Buch lesen: «Yunus Emre`den Seçmeler»
Ön Söz
Prof. Dr. Mehmet Kaplan bir yazısında, “Bir Türk için halıdan, kilimden, yoğurttan, şişkebaptan, Süleymaniye Camii’nden, Yunus Emre’den, Kerem ile Aslı’dan, misafirperverlikten, iyilikten tabii ne olabilir? Bir balık için deniz ne ise bir Türk için de asırlar boyunca yaşadığı kültür odur.” der. Gerçekten de Yunus Emre ve onun şiirleri bizim kültürümüze dâhildir; içinde yaşadığımız dünyanın en önemli unsurlarından biridir.
Yunus Emresiz bir Türk edebiyatı, Yunus Emresiz bir Türk kültürü düşünülemez bile… Üzerinde yaşadığımız şu Anadolu coğrafyasında Yunus ilahilerinin terennüm edilmediği, söylenmediği tek karış toprak gösterilemez. Sadece Anadolu’da mı?.. Balkanlarda da Yunus’un nefesi eser dalga dalga… Yunus Emre’den bir ilahi bilmeyen, ondan ezbere en az bir dörtlük okuyamayan insanımız yoktur. Bu, o kadar olağan bir hâldir ki farkında bile olmayız. Çünkü biz onun içine doğmuşuzdur, kendiliğinden bu sesler kulaklarımıza dolmuştur. Gurbette ve sılada bize hep bu ses eşlik etmiştir. Gecelerimizde bu ses Kutup Yıldızı’mız olup bize yol göstermiştir. Varlıkta da darlıkta da bu ses, yani Yunus, yani Bizim Yunus hep bizimle olmuştur.
Kimliğimizin ve kültürümüzün en önemli anahtarlarından biri, belki de en başta geleni olan Yunus Emre’ye Türk toplumunun bugün büyük bir ihtiyacı vardır. Bunun için Yunus’u yeniden keşfet mek, yeniden öğrenmek, yeniden yorumlamak durumundayız. Türk dilinin üzerinde kara bulutların dolaştığı böyle bir dönemde, ısrarla Yunus’a sarılmak aynı zamanda millî bir görevdir.
Onun şiirlerindeki insanlık anlayışı ve insan sevgisine sadece bizim değil, bütün insanlığın, özellikle de Batı insanının ihtiyacı vardır. Bu sebeple, önce biz Yunus’u hayatımızın içine katıp özümsemeli, sonra da onun mesajını bütün dünyaya yaymalıyız.
Bu kitap, Millî Eğitim Bakanlığıtarafından belirlenen “100 Temel Eser” kapsamında hazırlanmıştır. Bu kitabı öncelikle lise çağındaki gençlerimizin okuyacağı düşünüldüğünden seçilen şiirlerin imlası mümkün olduğunca günümüz imlasına ve söyleyişine yaklaştırılmıştır. Şiirlerin bir başlığı olmadığı hâlde, aranan bir şiirin daha kolay bulunmasını sağlayacağından ilk mısralar şiirlerin başlığı olarak konulmuştur. Ayrıca şiirlerin sonuna bir de sözlük eklenmiştir. Burada şiirde geçen ve anlamı bilinmeyen kelimelerin açıklamalarına yer verilmiştir.
Okuyucuya Yunus Emre’yi tanıtmak, onun şiirlerini sevdirmek en büyük dileğimizdir.
Yunus Emre’nin Hayatı
A. Tarihî Kaynaklarda Yunus
Büyük Türk şairi Yunus Emre ile ilgili bildiklerimiz son derece yetersizdir. Tarihî kaynaklardaki kayıtlar yok denecek kadar azdır. Onun hayatına dair bilgilerimiz daha çok efsanelere dayanmaktadır. Doğum tarihi, yaşadığı yer/yerler, ölüm tarihi, mezarının bulunduğu yer hep tartışmalıdır. Bulunan bazı vesikalar da durumu tam olarak aydınlığa çıkaramamıştır.
Adnan Erzi tarafından Bayezıd Devlet Kütüphanesi’nde bulunan bir yazma eserde şu kayıt vardır:
Vefat-ı Yunus Emre
Müddet-i ömr 82
Sene 720
Bu belgeden anlaşıldığı kadarıyla Yunus Emre H.648 (M.1240-1) tarihinde doğmuş, 82 yıl yaşadıktan sonra H.720 (M.1320-1) tarihinde vefat etmiştir.
