Buch lesen: «Abay Yolu 2. Cilt»
Abay’ın 175’inci yılına armağan
KAYGANLIKTA
1
Tan atmadan önce bir saat kadar uyuklamış olsa da bütün geceyi uykusuz geçirmişti. Fakat daha hâlâ yorulmuş değildi, kitaba dikiyordu gözlerini… Büyük masa üzerinde sırtüstü açılmış olarak duran pek çok kitap vardı. Pek çok dillerde yazılmış olan bu kitaplar onun eline bugün geçmiş ve büyük ilgisini çekmişti. Abay’ın iyi anladığı Çağatay devri Türkçesindeki kitaplarla birlikte, dillerini zorlukla anladığı Arapça, Farsça kitaplar ve onlardan da ağırca gelen Rusça kitaplar…
Abay’ın bugünkü okuyuşunun amacı okuma alışkanlığıyla yaptığı her günkü okumalarından da başkaydı. Kitaplardan alacağı bilgiler o günkü meşguliyet için doğrudan gerekli, acele ihtiyaç duyulan bilgilerdi. Abay şu son günlerde, özellikle bu son gecede, kendisinin daha önce alışık olmadığı bir hâldeydi. O eski zamanların “âlimleri” mi, “rivayetçileri” mi demeli, onlar gibi bir vaziyet içindeydi. Bu durumuna kendisi de şaşırıyor, ilgiyle bakıyordu.
Farsça ve Türkçe kitaplar onu özellikle Şiraz’ın Gülistan’ına çekiyordu. Gözünü Semerkant’ın türbe yapılarına diktiriyor. Başını Merv ve Meşhet’in meyveli bülbüllü bağlarına, serin meltemli havuzlarına eğdiriyordu. Ulu şairlerin mekân tuttuğu Herat, Gazne ve Bağdat saraylarına, medreselerine, kütüphanelerine götürüyordu. Nice asırlar boyunca İsfahan menşeli eğri kılıçların, yatağanların fasılasız çarpışmasıyla şark şurk vuruşularak geçirilen Arap, Fars, Türk ve Moğol tarihleri de büyük ilgisini çekiyordu. Bunlardan birazcık başını çevirip Rusça kitaplara baktığında Orta Asya’nın, İran’ın ve Arap ülkelerinin coğrafi yapısını; nehirleri ile göllerini, çölleri ile kumluk bölgelerini, şehirleri ile ticari hayatlarını açık seçik tanımış gibi oluyordu. Bugün Abay’ı kendisine çeken husus deminki ülkeler ile vilayetlerin günümüzdeki durumu idi…
Okuyor, kimi durumları açık seçik anladıktan sonra bir kâğıda yazıyordu. Kervanların geçtiği ticaret yolları, büyük pazarlar, şöhretli şehirler, su kaynakları vs. hepsi de bilhassa bugün lazım olmuştu.
Bu kitaplardan aldığı bilgilerin tamamı birazdan seyahate çıkacak olan yolcu için gerekliydi. Abay okuyor, bazen çocukluğundan beri çok işittiği ta uzaklarda bulunan pus içindeki şehir ve vilayetlere yöneliyor, “bu seyahate kendim gider miydim” diye düşünüyor, meraklanıyordu. Görmek ve öğrenmek için meraklanıyordu…
Birdenbire esen soğuk rüzgâr açık pencereden içeri girdi. Büyük ve hafif ak perdeyi çeviriverdi. İçini doldurup dalgalandırarak getirdi, yakınında duran yüksek masanın üstündeki kitapların üzerine döküverdi. Perde bir öyle bir böyle oynayan çocuk gibi kâh Abay’ın okuduğu kitabın üstünü örtüyor, kâh eserek kitapların yazılarını süpürüp uçurmak ister gibi kayarak üstünden geçiyordu.
Abay şimdi fark etmişti, arkasındaki büyük kapı genişçe açılmış, öte tarafından gelmekte olan saygıdeğer bir kişiyi bekler gibiydi.
Tan attığından beri bu odanın kapısının ilk açılışı buydu ve ilk girecek kişi oydu. Abay bükülerek bakınca gelmekte olanların kim olduğunu anlayıverdi. İki kadının kollarına girdiği ve destek olarak getirdiği, aheste adımlarıyla ve ağır nefes alışıyla adeta dinlenerek gelmekte olan kendi annesiydi. Bu günlerde vücudu ağırlaşan, yürüyüşü ve hareketi iyice zorlaşan Uljan eşikten geçerken Abay çabucak yerinden kalktı, annesinin oturması için minder yaydı. Yüzü Abay’a benzeyen, şık kıyafetler giyinmiş ak benizli güzel kadın yastıklar getirdi. Bütün dış görünüşü ile Kunanbay soyundan olduğu belli olan bu genç kadın, bu evin kızı, Abay’ın ablası Mekiş idi. Uljan’ın koluna girerek onu getiren ikinci kadın ise Uljan’ın obasında onunla birlikte yaşayan yoldaşı Kaliyka idi. O da kalaylı bakır leğeni getirip Baybişenin önüne koydu ve elini yıkaması için Kaşkar’ın güzel oval ibriği ile su döktü.
