İntibah

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
İntibah
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Namık Kemal, 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu. Asıl adı Mehmed Kemal’dir. Namık adını ona şair Eşref Paşa vermiştir. Çocukluğunu Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 1863’te Babıali Tercüme Odasına kâtip olarak girdi. Bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanıştı. 1865’te İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükûmeti eleştiren yazılar yazdı. Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı Muhbir gazetesinde yazmaya başladı. 1868’de Hürriyet adında başka bir gazete çıkardı. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de İbret gazetesini kiraladı. Burada çıkan bir yazısı üzerine, dört ay süreyle kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı Vatan Yahut Silistre oyunu sahnelendiğinde olaylara neden oldu. Namık Kemal, birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi. 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. II. Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı kapatması üzerine tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu, Bolayır’da gömüldü.

Tiyatro türüne özellikle önem veren Namık Kemal, altı oyun yazmıştır. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre yalnız ülke için değil, Avrupa’da da ilgi uyandırmış ve beş dile çevrilmiştir. Celaleddin Harzemşah, Namık Kemal’in en beğendiği yapıtı olarak bilinir. Bu eserde Namık Kemal, İslam birliği düşüncesini kapsamlı bir biçimde sergilemiştir. Namık Kemal’in ilk romanı olan İntibah, 1876’da yayımlanmıştır. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılabilir.

Eserleri: Vatan Yahut Silistre, Zavallı Çocuk, Akif Bey, Celaleddin Harzemşah, Kara Belâ, İntibah, Cezmi, Tahrib-i Harâbât, Takip, Renan Müdafaanamesi, İrfan Paşa’ya Mektup, Mukaddeme-i Celal, Devr-i İstila, Barika-i Zafer, Evrak-ı Perişan, Kanije, Silistre Muhasarası, Osmanlı Tarihi, Büyük İslam Tarihi.

“SON PİŞMANLIK”IN MUKADDİMESİ

Şu kitabın tahririne başlanıldığı sırada Edebiyat-ı Osmaniyye’ye dair Hakayik’te,1 Ceride-i Havadis’te2 birkaç makale görüldü.

Reşat imzasıyla Hakayik’te neşrolunan varakaya tamamiyle aynı fikirde olduğumuzu şu eser-i âcizanemin tarzi tertip ve şıve-i ifadesi göstereceğinden o hususca sözü uzatmaya lüzum görmeyiz.

(Meram anlayalım: Gerek o Reşat imzalı zatın –ki şahsı bizce meçhuldür– gerek bizim itiraz etmiş olduğumuz edebiyat sırf kendi lisanımıza aittir; yoksa Arabinin asar-i edebiyece dünyada en zengin, en mükemmel lisanlardan olduğunu ve Fariside pek güzel, pek makbul eserler bulunduğunu asar-i Şarkiye ile tevaggulü [çok uğraşmış] olanlardan hiçbir sahib-i temyiz inkâr edemez. Ama Türkçemizin âsar-i edebiyesine ta’riz etmeye hakkımız var mıdır, yok mudur? Aşağıda ufacık bir bahsedelim de ona göre hük’molunsun.)

Şimdi, Reşat imzasıyla Hakayik’e bent veren zatta Abdi imzasıyla mukabele eden sahib-i kalem tarz-i, eski yolda yazılan asarımızın müdafaasına kendinde iktidar görmüş iken ona dair yazdığı makalenin baş tarafında şu yolda istimali tasavvur olunan sükûtun dermandegî ve acze hamflolunmak ihtimali silsile cümban-i hamiyet ve gayret olarak, diyor.

Eğer edebiyatın letafeti bu ise vazgeçtik; şu on üçüncü (on dokuzuncu) asr-i hikmet içinde Osmanlı zürefasına, öyle zincirleme tabirlerle zincirli gayret gibi mazmunların lüzumu yok.

Gene Abdi namında olan sahib-i kalem, o makalesinde tiyatroyu Şiilerin muharremde3 icra edegeldikleri mateme teşbih etmiş! Acaba Hakayik’i mütalaa eden eshab-i fikir, bu tasavvura ne demiş olsa gerek? Şüphe yok ki “Bu zat ya tiyatro görmemiş ya muharremde Valide Hanı’na4 gitmemiş.” diyecekler. Çünkü tiyatro denilen timsal-i edebi, matem dedikleri taklid-i Acemaneye benzetmenin badelmüşahede [gördükten sonra], imkânı hiç kimse için kabil olamaz.

