Buch lesen: «Abay Yolu 1. Cilt»
Abay’ın 175’inci yılına armağan
SUNUŞ
Bu yıl büyük şair, yazar, düşünür, eğitimci, bestekâr ve çevirmen Abay Kunanbayulı’nın doğumunun 175’inci yılıdır. Bu vesileyle, Kazakistan Cumhuriyeti tarafından ilan edilen ve UNESCO tarafından programa alınan Abay Yılı çerçevesinde çeşitli etkinlikler başlatmış bulunmaktayız. Uluslararası Türk Akademisi olarak kuruluşumuzun 10’uncu, bilge Abay’ın doğumunun 175’inci yılında “Abay Yolu” romanının Türkçesini okuyuculara takdim etmekten büyük onur duymaktayız.
Büyük bilge Abay Kunanbayulı’nın hayatı ve edebî şahsiyeti üzerine yapılan çeşitli araştırmalar Alaş Orda Muhtariyeti döneminde başlamış, zaman geçtikçe artarak devam etmiş ve tespit edilen eserleri birçok dile çevrilmiştir. Bu alandaki eserlerin başta geleni şüphesiz Kazak halkının klasik yazarı Muhtar Auezov’un Abay’ın yaşamını konu alan “Abay Yolu” adlı romanıdır. Abay’ın yaşadığı dönem ve toplum yapısı ile ilgili iyi bilgi sahibi olan millî yazarımız, eserinde sadece Abay’ın yaşamını anlatmakla kalmamış, Abay’ın kişiliği üzerinden dönemin siyasi ve sosyal özelliklerini, millî meselelerini, Kazak halkının yaşam tarzını ve tarihî gelişim sürecini, şahsi mücadeleleriyle gayret ve hayallerini edebî bir üslupla gözler önüne sermiştir. Dünya edebiyat klasikleri arasında hak ettiği yeri kazanan “Abay Yolu” romanı, zengin bir edebî dille mükemmel şekilde örülmüş eşsiz bir sanat eseridir.
Muhtar Auezov’un üzerinde en az yirmi yıl emek verdiği ve bugüne kadar 30’un üzerinde dünya diline tercüme edilen “Abay Yolu” romanını farklı dillere çevirme çalışmaları devam etmektedir. Romanın elinizdeki Türkçe nüshası işte bu yolda verilen beş yıllık emeğin meyvesidir.
Daha önce Abay’ın şiirleri ile kara sözlerini Türkiye Türkçesine kazandıran değerli dostumuz Zafer Kibar, “Abay Yolu” romanını aslına sadık kalmakla birlikte akıcı bir üslupla, okunması ve anlaşılması kolay olacak bir biçimde Türkiye Türkçesine aktarmıştır. Kitapta Muhtar Auezov hakkında, yazarı eseri yazmaya sevk eden etkenler, Abay Kunanbayulı ve “Abay Yolu” romanı hakkında kısa bilgiler de sağlanmıştır.
Şairane bir dile, özgün dünya bakışı ile duygu ve düşüncelere sahip olan Muhtar Auezov’un nakışlı olduğu kadar da örtülü bazı ifadelerini, ustaca yapılan tasvirlerini, iletmek istediği mesajları çevirmenin kolay bir iş olmadığı muhakkaktır. Böylesine zor bir işin başarıyla üstesinden gelmiş olmasından dolayı Zafer Kibar’ı en içten dileklerimle kutlar, şükranlarımı sunarım.
Abay’ın geçtiği yolun gelecek nesiller için de bir rehber, bir ışık kaynağı olması dileklerimle…
Prof. Dr. Darhan KIDIRALUluslararası Türk Akademisi Başkanı
BAŞLARKEN…
28 Eylül 1897’de Semey’de dünyaya gelen Muhtar Omarhanulı Auezov, otuz yaşına geldiğinde, millî meseleleri ele alan ve millî kültürü yücelten eserleri dolayısıyla o dönemdeki pek çok Kazak aydını gibi hapse atılmıştı. Hapisteyken karşılaştığı baskı ve zorlamalar dolayısıyla 1932 yılında “açık mektup” yazmaya ve o güne kadar yazdığı eserleri reddetmeye mecbur bırakıldı.
Serbest bırakıldıktan sonra yeni yapılara, yeni yönelimlere ithaf ettiği sözler, masallar, piyesler yazdı, roman projeleri hazırladı. Sovyetler Birliği yöneticilerini memnun etse de kendisini mutlu edemedi. Nihayet steplerin dâhi şairi hakkındaki düşünceler hayalini sarıp sarmaladı. Yirminci yüzyılın en despot yöneticisi olan Stalin’in demir yumruğu altında bunun da kolaylıkla gerçekleştirilemeyeceği belliydi.
O güne kadar yapılan araştırma ve incelemelerle ortaya çıkarılan Abay’ın eserleri, 1927 yılında yayınlanan Kazak Edebiyatı Tarihi’nin ikinci cildinde ve 1933 yılında basılan Abay külliyatında ortaya konulmuştu.