Mekiş geniş odanın ortasındaki menteşeli masayı açarken açık kapıya doğru seslendi:
– Hay yaşa! Al getir, dedi.
Mekiş’le akran olan ak-kızıl yüzlü ve uzun boylu gelin eve girdi. Altın sırmalı yakası olan siyah pelüş kaftanlı, şakak saçları bakım kremleriyle yağlanmış ve pırıl pırıl taranmış çekici gelin sofrayı kurdu ve konuklara ikram edilecek olan kahvaltıyı hazırlamaya başladı.
Kaftanını çıkaran annesi ellerini yıkadıktan sonra kendi önüne getirilen leğenin üzerine eğilen ve ibrikten dökülen ılık suyla elini yüzünü yıkamaya başlayan Abay, uykusuz gecede başının biraz ağırlaştığını ve ağrıdığını şimdi sezmişti. Ona büyük saygı göstererek eline su döken Mekiş’e:
– Mekiş, suyun iyi geldi. Başıma da döküver, biraz ayılayım, dedi ve başını boynunu bütünüyle yıkadı.
Kurulanıp nefeslendikten sonra ancak kendisine gelen Uljan Abay’ın kullandığı yüksek masaya göz attı ve oğlunun durumunu anladı:
– Abaycan! Sen bütün gece uyumadın mı, diye sorarken oğlunun yüzüne baktı. Abay’ın yüzü ağarırcasına bozarmış ve iki gözü kızarmıştı:
– Yok, gece yarısı gözlerimi dinlendirdim biraz, dedi. Bunun üzerine Uljan:
– O kadar okuyunca insanın aklı karışmıyor mu evladım? Bizim Kodığa’ya “kurdun koyunlara dalışına niye dikkat etmedin, uyudun mu yoksa” diye sorduğumda, Kodığa “uyumadım. Fakat seher vaktiydi, devenin hörgücünü dört taneymiş gibi gördüğüm vakitlerdi. Tam önümden geçen, pusarak koyunlara yaklaşan kurdu it zannettim de ağıla girmesine izin verdim” demişti… Onun dediği gibi, deve hörgücünün dörtleştiği vakitte sersemleyen başa bilgi girer mi ki, canım evladım, dedi.
Annesinin latifesine Abay da Mekiş de güldü. Abay:
– Kodığa’nınki doğru ana. Fakat vakit dar! Yolcular bugün yola çıkacak ya, dedi. Annesi:
– Yolcuların hangi yoldan gideceğini kitaptan açık seçik öğrenebilir misin ki, diye sordu. Abay “açık seçik yolunu göstermese de, gidilecek yere ulaştıracak güzergâhı anlayabileceklerini” söyledi. Yine bu günlerde kitaplardan çok güzel öğrendiği, kendisini mutlu eden bir husus hakkında annesine bilgi verdi:
– Şu sizin büyük yeriniz1 var ya! Gitmesem de, gitmiş kadar vakıf oldum oraya, dedi. Bu, yeni bulduğu bir ganimet gibiydi.
Uljan yolun epeyi uzak olduğunu biliyordu. Şimdi çay içerlerken Abay’dan bu yolun özelliklerinin, tehlikelerinin ve sıkıntılarının neler olduğunu sordu. Evde yabancı kimse yoktu. Abay kendisinin bildiği hakikatleri hiçbir zaman annesinden saklama gereği duymamıştı. Mekiş de bu hususları öğrenmeye hevesli görünüyordu. O, annesinin sorularının peşinden:
– Ya! Şunları söylesene yakışıklı Abay’ım, dedi. Çatılan kaşları ve kızaran yüzünden gönlündeki ağır kaygı hissediliyor gibiydi.
Abay Mekiş’in yüzüne baktı, biraz duraksadı ve düşünceye daldı. Onun içindekileri anlıyordu. Şehirdeki büyük evin nazlı gelini olmakla birlikte bu kardeşi hısımlarını akrabalarını, köyünü ülkesini düşününce müstesna bir şefkatli yürekle ve alabildiğine iyi niyetlilikle duygulanırdı. Şehre çok gelip gittikleri için Mekiş’in dost canlısı tavırlarının sadece ana ve babaya değil, bütün Tobıktı halkına ve hatta bütün insanlara aynı olduğunu bilen kervancılar da onun bu hususiyetini çokça överlerdi.
Mekiş’in dost canlısı bu tavırlarında kendi çocukluğunu, gençliğini, doğup büyüdüğü sahrasını ve köyünü arzulayan şifa bulmaz büyük bir hasretin sönmez ateşi vardı. Can dostu olan babasının başına gelecek olanları en nazik ve en keskin biçimde sezinen hamisi, yine bu Mekiş idi. Onun bu ruh hâlini tam olarak anlayabilmek için; çok gençken aşrı aşrı memlekete gelin gönderilen kız olmak, dünyaya onun gözüyle bakmak gerekliydi. Bu; hüznü de nazı da çok, iç çekişi de hayali de çok, alabildiğine nazik bir sır idi.
Ancak zamanın iyileştirebileceği, uzun zaman sonra ayıkılabilecek, şimdilik kesilmez bir dertti.
