'ın yıllar sonra ziyaret edeceği Çatalhöyük'e yaklaşırken giderek artan heyecanını ve onun yeni kazı başkanı (eski öğrencisi) Ian Hodder'la buluşmasını izlemek, geziye katılanları duygulandırdı.
Mellaart 17 Mayıs 1961 tarihinden başlayarak Çatalhöyük'te dört sezon kazı yaptı. Yüz kadar duvar resmi (ki bu resimler bulundukları tarihte insan yapısı duvarlar üzerinde yapılmış, bilinen en eski resimlerdi), çok sayıda heykelcik, çömlek parçaları, obsidyen ok ve mızrak uçları ile kil mühürler buldu.
Çatalhöyük'te bulunan resim ve heykelcikler, bize neolitik insanın sadece nasıl yaşadığının değil, neler düşündüğünün, neler hissettiğinin ve neler düşlediğinin ipuçlarını verir. Bu ipuçlarından yola çıkarak yapılan farklı yorumlar, zaman içinde daha da çeşitlenmekte ve zenginleşmektedir.
Örneğin Mellaart, Çatalhöyük'ün eşitlikçi ve anaerkil bir toplum olduğunu düşünüyordu. Çatalhöyük'te Ian Hodder başkanlığında 1993-2018 yılları arasında çalışan kazı ekibi, Çatalhöyük'ün eşitlikçi olduğunu fakat anaerkil olmadığını düşünüyor. Feminist arkeolog Marija Gimbutas'ın çizgisini izleyenler, Çatalhöyük'ün anaerkil olduğu için eşitlikçi olduğunu savunuyor.
Leopar benzeri iki hayvan arasında oturan bir kadını gösteren küçük toprak heykel, Mellaart tarafından “ana tanrıça” olarak nitelendirilmiş ve Mellaart'ın kazılarından sonra Çatalhöyük'ün simgesi olmuştu. Ian Hodder, leoparın Çatalhöyük için daha uygun bir simge olduğunu düşünüyor. Hodder'ın Çatalhöyük hakkında yazdığı kitaplardan birinin adı Leopar'ın Öyküsü'dür.
Kanımca asıl anlaşmazlık konusu, erkekler ve kadınlar arasında insanlık tarihinin ilk başlarına kadar uzanan çatışma ya da erkeklerin kadınlar üzerinde üstünlük kurmak için harcadıkları ezeli çabadır.
Emile Durkheim, dinin toplumsal güç ilişkilerini yansıttığını söyler. Bu nedenle, ana tanrıçanın egemen olduğu anaerkil bir toplumun geçmişte var olması olasılığının erkekler tarafından âdeta rasyonel olmayan bir tavırla yadsınmasının nedeni, bu olasılığın var olan erkek egemen düzene bir tehdit olarak algılanması olabilir. Anaerkil bir düzenin yaşanmış ve dolayısıyla mümkün olması, erkek egemen düzenin olası tek düzen olduğu yönünde bin yıllardır oluşturulmaya çalışılan düzeni sarsacaktır.
Bu konuya girmeden önce tarımın neden başladığıyla ilgili ilginç bazı tartışmaları paylaşacağız.
Bira mı, Ekmek mi?
Son buzul çağının günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce sona ermesiyle Ortadoğu'da ve özellikle Levant diye adlandırılan, İsrail ve Filistin'den başlayarak Suriye ve Irak'ın kuzeyine doğru uzanan bir hilal oluşturan bölgede yaşayan kimi insan toplulukları, kolaylıkla toplanabilen ve depolanabilen yabani tahıllara giderek daha bağımlı hale geldi. Bazı bölgelerde yabani tahıllar öylesine boldu ki Natufyan diye adlandırılan kültürün insanları, yiyecek aramak için göç etme gereksinimi duymamaya başladı ve mağaralarda ya da Ain Mallaha (Eynan, İsrail) ve Mureytbit (Suriye) gibi köylerde yerleşik yaşama geçtiler. Yerleşik yaşamla birlikte nüfus ve buna bağlı olarak yiyecek gereksinimleri arttı. Kıtlaşan gıda ürünleri arasında yabani tahıllar da vardı. Yiyecek bulmanın güçleşmesi nedeniyle bazı topluluklar daha az verimli bölgelere göç etmek zorunda kaldılar. Buralarda yabani tahıllar daha seyrekti. İnsanlar, gereksinimlerini karşılamak için tahıl üretmenin yollarını aradılar. Tarım böyle başladı (Katz, Solomon H. ve Voigt, Mary M. 1986, 28-29).