Gene bu zat, tiyatronun kendi zannı gibi ise lisan-i Osmani’de daha güzel yapılabileceğini iddia ediyor. Eğer efendinin başka lisana vukufu olsaydı, bu davada bulunmazdı. Lisan, öyle taş kovuğunda yetişen incir ağaçları gibi kendi kendine kemal bulmaz. Asırlarca terbiye-i-efkâra hizmet için kendini vermiş birçok edip, hakîm lazımdır ki bir lisanın intizamına, zenginliğine imkân hasıl olabilsin.

Arabi, dünyada en müntehap lisandır. Fakat o lisanın ehlinden, şimdi dünyada mevcut olan insan adedince allameler, fazıllar, hakîmler, müellifler, şairler, edipler, hatipler zuhur etmiş ve bahusus en kısa bir suresi fesahat ve belagatte sihr-aferinan-i cihanı i’caza kâfi olan Kur’an-ı Kerim gibi bir teyid-i ilahiye mazhar olmuş.

Farisî, milel-i mütemeddineye kendini beğendiriyor. Lakin onda Şehnameler5, Hamseler6, Mesneviler7 var;

Nasîr-i Tusî8 gibi, Sadi9 gibi, Feyzi-i Hindî10 gibi, Cami11 gibi hükemanın, urefanın, üdebanın, zurefanın asarı var.

 

Biz bunlardan neye malikiz ki temeddünle meşhur olan Avrupalılardan edebiyatta daha güzel eserler meydana getirmeye muktedir olalım?

O Abdi imzalı zat her kim ise oynanması ve hiç olmazsa dinlenmesi kabil olmak şartıyla yani içinde olan kelimelerinin umumunu oynayanların, dinleyenlerin anlayacağı surette manzum ve hatta mensur iki perdeli bir tiyatro meydana getirsinler. O zaman, kendilerini muterizleri bulunan Reşat Bey’in yahut efendinin değil, benim değil, umumen Osmanlı eshab-i kaleminin üstad-i hüneri, lisanımızın mucid-i edebi olan birkaç zat idadına idhal etmek vezaifimizden addolunur. Yoksa öyle hamiyet ve gayrette zincir tasavvur edenlere, tiyatroyu muharrem matemine teşbih eyleyenlere, diğer bir bentte ilmin intişarını fesad-i âleme bais göstermeye çalışanlara göre kalemini “lisan-i mu’cez beyan-i hame” terkib-i Acemane ve Acemiyanesiyle tavsif etmek üdeba beyninde –hangi manasıyla olursa olsun– makbul olacak hâllerden değildir zannederim.

(Bir istitrat daha yapmaya mecbur olduk. Bahsettiğim; edebiyat-i Arap, şarkça Asr-i Cahiliyet’ten12 Mu’tasım-i Abbasî13 zamanına ve garpçe Endülüs’ün inkırazı vaktine kadar yazılan şeylerden ibarettir. Yoksa şimdi Mısır’da, Tunus’ta, ötede beride söylenilen birtakım kasideler, figanlar bihakkın Arap edebiyatından madut olamaz.

Benim bahsettiğim asar-i cehle mesela Mütenebbi’nin14, yahut Ebül’ula’nın15 beyitleri gibi âlimane, âlîcenabane ve hakimane sözlerdir; şimdiki dalkavuk müdahaleleri değil.)16

Gazetelerde bu mübahase üzerine bir varaka daha görüldü ki güya, iki tarafın reyini tevfika çalışır da ahlakımızın tehzibini Ahlak-i Alaî17 ve Makamat-i Harirî18 yolunda birtakım kitapların teksir ve tercümesine talik ettikten sonra, şimdi yazılan hikâyattan ahlak-i millîyece bir hizmet husulü memul olmadığını söyler. Hâlbuki Ahlak-i Alaî kadar ciddî bir kitabı –velev ne kadar lisan-i avamda yazılmış olursa olsun– okuyup ondan istifade etmek zaten terbiye görmüş adamların icarıdır.

Makamat-i Hariri ise bilakis ahlakı ifsat eder. (Ebu Zeyyid-i Sürucî’nin, kadı huzurunda, zevcesiyle geçen muhaveresi okunsun.)

