Buch lesen: «Asilzadeler»
ASİLZADELER
“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Evet ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de.”
“Ben,” diye başlayıp lafını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi halis bir “asilzade” idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi… Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu. İkisi galiba Nişantaşı’nda oturuyordu. Hepsi zengindi. İçinde en beğendiği “Azizüssücufüzzırtaf ”tı. Bu, ismini kendi gibi İstanbul’da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizülseyhun babasının sarayını, altın mahfazalı fillerini, içi cıva dolu havuzlarda yüzen ödağacıdan sandalları, Hint’ten, İran’dan, Turan’dan, Kafkasya’dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra’nın semavi bahçelerinde sanırdı. İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:
“Asalet olmazsa bu memleket batar!” diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz yukarı kaldırdı.
“Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim.” dedi. “Arıların, karıncaların, hasılı cemiyet hâlinde yaşayan bütün hayvanların bir beyi var. Hayvandan başka hiçbir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa…”
Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:
“Meşrutiyet denilen hezeyan olur.”
“Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır Sör?”
Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iri yarı Türkçe dahil olduğu hâlde on üç lisanın yazılarını yazar, lakin hiçbirinin kitaplarını okuyamaz bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahri azasındandı. Babası Sabır Paşa henüz ne sürülmüş ne de tekaüde sevk edilmişti. Nermin Bey:
“Şüphesiz.”
Efruz Bey:
“Zannetmem!”
Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olmak sanatını bilen Kâmıran Kara Tanburin Bey de:
“Asaletle meşrutiyet birbirine hem zıttır, hem değildir!” dedi. Annesinin otuz sene evvel Mısır Çarşısı’ndan alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarım alaturka, yarım alafranga odaya Efruz Bey: “Salonum!” der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe “kabul günü” idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye layık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler hatta mebus, milyoner olsalar, yine “adabı muaşeret” denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantolonun altına sarı potin giymek nezaketsizliğini irtikap ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı’ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyla içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküvi almasını bilmezlerdi. Yemek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medeni sayılabilecek alafranga beyler girebilirlerdi. Efruz Bey’in çocukluğunda Galatasaray Sultanisi’nde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle “distenge”, böyle medeni idiler. Bilhassa bugünkü davetli arkadaşları; hepsi asildi. Bir krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi terzi Mir’de giyinirdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla sakallarının yanlarını, burunlarının uçlarını o kadar bedii bir tarzda kaşırlardı ki… Kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.
Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarını içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşa’nın oğlu meşrutiyetin esaslarından biri “müsavat” oldukça “asalet” için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu kravat iğnesi hasılı dişlerinin kordonlarından potinin düğmelerini ilikleyecek alete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey mutaassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hâli vardı ki… Buna ancak “asalet” denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu. İlaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit, geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı’ndaki kâşanesi, Boğaziçi’ndeki çifte korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu’ndaki apartmanları biliniyordu. Hürriyetin ilanı akabinde kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci “Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?” unvanlı gayet merak verici bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşa’nın Tunus’ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvela falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilacı sayesinde saraya mensup bir ak ağasıyla bir harem ağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşa’ya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkmışlardı.
Paşa’nın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilatıyla bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabii sustular.
Müzekki Bey:
“Asalet için ilk lazım olan şey meşrutiyettir!” dedi. “İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere, nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkiini almıştır. Asıl İngiltere’ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lortların elinde demektir. Hatta arazi bile… İskoçya, İrlanda, Britanya, hasılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir. Halk arasında zekâsıyla, dehasıyla hükûmette yükselenler yeni baştan lort olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere’de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri ‘avam’ denilen herifler ayağa kalkar, lortların canına okurlardı.”
…
Müzekki Bey eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkiinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telakkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu. Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:
“Biz İngilizler sayesinde yaşıyoruz.” derdi. “Yoksa ne Abdülhamit bizi rahat bırakırdı, ne de İttihatçılar çetesi… Başımız sıkıya geldi mi hemen onlara koşacağız. Tabii onları severiz.”
Efruz Bey’in en hoşuna giden onun bu hâliydi.
“Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz…” derdi. “Fakat Azizüssücuf, Müzekki’den pek haz etmez.”
“Yalnız kendini asil zannediyor.” diye omuz silkerdi.
Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey, meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. Otuz Bir Mart inkılabından sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılap tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik, cahillik olduğunu anlamıştı. Şimdi ne meşrutiyet taraftarıydı, ne de istibdat.
“Ben kibarım, ben asilim. Böyle şeylerle uğraşmak bana yakışmaz!” diyordu.
Kahramanlıklarını, verdiği nutuklarını, nümayişlerini mevkilerini –hiç vaki olmamış gibi– unuttu. O kadar unuttu ki memlekette siyasi bir tebeddül olup olmadığının bile farkında değildi. Hep Beyoğlu’nda geziyor, Tokatlıyan’da arkadaşlarıyla buluşuyor; şık, mükemmel, temiz bir hayat geçiriyor, yeni metreslerden, son aşklardan dem vuruyordu.
Politika avama, adi adamlara mahsustu.
Bu adi, bu ne oldukları belirsiz adamlar birbirleriyle boğazlaşa boğazlaşa nihayet didinmelerinden vazgeçecekler, memleketi idare etmek için mutlaka bir gün asilleri çağıracaklar, “Gelin! Bize emredin…” diye yalvaracaklardı.
Rusya’da Çar’ın meclisindeki azalar, ayanlar hep asildi. Almanya’da asil olmayan bir süvari zabiti bile olamazdı. İşte meşrutiyet ilan olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Türkiye hâlâ uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ “Bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu’da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabii arazisiz asil de olmaz.” diye mantık yapılıyordu.
Kendisi, dostları asil değil de ne idiler?
Beyoğlu arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki halis muhlis asil bir prens, hatta bir kraldı. Arnavutluk’taki çatısız şatosunda hâlâ dedesi Büyük İskender’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücufüzzırtaf… Bir prensliğe bir krallığa değil hatta bir imparatorluğa layıktı. İsmindeki o tarihiyet, o kadimiyet ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi… Onu daha küçükten, Galatasaray’ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, “Hacı Zırt” diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin, ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususi muallimler tutuldu. Mabeyne alındı. İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş, efendisi Avrupa’ya gideceği için onu leyli olarak mektebe koymuş. Avrupa’dan gelmeyip Jön Türklere karıştığı mabeyinde işitilince emlakı haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi Hazretleri’ne düşmüş…
Efruz Bey bu yalanların hiçbirisine inanmazdı.
“Meşrutiyet falan laflarını bırakalım.” dedi. “Böyle adi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz, düşüncelerimiz de musahabelerimiz de asilce olmalı.”
“Evet.”
“Evet.”
“Evet, evet.” dediler.
Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin? Buna hepiniz cevap veriniz.”
Azizüssücufüzzırtaf:
“Millet bozulmuş da ondan.”
Nermin Bey:
“Meşrutiyet sebebinden.”
Müzekki Bey:
“Meşrutiyet daha iyice anlaşılamadığından!”
Kara Tanburin Bey de:
“Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından!” dedi.
Efruz Bey başını salladı. Hayır… Bunlar ciddi sebepler değildi. Asıl sebebi, hiçbiri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhu içtimai mahiyetini bilmiyorlardı.
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
“Doğru.”
“Evet, doğru.”
“Hakikaten doğru.”
“Hakikaten çok doğru…”
Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı.
Tek gözlüğü düşecekti. Hızla cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:
“Evvela kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!”
“Şüphesiz.”
“Evet, şüphesiz.”
“Evet, şeksiz şüphesiz.”
“Evet, katiyen seksiz, şüphesiz…”
Efruz Bey’i tasdik ederken misafirlerin dördü de sâri mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fes rengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddimesini hisseden Efruz Bey:
“Altımıza birer sandalye çekelim!” dedi.
Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispritizmacılar gibi ciddi oturuyorlardı.
Efruz Bey:
“Evvela kendimizi biliyor muyuz bakalım?” dedi.
İçlerinden “kendisini bilmeyen” çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cetlerini, tarihlerini tanıyordu. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel birinci Sultan Osman’a Britanya Adası’ndan sefaretle gönderilen ceddinin, İngiltere’de eski cetlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman’ın yanına gelen “Lord Conson Sgovat” isminde ceddi tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit “hukuku düvel” kavaidini hükûmetin hariciye nezareti kabul etmediğinden, Sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ederek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses Prens Orhan’ın küçük süt kardeşi verilmişse de Britanya hükûmeti bu lütfu bir tecavüz addetmişti. Türkiye’ye hemen ilanı harp etti. O vakit Osmanlıların daha hiç sahili yoktu. İngilizler Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis etmelerini yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rastladıkları Türk yelkenlisini batırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp hâlinden bugünkü tarihçiler gibi o vakitki hükûmet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendi kendine, tek başına bir sulh akdederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış yegâne muahede olduğu için tarih nazarında paha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda Türkler evvela “Damat Con Paşa” demişlerse de “Con” kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu “Civan Paşa”ya tebdil etmişti.
Müzekki Bey:
“İşte…” dedi. “Onun için bizim ailemize ‘Civanzadeler’ denir.”
Efruz Bey sordu:
“Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz?”
Müzekki Bey başını sallayarak: “İki sebepten!” dedi. “ ‘Civanzadeler’ desem ‘Razakızade’ gibi pek Karagözvari oluyor. Çok alaturka bir isim! Sonra kendime ‘Müzekki Civan’ yahut ‘Civan Müzekki’ desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak.”
Kâmıran Kara Tanburin Bey:
“ ‘Müzekki dö Civan’ deyiniz.”
Ezzırtaf:
“Evet, mesela ‘Marki Müzekki dö Civan.’ ” dedi.
Müzekki Bey:
“Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim!” diye reddetti.
Nermin Bey itiraz etti:
“Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lort imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.”
“Hayır. Prensim! Ceddim Lort Damat Con Paşa, sonradan pek büyük bir imparator olan Orhan’ın süt kardeşini almış. Orhan ilk zapt ettiği eyalete ceddimi hükümdar yapmış.”
“Bundan emin misiniz?”
“Ben söylemiyorum azizim, tarih söylüyor.”
Efruz Bey:
“O hâlde mükemmel bir prenssiniz! Hatta biraz daha çalışsanız ceddinizin eyaletini bile elde edebilirsiniz.” dedi.
Müzekki dö Civan’a prens unvanı verilince Kâmıran Bey aslını, ecdadını anlatmak için acele etti. Bu bey Rusya’nın Orenburg beldesindendi. Babası orada küçük bir köyün mescidinde müezzinlik eder, civardaki açlıktan ölen müterakki, medeni Tatarcıkları yıkar, kefenler, gömer, böylece geçinip giderdi. Babası bir gün açlıktan ölünce öksüz kalan Kâmıran’ı yedinci defa Hicaz’a gitmek üzere olan katmerli bir hacı, yanına hizmetçi gibi aldı.
Bu adam da, İstanbul’da Türk hacılarına otel olan selatin camileri avlularından birinde mermerlerin, poyrazın tesiriyle hastalandı. Altı defa tahammül ettiği bu seyahat hayatına bu sefer dayanamadı. Öldü. Cennete gitti. Kâmıran’ın o vakit ismi “Cihan-yan” idi. Küçük Cihanyan aç kalınca dilenmeye başladı. Sonra onu zabıta bir şüphe üzerine tuttu. Darülacezeye koydu. Küçük Cihanyan gayet zekiydi. Tatar olduğuna inanılmayacak derecede güzeldi.
Orada bir kâtip, hâline acıdı. Darüşşafaka’ya naklettirdi. Orada bir muallim zekâsına hayran oldu. Meccanen Galatasaray’a geçirtti. Galatasaray’a gelirken Cihanyan kendi ismini değiştirdi. “Kâmıran” yaptı. O vakitten beri zekâsı sayesinde her şeyi buluyordu. Bilhassa en lazım olan iki şeyi: Para, iltimas…
“Ben Kara Tanburin ailesindenim!” dedi. “Fakat Prens Müzekki dö Civan gibi cetlerimi birer birer sayamam.”
Efruz Bey sordu:
“İsimlerini bilmiyor musunuz?”
“Biliyorum.”
“O hâlde?”
“Fakat o kadar çok ki… Saymak mümkün değil!”
“Demek son derece eski?”
“Son derece! On bin sene evvel…”
Efruz Bey tekrar sordu:
“Bundan on bin sene evvel mi?”
“Hayır.”
“Hicretten mi?”
“Hayır.”
“Milattan mı?”
“Hayır.”
“Tufandan mı?”
“Hayır.”
Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens dö Civan hayretle:
“Ya neden?” dedi.
“Hilkatten!”
“Hilkatten mi?”
“Evet hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde ‘Kutlu Yeşim Dağı’ üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyla gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlahî bir sevki tabii ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeye başladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi bir bu ala geyik vardı. Gezmek için bu ala geyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilahî, nasutî her ihtiyacını bu geyikte teskin etmeye başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşam üstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı işte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan ala geyik ile birleşti. Evlatlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedanı çoğaldı. Hükûmet teşkil etti. Bu aileye ‘Kara Tanburin’ denir ki bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagûlar, Timurlar, Selçuklar, hasılı ne kadar Şark hükümdarı varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi. Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabii bilmezsiniz!”
“O hâlde siz de prenssiniz?”
Kara Tanburin Bey güldü:
“Eğer tenezzül edersem, düşününüz.”
…
Hepsi düşünüyordu. Kâmıran padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavi bir aileye mensuptu. Allah’ın torunlarından biriydi.
Nermin Bey sükûtu ihlal etti:
“Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?”
“Hayır, yoktur. Vakıa Rusya’da bir iki kişi ‘Biz de Kara Tanburin ailesindeniz!’ iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.”
“Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?”
“Hayır, kimsem yoktur.”
Efruz Bey dayanamadı:
“Fakat evlenseniz… Kazara hayatınızda bir şey olursa semavi, ilahî bir aile kaybolacak…”
Diğerleri de ilave ettiler:
“Bu kadar eski, semavi bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet Kâbe’si kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.”
“İhtimal bu semavi ailenin fenasıyla beraber kıyamet kopacak.”
…
…
Kâmuran hepsini temin etti:
“Merak etmeyiniz…” dedi. “Ben kırk yaşına gelince evleneceğim. Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.”
“O niçin?” diye sordular.
“Kıymetimin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmasını istemem. Daima o aileden bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak, ancak o vakit…”
…
İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı.
Efruz Bey:
“Size bir unvan bulmak mümkün değil!” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
Hepsi tasdik etti. Prens, Ruva, Emperör… Bunlar nihayet dünyevi şeylerdi.
Nermin Bey:
“Eğer kabul ederseniz size ‘Semavi Prens’ diyelim.” teklifinde bulundu.
“Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyla.”
“Elbet.”
“Elbette…”
Prens Eternel dö Kara Tanburin!
Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Eternel’in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyat ile, dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülacezede, Darüşşafaka’da kendine, kendi kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayriihtiyari bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adam huzurunda sanırlardı. Hiçbir muayyen fikri yoktu. Bugün pan Türkist yarın poli Türkist… Döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de –hiçbir eseri olmadığı hâlde– sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının hepsiyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükûmetinin, hem Türkiye’nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasi düşünmek eziyetine katlanamayan zavallı nüfus memurlarımız ona “Osmanlı tabiiyetini haiz Müslim” diye nüfus kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı. İstanbul’un Ruslar tarafından alınacağına iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri –muvakkat olduğu için– kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir, fakat her gün, her dakika her saniye yalnız “asaleti” hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Bey’i tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu. İstanbul’da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar “Biz asiliz efendim!” iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder, siyasi dedikodulardan, son iktisadi dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi.
Hasılı tam bir salon adamıydı.
“ Yirmi sekiz yaşındayım!” derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi ki yalan mı samimi mi söylüyor anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.
Nermin Bey asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı.
“Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş!” dedi. “Fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cetlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.”
“Bununla beraber asilsiniz.”
“Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki bir kont…”
“Marki, marki…”
“Evet, marki.”
Nermin Bey:
“Pekâlâ, marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta Lokman Hekim’den beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim.”
Bu iddia biraz Efruz Bey’e dokundu:
“Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddi değil… Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?”
“Hayır.”
“O hâlde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir.”
Kıvırcık saçlarının arasına koyu batalomya renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf tasdik etti:
“Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz.”
Efruz Bey bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücuf ’a gayriihtiyari minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu.
“Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz!” dedi. “Evet siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıttınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.”
…
Zırtaf ’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihadı İs-lamla Arap İmparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısıma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyne nasıl girip çıkarsa, şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilatı mahsusalara, cemiyeti hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfellere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor; kumarda, sefahatte harcadığı paraların membaını, kimse değil, hatta kendi bile bilmiyordu.
“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini gizli bir kabileciktir. İddiası bütün Araplardan büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Silezya, Türkiye dahil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelüttarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaftır.”
Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semi hatırasıyla:
“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt.” dedi.
“Hayır efendim, Zırtaf! Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaftır! Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş. Hatta muallakatta bile telmih olumuş.”
Efruz Bey:
“Rica ederim bu şairane hikâyeyi anlatınız.” dedi.
“Peki anlatayım. Hicretten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Karnı biraz, biraz değil, epeyce şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimet yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı. Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı garbı birleştirecek, yeni dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki… Havan topu gibi patlayan bir sada ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti. Bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sucuf ‘secf ’in ‘cem’idir; setreler, örtüler demektir. İşte örtü gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu sada ‘Sücufüzzırtaf ’ diye evvela kendine, sonra ailesine ondan sonra beş yüz beş bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”
Efruz Bey:
“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi. Prens Eternel Kâmıran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:
“Pek bedii bir levha. Düşününüz. Çölde bir vaha.. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey, her şey uyuyor. Yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde. Birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir sada bütün bu sakin ufku dolduruyor ‘Zırrrrrt’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla kürei arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzuu olamaz.”
Vakanın şiiri, tabiatı hepsini teshir ediyordu. Zırtaf ’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar; oğuldan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis ne tabii bir sada hazır olduğunu söylüyorlar; bu tabii sesten ilahî bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Vagnerr bir Bethoven doğmasını temenni ediyorlardı. Prens Azizüssücufüzzırtaf ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.
Nermin Bey:
“Asaletmeaplar!” dedi. “ Vakit geçti, artık dağılsak…”
…
Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadı. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Serkli” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacak, şarkta da garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı –asillerin iddiasızlığından fırsat bularak– sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar.
“ Yarın Perapalasta.” diyorlardı. Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi misafirlerini ta kapıya kadar teşyi ediyordu.
Prens Zırtaf:
“Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim.” dedi.
“Emredersiniz Prens. Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf ’la kapının sağındaki salona döndü.
“Buyrunuz efendim?.”
…
Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:
“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.
Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü.
“Ne zararı var efendim?”
“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”
…
Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazeret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:
Der kostenlose Auszug ist beendet.