Buch lesen: «Eğer Beni Ararsan»

Alba Arikha
Schriftart:

Alba Arikha

1966’da Paris’te doğdu. Ressam Avigdor Arikha ile şair Anne Atik’in kızı olarak sanatçı bir çevrede büyüdü. Uzun yıllar piyano eğitimi alsa da sonunda yazmaya yönelerek ABD ve Paris’te karşılaştırmalı edebiyat üzerine eğitim aldı. Paris’te geçen çocukluğunu yazdığı ve vaftiz babası Samuel Beckett’in de çokça geçtiği ödüllü anı kitabı Major/Minor’ın (2011) yanı sıra Muse (1998), Walking on Ice (2000) ve Two Hours (2024) adlı romanları da bulunuyor. Öyküleri ve yazılarıyla TLS, London Magazine, Tatler, Tortoise Media, Journal of Art, Indian Quarterly gibi pek çok yayına katkıda bulundu. Londra’da yaşayan Alba Arikha çevirmenlik, şarkıcılık ve bestekârlıkla uğraşmakla birlikte yaratıcı yazarlık dersleri de veriyor.

Aylin Ülçer

1974 doğumlu. İÜEF İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde öğrenim gördü. Çevbir kurucu üyesi. Yayımlanmış çevirilerinden bazıları: Edward Said, Yersiz Yurtsuz; Flannery O’Connor, İyi İnsan Bulmak Zor; Ursula K. Le Guin, Rüyanın Öte Yakası; David Constantine, Midland Oteli’nde Çay; Steven Hall, Köpekbalığı Metinleri; Grace Paley, İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden.

Tom’a


İşte böyle geri gelir ölüler.

W.G. SEBALD


Si c’était à recommencer, je te rencontrerais sans te chercher.1

PAUL ÉLUARD

Birinci Bölüm

1

Jean benim ilk erkek arkadaşım. On dokuz yaşındayız, Sorbonne’da öğrenciyiz. Boş zamanlarımızda Seine kıyısında bisiklet sürüyor, edebiyattan konuşuyoruz. İkimizin de hayali yazar olup dünyayı değiştirmek. “Bakarsın bir sonraki Proust ben olurum,” diyor Jean.

1939 yazındayız, İngiltere ile Fransa’nın Almanya’ya savaş ilan etmesinden iki ay önce. Jean benim için otobüs biletlerinin arkasına şiirler yazıyor. Sokak köşelerinde beni öpüp hayatının aşkı olduğumu söylüyor. Jean-Paul Sartre’ı gözucuyla da olsa görebilmek uğruna Montparnasse kafelerinde vakit öldürüyoruz. Bir kere yalnız başına otururken sahiden görüyoruz onu. Üşütmüşe benziyor, bir mendille burnunu birkaç kez siliyor. Yanına yaklaşmaya cesaret edemiyoruz.

Geceleri şişeden ucuz roze şarap içip Gauloises tellendiriyoruz. Dans etmeye gidiyoruz. Kırmızı ruj sürüp başıma siyah bir bone şapka takıyorum. Bekaretimi Jean’a bir caz kulübünün arka odasında veriyorum. O külotlu çoraplarımı çıkarırken bir saksofon şaha kalkıyor. Jean’ın kolları yumuşak ve ılık, sanırım seviyorum onu ama emin de değilim. Belki de duygularımın harlanmasında buluşmalarımızın yasak olduğunu bilmemin de payı var: Jean benden uzak durması için kesin bir dille uyarıldı. Ben bir Yahudiyim, bir esnafın kızı. Jean zengin bir burjuva ailesinden. Babası Almanlara kamyon tedarik eden önemli bir otomobil fabrikasının CEO’su. Eski başbakan Pierre Laval’in yakın arkadaşı. Bu ilişki fazla tehlikeli, bu yüzden ayrılıyoruz. Jean son bir otobüs biletinin arkasına bir elveda şiiri yazıyor. Bir daha ondan haber almıyorum. Ama otobüs bileti hâlâ duruyor.

14 Haziran 1940’ta yağmurlu bir tan sökümünde Alman tankları Paris’e doluşuyor. Hoparlörden aksanlı bir erkek sesi yayılıyor ve başkentin artık açık şehir olduğunu ilan ediyor. O akşam saat sekizden itibaren sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Eyfel Kulesi’nin tepesine kocaman bir gamalı haç bayrağı çekilmiş, Hôtel de Ville de adeta lekelenmiş bir kadın gibi aynı bayrakla örtülmüş. Aynı gün binlerce insan kaçıyor. Trafik levhaları ve sokak isimleri artık Almanca. Paris saati Berlin saatine dönüşüyor. Zafer Takı’ndan geçiyorum ve nöbet değişimi töreninde kaz adımlarıyla yürüyen Alman askerlerini görüyorum.