Bu zat varakasında: “Zamanımızda hikâyeler mi ahlaka hizmet edecek?” diye soruyor.

Evet, onlar hizmet edecek! İnsan öyle kuru kuruya mev’iza dinlemeye kani olmuyor, eğlenerek istifade etmek istiyor. Ne yapalım? Tabiat-i âlemi değiştirmek elimizden gelir mi?

İtikad-i âcizaneme kalırsa hikâye hakikaten insanlar arasında nail olduğu itibara layıktır. İnsan, eğlencesinde de fayda görecek birtakım nasayih bulursa zarar mı etmiş olur?

Ahlak-i Alaî’den terbiye görmek hapiste ıslah-i nefs etmeye, Télémaque19 gibi hikâyattan bir şey istifade etmek ise bir muntazam bahçede ders okumaya benzer. Mahpuslarda, zindanlarda kaç kişi ıslah-i nefs edebiliyor? Muntazam bahçeli mekteplerden ne kadar erbab-i daniş çıkıyor?

Ahlak-i Alaî’yi milletimize edebiyatça nümune-i edebiyat addeden zatın tabiatını bilemem fakat ben o kitabı havi olduğu birçok efkâr-i hikemiyeyi takdir ile beraber mütalaa etmekten ise mütalaası için lazım olan vakit kadar mahpusta kalmayı tercih ederim. Bildiğim eshab-i kalemin hangisine sordumsa onlar da bu reyimi tasvip ettiler.

İşte eğlenceyi dahi bir medar-i istifada etmek mütalaasına mebnidir ki Hintliler, İbraniler, Yunaniler, Romalılar, Araplar, Acemler, Avrupalılar daima hakimane nasihatleri şathiyat kabilinden birtakım hikâyeler içinde setredegelmişlerdir.

Hatta Hint’ten Garp’a geçmiş bir hikâyedir ki: Hakikat bir kız imiş. Fakat çıplak gezermiş, nereye gittiyse kabul etmemişler, nihayet bir kuyuda saklanmaya mecbur olmuş. Hikâye ise dişleri dökülmüş, suratı buruşmuş, elleri çolak, ayakları paytak, beli kambur, ağzı kokar, burnu akar bir kocakarı imiş. Lakin yüzünü düzgünler, eğreti dişler, vücudunu gayet ziynetli libaslarla tezyin ettiğinden, daima görenlerin makbulü olurmuş. Akibet, Hakikat’e bir gün kuyuda rast gelmiş, kendi elbise vesair tezyinatını vermiş, ondan sonra Hakikat’de gittiği yerde kabul olunmaya başlamış. Elimizde Hümayunname var, Fakihetül’hulefa var, Elfül Leyli Velleyle var, Gülistan var, Bostan var, Hadika-i Senaî var, Yahya’nın Mihr ü Hüma’sı var, Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u var, Galip’in Hüsn ü Aşk’ı var; hasılı var, var. Bunlardan ne zarar gördük ki tehzib-i ahlak için Alaî’yi, Makamat’ı filanı okumaya icbar-i nefs edelim? Şeyh Galip merhum ne güzel demiş:

 
Nush ise eğer budur mezaki
Dünya fani ahiret baki
Olsa ne kadar harab ü mağşuş
Yoktur bunu bir işitmedik gûş.
 

Edebiyat-i Osmaniye’nin böyle istişhada layık asarı da var fakat nadirdir.

Ayetle, hadisle müsbet olduğu üzere mükevvenat ezvaç olarak yaratıldığından, tabiat-i âlem fıtratan muhabbetle mecbuldür. Binaenaleyh insanın aşka meyli her şeyden ziyade görülür. Bu sebepten dolayı hikâyelerin, tiyatrolarla havi olduğu hisse-i hikmeti ekseriyet üzere aşka dair olan birçok kıssa içinde setreder… Onun için biz de şu eser-i âcizanenin havi olduğu bikr-i hayali bir hikâye-i muhayyele ile yaşmaklamak istedik.

Bundan başka hikâye yazmakta bir vazife daha vardır. O da muhatabını ıslah etmek veya eğlendirmek için münasebetli münasebetsiz, akla ağıza ne gelirse söylemek, tarz-i kudemapesendanesini terk ile tabiat-i beşeriyenin tahliline çalışmaktır.

