Turfanda mı Turfa mı?

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Turfanda mı Turfa mı?
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

İstanbul’a Geliş

Yirmi, yirmi beş sene önceki bir zamandayız. Ay, güzel kokular saçan baharın goncalar açan nisanı, gün ise hilafet merkezi diyarının din kardeşliği günü olan cumasıdır.

Karadeniz’in Boğaz’a yakın bir yerinde bulunuyoruz. İstanbul ile Varna arasında işleyen “Lloyd” kumpanyasının “Volkan” vapuruna binmiş, Varna’dan İstanbul’a geliyoruz.

Sabah vaktidir. Ufuktan henüz yükselmeye başlamış olan, cihanı aydınlatan güneşin hayat bahşedici renkleri, denizin yüzü ile vapurun sağ tarafında uzanan yeşil Rumeli sahilini hüzünlü parıltılara boğmuştur.

Demir yolu bağlantısı kurulmadan önce Varna postası, bilhassa nisanda Doğu ve Batı’nın şair ve ediplerinin layıkıyla vasıflandırmak ve tasvir etmek için münasip söz bulmaktan âciz kaldıkları Boğaziçi ile İstanbul’un güzel ve birbirinden ihtişamlı manzaralarından kendilerine yeni duygular ve lezzetler aramak üzere gelen Avrupalı turistlerle dolmuş bulunurdu. O gün de bunlardan yirmi kişi vapurda mevcuttur.

“Volkan”, Fener dubasını sol tarafında bırakarak Boğaz’ın ağzına doğru aheste aheste ilerlemekteydi.

“Bosfor! Bosfor!” yani “İstanbul Boğazı!” haykırışları ağızdan ağıza geçerek derece derece güverteden aşağıdaki salona, salondan da uyuyanlarla dolmuş bulunan küçük kamaralara kadar yayıldı. Giyinmiş olanlar hemen yukarıya çıkmaya, yataktakiler de çarçabuk giyinip hazırlanmaya çalışarak birkaç dakika sonra hepsi güverte üzerinde toplandılar.

Yirmi kişiden ibaret bulunan bu birinci mevki yolcularının hemen yarısı fesli idiyse de, feslerin açık kırmızılığı, kalıpsızlığı, püsküllerin iğreti iliştirilmesi, fese alışkın olmadıklarını, hatta fesçi dükkânına uğramak lüzumunu dahi hissetmediklerini kâfi derecede gösteriyordu. Ancak üç yolcunun fesleri düzgün olup yalnız onların yerli oldukları anlaşılıyordu.

Güverte üzerinde toplanmış bulunan turistlerin hepsi meşguldü. Kimi dürbünle bakıyor, kimi de etrafa göz gezdiriyordu. Vapurların, yelkenli gemilerin, odun ve kömür kayıklarının çokluğu, etrafa hâkim Yuşa Tepesi, hep aranılan Boğaz’ın, seyahatin bu en son gayesinin yakında olduğunu gösteriyordu. Lakin Boğaz güzellik ve ihtişamıyla henüz kendini göstermemişti.

Yirmi, yirmi bir yaşlarında bir fesli delikanlı şafak vaktinden beri güvertenin üzerinde hazır bulunarak, iki eliyle davlumbazın tel halatını sımsıkı tutmuş olduğu hâlde azim ve tefekkürü ifade eden derin siyah gözlerini ileriye dikmiş ve sanki zihnindeki düşüncelere ve kalbindeki gizli duygulara dalmış gibi kendisini ve etrafındakileri unutmuş duruyordu.

Hâl ve kıyafetinden Fransız olduğu tahmin olunan bir yolcu dalgın delikanlıya yaklaşarak Fransızca:

“Mösyö Mansur Bey! Şüphesiz defalarca buradan geçip görmüşsünüzdür. Boğaz’ın ağzı, dağın eteğine doğru uzayıp körfez gibi görünen şu köşe değil midir?” dedi.

Mansur Bey diye hitap edilen o delikanlıda hiçbir ses ve hareket görülmedi. Fransız sualini tekrar etti. Delikanlıda yine bir cevap eseri görülmedi. Bütün vatandaşları gibi aceleci olan Fransız, hiddet ve hayretle omuzlarını kaldırdı, bir kere alaylı bir bakışla baştan ayağa kadar delikanlıyı süzdükten sonra homurdanarak öbür tarafa geçti.