Bir hafta sonra Hitler Paris’e geliyor ve Eyfel Kulesi’nin önünde objektiflere poz veriyor. “Sadece ziyarete geldi,” diye açıklıyor babam. “Yakında gider. Hitler düşecek.”

Düşmeyecek ama. Bunu hissedebiliyorum. Şehrimiz tanınmaz halde. Başımıza korkunç bir şey gelmek üzere.

“Gitmeliyiz,” diyorum babama. “Burada kalmamalıyız.” Ama bu fikrime katılmıyor ve beni zayıf olmakla itham ediyor. “Cesaret düşmanla yüzleşmektir, ondan kaçmak değil,” diyor. “Ne olursa olsun hiç kimsenin sana nasıl yaşayacağını söyleme hakkı yok. Hiçbir insan bir başkasının kaderini tayin edemez.”

Yanılıyor ama o benim babam, onun sözünü dinlemeliyim.

Tasfiyenin belli belirsiz çisentisi. Böyle başlıyor işte. Önce küçük damlalar, şüpheci bir halkın endişelerini gidermeye yönelik yatıştırıcı imgeler: ip atlayan mutlu okul çocukları, Alman subaylarla flört ederken objektiflere poz veren şık genç kadınlar, pazar ayini için en şık kıyafetlerini kuşanmış kilise müdavimi aileler. Bunların hayatın gerçekçi enstantaneleri olduğuna inanmamız gerekiyor. Sanki hiçbir şey değişmemiş, hayat normal seyrinde devam ediyormuş gibi yapmamız gerekiyor, oysa sessiz sokaklar devasa gamalı haçlarla kuşatılmış. Araç trafiği yok, inşaatlar yok, mallarını satan seyyar satıcılar yok. Onlar yerine polis sirenleri deliyor sessizliği ve kaldırımlarda yabancı askerler devriye geziyor. Yine de Sorbonne’daki derslerime girmeye devam ediyorum. İngiliz edebiyatı okuyorum. Viktorya dönemi yazarlarından, özellikle de George Eliot’tan samimi dostlarıymışçasına söz eden öğretmenim André Stein’ı çok seviyorum. Onun sözlerinde ve tavsiye ettiği kitaplarda kendimi kaybediyorum. Geceleyin küçük odamda onları okuyup daha iyi bir dünyanın hayalini kuruyorum.

Damlalar çabucak istikrarlı bir akışa dönüşüyor. Sokağa çıkma yasağı artık her gece uygulanıyor. Sokaklar karanlık. Evde kalıyorum. Özgür Fransa Direniş Hareketi’nin yayınladığı Radio Londres istasyonunu dinliyoruz. Babam hiç tasvip etmiyor onları. “Fitneciler,” diye dudak büküyor. “İşleri güçleri nifak tohumları ekmek.” Yine de dinliyor. Bir profesör “işgal” sözcüğüne yepyeni anlamlar yüklendiğini anlatıyor. Artık işgal yakılıp yıkılmış, ele geçirilmiş, kapatılmış demek: kitapçı dükkânları, parklar, apartmanlar, pastaneler, genelevler. Sırada ne var?

“Oyuncakçı dükkânları değil,” diye lafı yapıştırıyor babam. “Asla cesaret edemezler öyle bir şey yapmaya. Hem bu adam ne konuştuğunu bilmiyor.”

Sabahları annem kırmızı rujunu sürüp terzi elinden çıkmış elbiseler kuşanarak işe gitmek üzere yola düşüyor. Yakın zamanda Galeries Lafayette’te külotlu çorap ve tayt bölümünün şefliğine terfi etti, çok da seviyor işini. Bir sabah dudakları solgun, gözleri kıpkırmızı geri dönüyor eve. “Kovuldum,” diyor ağlamamak için kendini tutarak. “Artık çalışmama izin vermiyorlar.”

“İyi ama neden?” diye soruyor babam şaşkınlıkla.

“Yahudi olduğum için Maurice.”

Babam ona bakıyor ve hiçbir şey demiyor.

Babamın dükkânı Maurice Baum’un Oyuncakları Rosiers Sokağı’nda, evimizin hemen bitişiğinde. On sekizinci yüzyıldan kalma bir binanın zemin katına sığışmış, meşhur ve çok sevilen bir mağazadır. Rafları akla gelen her şekilde, her renkte oyuncaklarla doludur ve içinden yayılan koku küflü bir kitabın kokusunu andırır. Çocukluğumda o dükkân, o koku benim sığınağımdı. Şimdiyse güvenli değilmiş hissi veriyor. Ya Almanlar dükkânı kapatırlarsa? O zaman ne yapacağız?