Abay kız kardeşi Mekiş’in hâlini fark ederek “anneme söyleyeceğim düşüncelerimi onun önünde söylemeyeyim”
diye düşünüyordu ki, Mekiş bunu onun tercihine bırakmadı:
– “Kazak evladını bırak, bizim bu taraftan hiçbir insan evladı gidip gelmiş değil” diyorlar. Tekrar dönecekler mi, sağ salim gelecekler mi, gelmeyecekler mi, diye sordu.
Ürkülür vaziyeti Mekiş kendisi söylüyordu. Abay bir yudum çay içti ve durdu. Aşağı evde görevli aşçının pişirdiği sıcak samsayı da yememişti. Gece boyunca kitaplardan edindiği bilgileri yazdığı kâğıdı tekrar eline aldı, ona baktı, annesinin ve kız kardeşinin sorduğu sorulara cevap vermeye başladı.
Mekiş’in yüzüne bakarak:
– Mekiş, Allah’a emanet etmekten başka çare yok. Ecel insana evde mi gelir, dışarıda mı beklemektedir, bunu kim bilebilir, dedikten sonra biraz tereddüt eder gibi bekledi ve “Baban kolay bir seyahate çıkmıyor. Yaşı yetmişi geçtiği hâlde çok meşakkatli, çok sıkıntılı bir yola gidiyor… En zor olanı şu ki; yolunda tehlikeler de var. Aylar boyunca daima dilini bilmediği yabancı halklar arasında yaşayacak…
Yolunun üzerinde beyni kaynatan sıcaklık var, bir damla suya muhtaç kılan ve at toynağını yakan ıssız çöl var. Böyle durumlarda başı ağrır baldırı sızlarsa dermanı nerede, yardım hani? Tek dayanakları ümitleri… Baban bütün bunları bilmiyor değil. Fakat doğuşundan bu vakte kadar azmi dağ gibi olan farklı bir insan o. Bizim bildiğimiz, Arka’nın Kazakları arasında bu seyahate çıkmak için ilk adımı atan da o. “Başıma ne gelirse gelsin, hayalimin peşinden gideceğim” diye gitmiyor ya! Biz de onun yoluna vehmi yoldaş etmeyelim Mekiş. Kendisinin yoldaş olarak seçtiği azmi ve ümidi pekiştirelim, dedi.
Abay bir an “babamızın bu seyahatten sağ salim dönüp dönmeyeceği belirsiz” diyecek oldu. Fakat onun düşüncesini söylemeden anlayan Mekiş sessiz gözyaşları dökerek ağlayıverdi. İç çeke çeke, akpak olup bozara bozara, ağladıkça küçülüyormuşçasına ağladı.
Ablasının çok sıkıntılandığını gören Abay ses çıkarmadı, öylece kaldı…
Uljan’ın içi de vehim ve kaygıyla doluydu. Sadece bugün değil, çoktan beri böyleydi. Kocası bu seyahate karar verdiğinden, yola çıkma zamanını bu ilkbahar olarak belirlediğinden beri çokça iç geçiriyordu. Kunanbay, obadaki başka kadınları yanına katmadan sadece Uljan’dan destek alarak “yolculuk hazırlıklarını sen yap” dedikten sonra Semey’e gittiğinden beri bütün duası ve yüreğiyle onun yolundaydı. Kunanbay’ın bu hayatta sıkıca sarıldığı tek mizacı, tek sırrı; içindeki duygu ve düşünceleri çoluk çocuğun veya başka kişilerin gözünün önünde sergilememesiydi. Ev ahalisine sırrını sezdirecek veya ağır bir eleştiride bulunacak olsa, bu hususta hayat yoldaşlarının en güveniliri, en akıllısı ve en cesuru olan Uljan’a güvenirdi.
Bu seyahate ağlayarak uğurlayacak olan, zafiyetini bastıramayacak kişiler gerekli değildi. Söylemese de Kunanbay’ın kendisi bunu böyle istiyordu. Kendisine açılmasa da, Uljan da bunu içten içe anlıyordu.
Hüzünlenen çocuklarını öylesine meşgul etmek isteyerek sabırlılıkla:
– Dışarıda Mırza’yı çepeçevre kuşatacak halk da çok. Yolcuya yoldaş olmaz, kimseye bir fayda sağlamaz gözyaşlarını dökecekler hepsi de. Yola çıkmadan önce gönlünü burkmadan eve girip sakinleşmesine, yemek yemesine izin verseler bari, dedi…
Abay da bunu uygun bulmuş, uğurlama faaliyetine, babasını yemek yemesi için eve alarak başlamak istemişti. Uljan orada bulunan çocuklarına:
– Babanız yola “çocuklarım ezikmiş” diyerek çıkmasın, dedi.
Abay ses çıkarmadan onaylıyordu ki kapı bir kez daha açıldı. Takejan ile Ğabithan atik adımlarla içeri girdi, Kunanbay’ın gelmekte olduğunu bildirdi. Uljan’dan başka herkes ayağa kalktı, minderlerle yastıkları uygun şekilde düzelterek büyük masanın çevresine yerleştirdi, Kunanbay’ı karşılamaya hazırlandı.