Yukarıdaki paragrafta özetlenen, tarımın nasıl başladığıyla ilgili senaryo 1960'lı yıllardan başlayarak birçok arkeolog tarafından kabul görmüştür. Ancak daha sonra ele geçen bulgular, bu senaryonun doğru olmayabileceğini gösterdi. Tahıl üretiminin başladığı bölgelerde tahıl tüketimi artmamış, azalmıştı. Evcilleştirildikten sonra dahi tahılların, insanların gıda tüketimindeki payı yüzde üç ya da dördü geçmeyecekti (Katz, Solomon H. ve Voigt, Mary M. 1986, 29).
Pulluk ya da benzeri araçların yokluğunda tahıl üretimi çok zahmetli ancak verimsiz bir iştir. Beslenmelerine katkısı sınırlı olan ama çok zahmet gerektiren tahıl üretimini sürdürmekte insanların neden ısrarcı olduğu, ilginç bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır (Braidwood vd. 1953, 516). Acaba tahılların evcilleştirilmesinde gıda gereksinimlerini karşılamanın dışında unsurlar da rol oynamış olabilir mi? Tahılların çimlenme ve mayalanma özelliklerinin olması, bize bu konuda bazı ipuçları verebilir.
Tahıllar ancak işlemden geçirildikten sonra tüketilebilir. Bu amaçla ilk kullanılan yöntem, onları kavurmak olabilir. Ya da önce havanda tokmakla dövülüp kabukları kırılan tahıllar, lapa veya bulamaç olarak tüketilmiş olabilir ki bu süreç de yemek pişirmenin temelini oluşturur (Braidwood vd. 1953). Bulamaç yapmanın bir sonraki aşamasında ekmek ya da bulamacın mayalanmasıyla bira elde edilmiş olabilir.
Geleneksel bira yapımı üç aşamadan oluşur: Maltlama ya da çimlendirme, mayşeleme ve fermantasyon ya da mayalama.
Maltlama aşamasında tahıl taneleri çimlenene kadar suda ıslatılır. Bu süreçte tanelerin uçlarında diyastaz adı verilen bir enzim oluşur. Bir süre sonra tahıl tanelerini süzmek ve kurutmak gerekir. Çünkü çimlendirme uzun sürerse diyastaz miktarı azalacaktır. Çimlenen tohumlar güneşte kurutularak ya da kavrularak öldürülür. Böylece filizlenme durur fakat diyastaz miktarı yüksek kalır.
İkinci aşama olan mayşelemede, kurutulmuş tohumlar öğütülür ve yine suyla karıştırılarak sıcak lapa yapılır. Diyastaz enzimleri lapadaki öğütülmüş tahıl tanelerinde bulunan nişastayı şekere dönüştürecektir. Lapanın 60-65 santigrat civarında ısıtılmış olması gereklidir. Çünkü yüksek ısıda diyastazın nişastayı şekere dönüştürmesi daha kolay olacaktır.
Son aşama olan mayalama sürecinde şekerli lapaya (malt) maya eklenir. Maya, kapalı kaplarda var olan oksijeni ve şekeri tüketerek karbondioksit ve etanol üretir. Alkol oluşumu mayanın çoğalmasını engelleyecektir. Dolayısıyla alkol miktarı ile besin değeri arasında ters orantı olacaktır. Günümüzde optimum koşullarda üretilen biradaki alkol oranı en fazla yüzde 15-18 olabilir. İlkel koşullarda bu oran yüzde 5'i aşmaz ve geride çok miktarda şeker kalır.