Amcamla çocukları dükkânın üst katında oturuyorlar. Siyasi duruşunu hiç gizlemeyen kuzenim Pierre benimle aynı üniversitede fizik okuyor. Pierre bir pazar sabahı tutuklanıyor ve hepimiz şok oluyoruz. “Görüşlerini sokak köşelerinde bağıra çağıra ilan edeceğine çenesini kapalı tutmalıydı,” diyor babam. “Onu tutuklamalarına şaşmamalı.”

Pierre sonunda salıveriliyor ama her zamankinden de tedirgin hissediyorum kendimi. Tanıdıklarımız arasında tutuklanan daha başkaları da var. Annemin işini kaybetmesi ve babamın Yahudi olmayan müşterilerinin dükkândan ayağını iyiden iyiye kesmesi her şeyi daha beter ediyor. Gel gör ki babamın inadında en ufak bir kırılma yok. Bu durumu genel paniğe, aşırı tepkiye yoruyor, veba gibi sinsice yayılan Yahudi karşıtı propagandaya değil.

Acaba babam akıl sağlığını mı yitiriyor diye merak etmeye başlıyorum. Tanıdığım herkes endişeli ama o değil. Düşüncelerimi annemle paylaştığımda derhal haddimi bildiriyor. “Sakın babanı sorgulamaya kalkışma. O ne yaptığını biliyor. Güvendeyiz diyorsa ona güvenmek zorundasın.”

Konser piyanisti olmak isteyen arkadaşım Françoise’ı ziyaret ediyorum. Panthéon yakınlarındaki geniş bir dairede ailesiyle yaşıyor. Beraber müzik dinliyoruz, bilhassa da Mozart ve Schubert. Benim Fransa’dan gitmek istemem ve evde yaşananlar hakkında konuşuyoruz. “Babamı anlamıyorum,” diyorum ona. “Sanki savaşta olduğumuza inanmak istemiyor. Her şeyin yolunda olduğunu söyleyip duruyor. Oysa değil ve ben korkuyorum.”

“Belki o da farkındadır ama bunu sana itiraf etmek istemiyordur,” diyor Françoise bir cesaret. “Eminim o da senin kadar korkuyordur. Ama fikir ayrılıklarınız olsun olmasın, yine de çekip gidemezsin Flore,” diye ekliyor. “Annenle babana bunu yapamazsın.”

Françoise’ın korkacak bir şeyi yok. O bir Katolik, ünlü bir tarihçinin kızı. “Babama kimse dokunmaz,” diyor bana. “Önemli tanıdıkları var.”

Sonra bir Chopin prelüdü çalıyor. Ona bakıyorum ve önemli bir tanıdığım olmadığını fark ediyorum. Olsaydı fark eder miydi? Evet, ederdi. Ama Yahudilerin artık önemli olmak gibi bir seçeneği yok.

Kısa bir süre gözlerimi kapıyorum ve Françoise’ın icrasını dinliyorum. Nerede olduğumu unutuyorum. Kim olduğumu. Yahudi bir kız değilim. Oyuncakçı dükkânının dışında olup bitenleri görmeyi başaramayan bir adamın kızı değilim. Çünkü babamın gerçekliği çarpılmış durumda. Almanlar onun hayali çocuk bahçesindeki oyuncaklar gibi adeta. Dükkânının vitrininde sergilenen, uygun adım yürüyen asker koleksiyonu gibi.

Yakında tüm zemberekler boşanacak, kimse de onları tamir edemeyecek.

2

Babam bir gün dükkânından getirdiği iki kuklayla eve geliyor. Kuklaların yüzlerindeki boya sıyrılmış. Neye benzediklerini halen hatırlıyorum. Bir tanesi karo desenli kostümü, başında üç köşesi kalkık bir şapka olan bir soytarı. Diğeri de bir cadı. Sivri tepeli siyah bir şapka ve puanlı bir elbise giyiyor, bir de süpürgesi var. Onları biraz ürkütücü buluyorum, babamsa küçük bir çocuk gibi, düpedüz büyülenmiş görünüyor. Onu görebiliyorum, mutfak masasına oturmuş, küçük bir fırçayla yüzlerindeki boyanın üstünden geçiyor. Maharetine ve konsantrasyonuna hayran olmamak elde değil. Ama başka bir şey daha var. Pusuya yatmış bekleyen bir şey. Felaket habercisi olan. Babamın kontrolünü kaybediyor olabileceğine delalet eden bir şey. Oysa konuşması tuhaf bir şekilde tutarlı. “Bunun geçici bir durum olduğunu anlamıyor musun? Sabırlı olmalısın! Bana inanmalısın! Neden bana inanmıyorsun?”