Delikanlı mıhlanmış gibi yerinde, tavrında, bakışında sabitti.

Güya bir şeyi kaybetmekten korkuyormuş gibi hatta göz kapaklarını görünemeyecek derecede süratle indirip kaldırıyordu. Diğer vapur arkadaşları gibi çokluk etrafa da bakmayıp hep ilerideki meçhul noktaya gözlerini dikmişti. O noktaya bir an evvel kavuşmak arzusu her hâlinden belli oluyordu. Vapurun sürati yetmiyormuş gibi başını dik tutmakla beraber acelesinden vücudunun üst yarısını öne doğru eğmiş bulunuyordu.

Arada sırada gözlerinin fevkalade parlamasına tesadüf eden manalı tebessümler yüreğinin bir sevinçle nazlandığını ima ettiği gibi, bazen de renginin değişmesiyle yüzünü kaplayan ciddiyet, zihninin bilinmeyen bir endişeye saplanarak üzüldüğünü gösteriyordu.

Hasılı delikanlının her hâli ve davranışı, kalabalık içinde bile dikkatleri kendisine çekecek derecedeydi. Kusursuz dış görünüşü teveccüh uyandırıyordu. Çekme, parlak, düşünceli, utangaç gözleri, uzun, ince siyah kaşların altına sığınmıştı. Kenarları kibirle kıvrılmış sivri ve nazik burnu asalete, büyücek fakat güzel bir şekilde bulunan ağzı yiğitliğe delildi. Teni beyaz, saçı siyah, omuzları geniş, beli ince, uzuvları mütenasipti. Giyinmesi de sade ve zevkliydi.

Bu delikanlı kimdir?

Korku ve sevincinin sebepleri nedir?

Sevinci, eğer uzun bir ayrılığın doğurduğu dayanılmaz bir hasrete nihayet verecek bir kavuşma heyecanından ileri geliyorsa, ya o korku ve telaşı nedendir?

Yoksa kavuşacağı sevgililerin içinde hayatı tehlikede olduğu haber verilen bir baba, anne, kardeş mi yahut bir gönül arkadaşı mı var?

Boğaz’ın ağzına girilince vapurda gürültü çoğaldı. Kimi:

“Şu ‘Rumeli Feneri’dir.’ ”

“İşte ‘Kavaklar.’ “

Şu da “Telli Tabya.” diyerek, ilk defa gelmekte bulunanlara ortalarında bilgiçlik taslıyordu. Yolcuların birçoğu da ortalığı sevinç ve hayret sedalarına boğarak çapari ile uskumru balığı avlayan yüzlerce kayığı göz hapsine almıştı. Balıklarla donanmış çapari, yukarı çıkarak sabah güneşinden gümüş gibi parladıkça “Bravo!” sedasıyla alkışlamaktan kendilerini alamıyorlardı.

Bizim delikanlı bunlardan sanki habersizdi. Yine o hâlde sessiz, sedasız olarak bir mıknatıs kuvveti gibi kendisini çekmekte bulunan “ileri”ye bütün duygularını vermişti.

Kulağının bir ses işittiği yoktu. Devamlı ileriye bakmakta olan gözlerinin hedefini tayin etmek dahi güçtü. Belki gözlerinden ziyade gönlüyle görüyordu.

Vapur, Kavak önünde, her zamanki karantina muamelesi için bir hayli müddet bekledi. Bu sırada etraftaki tabyalar, Sarıyer, Büyükdere hakkında birçok şey söylendi. Bunlardan hiçbiri yine, Mansur Bey’in kulağına ilişmedi. Yalnız bir defa, Büyükdere Piyasası ile Sefarethane yazlıkları zikredildiği sıradaydı ki, Mansur’un hâlinde bir değişme olmuştu. Lakin bu değişikliğin sebebi anlaşılamadı. Belki duygu ve düşünce zinciri o sırada koparak kendisini uyandırmıştı. Değişmenin hemen anında birçok kalp duygusunu açığa vuran garip bir bakışla Büyükdere Piyasası’na doğru bir müddet baktı.

