Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Unutulmaz»

Schriftart:

Nurhan İncir

1992 yılında İstanbul’da doğdu. Dumlupınar İlköğretim Okulu’ndan sonra Behçet Kemal Çağlar Anadolu Lisesi’nden mezun oldu. Sonrasında Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Bölümü’nü ve ardından ikinci kez üniversite sınavında Beykent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’ni kazandı.

Evli ve iki çocuk annesidir.

Birinci Bölüm
“Akşam Ne Yapacağım!”

Çocukların hepsi neşeli ve güzeldi. Oradan oraya koşturup duruyorlar, yorulmak bilmiyorlardı. Evlerin arasından güneş gülümsüyordu sanki onlara. Saatler sonra mahalle sessizdi. Neşesiz, perişan ve güneşsiz. Akşam olmuştu. Çocuklar ve mahalle güneşe veda edip çekilmişlerdi kendi dünyalarına. Bense bugün dışarı hiç çıkmamıştım. Evin balkonunda gün boyunca kitap okuyup çocukları seyretmiştim. Burası eski evlerle dolu, tedavi edilmesi gereken hastalıklı bir insan gibi onarılmayı bekleyen bir mahalleydi. İçeri girdim. Yorgundum, yatağa uzandım. Eşref’i düşünmeye başladım. Bugün hiç konuşmamıştık onunla. Saatler sonra bedenim, duygularım, düşüncelerim teslim etmişti kendini uykuya. Sabah olmuştu. Yataktan kalkıp elimi yüzümü yıkadım. Mutfağa gidip bir şeyler yedikten sonra üstümü giyip dışarı çıktım. Hava çok güzeldi. Okula gidiyordum. Yetimhanede büyümüş ve gerçek annemin babamın kim olduğunu bilmeden gelmiştim bu yaşıma. Muğla’ya üniversite okumak için gelmiştim. Edebiyat öğrencisiydim. Okula yarım saatlik mesafede olan bu mahallede kendime ev tutmuştum. Okuldan sonra çalışıyor, bir şekilde hayatımı sürdürmeye gayret ediyordum.

Bir el omzuma dokundu, irkildim. Eşref’ti bu. Her zamanki gibi tebessüm ediyordu. Bakışları beni hayata bağlıyordu sanki. Gözleri hayat doluydu. Sarıldık ve yürümeye devam ettik. Birdenbire önüme geçip, “Akşam diyorum, seni bizimkilerle tanıştırsam ne dersin?” dedi. Sesi hiç olmadığı kadar kararlıydı.

“Nasıl yani, hemen bu akşam mı?”

Yürümeye devam ettik.

“Evet bu akşam. Zaman çabuk geçiyor, eşyalar eskiyor, yenileniyor, telefonlar çalıyor, susuyor, insanlar doğuyor, hayat gidiyor. Artık tanışmalısın. Tamam, değil mi?”

Tebessümle cevap verdim:

“Tamam, geleceğim.”

Ben sevincini aşırı yaşayan, sevinç çığlıkları atan tez canlı biri değildim. Aksine durgun, sessiz, sevincini içinde yaşayan tiplerdendim. Bunda bana sunulan hayatın etkisi çok olsa gerek. Eşref’le birinci sınıfta tanışmıştık ve hâlâ arkadaşlığımız devam ediyor. Sevgiliyiz yani. Eşref benim için hayat demekti. Uzun boylu, esmer, buğday tenli her kızın ilgisini çekecek kadar çekici ve iyi biriydi. Bazen kendimi onun yanında kötü hissediyordum. Benim gibi içine kapanık biriyle gerçekten mutlu muydu? Daha neşeli, hayatın her şeyinden mutlu olan cıvıl cıvıl, hayat dolu bir kız yakışmaz mıydı yanına?

Okula geldiğimizde Eşref’le ayrıldık. O kendi bölümüne, mühendislik fakültesine doğru gitti. Bense kendi fakültemin önündeydim zaten. Sınıfa girdim, amfinin en arkasının bir ön sırasında oturan Hasret’i gördüm, yanına gittim. Çantamı yanıma koyup onu öptüm.

“Nasılsın?”

Yüzünde gülücükler dans ediyordu, göz kırptıktan sonra cevap verdi:

“İyiyim, sen nasılsın?”

“Ben de iyiyim. Eşref’le yürüdük okula kadar.”

Tek kaşını kaldırıp dudaklarını oynattı:

“Hım…”

Hasret sınıftaki tek sırdaşımdı. “Bu akşam Eşref beni ailesiyle tanıştırmak istiyor,” dediğimde gözleri açıldı:

“Ne ciddi misin? Kızım bu çok iyi bir haber. Hep konuşuyorduk ne zaman olacak diye. Burada ne işimiz var gidip hazırlan. Kıyafet bakalım, saçını başını yaptıralım.”

Dudaklarımı ısırıp parmaklarımla oynuyordum, yanaklarım allanmıştı. Utanmıştım sanki.

“Ya ben nasıl gideceğim, utanırım, ne giyeceğimi bile bilmiyorum. Ben bir anneye babaya nasıl davranılır bilmiyorum bile. Anne ve baba kavramları hep nefessiz kalmama neden olmuştur. Boğazım daralır, elim ayağıma dolaşır öylece kalırım olduğum yerde.”