“Yanılıyorsun da ondan!” diye bağırıyorum. “Çevremizde olup bitenlere baksana!”

“Bana karşı gelmeye kalkma sakın!” diye bağırıyor o da bana. “Ben neler olduğunu gayet iyi biliyorum!”

Annem araya giriyor. “Lütfen,” diyor, “bu konuda tartışmayalım.” Babamın elini usulca kavrıyor. “Babandan daha vatansever bir adam daha yoktur,” diyor sesinden okunan bir gururla. “Elinde olsaydı bu ülke uğruna savaşırdı.”

“Ama esnaf Maurice Baum’un ülkesi uğruna savaşmak isteyip istememesi Vichy hükümetinin umurunda değil, anlamıyor musunuz?” diye bağırıyorum. “Bizi kurtarmak için kıllarını kıpırdatmayacaklar! Kıllarını bile!”

“Saçma sapan konuşmayı kes,” diye çıkışıyor babam. “Hem Charles de Gaulle’ün yeğeninin en iyi müşterilerimden biri olduğunu da unutma. Çocuklarına oyuncak almak için daima gelir dükkânıma. Hanımefendi durumu bir konuşacak. Bana söz verdi. Ben de ona inanıyorum.”

“Kimle konuşacakmış baba? Charles de Gaulle’le mi?”

Babam duraksıyor. “Kimse kim, sözü geçen biri olacak ya sen ona bak,” diye yanıtlıyor nihayet. Ayağa kalkıyor ve birden gözüme küçük görünüyor. Ufalmış. Siyah ayakkabıları boya istiyor, mavi takım elbisesinin yakasında nokta nokta kepekler var. Genelde şefkatli olan yüzü gergin ve ciddi: Belki o da endişeleniyordur. Belki Françoise haklıdır. Belki delirmiş filan değildir, sadece gerçeği kabul etmek istemiyordur, o kadar. Tehlikede olduğumuz gerçeğini. Bütün Yahudiler tehlikede. Gel gör ki salonumuzda oturmuş zaman öldürüyoruz.

Çevremize bakıyorum. Odanın merkezine düşen bir ışık huzmesi kusurları ortaya seriyor. Toz zerrelerini. Sandalyelerin bazılarındaki çatlakları. Rengârenk kilimdeki deliği. Pencere pervazındaki örümcek ağını. Gözden düşmüşüz biz.

Karanlığın ilmekleri etrafımızı yavaş yavaş sararken sadece seyirci kalmak geliyor elimden.

3

Annem her sabah sarı Davut yıldızını göğsüne iğnelemeyi unutmamaya dikkat ederek yiyecek aramak için evden çıkıyor. Artık her zamanki dükkânlardan et, yumurta veya süt alamıyoruz, o yüzden bunları başka yerlerde aramak zorundayız.

Bize karaborsadan ekmek buluyor. Sebze namına sadece sarı şalgam ve yerelması bulunabiliyor. İkisinden de nefret ediyorum ama yine de yiyorum. Başka seçeneğimiz yok. Kendi toprağımızda parya olup çıktık. Sorbonne’a devam etmeme artık izin verilmiyor. Biricik öğretmenim André Stein tutuklanıp götürüldü, hâlâ daha ondan bir haber almayı bekliyoruz. Yahudi çocuklarına bütün çocuk parkları yasaklanıyor. Hiçbir şey demiyoruz. Metronun son vagonunda oturmaya mecbur bırakıldığımızda yine bir şey demiyoruz.

Evde yemeklerimiz kasvetli bir hal aldı. Annemle ben çıt çıkarmadan otururken babam durmamacasına konuşuyor. Oyuncakçı dükkânından, sadık müşterilerinden, milletin nasıl kandırıldığından, Almanların söylediklerini – ki buna Yahudileri sınır dışı etmek veya insanların dedikodusunu yaptığı ne varsa hepsi dahil – yapmayı sahiden başaracağına nasıl da saf saf inanır hale geldiğinden söz ediyor. “Duyduğuna asla inanma,” diye tekrar ediyor babam, bir mantra gibi.