Bu hâl bir defa daha etraftakiler arasında Hünkâr İskelesi ve Balta Limanı sözleri geçtiği sırada görüldü. Fakat hiçbiri uzun sürmedi ve bir dakika kadar olsun delikanlı, bilinmeyen düşünceleriyle olan alakasını keserek tavır ve hareketini bozmadı.

Boğaziçi’nin, tabiat güzelliklerinden en az zevk duyanları bile hayran eden o güzel yalıları, dağları, ilkbahar zümrüdüyle bezenmiş, türlü türlü göz alıcı renkleri ve bilhassa erguvan çiçekleriyle minelenmiş bulunan cennet gibi bayırları vapur yolcularını çıldırasıya heyecanlandırıyordu. Mansur Bey ise sanki bunlara baka baka bıkmış gibi kayıtsız kalıyordu. Bakışlarını ve düşüncelerini birtakım meçhul emeller üzerinde toplayarak, heykel gibi, davlumbaz kenarına dikilmiş, duruyordu.

Hâlbuki bu garip delikanlı ilk defa hilafet merkezine gelmekte, yani şu eşsiz manzaraları yeni görmekteydi!

“Görmekte” mi?

Yanlış söyledik. Mansur Bey, bir şey görmüyordu. Gözleri açıktı. Fakat beyni, içinden gelen duygular ve üzüntülerle dopdoluydu. Gözün gördüklerine ayna olması gereken beyninden bir zerre bile kalmamıştı.

Mansur Bey, ilk defa İstanbul’a geliyordu.

Ah, İstanbul’a gelmek! Osmanlı saltanatının merkezi, İslam hilafetinin makamı bulunan İstanbul’a kavuşmak.

Doğuştan fedakârlık duygusuyla bezenmiş, kafası ilmî düşüncelerle aydınlanmış, millî fazilet ve emelleri kavrama gücüne sahip olmuş, muhterem ümmetin mazisini, hâlini, istikbalini düşünerek zihnini yormuş, yerini yurdunu bırakmış, gayretli, imanlı bir Müslüman için bunun ne demek olduğunu tahmin etmek acaba o kadar kolay bir şey midir? Kuvvetle zannederiz ki pek güçtür. Çünkü o hâl, beşer ahlak ve faziletlerinin hemen yegâne örneği bulunduğu için düşünce âleminde henüz layıkıyla kendisini ortaya koymamış olan İslamiyete mahsus yüksek bir vasıftır.

Çocukken en tatlı bir rüya gibi zihninde yerleşmiş, fikirlerinin ilk uyanışı sırasında en aziz hülyalara zemin olmuş, hayatta meslek ve gayesini tayin etmek zamanı gelince en mukaddes emellerin benimsenmesine, en ulvi düşüncelerin gerçekleştirilmesine merkez olmak üzere seçilmiş bir “Kıblegâh-âlem”e ilk defa yaklaşmakta bulunan hamiyetli bir gencin kalbi böyle mühim bir dakikada hiç göze meydan verir mi?

Kavaklar, Büyükdere, Beykoz, bütün Boğaziçi gözünde ne kadar güzel ve gönlünde ne kadar aziz olsa, yine “İstanbul” değildir. Yabancı memleketlerden gelen Mansur Bey gibiler için vatanın tezek kokusu bile amber gibi gelir. Lakin şimdi onların sırası değildi. İstanbul yakında! Vücudunun kıllarına varıncaya kadar her zerresi, hayalinde çoktan beri cisimleşmiş olan “İstanbul” ile kavuşmaya hazırlanmıştı.

Gözlerini, vücudunu ileriye çeken elektrik kuvveti, işte o “İstanbul” denen cazibe kuvveti idi.

Bununla beraber yolculardan biri, “İşte Rumeli Hisarı!” deyince Mansur Bey, uykudan uyanır gibi bir tavırla, şeklinde bulunduğu iddia olunan dört yüz senelik kaleye bakmaktan kendisini alamadı. Dikkatli olarak bir hayli baktı. Yüzünde bir gülümseme göründü:

“Ey kahraman Gazi! İşte senin Bizans anahtarın! Tarihin bunca kahramanlarının hayat ve iktidarlarını uğrunda harcadıkları hâlde açtıramadıkları o demir kapıları, müminlerin merkezi, cihan padişahlarının payitahtı olmak üzere, sen bu mübarek anahtarınla fethettin ve açtın!”