Yunus’un Risalet’ün-Nushiye mesnevisinin sonunda bulunan “Söze tarih yedi yüz yediyidi / Yunus canı bu yolda fidiyidi” beytinden anlaşıldığı üzere H.707 (M.1307-8) tarihinde Yunus hayattadır. Dolayısıyla 720 tarihinin gerçek olma ihtimali çok yüksektir.
Yunus Emre, şiirlerinde Mevlana, Ahmet Fakih, Seydi Balım ve Geyikli Baba’dan bahsederek yaşadığı zamanla ilgili bilgiler verir. Şiirlerinden, Mevlana’nın meclisinde bulunduğunu ve sohbetlerini dinlediğini anlıyoruz:
“Mevlana Hüdavendgâr bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır”
“Mevlana sohbetinde saz ile işret oldu
Arif manaya daldı çün biledir ferişte”
Yunus’un eğitim görüp görmediği konusu da tartışmalıdır. Nereleri gezdiği, hayatını neyle kazandığı, evlenip evlenmediği gibi meseleler de henüz açığa çıkartılamamıştır. Ayrıca bağlı olduğu tarikatın adı ve şeyhinin kimliği de karanlıkta kalmıştır. Kaynaklarda doğum yeriyle ilgili verilen bilgiler birbiriyle çelişkilidir. Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi’nde Yunus Emre, Sivrihisar’ın Sarıköy’ünde doğmuş olarak gösterilir. Başka bir kaynakta Yunus’un Sakarya nehrine yakın bir yerde yerleşmiş olduğu belirtilir. Âşık Çelebi onun Bolulu olduğunu söyler. Bazı tarihçiler Karaman adını anar. Fuat Köprülü, onun Sivrihisar civarında yahut Bolu bölgesinde yetişmiş bir Türkmen köylüsü olduğunu söyler.
Kaynaklardaki bu tutarsızlıklar sebebiyle kesin bir sonuca varılamasa da Yunus Emre’nin Orta Anadolu’da bir merkezde (Sakarya havzasında veya Karaman-Konya çevresinde) yaşadığı söylenebilir.
Yunus’un eğitimiyle ilgili de çelişkili bilgiler vardır. En eski kaynaklarda onun ümmi olduğu belirtilir; okuma yazma bilmediği, medrese eğitiminden geçmediği söylenir. Abdülbaki Gölpınarlı, Fuat Köprülü, Faruk Kadri Timurtaş gibi araştırmacılar ise onun belli bir eğitimden geçtiğini söylerler.
Yunus’la ilgili bir başka tartışma konusu ise mezarının yeri meselesidir. 82 yaşında ölen şairimizin mezarının nerede olduğu tam olarak belli değildir. Anadolu’nun on ayrı yerinde Yunus Emre’ye ait olduğu söylenen mezar vardır: 1. Bursa’da, 2. Emre köyünde (Kula ve Salihli arasında), 3. Sandıklı’da, 4. Keçiborlu civarında bir köyde (Isparta), 5. Karaman’da, 6. Konya Aksaray’da, 7. Ünye’de, 8. Sivas yakınında yol üzerinde, 9. Erzurum Dutçu köyünde, 10. Sarıköy’de (Eskişehir).
Çok yerde mezarının olması, Türk milletinin ona olan aşırı sevgisine bağlanabilir. Ayrıca mezarlardan biri ona, diğerleri ise Yunus adlı başka şairlere ait olabilir. Bu mezarlar içinde Sarıköy’deki mezarın ona ait olma ihtimali daha kuvvetli görünmektedir. Zaten Sarıköy’ün adı da sonradan değiştirilerek Yunus Emre yapılmıştır.
Kesin olan, yeni belge ve bilgiler ortaya çıkıncaya kadar Yunus’un nerede yattığını tam olarak bilemeyeceğimizdir. Zaten onun mezarını toprakta değil sevenlerinin gönlünde aramak da belki de en doğru yoldur.
B. Menkıbelerde Yunus
Yunus Emre’nin gerçek hayatı efsaneler, masallar arasında kaybolmuştur. Daha doğrusu Yunus, Türk milletinin hayal dünyasında efsaneleştirilmiştir. Bunun böyle olmasını Yunus kendisi de istemiş olabilir; şiirlerinin gerisinde kalmayı bilerek seçmiştir… Benliğini yenip yok eden bir Yunus’tan da bu beklenirdi doğrusu. Kimbilir?..
Ondan bahseden kaynakların hemen hepsi bu efsanevi rivayetleri kullanmaktadırlar. Yunus’un bu efsanevi hayatı Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi’nde kayıtlıdır. Burada Yunus’un Hacı Bektaş-ı Veli’ye gidişi şöyle anlatılır:
“Hacı Bektaş-ı Veli, Horasan diyarından Anadolu’ya gelip yerleştikten sonra ermişliği ve kerametleri etrafa yayıldı. Her taraftan fakir insanlar gelip ondan nasip alırlardı. O zaman Sivrihisar’ın kuzeyinde, Sarıköy denilen yerde ‘Yunus’ derler bir kimse vardı. Gayet fakir durumda olup ekincilik ederdi. Bir sene Allah hiç vermedi, yaman kıtlık oldu. Yunus, Hacı Bektaş’ın bu güzel vasıflarını işitti. Gidip ondan buğday istemeye karar verdi. Eli boş gitmemek için dağdan biraz alıç toplayıp Sulucakarahöyük’e doğru yola koyuldu.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin huzuruna çıktı, armağanını sunup ‘Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden de hiçbir şey alamadım; ümittir ki bu alıçları kabul edip karşılığında buğday veresiniz.’ dedi. Hacı Bektaş: ‘Öyle olsun’ diyerek dervişlerine işaret etti, alıçları paylaşıp yediler. Yunus birkaç gün orada misafir oldu. Gideceği zaman Hacı Bektaş’a haber verdiler, o da: ‘Sorun bakalım ne ister? Buğday mı nefes mi verelim?’ dedi. Yunus’a sorulunca: ‘Ben nefesi neyleyim, bana buğday gerek.’ diye cevap verdi. Bu cevabı Hacı Bektaş’a bildirdiler. Hünkâr: ‘Varın Yunus’a söyleyin alıcının her tanesi için bir nefes verelim.’ buyurdu. Yunus: ‘Ailem var, nefes karın doyurmaz, lütfederse buğday versinler.’ dedi.
Bu sözü Hacı Bektaş’a arz eylediler. Bu defa: ‘Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği başına on nefes verelim.’ dedi. Yunus buna karşılık yine: ‘Ben nefesi neyleyim, çoluğum çocuğum var, bana buğday gerek.’ diye ısrar etti. Bunun üzerine Hacı Bektaş, dilediği kadar buğday verilmesini emretti. Buğdayı öküzüne yüklediler.
Yunus veda edip yola koyuldu. Köyün çıkışında aklı başına geldi. Şöyle düşündü: ‘Vilayet erine vardım, bana nasip sundular, alıcımın her çekirdeğine on nefes verdiler, almadım. Ne olmayacak iş ettim. Aldığım bu buğday bir süre sonra tükenir, nefes ise ölünceye dek tükenmez.’ diyerek dönüp tekkeye geldi. Yunus’a niçin geri geldiğini sordular. Yunus: ‘Buğdaydan vazgeçtim, o himmet olunan nasibi versinler.’ dedi. Yunus’un hâli Hacı Bektaş’a arz edilince, ‘O şimdiden sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın.’ dedi.
Bunun üzerine Yunus yola çıkıp Tapduk Emre’ye geldi. Tapduk Emre: ‘Safa geldin, hâlin bize malum olmuştu; hizmet et, emek yetir, nasibini al.’ dedi.
Yunus tekkeye dağdan odun getirme işine koştu. Yunus tam kırk yıl sırtında odun taşıdı; fakat bir kez olsun eğri odun getirmedi. Şeyhi bir gün: ‘Dağda eğri odun kalmadı mı ey Yunus?’ diye sordu. Yunus: ‘Eğri odun çok ama senin dergâhına odunun bile eğrisi giremez.’ diye cevap verdi.
Günlerden birgün Anadolu erenleri Tapduk Emre’nin tekkesine geldiler. Büyük cemaat oldu, meclis kuruldu. O mecliste Yunus’tan ayrı ‘Yunus-ı Gûyende’ derler bir başka kişi daha vardı. Tapduk Emre vecde gelince Yunus-ı Gûyende’ye: ‘Yunus, söyle’ dedi. Gûyende işitmedi. Bu buyruğu üç kez tekrarladı. Gûyende’den ses çıkmayınca bu sefer öbür Yunus’a (Bizim Yunus’a) dönüp: ‘Yunus vakit oldu; o hazinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin, sen söyle! Bu mecliste sohbet et. Hünkâr varlığının nefesi yerine geldi.’ dedi. Yunus’un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, şevk denizine düştü. Ağzını açıp inci ve cevahir saçtı. İlahi hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar. Sonra o ne söylediyse hepsini kaleme aldılar. Ulu bir divan oldu. Mezarı Sivrihisar civarında, doğduğu yere yakındır.”
Yunus Emre’yle ilgili bir kısım rivayetleri de Aziz Mahmut Hüdayi Vakıat adlı eserinde derlemiştir. Bu rivayetleri Hüdayi’nin şeyhi Mehmet Üftade nakletmiştir. Vakıat’taki rivayetler Vilayetname’dekileri tamamlar mahiyettedir. Aziz Mahmut Hüdayi’nin anlattığına göre; Yunus Emre, otuz sene hizmetten sonra, tasavvuf eğitimini tamamlayamadığını, kendisinde olağanüstü hiçbir hâlin meydana gelmediğini düşünerek tekkeyi terk eder. Yolda yaşadıkları şöyle anlatılır:
“Bir gün bir mağarada yedi ere rastladı, onlarla arkadaş oldu. Her akşam onlardan biri dua eder, duadan sonra gökten bir sofra yemek inerdi. Sıra Yunus’a geldi, o da dua etti: ‘YaRabbi benim yüzümü kara çıkarma.
Onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa onun hürmetine beni utandırma.’ dedi. O akşam iki sofra yemek indi. Arkadaşları: ‘Kimin yüzü suyu hürmetine dua ettin?’ diye sordular. Yunus: ‘Önce siz söyleyin.’ dedi. Onlar da: ‘Biz Tapduk Emre dergâhında otuz senedir hizmet eden Yunus hürmetine dua ederiz.’ dediler. Yunus bunu duyunca hemen dergâha geri döndü, gelip Ana Bacı’ya sığındı, ‘Aman beni bağışlat!’ dedi.
Ana Bacı: ‘Tapduk sabah namazına abdest almak için çıkar. Sen kapı eşiğine yat. Üstüne basınca bu kim diye sorar. Ben: ‘Yunus’ derim. ‘Hangi Yunus?’ derse bil ki, gönlünden çıkmışsın! ‘Bizim Yunus mu?’ derse ayaklarına kapan, kendini bağışlat.’ Yunus, Ana Bacı’nın dediği gibi eşiğe yattı. Tapduk Emre’nin gözleri görmezmiş. Ana Bacı koluna girer, abdest almaya götürürmüş. O sabah gene götürürken ayağı Yunus’a değdi. ‘Bu kim?’ diye sordu. Ana Bacı: ‘Yunus’tur’ dedi. Tapduk: ‘Bizim Yunus mu?’ deyince, Yunus şeyhinin ayağına kapanıp suçunu bağışlattı.”
Bir halk rivayetinde ise, Yunus Emre’nin üç bin şiir söylediği, bu şiirlerin ölümünden sonra Molla Kasım adında bir zahidin eline geçtiği anlatılır. Molla Kasım şiirleri eline alıp bir su kenarına oturur. Kendi sofuluğuna uygun bulmadığı için şiirlerden bin tanesini yakar, bin tanesini de suya atar. Üçüncü bin şiirleri okumaya başlayınca şu beyitle karşılaşır:
Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir
Beyti okuyan Molla Kasım şaşırır, tövbe eder, Yunus’un ermişliğine inanır. Fakat iş işten geçmiştir; elde bin tane şiir kalmıştır. Halk, yakılan şiirlerin gökte melekler tarafından, suya atılan şiirlerin balıklar tarafından ve elde kalan şiirlerin de insanlar tarafından okunduğuna inanır.
Yunus Emre’nin Türkçesi
Yunus Emre, üzerinde yaşadığımız topraklarda kurulan Türk-İslam medeniyetinin önde gelen manevi mimarlarındandır. Bugün konuştuğumuz Türkçenin temellerini o atmıştır. 13. yüzyılda Anadolu’da Türkçenin bir edebiyat dili olması yolunda ilk ve en önemli çaba Yunus’a aittir. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında din ve bilim dili olarak Arapça; edebiyat dili olarak da Farsça kullanılıyordu. Bu dönemde Farsça saray dili hâline getirilmişti. Yunus ve onun yolundan giden şairler, Türkçeden yana tavır koyarak Türkçe yazmışlar, Türkçe söylemişlerdir.
İşte, Yunus’u Yunus yapan en önemli özelliklerinden birisi bu Türkçeciliğidir; Türkçeyi sanatkârane bir dehayla kullanmasıdır. Türkçeyi büyüleyici bir üslupla şiirleştirmek ona nasip olmuştur. Yunus, dil ve ifade bakımından Türk milleti ile bütünleşmiş bir şairdir; o, milletinin iman ve duygu dünyasını Türk diliyle ölümsüz bir mesaj hâline getirmiştir. Yunus’un zamanları aşarak günümüze kadar gelmesi ve her kesimden insanımıza hitap edebilmesindeki sır burada aranmalıdır.
Yunus’tan önce veya onunla aynı dönemde Anadolu Türkçesiyle şiir yazan şairler vardır. Ahmet Fakih, Şeyyad Hamza ve Dehhani Türkçe yazan şairlerdir. Mevlana ve oğlu Sultan Veled de bazı Türkçe şiirler kaleme almışlardır. Fakat bunların hiçbiri Yunus’un yaptığını başaramamıştır. Yunus, denilebilir ki, Türkçenin kurucu sudur. O, bu topraklar üzerinde dilden bir mimari yapı kurmuştur. Süleymaniye taştan bir anıtsa Yunus’un ilahileri de sesten bir anıttır. Bilelim veya bilmeyelim, biz milletçe bu sesten anıtın içinde yaşıyoruz, onun altında soluk alıp veriyoruz. Yunus, Türk diline ruhunun derinliklerinden öylesine üflemiştir ve onu canlandırmıştır ki, Türkçe kıyamete kadar diri kalacak bir enerjiyle yüklenmiştir.
Yunus Emre’nin kullandığı dil sadedir fakat o dönemin Türkçesinde var olan ve halk tarafından da kullanılan Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanmıştır. İslamiyet yoluyla Türkçeye giren Arapça kelimelerle aynı medeniyet dairesi içinde bulunmak hasebiyle Farsçadan Türkçeye geçen kelimeleri halk Türkçeleştiriyor ve öyle kullanıyordu. Yunus’un şiirlerine bakıldığında Arapça ve Farsça asıllı kelimelerin Türkçenin ses sistemine nasıl uyarlandığı görülür. Yani, Yunus kullandığı dil itibarıyla halktan bir milim bile ayrılmamıştır. Onun şiirlerindeki kelimeler, insanların da günlük hayatlarında kullandıkları kelimelerdir.
Bugün artık kullanılmayan, unutulmuş bazı arkaik kelimelerin Yunus’un şiirlerinde yer aldığını görüyoruz. Mesela, “arkuru, ög, ayruk, bezek, kezek, uçmak, sınuk, kiçi, iye, yazuk…” gibi kelimeleri şiirlerinde sıkça kullanmıştır.
Nihat Sami Banarlı, Yunus’un dilini şöyle değerlendirmektedir:
“Yunus Emre’ye kadar, üç milletin üzerinde asırlarca işlediği Acem lisanı (Farsça) bile vahdet-i vücut inanışını Yunus kadar kolay söyleyememiştir. Hiçbir yapmacığı olmayan, âdeta sanat kaygısı ile söylenmiyormuş gibi sade ve külfetsiz bir lisanla söylenen Yunus’un şiirlerine hemen bütün tasavvuf edebiyatında benzer şiirler bulmak kolay değildir.
Yunus’ta, tasavvufun söylenmesi güç heyecanları, berrak bir su içindeymiş gibi zevkle görülür. Bu su, denilebilir ki, Yunus’un güzel, musiki dolu, saf ve temiz Türkçesidir. Bu öyle bir sudur ki, bulunduğu kap sarsılıp onu çağıldatan şairin ruhundaki fırtınalar arttıkça daha çok berraklaşır.
Allah sevgisini, insandaki Allah’ı; her varlıkta Allah diyen bir ifade bulunduğunu söyler ve Tanrı’sına varamamak endişesiyle yandığı zamanlardaki acısını haykırırken Yunus, âdeta eskiden söylenmiş şiirleri hatırlatıyor ve onları tekrarlıyormuşçasına şiiri kolay söylemiştir.
Böylelikle, Anadolu’da XIII. asırda başlayan ve bir daha yerini hiçbir yabancı dile bırakmayan Türkçenin bu kati zaferinde Yunus Emre’nin aziz hizmeti vardır. Ancak, Yunus Emre Türkçesi, bazılarının yanlış söyledikleri gibi bir özTürkçe değildir. Bu dil, ortak İslam medeniyeti içinde öteden beri gelişmeye başlamış ve bu ortak medeniyet dillerinden Türkçeleştirilmiş kelimelerle zengin bir İslami Türk Dili’dir. Türk milleti, bilhassa Anadolu ve Balkanlar Türkiye’sinde her türlü yabancı menşeli kelimeleri Yunus Emre asrından bu yana, büyük bir temsil kudretiyle Türkçeleştirmiş; bunların pek çoğunu kendi dilinin söyleyiş inceliklerine uydurarak Türkçe sözler hâline getirmiştir.”
Yunus, Türkçenin zaferidir vesselam.
Der kostenlose Auszug ist beendet.