Akşam yemeğinden sonra gramofona bir plak koyuyor, genelde de Maurice Chevalier plağı. En çok da ezbere bildiği “Pour toi Paris” şarkısını seviyor. Bir keresinde yüzleri yeni boyanmış o kuklaları eline alıyor. Odanın orta yerinde durup kuklaları müzik eşliğinde dans ettirirken kendi de onlarla birlikte şarkıyı söylüyor. “Pour toi, Paris. Pour la route qu’avec toi on a suivie, pour toi, Paris.2 İnsanın gözünün önünden silinmeyen bir imge bu. Babamın bir sağ bir sol bacakları üstünde dönüp duran o ipli kuklaları oynatışı ve oturma odamızın loş ışığında Maurice Chevalier’ye eşlik ederek şarkı söyleyişi. Dışarıda pencerelerimizin önünden davul gibi ağır adımlarla geçen Alman postallarının gümbürtüsü.

Fransız polisi sokağımızda oturan Yahudi aileleri tutuklamaya geliyor. Babam ısrarla bize dokunmayacaklarını söylüyor. En doğrusunu bilir o. “Tutukladıkları Yahudiler yabancı. Göçmenler. Biz öyle değiliz. Biz sapımıza kadar Fransızız.”

Derken oyuncakçı dükkânını kapatması emrediliyor. Ama babam kulak asmamakta ayak diriyor. “Bu benim hayatım,” deyip duruyor. “Benim dükkânım. Ölsem kapatmam.”

Annem ağlamaya başlıyor. “Lütfen Maurice, kapatmazsan tutuklarlar seni, lütfen.”

Fakat babam kılını dahi kıpırdatmıyor.

Bugünü asla unutmayacağım. 12 Temmuz 1943, pazartesi. Annemin üstünde bele oturan mavi puanlı bir elbise var. Saçları ondüleli. Ayaklarında toynak misali takırdayan apartman topuk ayakkabılar. Parfümünün kokusu burnumda. Guerlain’ın Shalimar’ı. Kuzenim Sarah annemin elini tutuyor. Sarah ile annesi gecenin bir yarısında Drancy’ye götürüldüler. Çocuk birkaç gün sonra salıverildi. Yedi yaşında ve hasta. Annem onu doktora götürüyor. Sokağa çıkmanın riskli olduğunu biliyor ama başka çare yok. Yeğeni çok hasta. “Bir şey olmaz Maurice,” diye tekrar ediyor birkaç kez, adeta buna kendini inandırmak istercesine. Başta babam hiçbir şey demiyor. Ama biliyor. Artık o da Yahudilerin ne denli büyük bir tehlike karşısında olduğunun farkında. İnsanların arasından seçilip ayrılıyor, mezbahaya giden koyunlar gibi götürülüyoruz. Amcam babama aynen bunu söylemiş, babam da her zamanki gibi hiçbir şey dememiş. Onun taktiği bu. Hiçbir şey dememek, sanki gerçeği kabullenmek bir çeşit yenilgiymiş gibi. Bu beni öylesine sinirlendiriyor ki artık babamla konuşmamaya başlıyorum. Bana bir şey söylediğinde ya da bir soru sorduğunda ters bir cevap vermekle yetiniyorum. Ama o gün halinde bir başkalık var. Kulağına bizimle paylaşmadığı bir haber mi geldi nedir bilmiyorum ya, her zamanki küstah halinden eser yok, daha ziyade gergin görünüyor. Bir de asabi, Sarah ağlamaya başlayınca mesela. “Kes ağlamayı!” diye bağırıyor kıza. Kız afallamış halde ağlamayı kesiyor, babama bakıyor. Hepimiz bakıyoruz. Yüzünde kırışıklıklar var. Dudakları büzülmüş. Dışarıda güneş parıldıyor. Hava çok güzel. Hayatımdaki bütün korkunç şeyler güzel havalarda oldu zaten. “Ben doktora gidiyorum,” diye kestirip atıyor annem. “Orada öylece dikilmen boşuna.”

“Dikkatli ol,” diyor babam. Ardından da, “Gitmemelisin.”

“Ama Sarah hasta…”

“Gitme Clara.”

“Merak etme. Arka sokaklardan gideceğiz.”

Annem öperek bize veda ediyor ve yanında Sarah’yla çıkıp gidiyor. Yirmi yaşındayım. Fransız polisi onu Beaumarchais Bulvarı’nda durduruyor. Annemin sarı yıldızı göğsüne iğneli fakat kuzeniminki değil. Altı yaşından büyük her çocuk yıldızı takmak zorunda ve Sarah takmamış. Annemin dalgınlığına gelmiş. Bunu biliyorum, çünkü komşumuz her şeyi olduğu gibi görmüş. Askerler annemi durdurmuş ve Sarah’yla onu alıp götürmüşler.