Bu defa Abay’ın sözleri ile şiirlerinden ziyade, o eserlerin ortaya çıkmasına vesile olan hayat tarzının, insan mizacının ve çekişmelerin hakikatlerini açmaya yönelmek gerekliydi. Ancak bu şekilde “Sovyet adamı” yaratmayı hedefleyen ideolojinin baskısı altında yok olma tehdidiyle karşı karşıya kalan dil, töre ve din gibi millî kültür unsurları yeni nesillere aktarılabilirdi. Bu çaba, içinde bulunduğu sömürge düzeni dolayısıyla eserlerini çapraşık bir dil kullanarak dünyaya getiren Abay’ın doğru anlaşılabilmesi için de gerekliydi.
Dünya edebiyatındaki en görkemli, en ustaca örülmüş yüce eserlerden biri sayılan ve yüksek Türk kültürünün klasiklerinden birine dönüşen bu romanın ilk kalemi, işte bu düşüncelerle 7 Aralık 1935 tarihinde oynatılmıştı.
Muhtar Omarhanulı Auezov, “Abay Yolu” romanının son noktasını ise 18 Şubat 1954’te bugün “Auezov Evi” adıyla bilinen kendi evinde koydu. Bu eşsiz eserin başlaması ile bitmesi arasında yaklaşık yirmi yıl geçmişti. Eserin yayınlanmasından önce kıymetli yazarın Moskova’da ev hapsine alındığı ve içeriğine müdahale edildiği de bilinmektedir…
Muhtar Omarhanulı Auezov, büyük halk toplulukları “Abay Yolu” romanını “edebiyattaki büyük olay” olarak değerlendirip takdir ettiğinde böbürlenip kibirlenmedi. Birileri onun bu mülayimliğini hatalı bulduğunda karşı çıkarak çatışmaya girmedi. Çünkü başka bir şahsiyetle kalem kavgasına girerek muradına ulaşmak hevesinden de, bolluğa erişmek arzusuyla düzene kulluk etmekten de, kalabalığı yararak ilerleyip başkalarından üstün duruma gelmek arzusundan da imtina eden kâmil bir insandı.
Romanı kurgularken halkın kendi tarihi ile gelenek göreneğinden ve hayat tarzından uzaklaşmadı. İçinde yaşadığı sıkıntılı dönem ve Moskova’daki ev hapsi dolayısıyla millî kültür unsurlarına yönelik acımasız satırları eklemek zorunda kalsa da, bu satırlara gelinceye kadarki anlatımı ve sunumuyla muhteşem dil zenginliğini, sevgi ve saygı temelindeki geleneklerle görenekleri, İslam dininin temel kavramlarını ve ibadet unsurlarını ahenkle anlatıverdi.
Muhtar Omarhanulı Auezov’un, tıpkı bu romanına konu edindiği Abay Kunanbayev gibi, Kazak edebî dilinin ifade zenginliğini mükemmel bir biçimde kullanarak anlatmak istediklerini anlatmayı başarabilmiş bir dâhi olduğu su götürmez bir gerçektir. Öyle ki; Abay Yolu romanının ateizm temelindeki Sovyet ideolojisi döneminde yazıldığını düşününce insanın okuduklarına inanası gelmiyor. Yayınlandığı dönemde bu eserin Kazakçasını okuyan ve dikkatle tetkik eden samimi bir komünist, romandaki muhteva ve üslup dolayısıyla onu kolaylıkla sürgüne veya ölüme gönderebilirdi.
Muhtar Omarhanulı Auezov’un, Abay Yolu adlı romanını, 1932 yılında yayınladığı “açık mektup” dolayısıyla mahkûm ettiği vicdanını özgürlüğe kavuşturmak ve Sovyet adamına dönüştürülmek istenen halkını yeniden millî kültür bilincine ulaştırmak isteyen bir isyankâr gibi ölümü göze alarak kurguladığı aşikâr.
On binlerce kelimeden oluşan söz zenginliği ile “duygu ve düşünceler, olaylar ve olgular böyle de mi kaleme alınabilirmiş” diye insanı hayranlıklar içinde hayrette bırakan ifade tarzları romanı eşsiz kılmaktadır. Elbette ben, bu romanı Türkiye Türkçesine çevirirken bu zenginliği tümüyle aktarmaya gayret etsem de, bazı bölümlerde tavizler vermek zorunda kaldığımı samimi olarak itiraf etmeliyim.
Üstelik bu tavizlerin bir kısmını isteyerek verdim. Çünkü demokratik bir hukuk devleti bünyesinde yaşayan özgür bir yurttaş olarak tümüyle örtülü anlatımlar yapmak, anlaşılırlığını zorlaştırmak gibi bir çekincem yoktu. Dolayısıyla elinizdeki bu eser, muhteva bakımından tamamen aslına uygun olmakla birlikte okunması aslından daha akıcı, anlaşılması daha kolay kılınmış, takdim tehirleri olması gereken yerine konmuş, bulmacaları çözülmüş, gizemlerinin örtüsü kaldırılmış ve yeniden yazılmış bir eserdir.