Kunanbay ve Izğuttı önden geliyordu. Onların etrafını saran ve arkalarından art arda akarcasına gelen adam çoktu. Fakat büyük kalabalık önceki odada kaldı. O oda da döşenmiş, büyük bir oda idi. Orada da sofra kuruluyordu. Uljan’ın olduğu odaya Kunanbay’la birlikte bu evin sahibi olan Tinibek girdi. Uzun zamandan beri Kunanbay’ın saygıdeğer hısmı da dostu da Tinibek idi. Şehir zengini, kibar ve temiz giyimli biriydi. Otururken de yayılarak oturmuyordu.
Bu defa da Uljan’a abes görünen bir alışkanlıkla çocuk öğrenci gibi diz çökerek oturdu. “Başköşeye geç” deseler de geçmedi, sadece Mekiş’in ilerisine gelerek yerleşti. Bunu da Kunanbay’ın çay kâsesini kendisi vermek, ona hizmet etmek için özellikle yapmıştı. Bu; kendilerince alışık oldukları, imam gibi saygıdeğer kişileri ağırlamaya yönelik mütevazılık oturuşu idi. İşanların, pirlerin önündeki müritlerin oturuşu gibi tertipli bir oturuş idi.
Kunanbay Uljan’ın yanına oturdu ve Mekiş ile Abay’ın yüzlerine baktı. Ev ahalisinin yüzlerine her zaman serinkanlı, tanış bir gözle bakma âdeti vardı. Bu defa çocuklarını özellikle anlamak istiyor gibiydi…
Bu dönemde Kunanbay’ın kendi görünüşü belirgin bir biçimde yaşlılığın ilk ayazına ilinmiş gibiydi. Bütünüyle ağarmaya başlayan saçı ve sakalı yetmişli yaşlarına ulaşıncaya kadar kırlaşarak gelmişti. Şimdilerde kırağı sarmış gibiydi. Yüzünde ve alnındaki kırışıklıklar derinleşmişti. Fakat boyu hâlâ sırım gibiydi ve zayıflamamıştı. Yürürken, otururken hâlâ dimdikti.
Şimdiki yüz görünüşünde tasa da yoktu. Sıkıntılanan, endişelenen biri değildi. Mekiş’in iki gözünün kızardığını, yüzünün solgunlaştığını görünce ağladığını anladı. O gelmeden önce bu masa etrafında oturan yakınları kaygılanmış olmalıydı. Mekiş’in siması bunu söylüyordu. Öteki odadan gelerek birer birer masanın yanına oturan yakınları içinde Takejan, Ospan, Jakıp, Maybasar ve Ğabithan vardı.
Kunanbay onların yüzünde de Mekiş’in yüzündeki gibi hüzünlü bir tasa gördü, endişelendiklerini anladı. Bu defa içinde kabaran duygulara engel oldu, toparlandı. Böyle durumlarda her zaman yaptığı gibi öfkelenmedi…
Sadece Tobıktı soyunun değil, sadece şehir halkının değil, köylerle kasabaların bütün önde gelen kişileri gelmiş, bir haftadan beri etrafını kuşatmış, Kunanbay ile vedalaşmış ve “hayırlı yolculuklar” dilemişlerdi. Dengi, sırdaşı olan yakınlarının, yaşlı zamandaşı dostlarının bir bölümü “ziyalım, asilim, uğurum” diyerek gelmiş, onun bu zorlu seyahate çıkması hususundaki şikâyetlerini dile getirerek konuşmuşlardı.
Kunanbay bu seyahate çıkmayı bir yıl önce kafasına koymuştu. Kafasına koymasıyla birlikte geçen ilkbahardan bu yana, yaz boyunca, güz boyunca, kesim zamanlarında tekrar tekrar mal sattırıp para biriktirerek hazırlanmıştı. Seyahat için ne kadar para gerektiğini bilen Kunanbay, bu seyahat için gerekli paranın dört beş katı fazlasını alarak çıkacaktı yola. Gitmişken iyi niyetle tatminkâr olarak gidecekti. Bir yıldan beri pek çok mal sattırırken de kendisinin evvelki mallarından ve ata mülkünken özel olarak seçtirdiği billur su gibi sağlıklı ve temiz olanlarını sattırdı. Bu yüzden Kunanbay’ın sürülerindeki meşhur al donlarla geyik kulası yılkıların sayısı iyice azalmış, seyrelmişti.
Kunanbay ömrü boyunca pintiliğin kulu olan biri değildi. Fakat açılıp saçılan biri de değildi. “Düşüncesiz olmayayım” diyen biriydi. Karkaralı’da hiçbir Kazağın yaptırmadığı büyüklükte bir cami yaptırmak gibi bir faaliyet olduğunda hiçbir şeyini esirgemezdi. Bu seyahatinde de böyle bir şeyi kafasına takmış gibiydi. Fakat ne yapacağını çoluk çocuğuna da söylemiş değildi. Gidip yerine getirerek dönerse, o zaman söyleyecekti…
Parasını pulunu abaküsle toplayıp çarparak hesaplayan Tinibek hısmı önceki gece Kunanbay’ın bütün birikimini kendi elleriyle saymış, uygun şekilde kaplamış, elverişli demir bir sandığa yerleştirerek teslim etmişti. Kunanbay’a:
– Mırza, bu kadar fazla parayı niye aldınız, diye çoktandır düşündüğü bir hususu da sormuştu. Kunanbay o zaman da aklındaki düşünceleri açık etmemişti.