İkisini de bir daha görmedim.

Babam sıranın bizde olduğunun farkında. Ama kılını kıpırdatmıyor. Evimizden ayrılmamız gerektiğini söylüyorum ona. Daha önce hiç görmediğim bir ifade var yüzünde, sanki damarlarındaki kan bir an için akmayı kesivermiş gibi. Sanki hayattan çoktan vazgeçmiş gibi. Tanıdığı bir adam bizi evinin bodrumunda gizlemeyi teklif ediyor. Mösyö Bonnet ve karısı Jacqueline. Bir restoranları var, oyuncakçı dükkânının yakınında, Francs-Bourgeois Sokağı’nda oturuyorlar. Kızları okul çıkışında daima babamın dükkânına uğrar. Özellikle de porselen bebeklere bayılır. Annemle babamı çok sever. Babam oraya gitmemi, benimle ertesi gün buluşacağını söylüyor. Neden? Neden ertesi gün? Neden şimdi değil? Biricik dükkânına son bir kez bakmak istiyor belki de. Maurice Baum’un Oyuncakları. “Git haydi, git,” diyor.

Böylece Francs-Bourgeois Sokağı’na yalnız başıma yürüyorum. Sarı yıldızımı çıkardım. Yakalanacağım diye ödüm patlıyor. Yakalanamam. Bir gün Londra’da yaşamak istiyorum. Yakalanamam. Bir yerlere gelmek istiyorum. Önemli biri olmak.

Yakalanamam.

O gece babamı götürmeye geliyorlar. Onu evde bulamıyorlar. Bunun üzerine dükkânına gidiyorlar ve işte orada, o kuklaları göğsüne sıkı sıkı bastırmış halde oyuncaklarının arasında uyuyor. Polis diğer her şeyle birlikte o kuklaları da paramparça ediyor. Sonra da babamı alıp götürüyorlar.

Mösyö Bonnet ertesi gün dükkânın durumuna bakmaya gidiyor. Enkazın arasında polisin açmaya tenezzül etmediği bir sandığın içinde beş tane kıymetli porselen bebek buluyor.

Babam altı ay sonra tahliye ediliyor. Mösyö Bonnet polis komiserliğinde önemli birini tanıyor. Babam fiziksel olarak aynı görünüyor ya, içinde bir şeyler değişmiş. Ruhsal durumuyla ilgili önceki şüphelerim böylece doğrulanmış oluyor. “Dengemi kaybettim,” diyor bana bir çocuk edasıyla.

Eve geri dönüyor. Bonnet’lerde kalmak istemiyor. Oyuncaklarıyla oynamak istiyormuş, öyle diyor. Gözleri de delilerinki gibi fıldır fıldır dönüyor. Kendi haline bırakıyorum, onu o halde görmek korkutuyor beni.

Bonnet’lerin kapısına polis dayanıyor. Evi arıyorlar ama beni bulamıyorlar. “Gitmelisin Flore,” diyor Bonnet’ler. Babama hoşça kal demeye cesaret edemiyorum. Yakalanmaktan korkuyorum. Onun için gözyaşı döküyorum. O hale düştüğü için. Annem için. Bonnet’lerle vedalaşıyorum. Bir arkadaşım bana kalacak yeni bir yer bulmuş. Vaucluse eyaletinde çiftçilik yapan yaşlıca komünist bir çiftin yanında. Oraya ulaşmam bir ay sürüyor. Bize kılavuzluk eden bir iş bitirici beni ve bizimle seyahat eden Yahudi bir aileyi gecenin örtüsü altında tarlalardan ve ormanlardan geçiriyor. Yol üstündeki ahırlarda, terk edilmiş evlerde uyuyoruz. Ne zaman birinin bize doğru yaklaştığını duysak ecel terleri döküyoruz. Nazi devriyeleriyle köylüleri birbirinden ayırt etmek zor. Nihayet Vaison-la-Romaine’e vardığımda Marie ve Antoine Thibault beni içtenlikle karşılıyorlar. Çok fakirler ama iyi insanlar. Onlar olmasa hayatta olur muydum emin değilim. Savaş bitene kadar Thibault’ların yanında kalıyorum. Paris’e döndüğümde kaçışımdan kısa süre sonra babamın tekrar tutuklandığını öğreniyorum. Nerede olduğunu kimse tam olarak bilmiyor.