Bu eserde 19’uncu asra kadar devam eden kadim Türk kültürünün diyet ödeme, yas tutma, kara bürünme, kuvvetlerin sağ kol ve sol kol olarak bölünmesi, müjde verilmesi, konuk aşı verilmesi, yas aşı verilmesi, diz çökülmesi, saygıdeğer insanın köyünün yanından hızlı geçilmemesi, büyük kişilerin yanına attan inip yaya gidilerek selam verilmesi, akrabalık, yengelerin aracı kılınması, hediyelik yiyecek hissesi verilmesi, saçı, at yarışları, yarışmalar, oyunlar, avcılık ve kuş beyliği gibi daha nice gelenek ve görenekleri bulacaksınız.
Şimdiki gençlerin gördükleri, duydukları, hissettikleri muhteşem görüntüleri, duyguları ve düşünceleri ifade etmek için kullandığı “korkunç”, “dehşet”, “vov”, “deli” türünden tek kelimelik kısır tasvirleriyle kıyaslanmayacak kadar detaylı ve şahane bir üslupla kaleme alınan bu eserin, güzel Türkçemizi yaşatmak, geliştirmek ve yeni nesillere aktarmak hususunda üzerine düşen görevi yerine getireceğine inanıyorum.
Bu eserin dil bilimci, folklor bilimci, sözlükçü, tarihçi gibi pek çok Türkolog’un çalışma sahalarından birine dönüşeceğinden de şüphem yoktur.
Abay Yolu romanı şimdiye kadar otuzdan fazla dile çevrilmiş olsa bile, elinizdeki bu nüshanın, eserin diğer dünya dillerine doğru aktarılması sürecinde de faydalı olarak kullanılabileceğine güvenim tamdır.
Abay Kunanbayev’in, tarafımdan Türkiye Türkçesine kazandırılan “Kara Sözler” adlı eseri ile şiirlerinin büyük bir kısmı 2014 yılında Türk Dünyası Kültür Başkenti Eskişehir Valiliği tarafından yayınlanmıştı. Şimdi elinizde tuttuğunuz bu eser, o kitaplarda yer alan felsefi yazı ve şiirlerin de daha kolay anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Yüksek Türk kültürünün ayrılmaz bir parçası olan Kazak Türk edebiyatının bu şaheserinin Türkiye Türkçesine kazandırılması sürecinde sözlüklerde bulamadığım kelime ve deyimleri anlamama yardımcı olan Kazakistan Cumhuriyeti yurttaşı pek çok dostum oldu. Hepsine en derin şükranlarımı sunarım.
Aslının şahaneliğine layık olması için büyük bir özveri ile çevirip yeniden yazdığım bu eseri değerlendirerek yayınlanmasına destek olan Uluslararası Türk Akademisi’ne ve Başkanı Saygıdeğer dostum Prof. Dr. Darhan Kıdırali Beyefendiye minnettarım.
Türkiye Türkçesine kazandırmak için yaklaşık beş yıl emek harcadığım iki ciltlik bu eseri okurken zevk almanızı ve insanî vasıflarınıza olumlu katkılar sağlamasını dilerim.
Saygılarımla.Zafer Kibar
YAZAR: MUHTAR OMARHANULI AUEZOV 1
Kazak edebiyatının klasiği, Toplum Emektarı, Filoloji Bilimleri Doktoru, Profesör, Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilim Akademisi Üyesi (1946), Kazak SSC Emektar Bilim Adamı (1957)…
28 Eylül 1897 tarihinde Semey Sancak Beyliği Şınğıs Bolıslığı bünyesindeki Kaskabulak köyünde dünyaya geldi. Çocukluk dönemi yazın yaylada, kışın ovada geçti. Bu romanda ve büyük dâhi Abay Kunanbayev’in eserlerinde resmedilen Kazak toplumunun yaşam tarzını kendi gözleriyle gördü.
Eğitim öğretim hayatı Semey şehrindeki medresede başladı. Medreseden sonra beş yıllık Rus mektebine gitti. Daha sonra, 1915-1919 yılları arasında Muallimler Seminerlerinde öğrenim gördü.
1917 yılındaki seminer döneminde halk efsanesi olan “Enlik-Kebek” adlı destanı piyes şeklinde kaleme aldı. Bu, Kazak millî tiyatrosunun ilk eseriydi.
Bu piyesiyle birlikte 1921 yılında yazdığı “Kimsesizin Günü” adlı ilk hikâyesi sayesinde müstesna yazarlık kabiliyetini gösterdi. O yıllarda Semey’de ve Orınbor’da değişik işlerde çalıştı. Alaş Partisi’nin liderleri olan Alihan Bökeyhanov, Ahmet Baytursunov, Mirjakıp Dulatov gibi tanınmış edebiyatçılar ve kültür adamlarıyla yakınlaştı.
“Abay” adlı gazetenin çıkarılmasına katkıda bulundu. “Uyan Kazak” şiarı ile harekete geçenlerin demokratik düşünceleri Muhtar Auezov’un da hayattaki maksadına dönüştü.
Alaş Orda taraftarlarının resmi kurumlardan çıkarılmaya başlaması dolayısıyla, 1923 yılından itibaren, tüm gücünü edebiyat alanına yöneltti. Verimli çalışmalara imza attı.
1923-1926 yılları arasında “Okuyan Yurttaş”, “Kır Resimleri”, “Evlilik”, “Eskilerin Gölgesinde”, “Günahkâr Ergen”, “Yaslı Güzel” adlı hikâyeleri yazdı.