– Çok olsun, ne yapacaksın yahu? Mal bizim için, biz mal için doğmuş değiliz ki, diyerek kısaca cevap vermişti.
Böylece, seyahat sırasında ihtiyaç duyulacak para kaygı olmaktan çıkmıştı. Seyahatin zorlu geçecek olması hususunda duyulan kaygı ise yaşlılığın metaneti ile mecalinin azlığındandı. Özellikle bunu çok düşünen Kunanbay bu seyahate çıkma niyetini Izğuttı’ya da söylemiş, onu yanına yoldaş etmişti. O, çok uzun zamandan beri güvendiği yoldaşlarından biriydi. Şehirdeyken tertemiz bir şekilde Mekiş’e diktirdiği yeni kıyafetlerini giyinmiş olarak Kunanbay’ın tam yanında oturan kişi oydu. Yaşı kırkın ortalarını geçmiş olan Izğuttı bu dönemde yirmi beşindeki delikanlı gibi zinde, kuvvetli ve canlı idi…
Dışarıdan geldiği için bir süre ses çıkarmadan oturan Kunanbay kendisine sunulan çayı içti, sıcak samsadan2 ve söğüş etten yedi, karnını doyurdu.
Sofra başında oturmasalar da eve girmek ve yola çıkmadan önce Kunanbay’ın yanında olmak isteyen yakınları birer ikişer içeri giriyor, odada çoğalıyorlardı. Kunanbay yola çıkmadan önce ev ahalisiyle, çoluk çocuğuyla baş başa kalarak söyleyeceklerini bu odadaki sofra başında söylemeyi düşünmüştü. Şimdi biraz daha beklese bütün halk doluşacak gibiydi.
Kunanbay Mekiş’e bir kez daha baktıktan sonra bir müddet düşündü ve konuşmaya başladı:
– Ey benim evlatlarım, dostlarım yarenlerim, kardeşlerim akrabalarım, dedi. Düşünceli ve serinkanlı bakışını odadakilerin yüzlerinde dolaştırdı.
Odadaki herkes sus pus olmuş, çay servisi de durmuştu3. Kunanbay oturduğu yerde gövdesini yükseltti, tek gözünü bütün ağırlığıyla tam karşısına dikti ve konuşmasını devam ettirdi:
– Sizler beni bu seyahate göndermeye kıyamıyor gibisiniz. “Yaşlılık çağında nereye gidiyor, tekrar dönüşünü görmeyecek miyiz, bu gidişi hayra mıdır efendim” diyerek esirgeyişle bakıyorsunuz, deyince oda içindeki herkesin gözlerinde tutulamayan gözyaşlarını gördü. Mekiş başlamıştı, Jakıp ve Takejan da yaş döküyordu.
Kunanbay şimdi bunları dikkate almadı. Konuşmasını sürdürdü:
– Bu yaptığınız beni bu yola göndermeye kıyamamak değil, bu yolu bana kıyamamaktır… Bir zamanlar olmamış mıydı? Ben o zamanlar da kanı kaynayan bir genç değildim. Burada oturan sizler, hepiniz, beni zorluğu bundan daha fazla olan başka bir seyahate uğurlamıştınız. Ara dokunan o zulüm, hükmedici gücün önüne katıp sürüşü idi. O zaman ben sürgün gönderilsem ne olacaktı? Sürgünde yaşarken ölmem işten bile değildi? … Bugün öyle değil, kendi arzuladığım muradıma gidiyorum. Bu dünyadan; ocak başında toruna, sofra başında geline, mal başında çobana “hayt huyt” diyerek ölecek velveleci bir ihtiyar olarak göçsem, ben sizlere layık bir baba, sizlere layık bir ağabey, sizlere layık bir kardeş olabilir miyim ki? Hayat sadece kazançla mı tatlı ki? Bilakis kazanca ulaşmak yolundaki arzu ve murat ondan da tatlı diyebilirim. Hâl böyleyse, bu seyahat benim kalan hayatımın muradıdır işte.
Hepinizden bir ricam var: Bu yolda ak buyruklu ecel saatim gelir de öldüğümü işitirseniz, o zaman da herhangi biriniz bana acıyıp, acışıp “hay gidi, hayalinin peşinden giderken öldü ya efendim” diye arkamdan söylenmeyin. Bu, bana dostluğunuz olmaz. Sizlerin keyifle yaşadığınız gençliği, ben gayri ihtiyari ateşleri kucaklayıp öperek geçirdim. Sizlerin gelecekte tadacağınız ballara da zehirlere de ekmeğimi banarak geçirdim. Az mı, çok mu? Allah’ın verdiği günleri akraba olarak, kardeş olarak birlikte geçirdik. Bununla kanaat ettim.