4

1945 yılı. Sıcaklar eksi on dört dereceye düşmüş. Her yer karlar altında, ısıtma yok, yiyecek yok. Elektrik öğlenleri sadece bir saatliğine veriliyor. Aileler yakınlarının izini bulabilmek için Le Monde gazetesine ilan veriyorlar. Ben de aynı şeyi yapıyorum.

Biri ilanıma cevap veriyor. Annemle babamın eski bir dostu, Roger. Annemin, babamın ve Sarah’nın bir toplama kampında öldüğünü söylüyor. Bergen-Belsen’de. O kamptan sağ kurtulan bir arkadaşı varmış, oradan biliyormuş. Babamın konuşmayı hepten kestiğini anlattı. Yaşayıp yaşamadığını artık umursamadığını. Delirdiğini.

O gece oyuncakçı dükkânı giriyor rüyama. O küflü kokusu. Babamın çocukları nasıl karşıladığı. Onlara doğru eğilerek, gözlerinin içi gülerek. Misketleri sergileme şekli: mika, şeytan gözü, süt, kedi gözü. Oynayabilir miyiz? Mösyö Baum, oynayabilir miyiz? Palyaçonun bir çark üzerinde dönüp durduğu minyatür sirk. Kurmalı askerler. İçindeki baleriniyle gül ağacından o müzik kutusu. Oh, comme c’est beau!3 Porselen bebekler. Parizyenler denir onlara. İpek, kadife, kaşmir kıyafetleri, rugan ayakkabıları olan, on dokuzuncu yüzyıldan kalma kıymetli oyuncak bebekler. Kimileri, mesela Marie gibi, mücevher takar. Rose’un insan saçından peruğu vardır. Mösyö Bonnet bebekleri ben hazır olduğumda vereceğini söylüyor. Acaba ne zaman olacak bu?

Annem beni duyabiliyor. Hissedebiliyor. Babam da öyle. Karanlık bastırdığında onlarla konuşuyorum. Solukları isimsiz bir yerde yitip gitti. Ne var ki ruhlarına ait zerrelerin etrafımda süzüldüğünü hissedebiliyorum.

Fransa’nın Dördüncü Cumhuriyet dönemine girmek üzereyiz. Yirmi beş yaşındayım ve École des Beaux-Arts’da bir ressama modellik yapıyorum. Çıplak poz vermeyi seviyorum. Bu işten para kazanıyorum ama açlığımı doyuracak kadar değil. Bu yüzden de ikinci bir iş daha buluyorum, İngilizceden Fransızcaya şiir çevirisi. Bir gece Jean-Louis Barrault’nun oynadığı bir oyunu görmek için Comédie-Française’e gidiyorum. Yerime geçerken Jean’a rastlıyorum. Farklı görünüyor. Daha zengin. Beni hamile olan karısıyla tanıştırıyor. Karısının kirpikleri solgun. Boynunda ufak bir elmas parıldıyor. Jean artık babasıyla çalıştığını söylüyor. “Romanını hiç yazmadın yani?” diye soruyorum ona. “Hayır,” derken diken üstünde görünüyor, karısı da ondan farklı değil. Bizi biliyor mu, yoksa içimdeki Yahudiyi mi tespit etti?

Çabucak vedalaşıyoruz. Bu karşılaşma bir huzursuzlukla baş başa bırakıyor beni. Jean’da ne buluyordum acaba diye merak ediyorum. Caz kulübündeki o akşamı, Seine kıyısındaki bisiklet gezintilerimizi, savaştan önceki Paris’i düşünüyorum sonra.

Ama o günleri düşünmemeliyim.