Vicdan-i beşerdeki serair-i kalbin en gizli köşelerine nazar taalluk etmedikçe bulmak muhaldir. Serair-i kalbiye bilinmedikçe bir adama söylenilen sözleri teessür ettirmek ise bütün bütün adîmü’lihtimaldir. Çünkü fikir her ne tasavvur ederse bir kere zihnindeki mahfuzat ve gönlündeki teessürata tatbik eder. Benzerse kabul eyler, benzemezse etmez. Bir-iki asırdan beri, hususiyle zamanımızda Avrupalılar ahval-i kalbiyeyi teşrih etmekte bir meharet-i fevkalade izhar ederek gerek tiyatro gerek hikâyeyi, edebiyatın en büyük kısımları adadına idhal ettiler. Hatta Fransız lisanında hikâyeye “roman” derler. Vüs’at-i hayal ve garabet-i tasavvur cihetini haiz olan asara “romantique” tâbir olunur ki; Shakespeare gibi, Walter Scott gibi, Schiller gibi, Lord Byron gibi, Victor Hugo gibi, Alfred de Musset gibi her kitapları iki-üç yılda bir kere, iki-üç yüz bin nüsha basılmakta olan eazim-i üdebanın kendi lisanlarınca ihtira ettikleri, ilerlettikleri tarz-i hastır.

Kuvvei-i hayal, Şark’ta bittabi Garp’a galip olduğundan ve Avrupalılar –her fende olduğu gibi– edebiyatta dahi Hint’in, Yunan’ın, Arap’ın, Acem’in mukallidi bulunduğundan bu tarz-i hassın mucidi olmak şerefi dahi, bizim ecdadımıza kalır. Şu kadar var ki Avrupalılar taklit ederken bir şeyin hakikaten taklide şayan olan yerlerini ediyorlar. İşte o kabilden olarak kendilerine bir nümune-i edep bulmak için Arap’ın, Acem’in vesair elsine-i kadîmenin asar-i muteberesini tercüme etmişler. Mantık ve adaba mutabık gördükleri yerlerini misal-i imtisal etmişler, içlerinde akıldan hariç mübalağa, hiçbir şeye benzemez teşbih görmüşler ise ona ittiba etmemişler, cinas-i lafzi gibi zevzeklikleri de makbul tutmamışlar. Ona binaen biz daima Avrupa lisanlarının edebiyatça gerek intihap ettikleri kavaid-i külliyeye gerek ihtiyar eyledikleri tarz-i taklide tabi olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü gerek o kavaid-i külliye gerek o tarz-i taklit Avrupa’nın evham-i heveskârîsinden çıkma birtakım hayalat değil; sırf hakikat ve tamamiyle sevk-i tabiattır. Onlar nasıl Arap’ın veya Acem’in yollu tasavvurat-i şairane ve hakimanesini şevk ve haz ile kabul ederek lisanlarında bu türlü şeylerin tercüme ve taklidiyle bir vüs’at-i efkâr ve kuvve-i tahayyül hasıl etmişler ise biz dahi onların “tercümeleri mesela Ekrem Bey gibi bazı üdebamızın neşriyatında görülen” birtakım asar-i nefîselerine taklit eder ve Şark ve Garp’in fikr-i kemal ve bikr-i hayalini izdivaç ettirmeye çalışınız.

Mesleğimizin istikametini göstermeye ise meşhut olan rağbet-i umumiye kifayet eder.

Huz mâ safa da’ mâ keder.

 
Gel, ey fasl-i baharan mâye’-i arâm ü hâbımsım
Enis-i hatırım, kâm-i dil-i pür ıstırabımsın 20
 

Bahar günleri, bu köhne cihanın suph-i safa-yi nevcivanisidir. Bahar erişince toprağın her tarafı baştan ayağa taravet kesilerek Yuhyil’arzi bade… mevtiha sırrı aşikâr olur. O kuru kuru ağaçlar –mahşere tesadüf etmiş kemikler gibi– yeniden can bulmaya başlar. Bir hâlde ki: Taravetlerine dikkat olunsa nazar-i ibretle vücutlarına serapây eden hayatı görmek kabildir.

 

Bir hâlde ki: En küçüğündeki gelişmeye bakılsa âlemin her zerresinde bir ruh tecelli ediyor zannolunur.

Bir hâlde ki: Sahranın her tarafına tecessüm etmiş zevki ruhanî belki ruh bulmuş safay-i cismanî denilse mübalağa edilmemiş olur.

Nevbaharın en büyük bir bediası –mebzuliyet ve melufiyet cihetleriyle gayet hakir gördüğümüz– çemenlerdir. Dünyada renklerin hadd-i itidali olan yeşilden tatlı renk mi olur? Bahar mevsiminde ise gûya ki ruy-i arzın her zerresi yeşillenir.

(Hatta kendini insan zanneden ve hakikat aranılırsa nebattan farkları bil-ihtiyar tahvil-i makama iktidardan ibaret olan birtakım beylerimiz de ötede beride rast geldikleri hanımlarla yeşillenmeye çalışır.)

Hele bir kere çemenler açıklı koyulu renkleriyle toprağı ihata etmeye, bir kere ebr-i baharın in’itafı çemenzar üzerinde mevceler, hareler teşkil eylemeye, bir kere sahranın ötesinde berisinde yığın yığın beyaz çiçekler açılmaya başlar mı; bir kere derya hafif hafif dalgalanmaya, bir kere nesim-i ahesterevane güzariyle suyun yüzünde bir cebîn-i safa nazireler yaparcasına kırışıklar göstermeye, bir kere ufak mevceler, habaplar rüzgârın önüne düşerek bir yere toplanmış semen, etrafa dökülmüş yasemin döküntülerinden nişan vermeye yüz tutar mı; sahraları safasından harekete mecali kalmamış derya, deryaları şevkinden ihtizaza gelmiş sahra kıyas edersin.

Güller göründükçe zannolunur ki birçok yeni yetişme, yabancılar nazarından kaçarak ağaç gölgelerine, yaprak aralarına saklanmış; ara sıra rüzgârı muvafık buldukça gizlendikleri perdeden çıkarlar, birbirleriyle dudak dudağa gelirler. Rüzgâr muhalefete başlayınca gene inzivaya çekilirler, birbirlerine mütehassirane arz-i iştiyak ile hafif hafif gülüşürler.

(Sebebi hayalat-i Şarkıyye ile kesret-i itilaf mıdır, nedir? Ben gülden bahsettikçe bülbülü bir türlü unutamam. Vakıa güle âşık olmadığını bilirim. Fakat biçare kuşun tavr-i sevdavisine bakılırsa, o ufacık gönlünde ne büyük bir muhabbet eseri hissolunur.

O muhabbette var ise kendi hürriyetinedir ki tutulup da kafese hapsedilince nağmekârlık etmesi şöyle dursun, ekseri yaşaması bile kabil olamıyor.)

Lalelere bakıldıkça kıyas edilir ki geceden çemenzarda bir meclis-i işret tertip olunmuş da sermestane uykuya varan ashab-i meclisin her biri şarap ile dolu kadehini bir köşeye bırakmış. Kadehlerin kimi havaya veya cemine mail bir vaziyette duruyor kimi henüz yerleşememiş gâh eğriliyor gâh doğruluyor.

Baharın her mahsulünü, her safasını, her hâlini bir teşbih ile tasvir etmek benim değil; gökyüzünü ham eriğe, küre-i zemini kızıl yumurtaya benzeten eshab-i hayalin dahi kolaylıkla muktedir olabileceği şeylerden değildir.

Mamafih, bedayi-i baharın yalnız çemeniyle, gülüyle, lalesiyle iktifa edemeyeceğim.

Acaba az rüzgârlı, hafif bulutlu bir havada bir baharın çemenistanına ziya aksedince hasıl ettiği hâle hiç dikkat edilmiş midir? Bir taraftan rüzgârın tahriki, bir taraftan bulutların sayesi çemenzarı her mevci bir başka şekle girmiş bir yeşil hareye benzetmez mi? Ekser sahralarda görüldüğü gibi, çemenler öbek öbek her renkte, her şekilde çiçeklerle müzeyyen olurlar da güneşin pertevi üzerlerinde temevvüce başlarsa rûy-i arza tavus tüyünden halılar (kaliçe)21 döşenmiş zannolunmaz mı? Hurşid-i nevbahar, feyzini yalnız zemine hasretmez. Sabah akşam gökleri de nura gark eder, renge boğar. Baharın küre-i nesime verdiği letafetten midir nedir? O fasılda gökyüzünün letaif-i elvanı olsa olsa güneş çehreli, ziya saçlı bir dilberin mai gözlerinde görülebilir.

Baharda havanın feyziyle bulutlara gelen hiffetten midir nedir? O zamanın fecrindeki, şafağındaki safalar da sair vakitlerin tuluuna, gurubuna benzemez.

Ziyanın hasıl ettiği renkler bir derece parlak, bir derece revnaklı görünür ki afaka binlerce alaim-i sema yığılmış kıyas olunur. Gûya ki felek baharın zemine verdiği hüsne gıpta eder ve ufukta bahçelerimize nazire yapmaya kalkışır. Güneş ya tulu veya gurup edip de saba temevvüce başladığı gibi bulutlar paralanır; kimi yeşillenir yaprak şeklini bağlar kimi ağarır zambak gibi açık saçık salınmaya başlar kimi morarır sümbül gibi, kandil gibi öteye beriye dağılır. Nazar eb’ad-i namütenahi içinde kendini kaybetmeye başlayıp da kuvâya hayal galebe edince adam sema deryanın veya derya semanın aynası olmuş, bağlardaki çiçekler semaya veya ufuktaki bulutlar deryaya aksetmiş, hasılı yerle gök birleşmiş kıyas etmemek kabil değildir.

Baharımızın mehtabını unutmayalım. Eğer hilal ise ekseriyet üzere etrafına bedir büyüklüğünde, bedir şeklinde, bedir letafetinde bir hale bağlar ki hani “Kamer bir mahluktur, bazı sehhareler [büyücü karılar] yere indirirler de sütünü sağarlar” itikadında bulunanlar yok mu? Onlardan biri, bu hilal ve haleyi görünce o sütü sağılan mahlukun hamile (hamil)22olduğuna zâhib olsa revadır.

Eğer bedir ise etrafına bir sarı hale dağıtır ki bizim gibi mehtabın da bir âlem olduğunu bilenler dahi felekte ak benizli bir kız pencereden aşağı sarkmış, sırma saçlarını çehresinin etrafına dağıtmış, zeminin ârâyiş-i rengârengini temaşa ediyor zanneylese tayib olunmaz.

Mehtabın baharda deryaya aksini seyretmelidir ki serv-i sîmînin letafetinde olan kemali anlamak mümkün olabilsin. Havalar berrak, sular sâf; serv-i sîmîn ise gûya ki nurdan dökülmüş bir peri kızı gibi anadan doğma çıplak suya girer, şinaverliğe başlar. Vücuduna dokunan her katre su iken nur kesilir. Derya arasında, güzeran-i hayal için, minhac-i hakikat gibi nuranî bir cadde peydah olur.

Biz galiba sadaddan çıktık. Muradımız, Çamlıca’nın tarifine evsaf-i bahardan bir girizgâh bulmak idi. Fakat yazın mev’id-i telakisini ararken yolda çiçek toplamaktan kendini alamayan hevadarân-i muhabbet gibi pişgâh-i tasavvura rast gelen birkaç taze hayali çiğneyip geçmeye gönlümüz kail olmadı. Taciz ettikse af niyaz eyleriz. İşte maksada şüru’ ediyorum.

 
Ey âlem-i misalin seyyah-i hûşyârı
Hiç kasr suretinde gördün mü nevbaharı? 23
 

İstanbul’u görenlere malumdur ki; Çamlıca Köşkü, ruhperverlikte nevbahardan aşağı kalır bedayi-i rüzgârdan değildir. Binası bir tarafa dursun, yalnız bulunduğu mevkii İstanbul’un en müstesna bir noktası olduğu gibi, İstanbul bir mali’ke-i derya-yi letafettir ki yalnız hazin hazin sahillerine yüz sürerek önünden akıp giden deryanın safası mevkiin bütün cihan içinde akransızlığını ispata kifayet eder.

İstanbul denilen mecmua-i bedayiin hâvi olduğu her türlü nevadiri bir bakışta gösterecek bir nokta ise Çamlıca’dır: Boğaziçi’nde bir büyük orman veya bir küçük körfez yoktur ki; Çamlıca’nın ayağı altında olmasın. Payitahtımızın Beyoğlu gibi, Galata gibi, Babıâli civarları gibi, Sultan Bayezit gibi hangi mamur ciheti görülür ki Çamlıca’nın nazar-i temaşasından kendisini saklayabilsin. İstanbul’da tesisat-i atîka ve ebniye-i meşhureden hiçbiri var mıdır ki Çamlıca tasvirini almak mümkün olmasın.

Çamlıca o nazargâh-i ibrettir ki bahar içinde insan çeşmesinin yanına çıkar da başını kaldırır etrafına bakınır ise gözünün önünde tabiî, sınaî, fennî nice yüz bin türlü bedayiden mürekkep bir başka âlem görür. Bayağı hadaka-i basar (göz bebeği) o âlem-i bedayiin bir meharet-i fevkalade (son derece ustalık) ile nokta-i vahideye sığıştırılmış haritasına döner. Bir de gözünü aşağı meylettirmek isteyince nur-i nazarı –cihanın her türlü çiçeğini cami şükûfezara düşmüş bal arısı gibi– dakikada bir çiçeğe işleyerek, saniyede bir meyve ile oyalanarak aheste aheste sahil-i deryaya gidinceye kadar tâb ü tuvandan kesilir.

Çamlıca’ya Firdevs âlânın yere inmiş bir kıt’ası denilse şayestedir. Feyyaz-i kudret (Tanrı) âlemde âb-ı hayat icadını irade etmiş olsaydı, o hasiyeti Çamlıca suyuna verirdi.

Bundan takriben sekiz sene evvel, orada bir tulu seyretmiştim. Semadan zemine nur yerine ruh yağıyor kıyas ettim.

Seyir yerleri zevkim değildir. Tatil günleri her türlü, beşaretten berî bir kuru ülvan için “boyanmış cellat kemendi denilmeye layık” bir sıkı boyun bağı takarak ve “süslü tomruk vasfına şayan” bir çift dar potini giyerek sabahtan akşama kadar araba arkasında devr ile fısk ü hırmanı cemetmek ve akşamdan sabaha kadar hunnak eziyeti ve nasır cefasiyle yatakta inlemek gibi şeylerde bir safa göremem. Hele cuma ve pazar günleri Unkapanı’ndan bir piyade tutup da yolda seksen kayığa çatarak doksan girdab-i mehalikten geçerek o nazenin Kâğıthane Deresi’ne duhul ile tozdan dumandan yapma bir insan resmi veya teşbihin daha doğrusu istenilir ise, Hazer hazer ki ecel nâresit medfunem mısraına mâsadak olmağı iltizam etmişçesine mezarını omuzuna almış bir cadı (cadu)24 şekline girmek, sonra da bu hâlin adını eğlence koymak hiç aklımın erdiği şeylerden değildir. Fakat ne yalan söyleyelim, cumanın, pazarın gayri bir açık veya sümbülî havalı günde Boğaziçi seyirlerinin hemen kâffesini ve hususiyle baharda Çamlıca’yı severim.

İnsan cihan-i medeniyetin lezaiziyle ne kadar ülfet etse gene arada sırada hâl-i evveli olan sahranişinlik meylini bütün bütün hatırdan çıkaramıyor. Şimdi bir grup zamanı bir su başında, bir çemenzar içinde, bir ağaç altında oturup da, tabiatın o ulvi mahzunluğunu temaşa etmek şehirlerin, hanelerin hangi eğlencesine tercih olunmaz?

Ara sıra beldelerin o ufunetli havasından, uygunsuz manzarasından kaçarak nesimin mesamât-i ezhardan henüz kurtulmuş parçalarıyla teneffüs etmeyi nasıl gönül olur da istemez? Sahranın birbirine benzemez nice yüz bin elvan ve eşkâline dalmayı hangi nazar vardır ki arzu etmez?

İşte insanın umumuna şâmil olan seyir meyli bittabi –zirde hâlinden bahsedeceğimiz– Ali Bey’de dahi mevcut idi.