Çoluklu çocuklu olarak iş peşinde hayatı yaşarken her birimizin ecelimiz kendiliğinden ve münferiden gelir. Topluluğundan, cemiyetinden ayrı gelir. O geldikten sonra nerede geldiğinin, hangi durumda geldiğinin ne farkı var? Vakit bizden geçti, sizlerin gençlik devriniz geldi. Hayatınızda haysiyet arayın. Ben sizin hayatınıza, yaşam mücadelenize yol veren kişiyim. Kuytudaki vadiyi en sonuncu sığınağı yapan yaşlı Sarı Arka’nın kısa patikası kadar az bir yolum kaldı. Benim şimdiki kısa yolumun kusuruna bakmayın. Ağlamadan bunaltmadan at bindirip uğurlayın!
Sizler gündelik hayatınızın ilgisine eğlencesine, olabildiğince özgürce maksat ve muratlarınızın peşine gidin. Beni düşünen elemli gönül olmasın. Hayatınızı şamatalı pazaryeri gibi kılın. Sizlerin hayatta böylesine coşkuyla, rengârenk ilginçliklerle ve mutlulukta serbestçe yaşadığınızı düşünerek yaşarsam, bu benim ta uzaklarda meşakkatle geçecek yolumu da kolaylaştıracaktır. Diyeceklerim bundan ibaret! Artık yola çıkarmak için toparlanın, dedi.
Izğuttı’ya bakarak “toparlanın” der gibi işaret etti. O, yerinden kalktığında Takejan, Ğabithan ve Ospan gibi gençlerin tamamı onun peşinden kalktı. Abay da babasının yanından kalkmak için yeltenmişti ki Kunanbay bir elinin ayasıyla aheste bir şekilde onun dizine bastırdı:
– Evet oğlum! Bulduklarınla öğrendiklerini anlatsana, dedi.
Abay mürekkeple yazılmış bir tomar kâğıt çıkardı cebinden ve Izğuttı’ya bakarak:
– Benim bulduklarımın tamamı bu kâğıtlarda. Izğuttı ağabey, bunları yanında taşırsın, dedi.
Abay babasının deminki büyük sözlerine ve hayatında uzun zamandan beri ilk defa açılarak söylediği sırlarına istinaden delikanlı gönlünde uyanan akrabalık duyguları hususunda bir kaç söz söylesem diye düşünüyordu. Çekinmeden konuşmasına devam etti:
– Baba! Kucağınızda büyüyüp, birlikte yaşamış olsak da yakınının hususiyetleri ve vasıfları yakınınca bile birden anlaşılmıyor. Adım adım açılıp anlaşılıyor. Büzüşerek dünyaya gelen tomurcuk birden bire açılıp kaynayarak çiçek oluyor, bir müddet eğilip büküldükten sonra içi dolu meyve oluyor. Az önce söylediğiniz vasiyet sözleriniz, şu akılsız evlada ettiğiniz dua ya! Minnet duyup âmin dedik. Babalık emeğinizi boşa çıkarmadan büyümek bizim de muradımızdır, dedi. Sadece babasının anlayacağı şekilde söyledi, kısaca bağladı. Böyle söylemesini Kunanbay da makul bulmuştu…
Abay elindeki kâğıtları Izğuttı’ya verirken Kunanbay yoldaki büyük şehirlerin adını bir kez daha sordu. Abay “Kazak bozkırındaki kumluk bölgelerle çölleri Karkaralı’dan katılacak olan imam vekili Öndirbay bilir” dedi. Yolun beri tarafı hakkında bir şey söylemedi. Taşkent’e kadar Kazakların arasından gidilecekti. Ondan sonraki şehirleri birer birer saydı. Üzerinde en çok durduğu şehirler Semerkant, Merv, Meşhet, İsfahan ve Abadan idi. Bundan sonraki yol ya Arap çöllerinden gidilerek geçilecekti ya da daha uygunu, gemi ile dolanarak gidilip Mekke yakınlarında inilecekti. Kısacası, Abay’ın pek çok kitaptan araştırarak bulduğu en kestirme yol sıralaması buydu. Abay okuduğu kitaplar içinden bulduğu kaynak bilgileri sadece bugün değil, bundan önceki günlerde de yeri geldikçe söylemişti. Yol üzerindeki halkların kendine özgü hayatlarını, coğrafi durumlarını, mesleki ve zirai geleneklerini uzun uzun anlatmıştı. Bütün anlatılanları can kulağı ile dinleyen Kunanbay, Abay’dan içtenlikle memnundu.
Nice vakitler anlaşamayıp gönül kırgınlığıyla araları buz gibi yaşasalar da bu dönemde büyük bir teselli bulmuş gibiydi. Bunu bir konuşmasında Uljan’a da söylemişti:
– “Arkamda kim kaldı” diyecek olsam, dayanağım desteğim yok değil. Yolu benim yolumdan başka olsa da, benim tesellim senin oğlun! Melekler yolunu aydınlatsın. Artık sadece kendi bildiğini yaparak yaşasın. İleri geri konuşup köstek olmayın, demişti…
En nihayet baba ve oğul, uzun mu süreceği, ebedî mi olacağı bilinmeyen ayrılık anı gelince helalleşerek vedalaştı…
Kunanbay’ın bu seyahatine onunla birlikte gitme yemini eden imam vekili Öndirbay kafileye Karkaralı’dan katılacaktı. Yolcular şimdi İrtiş’e yaslanarak Kazak sahrasının engin merkezine doğru yönelecekti. Sonraki yollarda bunların bineceği araçlar nice türlü değişecek olsa da Tinibek özellikle ısrar ederek Semey’den Karkaralı’ya kadar arabayla gitmelerini söylemişti…
Kunanbay ile Izğuttı’nın bineceği büyük fayton Tinibek’in geniş bahçesinde koşulu duruyordu. Kışı yulaf yiyerek geçiren, şimdi karınlarını toparlamış hâlde sıkı görünen, geniş sağrılı, al donlu at üçlüsü boyunduruklarını silkeliyor, berrak sesli bakır zili şıngırdatıyor, gemlerini çiğneyerek sık sık pıskırıyorlardı.