Yabani tahılları tüketen insan toplulukları bazı rastlantılar sonucunda bira üretmiş olabilir. Şöyle bir senaryo düşünebiliriz: Toplanan yabani tahıl taneleri önce suyla birlikte bir çeşit bulamaç olarak tüketilmiş olabilir. Bulamaçta uzun süre kalarak önce çimlenen ve sonra kuruyan bazı tahıl tanelerinin şekerlendiği ve tatlılaştığı fark edilir. Tatlanmış tanelerden yapılan bulamaç ya da lapa açıkta bırakılınca Ortadoğu'nun sıcak koşullarında bozulmaz, tam tersine lezzetli bir içeceğe dönüşür. Lapanın biraya dönüşmesi için gereken maya, havada ya da çimlenmiş tahıl tanelerinin lapa yapılmadan önce dövüldüğü havanlarda bulunabilir. Çünkü bu havanlarda, tahıl tanelerinden önce meşe palamutları dövülmüş olabilir. Alkol üreten maya bakterileri, meşe palamudu kırıntılarında doğal olarak bulunur.
Buğday ve arpa, yiyecek kaynağı olarak birçok açıdan zengin değildir. Her ikisi de yüzde 13-20 oranında protein içeren karmaşık karbonhidratlardan oluşur. Bu tahılların içerdikleri sınırlı miktardaki amino asitlerin yararlı proteinlere dönüştürülmesi için gerekli lisin (lysine) düzeyi her ikisinde de yetersizdir. Arpa ve buğdayda B vitaminlerinden yeterince bulunmaz. Ancak kalsiyum gibi temel minarellerin emilmesini engelleyen fitat (phytate), özellikle buğdayda bolca bulunur.
Mayalanma, buğday ve arpayı yararlı yiyeceklere dönüştürür. Maya zengin bir lisin kaynağıdır ve arpa ya da buğdaydaki B vitamini içeriğini artırır, fitat (phytate) miktarını azaltır.
Arpa ya da buğday lapasının mayalanma yoluyla biraya dönüşmesi gibi su ve un karışımı olan mayasız ekmek de mayalanarak ekmeğe dönüşmüş olabilir.
Ekmeğin mi biranın mı daha önce ortaya çıktığı bilinmemektedir. İlginç olan soru şudur: Yabani tahılları tüketmeye başlayan insan, bu tahılları temin etmenin zorluklarına ekmek üretmek için mi katlandı, bira üretmek için mi?
Tahılların tarım yoluyla çoğaltılmaları da çok zahmetli bir işti (Hayden, Canuel ve Shanse 2013, 131). Yabani tahılları tüketmeye ilk başlayan Mureybet ya da Abu Hureyra gibi Natufyan dönemi yerleşik topluluklarının, bunları temin etmek için 60-100 km kadar uzaklara gitmeleri gerekiyordu. Acaba insanlar bu güçlüklere neden katlandı? Gıda tüketimlerinin yüzde üç ya da dördünü oluşturan bir ürünün besin değeri için mi? Yoksa biranın keyif verici özelliği nedeniyle mi?
Bira üretimi, tahılların depolanmasını ve emeğin organize edilmesini gerektiren, ailelerin ya da bireylerin kısıtlı olanaklarıyla gerçekleştiremeyecekleri bir işti. Yiyecek depolanması yalnız bira üretiminin değil, şölen düzenlemenin de önkoşuluydu. Epipaleolitik (20.000-10.500) dönemin sonlarından başlayarak toplumlarında lider olmayı amaçlayan insanlar, davetlileri kendilerine borçlu ve bağımlı kılan şölenler düzenlediler. Aynı dönemde Ortadoğu'daki Natufyan topluluklarında gerek şölenlerin gerek bira üretiminin altyapısını oluşturan yiyecek depoları, havanlar ve kap kacak ortaya çıktı.
İnsanlar, zahmetli ve verimsiz bir iş olan tarım üretimine, şölenlerde sunulmak üzere üretilen biraya hammadde sağlamak amacıyla başlamış olabilir.