“Tamam tamam telaşa gerek yok sakin ol. Utanılacak bir durum yok. Heyecan, endişe yapacak bir şey de yok bunda. Şimdi bir iki derse girelim, sonra eve gidip akşam için hazırlayalım seni. Hem ders boyunca düşün, kendini rahatlat. Endişenden kurtulmaya çalış. Bak burada da bir sürü arkadaşımız, var onlar da aynı şeyleri yaşamıştır ya da yaşayacaktır bir gün. Bu çok endişe edilip kaçınılacak bir durum değil.”

Hasret çok cesur, düşündüğünü hemen söyleyen, çekinme, utanma kaygıları olmayan tatlı, sempatik bir kızdı. Onunla birinci sınıftan beri dosttuk. Bir iki dersten sonra üniversiteden çıktık. Hasretlerin evine gidip kıyafet bakacaktık. Eve geldiğimizde Hasret ocağa çay suyu koydu. Sonra odaya geçip, gardırobun kapağını açıp kıyafetlere bakmaya başladık. Ben siyah ve koyu renklere bakıyordum her defasında. Hasret’se aksine açık renkleri gösteriyordu.

“Kızım yas mı tutuyorsun? Baktığın kıyafetlere bir bak, bir tane renk yok. Siyah, siyah, siyah, ya da siyahtan biraz beri gelen tonlardasın. Renksizlik içinde kaybolacaksın, yas tutmaya mı gidiyorsun yoksa sevdiğin insanın ailesiyle tanışmaya mı?”

Düşünceliydim, Hasret’in gözlerinin içine bakıp cevap verdim:

“Peki, tamam tamam. Hadi kırmızı, beyaz, mor, yeşil, ser bakalım şöyle.”

Memnun bir ifade yerleşti suratına.

“Heh işte bu ya, işte bu!”

Kırmızı, dizüstü, hafif göğüs dekolteli, askılı bir elbise dikkatimi çekmişti.

“Şu kırmızı elbise güzel olur gibi sanki.”

“Dene bir kuzum, bakalım nasıl olacak.”

Gözlerimin takıldığı elbiseyi elime aldım ve giydim. Odada duran boy aynasının karşısına geçtim ve kendimi seyrettim. Uzun, düz, sarı saçlarım boynumdan aşağı uzanıyordu. Beyaz tenime kırmızı elbise çok güzel yakışmıştı. Hasret dayanamadı:

“Gerçekten bravo arkadaşıma. Bu ne güzellik yahu, gözlerim kamaştı. Bak bir de gidip kendini siyahlara bürüyordun. Vazgeç iç karartıcı renklerden. Kendini hapsetme. Bırak geçmişini. Kendini renksizliğe mahkûm etme. Hep koyu renklerdesin. Rengârenk giyin.”

Ona içtenlikle sarıldım:

“Çok teşekkür ederim canım bir tanecik arkadaşım, dostum, her şeyim. İyi ki seni tanımışım. Bana her zaman moral veriyorsun, yanımda oluyorsun.”

Tam bu sırada mutfaktan sesler geliyordu. Çay suyu çoktan kaynamış, taşıyordu. Ufak bir çığlık kopardı Hasret:

“Eyvah çayı unuttum!”

Çay demlendikten sonra masaya oturduk. Hem çaylarımızı yudumluyor, hem sohbet ediyorduk. Hâlâ akşamı düşünüyordum, endişeliydim:

“Akşam ne yapacağım, nasıl davranacağım bilmiyorum. Sen biraz aklı ver bana.”

Hasret hâlâ tedirgin olduğumu görüyor, nasihat vermeye devam ediyordu. Bana çok değer verirdi. Aslında hakkımdaki her şeyi biliyordu. Nasıl bir çocukluk yaşadığımı, nasıl büyüdüğümü, nelere özlem duyduğumu ve bana sunulan hayatın izlerinin her ânıma yansıdığını bilirdi ama belli etmek istemezdi. Kolay kolay herkesin içinde ağlamazdım mesela ama ya yalnızken? Hasret, çoğu gece sabahlara kadar gözyaşlarıma şahitlik etmişti ve benim hiçbir hareketimi yadırgamazdı. Utangaç ve endişe dolu oluşum hep bu yüzdendi.

“Heyecan yapma, utanma, sakin olmaya çalış. Sevdiğin insanın ailesiyle tanışacaksın bu çok güzel bir şey. Kendini sıkma, aklına binbir soru yükleme. Sıfır düşünceyle çık yola.”

Tam bu sırada kapının kilit açma sesi duyuldu. Hasret’in annesi girdi içeri. Hasret’ler de buralıydı. Annesiyle burada yaşıyorlardı ve şansına oturduğu yerdeki okulda okuyordu. Annesiyle selamlaştıktan sonra Hasret’le vedalaşıp evime gittim. Aldığım kırmızı elbiseyi giydim, eve gelirken yaptırdığım saçlarımın bozulmaması için çok özen gösteriyordum. Tamamen hazır olduğumda camdan dışarıyı izliyordum. Bir araba evin önünde durdu. Bu, Eşref’ti. Aman Allah’ım, kalbim yerinden çıkacaktı sanki. Ben şimdiden böyleysem biz evlendiğimizde düşer bayılırdım herhalde. O zaman ne yapacaktım? Camdan kafamı çektim, odada duran aynaya son bir kez bakıp, çantamı alıp dışarı çıktım. Eşref, kıyafetime şöyle bir baktıktan sonra kafasını salladı:

“Hımm, bu ne güzellik prenses? Bilseydim böyle olacağını seni baloya götürürdüm.”