Azıklar, yorgan ve yastıklar, kaçar takım yazlık ve kışlık elbiseler gibi malzemelerin tamamı yerleştirilmişti faytona. Kunanbay’ı Karkaralı’ya kadar götürecek olan Mırzahan sürücü koltuğuna oturalı epey zaman geçmişti.
İlkbahar gününün öğleye yaklaşan bir vaktinde iki katlı evin bütün odalarındaki kalabalık topluluk üst üste dışarı çıkmaya başladı. Pek çoğu yerel kıyafetler giymiş olan bölge insanlarıydı. Fakat onlarla birlikte şehrin tüccarları, medrese öğrencileri, imam vekilleri ve imamlar gibi konuklar da çoktu. Kunanbay bunlara Tinibek aracılığıyla sadaka verdirmiş4, tamamının hayır duasını almıştı. Bu defa konuklar ziyafete kanmış, ceplerine konulandan da memnun olmuş vaziyette tebessüm ederek gülüşüyor ve evden keyifle çıkıyorlardı.
Kunanbay bu topluluğun en önünde arabaya doğru gelirken faytonun gölgesinde oturan iki kişi yerinden kalktı ve Kunanbay’a doğru yürüdü. Uzaktan selam vererek yaklaşan ve Kunanbay’ın yanına gelen bu kişilerden biri sakalı bozarmaya başlayan Darkembay idi. Yanındaki ise yırtık kaftanlı, zayıf yüzlü, yalın ayaklarının derisi üstünü kaplayan kirden görünmeyen on on bir yaşlarındaki bir çocuktu. Darkembay iyice yaklaşıp Kunanbay’a “hayırlı yolculuklar” diledi ve hemen peşinden hızlıca konuşmaya girişti:
– Kuneke! Uzun bir seyahate çıkıyor, Allah’ın yoluna gidiyorsunuz. Buna da “dilenme seferi” deniyor ya! “Giderken buradaki hakiki bir dilencinin derdini dinleyerek gitsen” diye bekliyorduk. Şu çocuğun bir arzı var. “Allah için söyleyiver” diyerek beni peşine takıp getirdi, dedi.
Kunanbay kaşlarını çattı, tiksinerek baksa da yürüyüşünü durdurmak zorunda kaldı:
– Ben dünya sözünden uzaklaşmak için yola çıkan biriyim. Arzını benden başka birine söyleyemez miydin, dedi. Darkembay:
– Başkasına değil, size söylenecek bir arz idi Kuneke.
– Bana söyleyecek ne sözü varmış bu çocuğun?
– Sözü kendi başında olduğu için geldik…
Kunanbay çevresindeki topluluktan, özellikle tüccarlar, imamlar ve imam vekillerinden çekindi. Bu arada göz ucuyla etrafı bir kolaçan etmişti. Herkes afallamış, apışıp kalmıştı. Kunanbay’ın yakınında yürüyen Maybasar Darkembay’ı şimdi tanımış ve onu, önüne katarak Kunanbay’ın yolundan uzaklaştırmak istemişti:
– Darkembay mısın, nesin? Ne diye “arzım var” diyerek yola çıkmak üzere olan kişiye yapışıyorsun? Çekilsene kenara, dedi. Son kelimelerini fısıldayarak söylese de öfkeyle söylemişti.
Fakat Darkembay ondan korkmuş değildi. Şimdi Kunanbay ve Maybasar’ın, oradaki hazirundan çekindiğini fark etmiş, sesini özellikle sertleştirerek herkese duyururcasına konuşmaya başlamıştı:
– Binlerce fakir fukaranın içinden gelen bu çocuğun arzı, senin dinlemen gereken bir söz. Allah yoluna giderken özel olarak dinlenilmesi gereken bir söz.
– Bu çocuk kim? Arzı nedir? Çabucak söylesene, diyen Kunanbay’ın kaşları hâlâ çatık, sesi memnuniyetsiz idi. Darkembay çocuğu tanıttı:
– Çocuk, evvelki Borsak Kodar’ın torun kardeşi. Bu Kögaday’ın evladı. O zamanlar Kodar ölünce tek kardeşi Kögaday Sıbanlar arasında gündelikçi olarak çalışıyordu, ırakta kalmıştı. Kendisi hayatı boyunca can çekişen hasta bir adamdı. Altı yıl oldu. Kögaday da öldü. Dolayısıyla Kodar’dan kalan tek nesil şu yetim çocuk Darmen, dedi.