1923-1928 yılları arasında Leningrad Üniversitesi Dil ve Edebiyat Fakültesini bitirdi. Buradaki son yılında “Bak Bak” ve “Kökserek (Gökkurt)” adlı öyküleri yazdı.
Ondan sonra Taşkent’te bulunan Orta Asya Devlet Üniversitesi’nde “doğu folkloru” alanında aspirantura (Batı sistemindeki doktora) eğitimini tamamladı.
Siyasi görevlerden ayrıldı, sadece araştırma yapmaya yöneldi. Ancak o dönemde, edebiyatçıların siyasetin pençesinden kurtulamayacağını o da anladı. Yıllardan beri ona “milliyetçilik”, “özel mülkiyetçilik” ideolojilerinin taraftarlığı suçlaması yapılıyordu. Takibe uğradı, 1930-1932 yılları arasında hapis yattı, esaretten kurtulmak amacıyla “açık mektup” yazdı…
Auezov’un tarihi konuları ele alışının sebebi derinlerde bulunmaktadır. İlk edebî eseri “Enlik Kebek”, ile ondan sonraki “Han Kene”, “Sıkıntılı Zaman”, “Ayman Şolpan” ve “Kara Kıpçak Kobılandı” piyesleri de bunu göstermektedir. Bunların bazıları halkın bildiği efsanelerden esinlenerek yazılmış olmakla birlikte “Han Kene” ve “Sıkıntılı Zaman” piyesleri tarihi olaylara dayandırılmıştır.
Auezov, 1920’li yıllarda nesir ve piyes alanında güçlü eserler üretmiş, genç yaşta Kazak edebiyatının klasik yazarlarından birine dönüşmüştür.
1930’lu yıllarda da “Kasen’in Davranışları”, “İzler”, “Geçit”, “Kum ve Askar”, “Kartalcı” gibi hikâyeler ile “Ayman Şolpan”, “Altın Kartal”, “Sınırda”, “Gece Ezgisi” gibi piyesler yazmıştır.
1930’lu yıllarda Abay’ın mirasına her zaman büyük değer verilmiştir. Abay’ın derinlemesine tanınması meselesini hayat maksadına dönüştürmek sadece bilgelik ve dâhilik değil, aynı zamanda yiğitlik olarak da görülmüştür.
Büyük, uzun vadeli, milyonlarca okuyucunun yüreğine dokunacak edebî bir eserle Abay’ın dünyaya tanıtılması için Auezov’a ne kadar ihtiyaç varsa, Auezov’un da dünya edebiyatının zirvesine çıkabilmesi için Abay’ın mirasına o kadar ihtiyacı vardı.
1936’da Kazak Edebiyatı gazetesinde “Tatyana’nın Sahradaki Türküsü” adlı makalesi yayınlandı. Bu, gelecekteki romanın bir bölümüydü.
1940 yılında L. Sobolov ile birlikte “Abay” trajedisini yazdı.
Muhtar Omarhanulı, 15 yıl boyunca “Abay Yolu” adlı dört ciltlik romanını yazmakla meşgul oldu. Bunun “Abay” adlı ilk cildi 1942 yılında, ikincisi 1947 yılında yayınlandı. Rusçaya çevrildi. Bu iki ciltlik eser 1949’da SSCB “devlet ödülü” ile ödüllendirildi. Dört kitapla biten destan, 1959’da “Lenin” ödülüne layık görüldü. “Abay Yolu” adlı eser bugüne kadar 30 dile çevrildi, dünya okuyucusundan büyük takdir topladı.
Edebî çeviri alanında da etkin çalıştı. İ. Turgenyev’in “Asilzade Yuvası” adlı eserini çevirdi. SSCB Yazarlarının İkinci Kurultayında edebî çeviriler hususunda tebliğ sundu.
Büyük bir bilim adamı ve eğitimci olan Auezov, Kazak edebiyat tarihinin araştırılması ve edebiyat alanında hizmet edecek kadroların yetiştirilmesi hususunda da büyük işler başardı. Kazakistan’da çok önemli olan “Abay’ı Tanıma” adlı bilim sahasının temellerini attı. Çok ciltli Kazak Edebiyatı Tarihi adlı eserin Kazak folkloruna tahsis edilen cildinin (1960) en önemli yazarı ve redaktörü oldu.
Kırgızların Manas Destanı hakkında monografi yazdı.
SSCB Yazarlar Birliği Yönetim Kurulunun, Barışı Koruma Konseyi Komitesinin, Lenin Ödülleri Komisyonunun üyesi oldu. Kazak Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Bilim Akademisinin üyesi ve Kazak Devlet Üniversitesinin uzun yıllar boyunca öğretim üyesi olan Auezov, dört beş defa seçildiği Kazak SSC Yüksek Meclisi Milletvekili olarak da sosyal yükümlülükler üstlendi.
Abay Yolu romanından sonra o devrin hakikatlerini anlatacağı geniş kapsamlı yeni bir roman yazmaya başlamıştı. Bunun “Gelişen Medeniyet” adlı ilk cildini tamamlayarak teslim etmişti. Bu eser 1962 yılında yayınlandı.
Edebî çalışmaları dolayısıyla 1957’de Lenin madalyasıyla taltif edildi.
27 Haziran 1961’de, 63 yaşındayken, Moskova’da hayata gözlerini yumduktan sonra hükümet kararıyla Kazak SSC Bilim Akademisi Edebiyat ve Sanat Enstitüsüne ve Kazak Devlet Akademik Tiyatrosuna onun adı verildi.
Yazar adına müze açıldı. Almatı şehrindeki bir ilçeye, bir dizi okula ve sokaklara adı verildi. Doğumunun 100’üncü yılı UNESCO kararı ile uluslararası düzeyde kutlandı…
DÖNÜŞTE
1
Doğu Kazakistan kırları bereketli geçen 1850’li yılların sonuna doğru yeni bir ilkbahara ulaşma coşkusuyla yemyeşil olmuş kaynıyordu.
Kartalların özgürce kanatlanarak süzüldüğü engin mavilikler altında çatlatırcasına at koşturan küçük öğrenci, üç günlük yolun bugünkü son gününde, atını alabildiğine hızlı koşturarak gitmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu…
Yola çıkacakları günün akşamında, yatmadan evvel, “gün koruluktan çıkınca at binelim” diye sabırsızlanan çocuk, kendisini şehirden alıp obaya götürmekte olan akrabası Baytas’ı tan atar atmaz uyandırarak yatağından kaldırmıştı.
Gün boyu attan inmemiş, diğer binicilerden ok boyu önde gitmişti. Bildiği Köküyirim, Buvratiygen, Takırbulak benzeri yerleşim bölgelerindeki su kuyularının yakınına geldiklerinde aralarındaki mesafeyi bir hayli açıyor, altında kıvama gelen kula beşlisini2 akıtırcasına koşturuyordu.
Arkadan gelen Baytas ile yorga Cumabay:
– Şu çocuğun obaya dönmek için sabırsızlanışına kurban olurum!
– Talihsiz çocuk kış boyunca içten içe sıkıntılanmış yahu, diye kendi aralarında konuşuyor, küçük öğrenci önden gidip uzaklaşınca bunlar da zoraki dörtnala peşinden koşturuyor, yele uçuşturarak arkasından yetişiyorlardı. Yorga Cumabay’ın eyer takımına bağlayarak ildiği kara topuzu, Baytas’ın ise dizinin önüne tutturduğu uzun kayın çomağı vardı. Baytas, Takırbulak kıyısına geldiklerinde çocuğu uyardı, onu yalnız at sürmekten alıkoymak istedi:
– Artık bizden uzak gitme! Şu Esembay deresini biliyorsun ya!.. Uğrusu var, dedi. Cumabay da onu destekledi:
– Seni de, bizi de, deminden beri gözetliyor! “Kabadayılık ederek yalnız at sürmek ne ki, yere düşürüp al da gel şunun altındakini” der ve lâkin seni üstünden iter, şu yarış atını alıp gider, dedi. Şaşkın gözlerle büyüklerine bakan çocuk:
– E, ya siz? Siz atımı alıp gitmesine izin mi verirsiniz, diye sordu. Baytas ve Cumabay’ın ürküterek konuşası geldi:
– Eyvah, eyvah! Bizde ne kuvvet var ki? Biz sadece iki kişiyiz. Onlarsa sıralanmış büyük ordu…
– Bu Esembay’da devamlı düşman bulunur. Sadece bizi, “kendi ülkemizin adamı” diye sağ bıraksa iyi! Arazi kötü, dediler…
Çocuğun sinirine dokunan ve bardağı taşıran da bu ifade oldu:
– Sizde fer kalmamış desenize. Birlikte gitsek ne, tek başıma gitsem ne? Ben gittim öyleyse, deyip dizgini gevşetti, kamçıyı bastı. Atın toynaklarını yere vurdurarak obasına doğru yöneldi…
Çocuğun bu hâli Takırbulak’tan geçtikten sonra büründüğü bir hâldi.
Oradan itibaren, bir kez bile arkasına bakmadan, deminki “tehlikeli” denen Esembay’a gelinceye kadar, göz alabildiğine uzaklaşıp devamlı yapa yalnız at sürdü…
Yolun bu tarafları daima tepelik olur. Buralar, tam şimdiki gibi, halk Şınğıs’a, yaylaya doğru göçtüğünde insansız kalan topraklardır. Uzaktan yolu gözetleyen şahikaları vardır. Tam yakınlaşmadan, öfkeli zamanında dikkatsiz gidenlerle düşmanı omuz omuza yürütecek, birden bire kucak kucağa getirecek uğursuz bir yerdir. Gizli hendekleri de vardır…
Bundan önceki iki günlük yolda büyükler hızlı gitmemiş, çocuğun sabrını bütünüyle tüketmişti. Bu yüzden o, bugün, obaya ulaşacağı gün, büyüklere zoraki hızlı sürdürme hilesini bulduğu için memnundu esasında. Böyle de yaptı gün boyunca.
– “Çocuk” dediğinin korkusu olurdu. Akıl var mı bunda, Allah’ım, diyen Baytas, ne yapacağını bilemeden başını salladı.
Cumabay çok geçmeden:
– Vay, şunun evladı!.. “Ben bozkurt eniğiyim” diyerek gidiyor efendim! Bırak, ne olursa olsun geride kalmayalım şimdi. Haydi Baytas! Yürü, deyip kamçılamaya yöneldi. İkisi de dizginleri boşaltıp yarışırcasına koşturmaya başladı…
Baytas’ın bindiği, Kunanbay’ın kara yeleli kır atı, umut beslenen yarış atlarından biriydi. Cumabay’ın altındaki de Kunanbay’ınkilerden biriydi. Naymankök denen, azı dişleri çıkmış, büyük bir at idi. İkisi yarışa yöneldiğinde, çaresiz münakaşaya tutuştu: “Ben geçerim”, “ben geçerim ben” diyerek tekmeleşip, yarışı uzatıverdiler. Bir belden aştıktan sonra durmaksızın ikinci belin yamacına doğru yarışa devam ettiler. Vardıkları son yamaçta kır at bir boy kadar öne geçmişti. Yamaca çıktıktan sonra geri dönerken baktıklarında çocuğu göremediler.
Bunlar, iniş yolunda bir kez daha yarışa tutuşacak oldular. O belin çukurluğuna doğru bu şekilde hızla giderken, yorga Cumabay arkasından, sol omzu tarafından, gürültü patırtıyla gelen bir ses duydu. Kendisi tam Esembay yükseltisinin yanındaydı ve o ses, tam da Esembay deresinden geliyordu.
– Hay kâfir! Buradan peşimize takılan ancak düşman olur efendim. Çocuğu almış, bizi de takip etmiş ya, dedi ve gemi azıya alan kır atı ökçeleyiverdi. Azıcık yana döndü, korkarak arkasına bakıp göz ucuyla süzdü:
– Sarhoş gözünü… Sarhoş, diyerek kendi kendine kızdı. Azrail gibi çullanırcasına ardından gelenin atını da binicisini de tanıyamadı. Yıldırım gibi ardından gelen haydut, “tanınmayayım” diye ağzını yüzünü özellikle kapatmıştı. Bu bölgede gündüz vuran uğrunun âdeti böyleydi. Kendisini yarışa kaptırmış olan Baytas’ta ses yoktu, öne fırlamış kendi kendine gidiyordu. Vurulsa, ilk vurulacak olan yorga Cumabay’dı…
“Artık ne olursa olur, canı koruyayım” diye düşündü, eyer takımındaki kara topuza yapıştı. Onu çıkarırken, bir yandan da “o da ense kökümden vurur yahu” diye çekindiğinden, başını sakınarak gidiyordu.
Takipçi, düşündüğü gibi, topuzu çıkarmasına fırsat vermedi. Eyerinden bütünüyle çıkarıncaya kadar bastırıp yetişti, atılarak Cumabay’ın gür siyah kalpağını gözüne doğru indirdi, aynı anda topuza asıldı. Cumabay’ın başını kaldırmasına, kalpağını düzeltmesine de imkânı olmadı. Mücadeleden çekindi, dizginleri gevşetip kamçıyı basmaktan da aciz kaldı. Böylece tecrübeli düşman, bunun şaşkınlığından faydalandı, çekti topuzunu da aldı.
Cumabay’ın bindiği ak boz at da bir şeylere rastlayıp durmuş gibiydi. Cumabay kendini güç bela düzeltti, kalpağını kaldırıp gözünü açtı. Baksa ki, birdenbire ak boz atın peşine takılan, bunun topuzunu çekip alan, şimdi sessiz bir şekilde katıla katıla gülen adam; deminki çocuk öğrenci imiş! Kendi dediği gibi “Kunanbay’ın eniği” Abay imiş…
Cumabay çocuktan korktuğu için hem utandı, hem öfkelendi.
– Oy, evladım oy! Buralar düşman döşeği. Uğruların oyun alanına gelip, kötü şaka yapmak da neyin nesi, dedi.
O sırada, Baytas da gülümseyerek geri dönüyordu.
Abay, büyük birinin kendisinden korkmasından çok memnun kalmıştı. Cumabay’ın neye öfkelendiğini anlıyordu. Yanık benzi kızarmış bir hâlde aşağı bakarak muzipçe gülerken kalpağını düzeltmeye başladı. Eski “yolkesen” haramiler gibi kaftanını ve kalpağını ters çevirerek giymiş, ağzını burnunu kızıl yağlık ile kapatmış, yine o haramiler gibi Cumabay’ı kovalarken bile “sesimi tanıtmayayım” diye homurdanarak konuşup buyruklar vermişti. Baytas korktu mu, korkmadı mı, hiç belli etmemişti. Cumabay’ın kızgınlığını uzaktan görmüş ve mest olmuş bir hâlde yanlarına geliyordu:
– Kula beşlinin sakarını da yok etmiş, bak ta kendin gör, dedi.
Cumabay da yeni görüyordu. Çocuk, beşlinin sakarını saz balçığıyla sıvayıp kaplamıştı… Cumabay kişilikli biriydi. O da alay konusu olmak istemiyordu. Bu yüzden, bu olayı oyuna dönüştürmek ister gibi davrandı:
– Oy, aslına benzemesen şaşarım tombalak! “Uğru Tobıktı3, hırsız Tobıktı” diyerek hiç durmadan ağlar Kerey ile Uvak. Küçücük çocuklarına kadar uğru olmanın hakikatini mükemmel şekilde bilirler, ya Hakk. Ağlamasın da ne yapsın Kerey ile Uvak, dedi ve söylediği söze kendisi de gülüverdi…
Cumabay’ın şehre ne için geldiğini, bu defa, Abay da tam bilmiyordu. Fakat onun Baytas’a söylediği bir sözden Kunanbay’ın verdiği bir iş için geldiği anlaşılıyordu. Abay’ın eskiden gözlemlediğine göre, bu adam, Kunanbay’ın değer verdiği kişilerden biriydi. Abay’a kızıp kırılarak giderse önce babasına söylerdi.
Bunu hatırlayan Abay, tekrar yola koyulduklarında kendisini toparlayıp alaycılıktan alıkoyarak:
– Yol uzun. Uykumuzu kaçırsın diye oyun ettim, ayıplamayınız Cumeke, dedi. Artık olabildiğince kibardı. Süzülüverdi…
Cumabay küçük çocuğun mahcup görünüşüne memnuniyetle baktı, ses çıkarmadı. Baytas ise yaşıtıymış gibi sataştı Abay’a:
– Harikasın! “Ayıplamayınız” ha! Senin bu yaptığın, benim “göçerken yük atarım sarı deveme, hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye” diyen şiirim gibi oldu yahu, dedi.
Abay tam anlamadı:
– Nasıl dedin, Baytas ağa? “Oyke abla” derken kimi kastediyorsun?
– E, Oyke ablanı bilmiyor muydun? Bu nasıl olur?
– Pekâlâ…
– Pekâlâ, “Oyke abla” dediğim kişi, benim şimdiki eşim. Bıldır alacakmış gibi yiğitlik edip, ülkeyi gezip, kızlarla gelinlerle eğlence düzenledim ya? Sonu ilginç oldu: Eve dönecek vakit gelmişti. O zaman anladım ki; “hanıma nasıl bakılır”, “ne diyerek yaklaşılır” bilgim de yok, yüzüm de yok… Bunun üzerine kasten, kendim köye dönmeden bir iki gün önce arkadaşlarımı göndermiştim ve yüzünün heybeti sönsün diye yazdığım “hangi yüzle söylerim ablam Oyke’ye…” şiirimi onlara söylettirmiştim. O şiirin ilk satırı, o gün deyim gibi oldu, dedi…
Abay da, Cumabay da anlatılan hikâyeyi merakla dinledi. Kendisi şair olan yiğit ve yakışıklı Baytas’a, biri yaşlı diğeri çocuk olan iki yol arkadaşı da kıskançlıkla ve beğeniyle bakıyordu. Oyke adlı yengesi de, Baytas’ın şarkıyı eğlenceyi seven arkadaşları da Abay’ın gözünde canlandı. Duyduğu konuşmaların hepsini keyifle, arzuyla dinleyen çocuk, eskiden Baytas ile sırdaş, sohbettaş olmasa da meraklandı, bu sohbetin sonunun ne ile biteceğini bilmek istedi. Baytas’ın yaşıtıymış gibi şakalaşmasından faydalanarak:
– Peki, öyleyse, Oyke ablana hangi yüzle söyledin Baytas ağa, diyerek sözü yapıştırıverdi.
Baytas bu çıkışa güldükten sonra büyüklenerek baktı ona:
– Hangi yüzle söyleyecektim? Biçare kadın arzu hâlini uzaktan şarkıyla söyleyişine dayanabilir mi? Gelir gelmez, önümde bitiverdi, atımın yularını alıp bağlayıverdi, dedi ve Cumabay’a bakarak göz kırptı.
Abay ses çıkarmadı. İçinden “beni kandırıyor yahu” diye geçirdi…
Bu konuşma, yolcuların sabahtan beri sert gidişi yüzünden Naymankökün yavaş yavaş yorulduğu vakitlere denk gelmişti…
Çocuk, obaya ulaşma sabırsızlığına ve üç günden beri yaşadığı heyecanlı hâline yeniden büründü, tekrar topuklamaya yöneldi. İki yoldaşı:
– Hey, bırak diyorum, çocuk! At çatlatacaksın!
– Yapayalnız uzaklaşıp giderek düşmana yem olacaksın, deyip hızını kesmek istedi.
Fakat şehirden ve şehirdeki kasavetlendirici yatılı medreseden yeni kurtulan, artık evine ve obasına ulaşma telaşıyla yanıp kavrulan çocuk o sözleri dinlemeye meyletmedi. Büyükleri de korkutan Esembay, hatta uğrular bile, Abay’a o kadar yabancı ve soğuk görünmedi. “Uğru dediğin de ne? Onlar da kendileri gibi bu ülkenin insanları işte!” “Hepsinin elbiseleri ve eyer takımları kir pas içinde!” “Elleri sopalı olur böylelerinin de…” “Uğrular, hepten sarı kelle(!) olurmuş bazen de…”
Abay’ın uğrular hakkında işittiği bunlara benzer pek çok söz vardı böyle.
Halk içindeki büyüklerin ağzından duyduğu bu tür konuşmaları unutması mümkün değildi elbette. Bilakis “hiç olmazsa bir kere o eşkıyalarla karşılaşsam, düşmana saldırış şekillerine baksam” diyerek içinde yaşattığı bir merak da vardı çocuk gönlünde…
İşte “Karavıl tepesi şu, gizli deresi bu” denen Esembay ve Nayzatas bölgeleri ise, Abay’ın kendi obasının çok bilinen yerleşim yerleriydi. İlkbahar ile güz vakitlerinde, yılda iki defa, Kunanbay obaları bu yerlere gelir yerleşir, uzun süre yaşar, hayvanlarını otlatır da giderler. Şurada görünen yamacın her yanı kısrak bağı, oba yerleşimi, koyun ağılı. Hepsi de o kadar tanış, o kadar yakın… Bıldır soğuklar başladığında, koyunlar kırkılırken, şehre okumaya gittiğinde tam da buradan, Esembay’dan yola çıkmıştı. O zaman birlikte tay mahmuzladığı, aşık oynadığı yaşıtı çocuklarla koşarak yarıştığı, gülüp oynadığı en sonuncu sıcak mekân burasıydı. Kış boyunca obasını ve halkını özlediğinde aklından çıkmayan son günleri tam da bu Esembay’da geçmişti.
Öyle olunca “burada harami var, uğursuz yer, belalı yer” şeklindeki sözlerin hiçbiri gönle tesir etmiyordu. Masum engin kırlar, yemyeşil mekânlar, ak yulaflı şahane ülke aklına düştüğünde gözleri puslanır, hüzünlenirdi. Bütün çevredeki geniş dünyaya, özellikle, kendisinin doğduğu bu sahraya, taşına toprağına çok büyük ve sıcak bir akrabalık hissiyle, şefkatle bakıyordu. Israrla, özlemle seviyordu. Aralıksız bir şekilde, sertleşmeden, aynı kalıpta eserek vuran şahane ılık yel ne kadar da huzur vericiydi. Bu yel ile canlanıp, duygulanıp, gölün yüzeyi gibi kıpırdayıp çalkalanan al kızıl kahve renge bürünmüş yulaf ile diken kırları… Kır değil, sanki deniz gibiydi! Bu kırlıktan gözünü alamadan, doyamadan ve ses çıkarmadan gözünü dikerek uzun uzun baktı. Gücü yetse, bu yerleri öcü gibi görmek, ürkerek bakmak bir yana, kucağını açarak sarıp sarmalardı. Okşaya okşaya “ben seni özledim. Başkaları ‘kötü yer’ dese de, ben böyle söylemedim. Koynuna tıktığın uğru muğruların da dursun, hiçbir şeyini yabancı görmedim” diye bakar gibiydi…
Yeniden atını ökçeledi, ayağını yerden kesip uçarcasına uzaklaşıverdi. Olmayacak oldu. Baytas:
– Arkasında kalıp, büküm dönen arabacı gibi daha ne kadar sarsılacağız. Bu zulmü çekene kadar, Cumeke, gel biz de atları serbest bırakalım, dedi ve kır atı su gibi akıtmaya yöneldi. Cumabay da zoraki mahmuzladı.
Bir müddet sonra Abay bunları karşıladı, üçü birlikte uzun uzun yarışır gibi gitmeye başladı…
Koruluktan çıktıkları sabahtan beri duraksamadan koşturan üç binek atı, terinden kan damlar şekilde üçüncü günün akşamüstü ikindi vakitlerinde, Kölkaynar’daki Kunanbay obasına, Abay’ın öz annesi Uljan’ın oturduğu obaya geldi…
Kölkaynar, suyu bol billur bulakları olmakla birlikte yaylaya nispeten geniş bir yerleşim yeri değildi. Boyun, Şınğıs’a yaslanarak sıralanan üç dört obası buraya yerleşmişti.
Kunanbay’ın kendi obası ile yakın akrabalarının obalarından oluşan bu obalara “Kunanbay obaları” deniyordu…
Debisi az olan bulağın kıyısına yakın aralıklarla konan obaların evleri de, peş peşe böğüren hayvanları da, insanları da bu geç vakitte yüksek sesle ağlaşır gibiydi. Evlerin tandırlarından çıkan ve birbirine karışarak çoğalan tütünleri tek vücut olarak gökyüzüne yükselen mavimsi bir pus gibi obaların üstünde yayılıyordu. Ürüyen itlerin, mal güderken naralar atan çobanların, meleyen koyun ve kuzuların gürültüleri birbirine karışıyordu. Akşam suyunu içmeye gelen kalabalık yılkı sürüsünün koşuşma gümbürtüsü ile ara sıra gürleyerek kişnemeleri ve tozu dumana katmaları olsun, günlük çalışması bitince eyeri çözülüp serbest bırakılan ve sürüsünü aramaya koşan genç aygırların kişneme sesleri olsun, hepsi de Kölkaynar’a yerleşen bu obaların akşam saatlerindeki meşgalelerini bildirir gibiydi. Çocuğun alabildiğine özlediği görüntü işte buydu…