“Yaa dalga geçme!”

“Dalga geçmiyorum sevgilim, gerçekleri söylüyorum.”

Eşref arkadaşının arabasını almıştı. Arabada elimi tuttu, yanağıma bir öpücük kondurdu. Parlayan gözleriyle gözlerimin içine baktı ve “Seni seviyorum,” dedi. Bunu söylerken gözleri yıldız gibiydi sanki. Hiç bu kadar parlayan güzel gözler görmemiştim. Sol eli direksiyondaydı, sağ eliyle elimi tutup parmaklarını parmaklarıma geçirdi, ayrılmaz bir kördüğüm oluştu birleşen ellerimizde.

“Çok heyecanlısın, ellerin titriyor hissediyorum. Bu kadar heyecanlanacağını tahmin etmiyordum. İstersen başka bir gün gidelim.”

“Hayır gidelim, bugün olmazsa başka bir gün tanışacağım nasıl olsa. Hem heyecanımı yenmeliyim, hep böyle olamam. Gidelim sevgilim geri dönme.”

Arabada slow bir şarkı çalıyordu. Eşref arabayı az ilerde durdurdu. Çalan şarkıyı kapattı. Bana döndü, sağ eliyle çenemi tutup yanaştı ve öptü.

“Bak gerçekten gitmek zorunda değiliz, kendini hazır hissettiğin bir gün gidelim istersen düşün biraz.”

Kafamı iki yana sallayarak cevap verdim:

“Yo hayır gidelim, heyecanım azalıyor. Lütfen gidelim, artık tanışalım.”

Eşref arabayı ağır ağır sürüyor, bir yandan da bana bakıyordu arada. Heyecanım yavaş yavaş azalıyordu. Hem bu kadar heyecan yapmak Eşref’i de korkutacaktı. Tanışmada böyleysem ilerde nasıl olacağım? Akrabalarıyla tanıştırdığı zamanda da böyle olursam artık bıkar benden. Kim katlanabilir sürekli bu ruh halime? Derin bir nefes aldım, oturmaktan kırışan elbisemin eteklerini düzelttim. Eşref’e baktım kararlı gözlerle:

“Evet artık gerçekten hazırım. Heyecan falan kalmadı.”

Eşref bir kahkaha attı:

“Yalan söylemeyi beceremiyorsun yavrum sen. Şu an gerçekten hiç heyecanın yok mu?”

Boğazım gıcıklanmışçasına yutkundum birkaç saniye:

“Yok tabii ki. Al bak ellerime, titriyor mu? Peki ya kalbim, dinle bakalım atıyor mu hızlıca?”

Gerçekten de heyecanımın azaldığına karar vermişti Eşref:

“Tamam tamam inandım yavrum.”

Birkaç saniye sonra iki katlı, siyah bahçe kapısı olan evin önünde durduk. Eşreflerin evini daha önce görmüştüm ama ilk kez girecektim içeriye. Eşref arabayı durdurup indi. Derin bir nefes aldıktan sonra kapıyı açtım. Sağ bacağımı dışarıya atınca, Eşref ellerimden tuttu ve inmeme yardım etti. Arabadan inince bana sarıldı.

“Hazır mıyız sevgilim?”

“Evet sevgilim hazırız.”

Siyah kapının önünde iki üç basamaklı bir merdiven vardı. Eşref’le el ele çıktık basamakları. Evin zilini çaldığımızda kapıyı uzun boylu, kumral, güzel bir kadın açtı. Eşref sağ eliyle buyurun dercesine beni önden ağırladı eve. Sonra elini annesinin omzuna attı:

“Anne, işte aylardır bahsettiğim sevgilim Füsun.”

Eşref’in annesi Makbule Hanım bana sarılarak, “Hoş geldin kızım,” dedi.

Çekimserlikle cevap verdim:

“Hoş bulduk.”

Annesi yaşına rağmen bakımlı ve çok güzel bir kadındı. İnsanın dikkatini çekiyordu. Hep beraber kapının önünden oturma odasına doğru ilerledik. Koltuğa oturmadan etrafa göz gezdirerek annesine döndü Eşref:

“Babam nerede anne?”

“Sizin için balkonda balık pişiriyor oğlum. İlla ben yapacağım diye tutturdu, laf dinletemedim. Gelir şimdi, oturun siz, benim mutfakta az biraz işim var.”

Koltuğa oturduktan sonra etrafa göz gezdirdim:

“Eviniz çok güzel, eşyaların uyumu, renkler mutlu ediyor insanı.”

Eli ensesindeydi, boynunu okşadı birkaç saniye:

“Bizim evimiz de çok güzel olacak yavrum merak etme.”

Tebessüm ederek karşılık verdim. Balkon kapısının açılmasıyla elinde pişmiş balıklarla gözlüklü, beyaz saçlı, renkli gözlü bir adam girdi içeri. Elindekileri salonun ortasında duran masanın üzerine bıraktıktan sonra kafasını kaldırıp bize baktı:

“Hoş geldiniz gençler?”