Zayıf yüzünde boz tüyler biten, göz çukurundaki yeşil damarları görünen ve etsiz kemikleri göze çarpan çocuk öylece duruyordu. Gözlerinden birini kirli koluyla silen ve titreyen çenesi ile gözyaşlarını zorla durduran Darmen Kunanbay’ın gözüne baktı. Kunanbay onu da ok gibi fırlatacakmışçasına:
– Bu çocuğun bende nesi var ki, dedi.
– Nesi yok ki, Kuneke, diyen Darkembay keskin gözlerini Kunanbay’ın gözüne dikti ve eleştirmen gibi baktı.
– Söyle öyleyse bunun bana diyeceği sözünü. Yürüyün şöyle, dedi. O, Darkembay’ın konuşmasının ağırlaşarak devam edeceğini tahmin ediyordu. Diyeceği sözleri topluluğun önünde söyletse kendi kendisine yumruk atmış gibi olacağını hissetmiş, Darkembay ile çocuğu önüne katarak kalabalıktan uzaklaştırmıştı…
Bahçe içinde Kunanbay’ı çevreleyen yaşlı genç Irğızbaylar ile tüccarların zenginlik ve varlıklılıklarını gösteren kunduz börklü kaftanlı giyim kuşamı gibi imamların ve imam vekillerinin sarıklı cüppeli görünüşleri de seçkinceydi. Kunanbay, Darkembay ile Darmen’i bu seçkin topluluğun arasından çıkarıp uzaklaştırmış gibi oldu. Tinibek’in bahçesindeki bu iki kişi bitap düşmüş hâlleriyle ve bir deri bir kemik kalmış cılız yüzleriyle bir başkaca eskiyip tozarmış gibi görünüyorlardı. Köhnemiş yırtık giysileriyle farklı bir azap dünyasından hortlayarak gelen, yoksulluk ve ağır muhtaçlık tutkunları gibiydiler. Kunanbay onları topluluktan ayırarak kenara çıkardığında Maybasar ve Takejan da arkalarından geldi. Abay da onların peşine takıldı.
Darkembay konuşuyordu:
– Kodar’ın tek kardeşi ölse de “kan hakkı” demedi. Sesini çıkarmadı zamanının çilekeşi, dedi.
“Zamanının” sözü Kunanbay’ın ta kendisini ifade ediyordu. Bundan huylanan Kunanbay artık kızmaya ve öfkeyle konuşmaya başladı:
– Ne diye boşboğazlık ediyorsun Darkembay? “Kodar’ın kan hakkını iste” diye seni bana gönderen hangi Bökenşi, hangi Borsak? Söylesene şunların adlarını, diyerek kahırlandı. Kunanbay’ın bugün sabahtan beri çehresini kaplayan mülayim derviş, uysal mümin görüntüsü bütünüyle yok oldu. Düşmanlık ve çarpışma sırasında göğererek çatılan eski sert kisvesini yeniden bulmuştu. Bir anda gürüldeyerek saldıran, yakaladığı avın derisini dişleri ve tırnaklarıyla yüzmeye başlayacak olan yırtıcı yabanilerin acımasız vahşilik çehresine bürünüverdi.
Darkembay onun bu görünüşünden de çekinmiş değildi:
– “Kan hakkı iste” diye gönderen Borsak yok. Borsaklarda böyle bir kan hakkı da yok. “Kan hakkı” demiyorum. Fakat Karaşokı’yı ne yapacaksın? Orası bu çocuğun terekesi değil miydi? O Karaşokı’da bugün büyük oban, Künke’nin obası kışlayıp mal bakarak, türeyip çoğalarak oturmuyor mu? Allah’ın evine gideceksin… Böyle yalnız kalmış bir yetimin hakkını boynuna ilerek mi gideceksin, dedi.
Kunanbay bağırıverdi:
– Yeter artık Darkembay!
– Ben diyeceğimi dedim.
– Hayatım boyunca garezini benden esirgemeyen belalı düşmanım! Sen miydin, kan bürüyen gözlerini dikerek arkamı kollayan felaketim?
– Kuneke! Ben belanın başı değilim. Sadece beladan koruyan bir baş idim!
– Eskiden tüfeğin gezini bana doğrultan da sen değil miydin?
– Nişan alsam da ateş etmiş değilim… Günahsızımın boynuna halat takıp darağacına asan karşımda diri dolaşıyor ya, diyen Darkembay sert bir nefes aldı. Keskin bakışlarını hâlâ Kunanbay’ın yüzünden çevirmemişti.
Kunanbay ne kadar kahırlı, ne kadar zehirli olsa da böylesi bir ithamdan alabildiğine korkmuş, beti benzi kaçmış, titremeye başlamıştı.
– O zaman vurmadıysan, bugün vurdun işte! Bu, benim mezarıma sıktığın kurşun oldu, dedikten sonra “daha ne duruyorsun, buna tahammül ediyorsun” der gibi birden bire Maybasar’a döndü. Çaresizliğini anlayarak “bu herif yakama yapıştı yahu, deyiverdi. Maybasar aynı anda sert bir hamleyle Kunanbay ile Darkembay’ın arasına daldı, kaynarcasına kinlenerek müdahale etti. Çok fena küfür ettiği Darkembay’ı uğurlayıcı topluluğun görmeyeceği şekilde zulalayarak gövdesinden yumrukladı: