Buch lesen: «Seçme Hikâyeler»
ÖN SÖZ
Edebiyat hayatımızın olduğu kadar fikir tarihimizin de son yüzyıllık devresinin en önde gelen şahsiyetlerinden birisi de Ömer Seyfettin’dir.
Ömer Seyfettin, gerek eserlerinde kullandığı dil gerekse işlediği konular açısından tazeliğini ve güncelliğini yitirmeyen klasikleşmiş bir yazarımızdır.
Bu çalışma, iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Ömer Seyfettin’in hayatı, sanatı ve eserleri üzerinde durulmuştur. Yazarın “Forsa” adlı hikâyesinin de tahlilini yaparak okuyucumuza bir pencere açmaya çalıştık. Ömer Seyfettin konusunda meraklarını gidermek ve araştırma yapmak isteyenler için de çalışmamıza bir kaynakça koymayı uygun gördük.
Otuz altı yıllık kısa bir ömre 160 hikâye, 15 mektup, 25 tercüme, 3 piyes, 89 şiir, 1 ruznâme, 140 makale, 51 kadar fıkra ve 18 mensure sığdırmayı başarabilmiş bir abide insandır Ömer Seyfettin. Kısa hikâyenin müstakil bir tür olarak Türk edebiyatındaki varlığını ona borçluyuz desek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
Bu çalışmanın ikinci bölümünde Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden seçilmiş örnekleri göreceksiniz. Ancak hikâyelerin seçiminde Ömer Seyfettin’in ruh, dil ve fikir dünyasını oluşturan geniş yelpazeden farklı örneklerle huzurunuza çıkmak istedik.
Doğru olanın, bir yazarın eserlerini külliyat hâlinde okumak olduğunu biliyorsunuz. Ömer Seyfettin’in edebî eserlerinin fikrî derinliğini kavrayabilmek ve o ruhu yakalayabilmek için onun özellikle makalelerinin de okunması gerektiğini belirtmeliyiz.
Ömer Seyfettin’in hikâye dünyasına hoş geldiniz. Bu hikâyeleri sadece okumakla kalmayacağınızı, üzerlerinde düşüneceğinizi, hatta arkadaşlarınızla tartışacağınızı da biliyoruz.
Ömer Seyfettin’in, “Yeni Lisan Hareketi”nin öncülerinden olan ve Türkçeyi çok seven Ömer Seyfettin’in, hikâyelerini sadeleştirerek yayına hazırlayamazdık. Biz inanıyoruz ki siz okuma yaparken anlamını bilmediğiniz kelimeler için sözlüklere bakarak kelime hazinenizi zenginleştireceksiniz.
Size iyi okumalar diliyoruz…
Bolu – 4 Mart 2012, Yrd. Doç. Dr. Zeki GÜREL
1. BÖLÜM
ÖMER SEYFETTİN’İN RESMÎ VE HUSUSİ HAYATI
Edebiyat tarihlerine Türk hikâyeciliğinin ölümsüz ustası olarak geçen Ömer Seyfettin, 11 Mart 1884 (28 Şubat 1292) günü, şimdiki Balıkesir vilayetinin Gönen kaza merkezinde dünyaya geldi. Babası Binbaşı Şevki Bey aslen Kafkas Türklerindendir. Annesi ise Ankaralı Topçu Kaymakamı Mehmed Bey’in kızı Fatma Hanım’dır.
Aile, aslında İstanbullu olduğu hâlde, o zamanlar yüzbaşı olan Ömer Şevki Bey’in vazifesi dolayısıyla Anadolu’nun çeşitli yerlerinde bulunmuştur. Bu gezginciliğin Ömer Seyfettin’in hayatında olumlu olumsuz birtakım etkilerinin olduğu muhakkaktır. Küçük Ömer daha dört yaşındayken Gönen’de mahalle mektebine devam etmeye başlıyor. Bu okuldaki hayatını daha sonra “And” adındaki hikâyesinde (1912) tasvir edecektir. Ömer Seyfettin yedi yaşına geldiğinde babasının vazifesi dolayısıyla Karadeniz kıyılarındaki İnebolu’ya ve sonra Ayancık’a gidiyor. Ömer bu kasabalarda devam ettiği ilkokul hatıralarını da “Falaka” hikâyesinde (1919) yazacaktır. Annesi Fatma Hanım yanına Ömer’i de alarak 1892 yılında Ayancık’tan ayrılarak İstanbul’a gelir. Babasının Kocamustafapaşa’daki konağına yerleşir. Ömer Seyfettin de Yusufpaşa’daki Mekteb-i Osmani’ye devam etmeye başlar, bir sene sonra oradan alınarak Eyüp’teki Askerî Baytar Rüştiyesinin subay çocukları için açılmış olan “sınıfı mahsûs”una verildiğinde dokuz yaşındadır. On yaşındayken, yaz tatilini Kocamustafapaşa’da dedesinin konağında geçirirken, 1894’teki “Büyük Hareket” denilen ünlü deprem olayını yaşamış olup hadiseyle ilgili hatıralarını sonradan, bir roman taslağı olan “Sultanlığın Sonu”nun giriş bölümünde anlatacaktır.
Ömer Seyfettin 1896’da “Eyüp Askerî Rüştiyesi”nden mezun olunca normal olarak “Kuleli Askerî İdadisi”ne devam etmesi gerekirken kendi isteğiyle arkadaşı Enis Avni (Aka Gündüz) ile birlikte “Edirne Askerî İdadisi”ne girmeyi tercih etmiştir. Onun edebiyatla tanışması; daha doğrusu edebiyatla ilgili merakı bu okulda filizlenmeye başlamıştır. 1900’de idadiyi bitirerek İstanbul’da “Mekteb-i Harbiye-i Şahane”ye girdiğinde henüz on altı yaşındaydı ve ilk şiirinin yayımlanmasının heyecanını o günlerde tadıyordu. Ömer Seyfettin o sırada İstanbul’da çıkmakta olan “Mecmua-yı Edebiye”ye ilk şiirlerini gönderiyor (14 Şubat 1900), 1902’de ilk nesir yazısı çıkıyordu. Aynı sene içinde, Harbiye’nin ikinci sınıfındayken “Sabah” gazetesinde “İhtiyarın Tenezzühü” adıyla ilk hikâyesinin yayımlandığını görüyoruz.
2 Ağustos 1903’te “Büyük Makedonya İhtilâli” patlak veriyor. Ömer Seyfettin’in “Mekteb-i Harbiye-i Şahane”den mezun olması da bu ihtilal günlerine rastlamaktadır. O sıralarda merkezi Selanik’te bulunan Üçüncü Ordu, İzmir Redif Tümeni Kuşadası redif taburunda vazifeye başlamak üzere piyade teğmeni olarak rütbe takıyor. Vazifeye başladığı ilk günlerde daha Osmanlı bütünlüğü içindeki milletlerin ayaklanmalarını görmek, onda milliyet şuurunun uyanmasına sebep olmuştur. Ömer Seyfettin bu bölgede kaldığı üç yıl zarfında arkadaşlarıyla irtibatını kesmemiş; Aka Gündüz ve Hakkı Tarık (Us)’la mektuplaşmıştır.
İzmir’de yeni açılan Jandarma Er Okuluna öğretmen olarak nakledilmesi (1906) onun edebiyat hayatında bir dönüm noktası oluyor. Ömer Seyfettin burada edebiyat çevresine yavaş yavaş girmiş; düşünceleri üzerinde Ziya Gökalp ölçüsünde etkileri olan Baha Tevfik’le tanışıyor. Onun tavsiyesi üzerine Fransızca bilgisini geliştiriyor. Dilde Türkçülük düşüncesinin öncülerinden olan Türkçü Necip ile tanışması da bu devrededir. Bu arada, Şahabettin Süleyman’la arkadaşlığını ilerletiyor, “Sebat” ve “Serbest İzmir”de yazılarını yayımlattırıyordu. Yakub Kadri’nin de yazdığı gibi o, “İzmir’in daracık irfan muhitinde epeyce şöhretli bir muharrir” sayılıyordu. İleride öncülüğünü yapacağı “Dilde Türkçülük” fikrinin ilk tohumları da bu çevrede çimlenmeye başlamıştı.
II. Meşrutiyet’ten sonra 1909 senesi başlarında, Selanik Üçüncü Ordu Merkezine, oradan Manastır, Pirlepe, Köprülü, Cumayı Bâlâ kasabalarını dolaştıktan sonra, Serez mutasarrıflığına bağlı Menlik kazası, Razlık (şimdiki Bulgaristan’da) kasabası civarındaki Yakorit köyünde bölük komutanlığı yaptı. Bu bölgedeki vazifesi gereği -Avrupa devletlerinin kışkırtmalarıyla- Osmanlı’ya karşı ayaklanma hâlinde bulunan, her tarafta kaynaşan ve ortalığı karıştıran çeşitli Balkan kavimlerinden haydut, çeteci, komitacı ve eşkiyaların Müslüman-Türklerin aleyhine nasıl şiddetli bir kin ve intikam duygusuyla yetiştirildiklerini, Balkanlar’da Türk hâkimiyetini kırmak, Türk milletini yok etmek ve millî istiklallerine kavuşmak hırsı içinde ne gibi vahşet ve facia tabloları yarattıklarını doğrudan doğruya müşahade etme imkânı buldu. Bu gözlemler onda bir fikir olarak oluşmuş olan Osmanlılık karşısında Türkçülük fikrini doğrular mahiyetteydi. “Bomba”, “Beyaz Lale”, “Tuhaf Bir Zulüm” adlı hikâyeler, bu Balkan komitacılığına ait gözlem, izlenim ve ilhamlarla yazılmıştır.
“31 Mart Olayları”nı, buna karşı Rumeli’de hazırlanan hareketi, Köprülü’de duydukları ve yaşadıklarına dayanarak “İrtica Haberi” hikâyesinde anlatır. Hatıra defterinden naklen yazdığı bu hikâyeyi hemen o günlerde yayımlar. Bu sıralarda “Aşiyan” (İstanbul), “Kadın” (Selanik) dergilerinde şiir, “Bahçe” (Selanik), “Hüsün ve Şiir” (Selanik) dergilerinde de şiir ve hikâyeleri yayımlanmaktadır.
Ömer Seyfettin 17 Nisan 1909’da “Hareket Ordusu” ile İstanbul’a gelir. Yakorit’ten yazdığı bir mektubunda Ali Canib Bey’e: “Geliniz Canib Bey, edebiyatta ve lisanda bir ihtilal vücuda getirelim. diyerek “Genç Kalemler” dergisinin yeniden teşkilatlanmasına ve Ziya Gökalp’le birleşerek yeni bir hareketin hazırlanmasına vesile olmuştur. 18 Nisan 1911’de “Genç Kalemler”in büyük boyda ve “Yeni Lisan” davasını savunmak için çıkarılan ilk sayısı, Ömer Seyfettin’in yardımıyla çıkartılır. Bu arada Ömer Seyfettin, Ziya Gökalp’in aracılığı ile tazminatı ödenmek suretiyle ordudan ayrılarak Selanik’e gelir.
Osmanlı İmparatorluğu yavaş yavaş ama gözle görülür bir şekilde parçalanmaktadır. 1911’de başlayan Trablusgarp Savaşı’nın çalkantıları devam ederken 8 Ekim 1912’de de Balkan Savaşı patlak vermişti. Bu savaş, Ömer Seyfettin’in sivil yazarlık hayatından ayrılmasına da sebep olmuştur; Garp Ordusu 39. Alay 3. Tabur emrinde Sırp ve Yunan cephelerinde savaşmak üzere orduya çağrılır. Yanya kuşatmasından sonra Yunanlılara esir düşer. Ömer Seyfettin Nafliyon’daki esaret hayatında da yazmaya devam etmiş; bu hikâyelerini arkadaşı Ali Canib’e yazdığı mektuplar aracılığı ile “Halka Doğru”, “Türk Yurdu” ve “Zekâ” dergilerinde yayımlattırmıştır.
Esir olarak, bir seneye yakın (on ay) kaldığı Nafliyon’dan 15 Kasım 1913’te ayrılır. İstanbul’a gelir. 22 Şubat 1914’te ikinci defa askerlikten ayrılarak yazı hayatına tekrar dönen Ömer Seyfettin, 25 Nisan 1914’te “Türk Yurdu” tarafından çıkarılan “Türk Sözü” dergisinde başyazar olur. Bu dergide otuz altı yazının altına imza koyan Ömer Seyfettin, bu yazılarında daha çok polemik yazarı olarak kendini göstermiştir.
Ömer Seyfettin yazarlığının yanı sıra muallimliğe de başlamıştı. Kabataş Sultanisi’nde ve İstanbul Muallim Mektebinde edebiyat muallimliği yaptı. Bu arada İstanbul’da Darülfunun’da kurulan Tedkikat-ı Lisâniyye Encümeni’ne üye seçildi. Bu yıllarda yazdıkları “Yeni Mecmua”, “Diken” dergisi, “Büyük Mecmua”, “Vakit” ve “Zaman” gazetesi gibi yerlerde yayımlandı.
1915 yılında Kadıköylü Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Calibe Hanım’la evlenir, 6 Aralık 1916’da Fahire Güner adlı bir kızları olur. Ne yazık ki evlilikleri uzun sürmez; 3 Eylül 1918’de ayrılırlar. Bu ayrılık, Ömer Seyfettin’de tamiri mümkün olmayan yaralar açmıştır.
1918’de “İlyada”, 1919’da da “Kalevela” tercümenlerine başlıyor; bu çalışmaların ikisi de yarıda kalmıştır. “Ashab-ı Kehfimiz” ve “Harem” adlı uzun hikâyelerin kitap düzeninde çıkışı bu yıllara rastlar.
1914-1918 yılları arası, Birinci Dünya Harbi’nin getirdiği ekonomik sıkıntının yanı sır yenip de yenik düşmüş olmanın mahzunluğu, İstanbul’un işgali, Mondros Mütarekesi gibi olaylar dolayısıyla Ömer Seyfettin’in en acı yılları olmuştu. Ömer Seyfettin’in İttihatçılarla da samimi münasebetleri olmuştur. 13 Ekim 1918’de Talat Paşa’nın istifasıyla birlikte İttihatçılar İstanbul’dan kaçmaya başlamışlardır ve bu hadisenin de Ömer Seyfettin üzerinde birtakım etkileri olmuştur.
Memleketin ve Türk milletinin içinde bulunduğu acıklı durum, Ömer Seyfettin’i çok üzüyordu. Ama o ümidini yitirmemişti “Ne olursa olsun bu millet kurtulacaktı!” diyor ve bu inançla durmadan yazıyordu. 24 Şubat 1920’de hastalığı iyice artan Ömer Seyfettin, 4 Mart günü Haydarpaşa’daki Tıp Fakültesi, Akil Muhtar Kliniğinde tedavi altına alınıyordu. 6 Mart cumartesi günü öğleden sonra da her zaman sözünü ettiği “büyük eseri”ni meydana getirmenin özlemi içinde saat 13.30’da hayata gözlerini yumuyordu. Yapılan otopsi sonucu şeker hastalığından öldüğü anlaşılmıştır.
Ömer Seyfettin’in cenazesi 7 Mart pazar günü, öğleden sonra saat 13.00’te hastaneden alınarak Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Mezarlığı’na defnedilmiştir. Daha sonra, mezarlığın tramvay garajı olacağı rivayeti üzerine Ali Canib ve üç dört arkadaşı tarafından kemikleri toplanarak Ayazağa’daki asrî mezarlığa nakledilmiştir (23 Ağustos 1939). Eski mezarın baş ucundaki taş, yeni mezara da dikildiği hâlde “eski harfle yazılmış” denerek kitabesi örtülmüştür.
ÖMER SEYFETTİN’İN SANATI VE ESERLERİ
Edebiyat hayatımızın olduğu kadar fikir tarihimizin de son yüz yıllık döneminin en önde gelen şahsiyetlerinden biri de Ömer Seyfettin’dir.
O, her zaman söylediği “büyük eser”ini gerçekleştirme özlemi içinde İstanbul’da hayata gözlerini kapadığında henüz otuz altı yaşındaydı. Bu kısa ömre 160 hikâye, 3 piyes, 2 hatıra, 15 mektup, 25 tercüme, 89 şiir, 140 makale, 51 kadar fıkra ve 18 mensure sığdırmayı (Polat, 2010:19) başarabilmiş bir mücadele adamıydı o. Ömer Seyfettin edebiyat sahasında asıl ününü hikâyeleriyle kazanmıştır. Hatta küçük hikâyenin müstakil bir tür olarak bizim edebiyatımızdaki varlığını ona borçluyuz dense yeridir.
Dünya hikâyeciliğine hâkim olan Çehov tarzı ve Maupassant tarzı ikileminde Ömer Seyfettin’in hikâyelerini Guy De Maupassant biçimiyle kaleme aldığını görüyoruz. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinde Maupassant tarzına ait tespit ettiğimiz özellikler şunlardır.
– Yapmacığa kaçmaz.
– İnsanları, yaşadığı hayatı hiç zorlamadan ve fakat çok kesin bir biçimde hikâyelerine aksettirmiştir.
– Sade, açık ve sağlam bir üslup kullanmıştır.
– Konuya önem verir.
– Hikâyelerinde gerçekçidir.
– Hikâyelerinde terdit sanatı dikkati çeker.
Ömer Seyfettin’in hikâyeleriyle ilgili sağlıklı etütler yapabilmek için bu hikâyeleri konularına göre bir tasnife tabi tutmanın doğru olacağı kanaatindeyiz.
1- Türk -bilhassa Osmanlı- tarihinin kahramanlık, iman ve fazilet devre ve levhalarını işleyen tarihî hikâyeler.
2- Yazarın çocukluk yıllarını anlatan hikâyeler.
3- Türk folklorundan; bilhassa, Anadolu efsanelerinden alınmış hikâyeler.
4- Balkan Savaşı ve Balkanlar’da Müslüman-Türk unsuruna karşı girişilen soykırımı anlatan hikâyeler
5- Siyasi ve sosyal hadiseleri konu alan hikâyeler ki bunlar Müslüman-Türk toplumunda zamanla ortaya çıkan kültür yozlaşmalarını tenkit eden, tekliflerini açıkça belirleyen bir yapı gösterir.
Biz bu beş grup hikâyeden önce tarihî hikâyeler üzerinde durmak istiyoruz.
“Yazarı tarafından gözlenmemiş”1 geçmiş bir devri tarihî hakikatlere sadık kalarak anlatılan edebî eserlere tarih konulu eserler denilmektedir.
Bizde tarihî hikâye geleneğine geçmeden önce halk hikâyelerinin doğuşu hakkında kısa bir bilgi vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.
Türk halk hikâyelerinin meydana gelişleri ve gelişmeleri hakkında fikir beyan edenlerin arasında Fuat Köprülü, Nihat Sami Banarlı ve Pertev Naili Boratav’ı, yabancılardan da Otto Spies’i sayabiliriz.2.Bu konudaki yaygın kabul, halk hikâyelerinin anonim halk edebiyatı mahsulü olması ve meçhul kişilerce söylenmiş bulunmalarıdır. Halk hikâyelerinin meydana gelişleri destanlara benzer. Önceleri müellifi belli bu hikâyeler halk arasında söylene söylene birçok yeni vakanın eklenmesiyle zenginleşir; zamanla müellifi unutularak anonim hususiyet kazanır ki; bunun en tipik örneğini “Dede Korkut Hikâyeleri” teşkil eder. Halkımızın, tarihî devreleri işleyen, yazarı meçhul hâle gelmiş gazavatname, cenkname, fetihname ve zafernameleri rağbet ettiğini biliyoruz.
Bizde tarih konulu eserin ilk örneğini “Cezmi” adlı romanıyla Namık Kemal’in (1840-1888) verdiğini görürüz. Bu arada -macera romanı özelliği ağır basmakla birlikte- “Yeniçeriler” adlı romanıyla Ahmet Mithat’ı (1844-1912) da zikretmeden geçemeyiz. Nihayet, bu gelenek Ömer Seyfettin’de en doruk noktasına ulaşmıştır. Ömer Seyfettin bu geleneğe on beş hikâyeyle (Başını Vermeyen Şehit, Büyücü, Çanakkale’den Sonra, Diyet, Ferman, Forsa, Kaç Yerinden? Kızılelma Neresi?, Kütük, Nadan, Pembe İncili Kaftan, Teke Tek, Teselli, Topuz, Vire) katılmıştır. Pek tabii ki bu gelenek Ömer Seyfettin’den sonrada devam etmiş, günümüze kadar gelmiştir. Birçok yazarımız konusunu tarihten alan hikâye, roman hatta tiyatro bile yazmış ve yazmaktadırlar. Gün geçmiyor ki bu türden bir eserle karşılaşmayalım.
Tarih konulu eserler yazacak birinin tarihî hadiseleri iyi bilmesi gerekmektedir. Tarihi bilmeyen birinin yazacağı bu tür eserleri tarih konulu eserler çerçevesine dâhil edemeyiz.
Tarihi yapmak, tarihi bilmek ve tarihi yazmak ayrı ayrı şeyler gibi görünüyorsa da aslında birbirleriyle sıkı sıkıya münasebeti olan şeylerdir. Ömer Seyfettin’e bu noktalardan bakalım: O, tarihi yapan, ama tarihi yapmakta gösterdiği başarıyı yazmakta da göstermenin gerekliliğini mühimsemeyen bir milletin torunu, aynı zamanda da tarihi iyi bilen ve öğrenmeyi arzulayan bir yazarımız olarak karşımıza çıkıyor.
Muharip bir milletin tarihi, cesaret ve kahramanlık hikâyeleriyle doludur; hele bu millet Türk milletiyse: Ömer Seyfettin -tarihî hikâyelerinde- bu kahramanlıkların sadece birkaçını dile getirmiştir.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden her biri -anlayan için- ibret levhasıdır. Böyle olmasına, onun, hikâyelerini sadece sanat yapma gayesiyle yazmaması sebep olmuştur. Ömer Seyfettin, sanatı bir okul, sanatçıyı da bu okulda öğretmenlik yapan biri olarak görür.
O, hikâyelerinde Müslüman-Türk’ü vermiş, vermeye çalışmıştır. O, hikâyelerinde yaşadığı yılların sancılı toplumunu, sancıları bizzat duyan biri olarak dile getirmiştir. Bu noktada Ömer Seyfettin kendinden önce yaşamış olan yazarlardan farklıdır. Daha önceleri de cemiyetin dertlerini görenler olmuş, bunlardan bir kısmı gördüklerini eserlerinde dile getirmişlerdir. Fakat çözüm yolunu göstermeyi her nedense ihmal etmişlerdir. Hâlbuki Ömer Seyfettin hastalığın hem teşhisini koymuş hem de reçetesini yazmıştır. Hatta zaman zaman operatörlük seviyesine varan icraatlarda da bulunmuştur. Onun hikâyelerinde, yaşadığı devrin siyasi ve sosyal hadiselerinin hepsini bulmamız mümkündür. Onun bazı hikâyeleri, tarihçilere birinci elden kaynak teşkil edecek niteliktedir. Ömer Seyfettin’in bize anlatmak istediklerini doğru olarak açığa çıkarabilmek için, onun tarih konulu hikâyelerine üç açıdan yaklaşmamız gerekiyor:
1- Hikâyelerin konu edindiği zamanlardaki Türk-İslam âleminin durumu.
2- Ömer Seyfettin’in hikâyelerini kaleme aldığı yıllardaki Türk-İslam Aleminin durumu.
3- Hikâyelerdeki hadiselerin günümüzde -Ömer Seyfettin’in düşündüğü gibi düşünerek- yorumunu yapmak.
Ömer Seyfettin’in hikâyelerini okuyunca kendimizi zaman tünelinden geçen insanlar gibi hissediyoruz. Onun, tarihî hikâyeleri, bizi XX. asırdan alıyor; kâh XII. asra kâh XV. asırda belli bir zamana götürüyor ve o zamanki hadiseleri bize -canlı anlatımıyla- yeniden yaşatıyor. Yazarın tarihî hikâyelerine bakıldığında daha ziyade, Osmanlı’nın yükseliş devrindeki olayların işlenmiş olduğu görülür. Zaman seçimindeki bu durum, tesadüfi olamaz. Yazarın bu tutumunu şu şekilde yorumlamak yerinde olur;
Türk’ün geçmişiyle övünmesini sağlamak: Milletler ancak millî tarihlerini bilmek suretiyle “millî şuur”a sahip olurlar. Bir millete mensup olmak onu bilmek demek değildir. Şairin dediği gibi:
“Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” İşte Ömer Seyfettin, Türk insanının içinde yaşadığı deryayı tanıtarak onun geçmişiyle övünmesini sağlamış, bu durum da Türk milletinde kendine güveni arttırmıştır. Kendine güven, zaferin ilk şartıdır.
Türk cemiyetine sıçrama basamağı için model vermek: Ömer Seyfettin XIX. asrın sonlarında başlayan XX. asırda hazırlanan maddi ve manevi çöküşten kurtulmak için ileri sürdüğü modeli “Kaç Yerinden?” adlı hikâyesinde verir:
“Mazide ne var?” diye soran kahramanına;
“Mazide bugünkü medeniyetin söndürdüğü nurlar var… Ulviyet var… Ruh azameti var… Fikir uğrunda fedakârlık var… Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk var… Hayatın hakiki manası olan mefkûre var… Sonra rebabiyet var. Ah şimdi!”
“Şimdi bunlar yok mu?”
“Yok, yok!” cevabını verdirir.
Tarih biliminde yarın yoktur; bugün ve geçmiş vardır. Yarın ve talih kavramları, tarih biliminde bulunamayacağı için bunu tarih konulu hikâye ve roman yapar.
İşte bu noktada edebiyat, tarihin tamamlayıcısıdır. “Yarın” kavramı, yükseliş devirlerinin yüceliklerinden yola çıkılarak kurulabilir.
Tatmin olma ihtiyacı:
“Gönlüm isterdi ki mazini dirilten sanat
Sana tarihini her lahza hayal ettirsin”
Yahya Kemal’in de -yukarıda- belirttiği gibi sanat maziyi diriltmeliydi. Ömer Seyfettin de aynı kanaatte olmalı ki bir hikâyesinde (“Kaç Yerinden”)? maziye dönüşü ruhun bir ihtiyacı olarak dile getirirken, şunları söylüyor:
“…sanatkâr hal içinde, mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik maziye döner. Orada ezelî efsaneleri yaşayan binlerce tayf vardır. Bu tayflara, tarihin hayalinde renkler, şekiller verir, onlara meftun olur. Destanlarını terennüm eder.” Bunlar da insana mazinin zevkini tattırır.
Ömer Seyfettin’in tarihî hikâyelerinde genellikle Osmanlı’nın yükselme devrini işlediğini ve bu devri veriş sebeplerini yukarıda açıklamaya çalıştık. Ömer Seyfettin bir hikâyesinde de (“Büyücü”) alışmadığımız bir devri; XII. asırda Selçuklular’ı vermiştir. İşlenen zamandaki bu değişiklik, Ömer Seyfettin’in Türk birliğinden sonra gerçekleştirilmesini istediği İslam birliği fikrinden kaynaklanıyor olmalıdır.3
Bilindiği gibi konusunu tarihten alan eserlerin kahramanları iki grupta mütalaa edilmelidir:
– Vesikaya dayanan tarihî-menkıbevi tipler.
– Yazarın yarattığı karakter ve tipler.
Vesika meselesinin getirdiği bir problem olduğundan tarihî bir eserde gerçek isimlere ait fiziki ve ruhi portrelere bilinenleri zorlayacak şekilde yer verilmez. Bu açıdan Ömer Seyfettin’in yukarıdaki hükme uygun tarzda yazdığını görüyoruz.
İkinci gruba giren yani Ömer Seyfettin’in eserini yoğuran ana fikri üstlenmiş yaratma (icat) karakter ve tiplerde portrelerin daha belirgin olduğunu görüyoruz. Şurasını hemen belirtelim ki Ömer Seyfettin bir bakıma ustası sayacağımız Maupassant’a uyarak diyalog ve hareket unsurunu psikolojik tasvir ve tahliyenin yerini de tutacak şekilde kullanılmıştır.
Ömer Seyfettin’in tarihî hikâyelerini -kendisinin de söylediği gibi-(“Kaç Yerinden?” hikâyesi) “Eski kahramanların hayatlarına dair birkaç destan” olarak kabul edersek, hikâyelerdeki kahramanların fiziki ve ruhi portreleri hakkında değişik bazı bilgiler vermemiz mümkündür. Destanlarda kahramanların psikolojileri umumiyetle basit takdim edilir. Onlar, yalnız bir şey düşünürler: Milletin ve vatanın kurtuluşu. Bu bakımdan inançları tamdır, hiç şüphe etmezler ve tereddüde düşmezler. Ömer Seyfettin’in de bir tek düşüncesi vardır: Milletin ve vatanın kurtuluşu. Yazarın bu düşüncesini, hikâyelerindeki kahramanların yardımıyla ifade ettiğini görüyoruz. Destan kahramanlarında tereddüt olmuyordu. Hâlbuki “Ferman” hikâyesindeki Tosun Bey, bir ara tereddüt etmiş ama bu tereddütten çabuk kurtulmuştur. “Destan kahramanları korkmazlar ve yılmazlar, başka insanlarda bulunmayan üstün bir güce sahiptirler. Destan kahramanları kesinlikle millîdirler. Destanlarda millî kahramanlar yüceltilirken, gayrimillî olan kahramanlar küçük düşürülmeye çalışılmıştır. Destanlarda genellikle ön planda bir kahraman vardır.” Destan kahramanları için verdiğimiz bu bilgilerin ışığında Ömer Seyfettin’in kahramanlarına bakacak olursak, destan kahramanları için geçerli olan özelliklerin Ömer Seyfettin’in kahramanları için de geçerli olduğunu görüyor ve ister istemez “Pembe İncili Kaftan”daki Muhsin Çelebi’yi düşünüyoruz: Muhsin Çelebi, Allah’ın rızasını kazanmak için milletine, devletten hiçbir karşılık beklemeden hizmet aşkıyla, verilecek vazifelere talip olan millî bir kahramandır. Yazar ister istemez taraf tutmuş bu hikâyede; neticede, Muhsin Çelebi yüklendiği vazifeyi başarıyla yerine getirmiş, mağrur Şahın gururunu kırmıştır. Hikâye kahramanlarının fiziki portreleriyle ilgili bilgilerin azlığı dikkati çekmektedir. Verilmiş olan bilgiler de hemen hemen aynı; pala bıyıklı, kalın pazulu, geniş omuzlu, kısacası güçlü kuvvetli klasik Türk tipi Görülüyor ki Ömer Seyfettin’in kahramanları fizik olarak zayıf kişiler değil. Tarif ettiği kişiler, genellikle kendi fiziğine ve psikolojisine çok benzer. Kahramanlarının fizik ve ruh olarak güçlü olmasını, yazarın kendini ve Türk milletini güçlü ve kuvvetli görme arzusunun bir özlemi olarak kabul edebiliriz.
Destanlarda, çağdaş hikâye ve romanlarda olduğu gibi tabiat ve insan tasvirleri üzerinde fazla durulmaz; çünkü destanlarda esas olan vakadır. Onun için de destan kahramanları, destan boyunca aynı kaldığı hâlde, vakalar durmadan değişir. Tarihi hikâyenin en mühim özelliklerinden biri de olaya dayalı olmasıdır. Bu bakımdan tarihî hikâye destana benzer. Ömer Seyfettin’in hikâyelerinden çoğu, bilhassa tarihî hikâyeleri, vaka hikâyeleri olarak değerlendirilmelidir.
Tarihî hikâyeler incelenirken hikâyelerin kaynaklarına da inmek gerekmektedir. Bu yapılmazsa ne olur? Hikâyenin anlaşılması güçleştiği gibi, iletmek istediği mesaj iyice anlaşılmayacağından hikâyecinin ve hikâyenin amacı da gerçekleşemeyecektir. Ömer Seyfettin, tarihi bilen biridir. Onda tarihi öğrenme merakı öğrencilik yıllarında başlamıştır. Kendi hatıralarından ve arkadaşları Ali Canib ve Süreyya Saltuk’un söylediklerinden öğrendiğimize göre tarihî hikâyelerinin konuları Peçevi, Naima ve Hammer’in tarihlerinden alınmıştır.4
Bir tarihî eserin (roman, hikâye) teferruat bakımından tıpatıp tarihi vakalara uygun olmasını istemek sanatın mahiyetine aykırıdır. Sanat eseri kendi içinde bir dünya teşkil edebilmelidir. Onda aranacak başlıca meziyet budur.5 Yazar vesikanın ortaya koyduğu malzemeyi önce öğrenir; sonra kendine tesir eden unsurlar arasında seçmeler ayıklamalar yapar. Daha sonra da edebî yaratmanın sihri ile6 kendi amacına hizmet etmeleri için onlara can verir.
Ömer Seyfettin, bazı hikâyelerini kaynağından aldığı gibi (“Başını Vermeyen Şehit”) aktarmıştır.7 Bazı hikâyelerinde de kaynaktaki olayı kendi isteği doğrultusunda (“Teselli”) değiştirmiştir. Ömer Seyfettin aynı hikâye için, bazen bir kaynaktan değil birkaç kaynaktan faydalanmıştır. Bazı hikâyelerinde de (bilhassa “Forsa”da hikâyenin içindeki vakalar tamamen tarihî gerçeklere uygun olmasına rağmen, kahramanların adlarının değişik olmaları, hikâyeye hayalî bir hava vermektedir. Tarihî hikâye ve roman yazan sanatçı, halk arasındaki rivayetler ile kesin vesikalara dayanmayan menkıbelerden de istifade edebilir. Ömer Seyfettin’in “Başını Vermeyen Şehit” hikâyesinde olduğu gibi. Kaldı ki bu menkıbedeki Deli Mehmet’in mezarının yeri bile bellidir8
Ömer Seyfettin, hikâyelerinin başına; atasözleri, vecizeler veya tarihten alınmış kısa cümleler yazmaktaydı. Bu, onun alışkanlık hâline getirdiği bir özelliğidir. Bu alışkanlıkla, okuyucunun ilk bakışta hikâyenin konusuna intibakını sağlama amacı gütmüş olmalı ki yazar genellikle hikâyelerinde baş tarafa yazdığı bu sözlerin doğruluğunu ispata çalışmıştır. Hikâyelerin baş tarafına alınan sözlerin bir başka faydası da hikâyelerin kaynaklarını doğru olarak tespitimize yardımcı olacak bilgileri işaret etmesidir. “Kızılelma Neresi?”9 ve “Başını Vermeyen Şehit” hikâyelerini buna misal olarak verebiliriz.
“Her memlekette olduğu gibi bizde de milliyet, fikir ve duyguların kuvvetlenmesi, aydın kesimin millî kültüre sahip olabilmesi için başvurulan çarelerden biri de sanatkârların millî destanlardan, halk hikâye ve masallarından faydalanarak eserler yazmalarıdır. Maziyi canlandıran bu eserler, o milletin geçmişteki hayatını yeni nesillerin gözleri önüne sermek, onların millî duygu ve kültürlerini kuvvetlendirmek, maziye bağlılıklarını ve geleceğe uzanmalarını sağlama10 bakımından şüphesiz en verimli hizmetlerden birini yerine getirmektedirler.” Bu sebepledir ki milli edebiyatın öteki yazarları (Ziya Gökalp, Fuat Köprülü, Ahmet Hikmet Müftüoğlu) gibi Ömer Seyfettin de millî destan devrine yabancı kalmamış; Türk destan ve menkıbelerinden faydalanarak “Ergenekon’dan Çıkış”, “Kırk Kız”, “Köroğlu Kimdi” ve “Altun Destan” başlıklı şiirlerini yazmıştır. Ömer Seyfettin’in millî destanlarımızdan aldığı ilhamları tarihî hikâyelerini yazarken de malzeme olarak kullandığını görürüz. Zaten tarihî hikâyelerin destan özelliği taşıdığını “Kaç Yerinden?” hikâyesinin girişinde Ömer Seyfettin’in kendisi de açıkça belirtiyor11.
“O ne? Yazdığın roman mı?”
“Değil.”
“Ya ne?”
“Birkaç destan.”
“Harbe dair mi?”
“Eski kahramanların hayatına dair.”
Ömer Seyfettin, millî destanlarımızın yanı sıra 1918 yılında “İlya-da”, 1919 yılında da “Kalevela” tercümelerine başlar. Bu tercümeler ile uğraştığı yıllarda yazdığı hikâyelerin çoğu tarihî hikâyelerdir. Bu bakımdan Ömer Seyfettin’in tarihî hikâyelerinde yabancıların destanlarının da tesirleri olmuştur. Bu tesiri “Teke Tek” hikâyesinde en bariz şekilde görmek mümkündür.
Birçok yazarımız eserlerinde masal ve destan unsurlarını kullanmıştır. Ancak bu unsurların, yazarlarımızın eserlerinde farklı şekillerde kullanıldıklarına şahit olmaktayız. O hâlde, bu konuda bizim yapacağımız, bulduğumuz bu unsurların yazarlarımız tarafından hangi fonksiyonlar içinde kullanıldığını da araştırmaktır. Ömer Seyfettin, bu motifleri genellikle alışılmış fonksiyonlarıyla kullanmıştır. Bunun en belirgin örneğini de “rüya” motifinin kullanılışında görüyoruz.
Ömer Seyfettin hikâyelerini yazarken halk edebiyatı mahsullerinden de faydalanmak istemiş; hatta arkadaşı Ali Canib’in annesine halk masalları anlattırarak bunlardan konular çıkartmaya çalışmıştır.12
Ömer Seyfettin bazı hikâyelerinin konularını bizzat kendi hayatından almıştır (“Ant”, “Falaka”, “Kaşağı”vs.). Bazen de hiç farkında olmadan hatıralarını hikâyelerinde vermiştir. Ömer Seyfettin zaman zaman kahramanların yerine geçmiş; kendi fikirlerini kahramanlarına söyletmiştir: “Pembe İncili Kaftan”daki Muhsin Çelebi’yi, “Diyet”teki Koca Ali’yi ve “Efruz Bey”de dil üzerine nutuk çeken kahramanı örnek olarak verebiliriz. Ömer Seyfettin’in kendine yöneltilen suçlamalara zaman zaman hikâyelerinde de cevap verdiğini görüyoruz. Mesela, onun, Harbiye Nazırlığının açtığı “Harp Edebiyatı Kampanyası”na katılışının para kazanmak için olduğunu söyleyenlere “Pembe İncili Kaftan” hikâyesindeki Muhsin Çelebi ağzından verdiği cevap oldukça anlamlıdır:
“Mademki bu bir fedakârlıktır ücretle olmaz. Hasbi olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp ücret falan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!”
Ömer Seyfettin, çoğu hikâyesinde (“Kurbağa Duası”, “Türbe”, “Beynamaz”, “Keramet”, “Kesik Bıyık”, “Büyücü”, “Diyet”vs.). İslamiyeti yanlış yorumlayanlara çatmış; Müslüman-Türk’ü İslamiyeti doğru değerlendirmeye davet ederken de İslamiyeti yozlaştırmaya çalışanların kimler olduğuna dikkatleri çekmek istemiştir. O, yozlaştırılan müesseseleri hikâyelerinde konu ederken canlı, müşahhas bir tenkit mekanizmasını yapıcı olarak çalıştırmıştır.
Ömer Seyfettin, edebiyatın bütün türlerinde eserler vermiş; en azından vermeye çalışmıştır. Altmışın üstünde şiiri vardır.13 Tiyatro eserleri yazmış; hatta bunlar sahneye bile konmuştur. Roman yazmayı düşünmüş fakat buna ömrü vefa etmemiştir; “Efruz Bey”in bütününü bir arada değerlendirirsek bu serideki hikâyelerini roman türüne dâhil edebiliriz. Birçok dergi ve gazetede makaleleri yayımlanmıştır. Gazetelerde yayımlanan fıkralarının yanı sıra küçük fıkralar da yazdığını görüyoruz.14 “Edebiyattan Enmüzeçler” başlığı altında edebî araştırmaları (“Hamlet”, “Don Kişot vs.) da bulunan Ömer Seyfettin yabancı dillerden tercümeler de (“İlyada” ve “Kalevela” destanları) yapmıştır. Ömer Seyfettin’in eserleri yabancı edebiyatçıların dikkatini çekmiş olacak ki Almanlar, Fransızlar hatta Ruslar bile hikâyelerinden bir kısmını kendi dillerine çevirmişlerdir.
Der kostenlose Auszug ist beendet.