“Hoş bulduk baba, sizi tanıştırayım, arkadaşım Füsun.”

“Tekrar hoş geldin kızım.”

“Hoş bulduk teşekkür ederim.”

Masanın üzerine bıraktığı, balıkların durduğu tabağı eline aldı:

“Siz oturun ben şunları mutfağa bırakıp geleceğim.”

“Tamam baba.”

Salonda Eşref’le yalnız kalmıştık. Aynı koltukta yan yana oturuyorduk. Bana döndü:

“Nasıl, sevdin mi onları?”

“Evet çok sevdim, çok güzel insanlar, kıymetli ve değerliler. Çok şanslısın.”

“Eminim öyleyimdir yavrum.”

O an kendi anne babamı düşündüm. Acaba hangisine daha çok benziyordum, yoksa ikisinden de eşit mi almıştım benzerliklerimi? Onlar nasıl insanlardı acaba? O an neredeydiler ve ne yapıyorlardı? Hangi şehirdeydiler, beraber mi ayrı mıydılar? Birden hafif bir kızgınlık belirdi içimde. Ne olursa olsun beni bırakmak için bir nedenleri olamazdı. Aklımdan binbir soru geçiriyordu. Cevaplarını bulamadığım sorularla uğraşırken Makbule Hanım ve eşi geldi salona. Hep beraber sofraya oturduk. Masa baştan aşağıya özenle hazırlanmıştı. Yemeğe başladığımızda Eşref’in babası Hulusi Bey okulumu sordu:

“Edebiyat okuyorsun değil mi kızım?”

“Evet edebiyat okuyorum, ikinci sınıftayım.”

“Dersler nasıl gidiyor?”

“Güzel gidiyor, çalışıyorum, hiç boş bırakmıyorum.”

“Aferin kızım, en doğrusunu yapıyorsun, tebrik ediyorum seni. Okuldan sonra da çalışıyorsun değil mi?”

“Evet, üniversitenin yakınlarında bir kütüphanede çalışıyorum.”

“Gerçekten seni yürekten tebrik ediyorum güzel kızım.”

“Teşekkür ederim.”

Ağzı yemekle dolu olan oğlunu işaret etti:

“Peki ya o, üzüyor mu seni?”

Eşref’e baktım, gülümsüyordum:

“Hayır üzmüyor.”

“Doğru söyle…”

“Gerçekten üzmüyor.”

“Üzerse gelip bana şikâyet edebilirsin, kulaklarını çekerim.”

Gülmeye başladım:

“Tamam söylerim.”

Ağzındaki lokmayı yuttuktan sonra eliyle ufak bir alkış patlattı Eşref:

“Bravo, ikili ittifak kurup beni tek başıma sahalarda oynatacaksınız. Anne bir şey desene sen de, sahip çıksana bana.”

“Aman oğlum sen aldırma babanın şakalarına.”

Eşine dönerek devam etti:

“Sen de rahat bırak çocukları, yemeklerini yesinler.”

İştahla yemeğine devam ediyordu babası. Tekrar bana döndü:

“Kızım, Eşref seni biraz anlattı bize. Seni üzecek bir şey sorarsam af buyur.”

“Yo hayır istediğinizi sorabilirsiniz, aklınızda kalacağına cevaplarım ben.”

“Anneni ve babanı hiç görmedin mi kızım sen?”

“Hayır hiç görmedim, ilkokul ve lise öğretimimi Bilecik’te tamamladım. Yurda teslim edildiğimde bir buçuk yaşlarındaymışım. Anne ve babam hakkında çok şey öğrenmek istedim ama tek bir bilgiye ulaşamadım. Yurtta büyüyüp aklım erene kadar çok görevli değişti. Hiçbirinin bilgisi yoktu beni bırakan kişiler hakkında. Sadece bana ait olan nüfus cüzdanı bilgilerim var. Adım Füsun, anne adım Nükhet.”

Makbule Hanım boğulurcasına öksürmeye başladı. Boğazında yemek kalmış olmalıydı. Zor şer su içerek kendine geldi. Gözlerinden yaşlar akana kadar öksürtmüştü boğazında kalan şey. O kendine geldiğinde anlatmaya devam ettim:

“Baba adım Salim, esas memleketim Manisa. Bilecik’e nasıl geldim, kim tarafından bırakıldım, annem babam kimler, şu an neredeler, ne yaparlar bilmiyorum.”

Derin bir konuya girdiğini anlayan adam ufak bir öksürüşle sesini düzeltti:

“Kusura bakma kızım, seni üzdüm.”

“Hayır böyle düşünmeyin, bu benim hayatım. İnsan hayatını anlatırken üzülür belki ama anlatmaktan kaçmamalı.”

Ortamı tekrar neşelendirmek için birkaç girişimde bulundu Makbule Hanım:

“E hadi herkes yemeğini yediğine göre çaylarımızı içelim değil mi?”

Sofrayı toplamaya Makbule Hanım’a yardım ettim. Bu sırada Eşref ve babası balkona çıkmışlardı. Eşref sigara içiyor, babası da gece lambalarının aydınlattığı sokağa bakıyordu. Çay sofrası kurulduğunda Makbule Hanım balkona gidip Eşref’le Hulusi Bey’i çağırdı içeriye:

“Haydi beyler çaylar hazır.”

Çikolatalı kek yapmıştı Makbule Hanım. Güzel olduğu kadar maharetliydi de. Boş yere o kadar heyecan ve endişeye kapılmıştım, çok alıştım bu aileye, çok sevdim. Daha önce huzuru ve mutluluğu böylesine hissetmemiştim. Benim içimde hep karlar yağardı, karları durdurduğum zaman yağmurlar devreye girerdi. Ama bu ev baştan aşağıya güneşle boyanmıştı. Dört bir yanı sıcacık, insanın içini ısıtan sapsarı bir güneşle.

Çay sofrasının etrafında yerlerimizi aldık. Çayımı yudumlarken Eşref şöyle bir bakış attı bana. Sarı saçlarımı toplamış, siyah bir tokayla tutturmuştum. Minik yüzümde mutluluk görmüştü, mutlu olduğumu hissetmişti. Eşref beni bir başka seviyordu. Ürkektim, doğaldım, kibar sayılırdım, onun dikkatini bunlar çekmişti. Tüm sınıf dersteyken ansızın içeri girmiş, tüm sınıfın önünde beni sevdiğini söylemişti. Sınıfın alkışlarıyla beraber utancından kafasını önüne eğip yanaklarının pembeliğini kimseye göstermemeye çalışan bu kızı hâlâ çok seviyordu. O günkü gibi hissediyordu. Eşref’in okulda son senesiydi. Üniversiteye iki sene geç başlamış, istediği bölüm için iki sene beklemişti. Yirmi beş yaşındaydı. Aramızda altı yaş vardı. Ben henüz ikinci sınıf öğrencisiydim.

Kolundaki saate baktı Eşref:

“Saat epey geç olmuş, biz kalkalım, Füsun’u eve bırakacağım.”

“Tamam oğlum,” dedi Hulusi Bey. Masadan kalkıp hep beraber kapıya doğru yürüdük. Vedalaşma vaktinde Makbule Hanım bana sarıldı:

“Artık tanıştık, sevdik birbirimizi, yine gel kızım.”

“Tamam, çok teşekkür ederim her şey için, ben de sizleri çok sevdim.”

“Rica ederim kızım ne yaptık ki? Hep beraber güzel bir yemek yedik. İlerde daha da güzel şeyler yaparız umarım.”

Hulusi Bey söze karıştı:

“Bundan sonraki balıkları senin elinden yiyeceğiz ona göre. Pişirme sırası sende.”

Hafifçe utanarak, “Peki tamam, bundan sonra bende,” dedim.

“Sakın ha unutmayasın balıkları.”

“Yok unutmayacağım, her şey için çok teşekkür ederim, elinize sağlık her şey çok güzeldi.”

Arabaya bindik. Elimi tutup bir öpücük kondurdu Eşref:

“Bak, heyecan ve panik yapacak bir şey yokmuş değil mi? Memnun kaldın mı her şeyden? Seni üzen bir konuşma olmadı değil mi?”

“Evet, o kadar heyecanı boş yere yapmışım. Ailen çok güzel, çok sıcak, samimi, içten. Çok sevdim aileni.”

“Onlar da seni sevdiler inan bana, hem artık onlar senin de ailen.”

Arabayı çalıştırıp yola devam ettik. Bu kez şarkı çalmıyordu. Eşref bana döndü:

“Bu sene okuldan mezun olup askerlik görevini de tamamladıktan sonra artık işimi yapmaya başlayacağım. Senin de okulun bittikten sonra evleniriz. Sen okulunu bitirene kadar ben tamamen mesleğimi elime almış olurum, oturacağımız evimizi geleceğimizi her şeyimizi bir düzene koyarım. Evlendikten sonra hiçbir sorunla uğraşmayız.”

“Tamam sevgilim.”

İçim burkuldu, Eşref askere gittiği zaman kaç ay görmeyecektim onu. Okulun ilk yarısıydı henüz ama zaman çabuk geçiyordu. Eşref’in askere gideceğini düşündükçe gözlerim doldu. Eşref üzüldüğümü fark etti:

“Yapma böyle sevgilim, daha kaç ay var, hem ben kısa dönem yapacağım biliyorsun. Diğer türlü olsaydı o zaman daha kötü olacaktı öyle düşün bir de.”

“Evet haklısın aslında.”

İçimdeki burukluğu yok etmişti, ona sarılıp öptüm. Arabanın hızını yavaşlatmıştı çünkü evimin sokağına giriyorduk. Evimin önünde durduk. Tekrar sarıldım ona, öptüm ve ardından indim arabadan. Hafifçe eğildim:

“İyi geceler sevgilim, bu akşam için sana çok teşekkür ederim, iyi ki gitmişiz.”