1Hakayikü’l-vekayi, ilk sayısı 3 Eylül 1870 Cumartesi günü (7 cemaziyelahir 1287) çıkarılmaya başlanılmış bir gazete.
2Ceride-i Havadis, ilk sayısı 1840 Ağustos başında çıkarılmaya başlanılan haftalık gazete olup sonraları gündelik olarak çıkarılmıştır.
3Muharrem ayini. Müslümanlarca acıklı Kerbela vakasının anısı olarak hicret yılının ilk ayı olan muharremde yapılan merasim. Şiiler bu merasimi daha etraflı ve özel birtakım ilavelerle yaparlar.
4Valide Hanı, İstanbul’un Çakmakçılar semtinde eski, meşhur bir han. Buranın çokluk kiracılarını İran tebaalılar teşkil ederdi; onun için muharrem ayinleri burada bütün özelliği ile yapılırdı.
5Şehname (Şahların kitabı), Fars şairlerinden Tuslu Firdevsi’nin 1010 yılında tamamladığı büyük destan.
6Hamse (beş kitap), genel olarak beş eserden meydana getirilen eserler için kullanılır. Namık Kemal burada şair Genceli Nizami’nin eserini söylemek istiyor. Mahzenül’esrar (1165), Husrev ve Şirin (1175), Leyla ve Mecnun (1188), İskendername (1191), Heftpeyker (1198) eserlerinden ibarettir.
7Mesnevi, eski edebiyatta bir nazım şeklinin adı olmakla beraber, Namık Kemal burada Mevlâna tarafından yazılan eseri söylemek istiyor.
8Nasîr-i Tusî, 1201 1274 yılları arasında yaşamış Fars bilgin ve hükûmet adamlarındandır.
9Sadi, Şirazlı Fars şairlerinden olup 1193’te doğmuş, 1292’de ölmüştür. Gülistan ile Bostan ünlü eserleridir.
10Feyzi-i Hindi, Hindistan’da yetişmiş, Fars şairlerinden.
11Cami, (1414 1492). Daha ziyade “Molla Cami” diye anılır. Ünlü şair ve fikir adamıdır. Leyla ve Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Baharistan, Nefahatül’üns eserleri eski edebiyatımızda büyük roller oynamıştır.
12Asr-i Cahiliyyet, Arabistan’da İslamlığın çıkıp yayılmasından evvelki zaman.
13Mu’tasım-i Abbasî, 833 yılından 844 yılına kadar hüküm sürmüş olan Abbasî halifesi.
14Mütenebbi, (915-953) Arap şairlerinden.
15Ebül’ula (979-1058) Maarralı Arap şairi.
16Faik Reşat şöyle bir not ilave etmiştir: Kemal Bey ekser-i asarını istiktap tarikıyle, yani söyleyip yazdırmak suretiyle vücuda getirir, yazılanları da tashih için bir daha okumazdı. Mukaddimeyi de o suretle yazdırıp hâlbuki yazan adam Ara-biye, Farisiye aşina olmadıktan başka yazısı da okunmaktan müberra ilmakla merhumun burada Arap ve Acem meşahîr-i şuarasından bazılarının misal olarak irat eylediği ebyatından fakat bu iki beyit okunabilmiş ve diğerleri maatteessüf terk edilmiştir.
17Ahlak-i Alaî, Kınalızade Ali Çelebi’nin (1510-1572) Suriye Beylerbeyi olan Ali Paşa adına 1564 yılında yazmış olduğu bir ahlak kitabı.
18Makamat-i Harirî, Arap şairlerinden Hariri (446-518)’nin 495-504 yılları arasında yazmış olduğu ve Haris bin Hammam ağzından Ebu Zeyid Seruci’nin başına gelenleri anlatan elli hikâyenin dergisi.
19Télémaque, Fransız yazarlarından Fénelon’un 1599’da yazıp Türkçeye Yusuf Kâmil Paşa tarafından çevrilmiş ve dilimizde Garp dillerinden ilk tercüme roman ününü almış olan eseri.
20Gel ey bahar mevsimi, sen benim dinlenme ve dalmamın mayasının;Fikir ve hatırımın yoldaşı, ıstırapla dolu gönlümün istemisin.
21Namık Kemal Arap harfleriyle “halı”nın aynı şekilde yazılan “hal”in i’li hâliyle karşıklığa meydan vermemesi için aynı manada olan Farsça “kaliçe” kelimesini parantez içinde ilave etmiştir.
22Namık Kemal, Türkçede “hamile” olarak “gebe” manasına kullanılan kelimeyi, yanlış sayan belagatçilerin hücumuna uğramamak için, doğrusu olan “hamil” kelimesini parantez arasında ilave etmiştir.
23Ey rüya âleminin aklı başında yolcusu,Sen ilkbaharı hiç köşk şekline girmiş bir halde gördün mü?
24Namık Kemal “cadı” kelimesini Türkçe söylenişe göre yazmış ve bunun Farsça yazılış şekli olan “cadu”yu da parantez arasında ilave etmiştir.