Tiyatro çok kalabalık: Balık istifi gibi oturuyoruz ve içeride yıkanmamış bedenlerden yayılan nahoş bir koku var. Fakat oyun acıklı olmakla birlikte öylesine sürükleyici ki bir noktada kokuları unutuyorum, ne var ki boş midemin guruldamasına engel olamıyorum. Paris’te tiyatrolar ve müzikholler istediği kadar tıklım tıklım olsun, bakkal rafları tamtakır kuru bakır ve açlık çekiyoruz. Allahtan sevgilim Charles-Henri imdada yetişiyor. Ailesinin bir kır evi var, oraya avlanmaya gidiyor. Talih yüzüne gülerse Paris’e et ve patates dolu kocaman çuvallarla dönüyor. Getirdiğinin ne eti olduğunu asla bilmiyorum ama yine de yiyorum. Yemek seçme lüksünden çoktan vazgeçtik. İnsanlar evlerinde besledikleri gine domuzlarını ve parklardaki güvercinleri yiyor. Hükümet kedilerin yahni yapılmasının tehlikeli olduğu konusunda halkı uyarmak zorunda kaldı. Charles-Henri getirdiği etin gayet yenebilir olduğu konusunda yeminler ediyor. Kendi evinde akşam yemekleri pişirip arkadaşlarını davet ediyor. Benimkileri değil, zira benim pek arkadaşım yok. Onunkilerse gürültücü ve gösterişçi. Onlardan pek hoşlanmıyorum ama müşkülpesent olmak da istemiyorum, çünkü hiç değilse bir sevgilim var. Charles-Henri çok yakışıklı ve kötü şiirler yazıyor. Ayrıca kıskanç biri, özellikle de Güzel Sanatlar Akademisi’nde veya Montparnasse kafelerinde tanıştığım ressamları kıskanıyor. Picasso beni baştan çıkarmaya çalışıyor. Ama onu çekici bulmuyorum. Resmimi yapacağını söylese de bu asla gerçekleşmiyor. Koyu bir İspanyol aksanı var. Bir gün La Rotonde kafesinde bana içki ısmarlıyor. Yeni sevgilisi Françoise Gilot da yanında. Ama bu benimle flört etmekten alıkoymuyor onu.

Saint-Jacques Sokağı’nda oturuyorum. Hayatımı yeniden kurmaya çalışıyorum.

Güzel Sanatlar’dan veya Charles-Henri’den uzakta yalnız başıma kaldığımda kedere ve ümitsizliğe yenik düşüyorum. Bir zamanlar içinde var olduğum aşina mekân anlamını yitirmiş. Her şey anlamını yitirmiş. Bazen geceleri nefesimin daraldığını hissediyorum, boğazıma kaçan kıymıklar yüzünden boğulurmuşum gibi oluyor. Kan ter içinde uyanarak doğruluyorum. Soluğumun düzene girmesi zaman alıyor. Gözlerimi kapıyorum ve sabahın ilk seslerini işitiyorum. Bir çocuğun ağlayışı. Bir otomobilin uzaktan gelen kükreyişi. Sokakta aceleci adımlarla yürüyen biri. Balkonumda cıvıldayan bir kuş. Sıradan bir günün hayhuyuna ancak sonradan katılacak münferit sesler.

Penceremi açıp dışarı baktığımda gökyüzü dumansız bir mavi, hava cam gibi ince. Öne eğiliyorum ve meltem su gibi yalıyor tenimi. Halen beyaz tenliyim, annemin bir zamanlar olduğu gibi çilli değilim.

Annem. Artık toprak, artık gitmiş. Ya babam? Artık onu anlayabiliyorum. Hayali bir dünyada kendini kaybetti, çünkü gerçek kabullenilemeyecek kadar acıydı. Sonunda gerçeği kabullendiğindeyse çok geçti: Delilik dizginleri ele almıştı. Annemin tutuklanmasından sorumlu tutuyor muydu kendini? Evde kalsaydık, hiç dışarı çıkmasaydık o akıbetten kurtulur muydu?

Bu soruların cevaplarını asla bilemeyeceğim. Her gün soruyorum kendime ama asla bilemeyeceğim.

Bir şey fark etmezdi diyen çok kişi var. Şans dışında hiçbir şey sonucu değiştirmezdi. Oysa şans benim yanımdaydı, onların değil. Onları sevdim ve yitirdim. Neden? Doğru düzgün inanmadığım bir din yüzünden. Yahudilik başımın belası. Gel gör ki tenimde silinmez bir damga. Ne yaparsam yapayım ondan kurtulamıyorum. Ne kadar sert ovalarsam ovalayayım daima üstümde kalacak bir leke.

Hayatımda iyi adamlar ve kadınlar da var. Bonnet’ler ve Thibault’lar. “İyi insanları asla unutma,” dediğini duyar gibi oluyorum annemin. Onları asla unutma, hiçbir zaman ölülerin yerini tutamayacak olsalar da.

İngilizceyi akıcı konuşmaya başladım sayılır. Fransa’yı ve anılarımı geride bırakabilirim. Onları Seine’e fırlatıp boğulmalarını izleyebilirim. Oysa anılar asla boğulmaz. Daima yeniden yüzeye çıkarlar.

1.(Fr.) Yeniden başlansa aramadan bulurdum seni. (“Sevgilimin Bağrında” şiirinden, çev. Sait Maden.) (e.n.)
2.(Fr.) Senin için Paris. Seninle kat ettiğimiz yol için, senin için Paris. (e.n.)
3.(Fr.) Ne kadar da güzel! (e.n.)
4,27 €