Avucumun içine öpücük kondurup sevdiğim adama yolladıktan sonra eve doğru yürüdüm. Çok yorulmuştum. Aslında çok iş yaptığım için ya da çok koşturmacalı bir gün yaşadığımdan değil. Heyecan ve sorular yormuştu bedenimi. Heyecan yapacak ne vardı sanki, boş yere telaşlanmışım. Ne kadar güzel bir ailesi vardı. Ciddi düşünen her insan ister birbirlerinin aileleriyle tanışmayı. Hem bu kadar huzurlu ve mutlu bir aileyle tanışmak her şeyden güzeldi. Daha da şanslı hissetmeliyim kendimi. Mutlu olmalıyım. Elbiseyi çıkarıp eşofmanlarımı giydim. Düz pembe terliklerimi ayağıma geçirip elimi yüzümü yıkadım. Kendime bir kahve yapıp balkona geçtim. Dışarısı karanlıktı. Mahalleyi aydınlatan sokak lambaları vardı. Mahallede tek bir çocuk bile yoktu, oysa gündüzleri tam tersi, mahalle cıvıltı içinde oynayan çocuklar ve yaşam izleri ile dolu olurdu. Ama akşam öyle değil, herkesin köşesine çekilip dinlenme vaktidir akşam. Benim hayatım da akşam gibidir. Karanlık ve siyah. Gündüz olduğunu hiç görmedim hayatımda. Annesiz ve babasız büyüyüp tek başına yaşamaya çalışmanın neresinde olabilir aydınlık. Eşref’in ailesine çok özendim. Kıskanmak değildi hissettiğim. Bedenimin aç olduğu bir sevgiyi başka yerlerde görüp yokluğunu hissetmenin verdiği bir sızıydı. Kıskanmak çok başka bir şeydi. Ben sadece özendim. Kıskanmadım.

“Bitmesi Gerekiyor”

Eşref’ten sonra hayatımda çok şey değişmişti. Hayatıma giren tek erkekti o. Bir babamın olmayışını da sindirebilmiştim bazen onun sayesinde. Onun bende yeri çok başkaydı, bambaşka. Üniversiteye gelene kadar hayatım kâbus gibiydi. Kendimi kitaplara, derslere vermiştim. Kurtuluşum kitaplardaydı. Evet o kitaplar sayesinde bir yere geldim ve burada kurtuluşumu buldum, Eşref’i.

Yurtta kaldığım zamanlarda bir arkadaşım vardı, Goncagül. Aklıma düşmüştü, kim bilir neredeydi. Onu bir aile alıp gitmişti. Umarım ismini tam manasıyla yaşıyordur. Gülüyordur, mutludur. Ben de ismimi yaşadım hep, Füsun’la, efsunla, hüzünle yoğruldum. Ama artık kendime başka güzel bir isim bulmak istiyordum. Kimsenin bilmediği, sadece kendi içimde yaşatacağım bir isim. Birkaç saniye gözlerimi kapatıp düşündüm. Kendime Ala ismini koydum. Bundan böyle sadece benim bildiğim, içimde yaşayan bir Ala kız olacaktı. Anlamı gibi rengârenk olacaktı, çok renkli. Hiç kimse bilmeyecekti bu adımı.

Üniversiteye geldiğimde kendimi çok yalnız hissediyordum. Okula kayıt olmaya gelirken Bilecik’te liseden arkadaşımın ailesi bana yardım etti. Bu evi bulmama, tutmama. Ben burada işe girene kadar bana maddi açıdan çok yardım ettiler. Sağ olsunlar onlar da iyi insanlardı. En başlarda çok zor alıştım bu hayata. Alışmamda arkadaşım Hasret’in etkisi çok büyüktür ve tabii ki Eşref’in de. Okuldan sonra kütüphanede çalışmak beni yoruyor ama çalışmak zorundayım.

Sabah, güneşin hâkim olduğu, insanlara huzur vermeye gayret eden bir havayla aydınlanmıştı gece. Hava güzeldi. Dışarıdaki sesler, koşuşturmacalar, çalışan, duran arabalar. Yataktan kalktım ama boynum tutulmuştu. Saçlarımı atkuyruğu yaptım, aynaya bakıp kendime gülümsedim. Okula gitmem ve Hasret’ten aldığım elbiseyi de ona geri vermem gerekiyordu. Kahvaltımı yaptım, kapıları kilitleyip evden çıktım.

Hem yürüyor hem de geçen akşamı düşünüyordum. Hasret şimdi tonla soru hazırlamıştır bana, her şeyi ayrıntısına kadar sorar. Okulun bahçesine girdim. Fakülteye doğru yürüyordum. Etrafıma bakınıyordum ama Hasret gözükmüyordu. İçeri girip sınıfa çıktım. Sınıfta da yoktu. Daha gelmemiş. Fakültenin kapısına geri dönüp, içecek dolabına bozuk para atıp soğuk bir şey aldım, bahçedeki banka oturdum. Tam o sırada Hasret’in yanıma doğru geldiğini gördüm.

“Müstakbel gelin Füsun Hanım günaydınlar.”

Tepede duran güneş suratına vuruyordu, gözlerini kısmış bana bakıyordu.

“Sana da günaydın Hasret Hanım, sınıfa girelim de orada konuşalım. Ders başlamak üzere kaçırmayalım.”

Hasret’in sesi her zamanki gibi neşeliydi.

“Tamam hadi girelim o zaman sınıfa.”

Sınıfın kapısı kapalıydı. Kapıyı açıp arka sıraya doğru yürüdük. Hasret’in gözleri yanıyordu, geçen gece çok geç uyumuş, sabaha kadar film izlemişti. En arka sıraya oturduk. Çantalarımızı oturduğumuz sıranın yanına iliştirdik. Kitaplarımızı çıkarıp masanın üzerine koyduk. Hasret’in gözleri uyumak istiyordu ama o aldırış etmiyordu. Çantasından çıkardığı sudan avucunun içine biraz alarak yüzüne serpiştirdi. Kalan suyu masanın üzerine bırakarak bana döndü:

“Ben de bir kere erkek arkadaşımın ailesiyle tanışmıştım ama hiç böyle değildim, hâlâ anlatmayacak mısın?”

Neşeli sesinde bu kez sitemkâr bir ifade vardı.

“Tamam tamam anlatıyorum. Heyecanım ve telaşım gerçekten yersizmiş. Bunu anladım. Neredeyse kalbim yerinden çıkacaktı gitmeden önce ama gittikten sonra ortamı çok sevdim. Eşref’in aile ortamı gerçekten çok huzurlu. En başta çok heyecanlıydım ama zaman ilerledikçe geçti. Ailesi çok saygıdeğer, sevecen, sıcak ve cana yakın bir aile. Çok güzel karşıladılar ve ağırladılar beni. Annesi çok güzel bir kadın, çok asil duruyor. Etkileyici bir vücut diline sahip. Babası da renkli gözlü, beyaz saçlı çok iyi bir adam. Esprili, sohbeti hoş bir adam. Saatlerce konuşsa insanın canını sıkmaz sohbeti. Çok anlayışlılar, sevdim, çok mutlu oldum gittiğim için hâlâ da çok mutluyum.”

“Başka neler konuştunuz? Seni sevdiler mi?”

Hasret’e baktım:

“Anlatıyorum ya zaten dinlemiyor musun?”

“Ya hayır kuzu sabaha kadar film izledim, çok uykusuzum gözlerim yanıyor, o yüzden algı sorunu yaşıyorum sen anlat.”

“Aferin, çok iyi yapmışsın sabaha kadar film izlemekle.”

“Ya ama çok güzeldi bırakamadım.”

“Eve gidince uyu, ben de Eşref’le hiç konuşmadım bugün. Okulun çıkışında işe gitmeden önce buluşacağız. Anladığım kadarıyla beni sevdiler ama kesin olarak Eşref’le konuştuktan sonra anlaşılır.”

Hoca ders anlatıyor, bizse muhabbet ediyorduk. Biraz sonra ders sona erdi ve okulun dışına kadar Hasret’le yürüdük. O eve gitti, bense Eşref’i bekliyordum. Nihayet gelmişti ama morali bozuk gibiydi sanki. Bakışlarımı yere düşürdüm, yaslandığım duvardan doğruldum.

“İyi misin?”

“Evet, sen iyi misin?”

“İyiyim ben de. Hiç konuşmadık bugün annen baban ne dediler hakkımızda?”

Suratı düşmüştü, eliyle çenesiyle oynadı:

“İstersen bir yerde oturalım konuşalım, böyle ayaküstü olamayacak.”

Kötü bir şeyler olduğunu tahmin etmiştim:

“Tamam olur, oturalım.”

Yan yana yürüyorduk. Moralim bozulmuştu, içimden kimsenin duyamayacağı şekilde konuşuyordum. Yüreğimdeki ışıklar sönüyordu. Beni istememiş olabilirler, peki o zaman dün neden o kadar sıcak davrandılar? Belki de Eşref’i benim yanımda rencide etmemek için öyle davrandılar. Ben de kendimi kaptırdım. Ailesinin, anne babasının kim olduğunu bile bilmeyen birini istemezlerdi herhalde. Beni tekrar davet etmeleri de Eşref’in hatırı için miydi? Mutluluklarım neden bir külah dondurma kadar kısa. Mutluluklarım an meselesi. Bir varlar bir yoklar. Bir külah dondurma da eridi yok oldu. O kadar sevinmiştim oysa. Bana kendi ailem bile sahip çıkmazken bir başkası neden istesin, bunu hiç düşünmemiştim.

Hiç konuşmadan, öğrencilerin çok sık gittiği, okulun karşı caddesindeki kafeye doğru ilerledik. Kafenin üst katına çıkıp caddeye bakan masaya oturduk. “Evet,” dedim, “konuşalım şimdi dinliyorum seni.”

“Her şey değişti,” dedi. İki eliyle oynuyordu. “Ailem…” dedi ve sustu. Derin bir nefes aldıktan sonra gözlerime baktı. “Olmayacak Füsun. Seni daha fazla üzmek istemiyorum.” Arkasına yaslandı:

“Beni çok iyi dinlemeni istiyorum. Belki önceden her şey çok güzeldi ama şu an değil. Yani dün geceden sonra her şey tamamen değişti. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bitmesi gerekiyor. Sana ailemin dediklerinin hepsini anlatıp daha da üzmek istemiyorum. Sadece bitmesi gerekiyor.”

Dişlerimle dudaklarımın içini, yanak boşluğumu ısırıyordum, bir yandan da masanın altındaki ellerimi ovuşturuyor, parmaklarımı birbirine geçiriyor, çekiştiriyor, acıtıyordum. Kalbimin acısının gün yüzüne çıkmasını istemiyordum. Kendimi çok kötü ve gururuyla oynanmış hissediyordum. Ağzımın içinde kan tadı hissettim. Isırmaktan etlerim kanamıştı. Ağzımdan tek kelime çıkmıyordu, çıkamıyordu. Akşamki mutlu aile tablosu, yerini eşini kaybetmiş ve başında bekleyen, çırpınan bir kuşunki gibi acı tablosuna devretmişti. Kendimi çok zor tutuyordum. En sonunda gözlerimden iki damla düştü çekiştirip durduğum parmaklarımın üstüne. Kendimi toparlayıp hiçbir şey demeden masadan kalktım. Çantamı eline aldım ve tam o sırada alkış sesleri koptu kafede. Bütün kafe müzikle ve çığlıklarla inliyordu. Bu neyin nesiydi böyle? Eşref yerinden kalkıp bana sarıldı. Herkesin içinde beni öptükten sonra yerden kaldırıp kucağına aldı. Etrafında döndürmeye başladı. Dönerken Hasret’i gördüm. Neler oluyor, Hasret eve gitmemiş miydi? Başım çok kötü döndü. Kötü olduğumu fark eden Eşref beni döndürmeyi bıraktı. Masaya geri oturdum. Dönen başımı durdurmak için elimi alnıma dayadım. Dirseğimi masaya yasladım. Gözlerimi kapattım. Çekiştirmekten kızaran ellerimi fark etti Eşref. Kendisine lanet etti. Lanet kelimesini hiç kullanmazdı ama ilk defa kendisine lanet etti. Böyle saçma bir şaka yaptığı için. Buraya kadar gelmeden son vermeliydi ya da hiç yapmamalıydı. Yüreğinin çok acıdığını hissetmişti. Zaten kalbim çok yaralıydı. Bir de anlamsız bir şakayla beni ne hale sokmuştu. Arkasına dönüp el işaretiyle kafedeki zımbırtının sesini durdurdu. Kendisine en ağır hakaretleri yapsa az bile kalırdı. Yavaşça ve suçunu bilir bir mahcuplukla oturdu karşımdaki sandalyeye. Hasret de şakanın sonucundan hiç hoşlanmamıştı. Beni bu derece üzen bir şakanın içinde yer aldığı için kızdı kendine. Hasret de üçüncü sandalyeyi çekip oturdu sessizce. Yavaşça omzuma dokundu:

“Özür dilerim. Şaka yapmak istemiştik ama çok ileri gittik galiba. Seni bu kadar üzen anlamsız bir şaka yaptığımız için özür dilerim.”

Üçümüz de masada oturuyorduk. Önce Hasret’e, ardından Eşref’e baktım, bir şey demedim. Eşref o kadar pişmandı ki sevdiği kızı bu kadar üzdüğü için, ağzından laf çıkmıyordu. Boğazına bir şey takılmıştı konuşmasını engelleyen. Sadece dışarı bakıyordu. Hasret Eşref’in de gözlerinin dolduğunu fark etti. Durumu toparlamanın kendisine düştüğünü anladı. Yutkunduktan sonra, bana tekrar döndü:

“Seni çok üzdük gerçekten ama amacımız sana şaka yapmak ve ardından seni sevindirecek bir şey yapmaktı. Ama yapamadık, bırakılması gereken yerde durmadı, devam etti ve senin canını çok yaktık. Bunu görebiliyorum. Ufak dediğimiz bir şakanın böyle olabileceğini görebilseydik böyle bir şeyi yapmazdık. Bizi affet.”

Olayın şaşkınlığını üstümden attıktan sonra arkadaşımın ve sevdiğim adamın yapmak istediği şeyi anladım ve üzüldüklerini de. Arkadaşıma döndüm, yüreğimdeki acı soğumuştu:

“Tamam, bir şey demedim ama böyle bir şakayı kaldırabilecek biri değilim ben. Şu an çok mutluyum, şaka olduğunu öğrenmek bile yeter, unutturur geçen dakikaları.”

“Tamam, tekrar özür dilerim kuzum.”

“Tamam, geçti artık özür dilenecek bir şey yok, unut gitsin.”

Hasret, gözleriyle Eşref’i işaret etti. Eşref’in de çok üzüldüğünü biliyordum. Hasret bizi yalnız bırakmak istedi. Mahcup bir surat ifadesiyle bize baktı:

“Ben gidiyorum kuzum. Görüşürüz.”

“Tamam, dikkatli git.”

Eşref’in yanındaki sandalyeye oturdum. Kafamı eğdim ve onun gözlerine baktım. İki damla, gözlerinden düşmemek için birbiriyle kenetlenmişti adeta. Elimle suratını doğrulttum hafifçe:

“Bırak aksınlar, tutma.”

Gözlerini kapattığında pişmanlıktan yumruk yaptığı ellerinin üstüne düştü o iki damla yaş. Çantamdan çıkardığım mendille sevdiğim adamın gözlerini sildim:

“Bana yapmış olduğun şaka için çok teşekkür ederim sevgilim, çok üzdün ama ikimiz de birbirimizin değerini anladık. Sen beni üzmenin ne demek olduğunu, ben sensizliğin ne demek olacağını. İkimizin de hissettiği şey aynıydı. İki damla yaş.”

€1,09