Zihnî hitabı, yüzü gülümsediği esnada, yorgun beynini canlandırmıştı.

Ani bir şimşek süratiyle sola doğru dönerek Yıldırım Bayezit Han’ın eserlerinden olan Anadolu Hisarı’na baktı ve yine bir müddet daldıktan sonra güya geniş alnından, avucuyla ter siliyormuş gibi elini geçirdi ve konuşur gibi dudaklarını oynattı. Fakat yalnız, tekrarlanan “Timur, Timur!” sözünden başka bir şey işitilemedi.

 

Bunun arkasından yine sağa döndü, tekrar Rumeli Hisarı’na gözlerini dikti.

Osmanlı vatanseverleri için değerli bir ziyaret yeri olması lazım gelen bu eski ve heybetli esere hâkim bir tepede, yeni tarzda inşa olunmuş büyücek bir bina gözüne ilişti. Fatih Hazretleri’nin ulu namını takdis için inşa olunmuş bir millî şükran eseri olduğuna hükmetmekte tereddüt göstermedi.

Hemen bu sıradaydı ki, dikkati çekici eserleri tanıtan bir fesli ile onu dinleyen bir İngiliz turisti Mansur Bey’in yanı başına geldiler.

Fesli:

“Şu kulenin üzerinde görünen yüksek bina, Amerikalı misyonerlerin tesis ve idare ettikleri Robert Kolej mektebidir” dedi.

İngiliz:

“Misyoner mektebi mi dediniz?”

İngiliz şaşkınlığını gizleyemedi.

Mansur Bey önce kulağına inanamadı. Sonra milletin şükranına vesile olsun diye yapılmış hayrat eserlerden biri olduğuna hükmettiği binaya doğru İngiliz’in parmağını uzatılmış görünce, gözleri garip bir surette parladı, rengi değişti. Fesli bilgiçlik taslamaya devam etti:

“Daha yüksekteki Bektaşi Tekkesi’dir.”

Mansur Bey’de bunu işitecek hâl kalmamıştı. Çünkü yüreğinde bir ıstırap, zihninde sersemlik hissediyordu.

“İşte Göksu Kasr-ı Hümâyûn’u.”

“İşte Kandilli.”

“Sahildeki şu güzel bina Mısırlı Mustafa Paşa’nındır.”

“Şu tepedeki büyük bina Sultan Sarayı’dır.”

Mansur Bey bir müddetten beri adı geçen saraya bakmaktaydı. Amerika mektebinin karşısında, onu kulübe derecesine indiren o büyük ve heybetli binanın ne olduğunu öğrenmek için şiddetli bir arzu duymuşken beklemediği bir cevap almaktan korkarak kimseye soramıyordu.

“Saray” dedikleri vakit geniş bir nefes aldı. Belki “Allah’ın kelamını yaymaya memur vaizleri yetiştirmek üzere inşa edilmiş bir millî mekteptir.” demiş olsalar ancak bu kadar teselli bulacaktı.

Fesli İngiliz’e anlatmaya devamla:

“Sadrazam Ali Paşa’nın yalısı, işte şudur.”

“Yanı başındaki büyük yalı, Mısırlı Kamil Paşa’nındır.”

“Şu büyük kâgir bina, Hanım Sultanlar Hazretlerinindir.” diyerek yalıları saymakta ve anlatmaktaydı.

Vapur Kandilli Burnu’nu dolaşarak süratle inmekteydi. Yolcular Kuleli ve bilhassa Beylerbeyi Sarayı’nı seyretmekle meşguldüler. Ancak Ortaköy’den Kabataş İskelesi’ne kadar uzanan sahili dünyanın en süslü bir mevkisi hâline getiren padişah sarayları ile civarlarındaki daireler ve onlarla aynı hizada denizin ortasına dizilmiş zırhlılar kadar hiçbir şey dikkatleri çekemedi. Gün cuma olduğu için Dolmabahçe rıhtımıyla açığında hazırlıklar görülüyordu. Saltanat kayıklarının süslerine vuran güneş ışıklarının akisleri göz kamaştırıyordu.

Mansur Bey, gönlündeki üzüntülerden dolayı yüzü değişmiş olduğu hâlde bütün yönlerin kendisine yöneldiği tarafa döndü ve limana girinceye kadar gözlerini ayıramadı. Güya o sırada kalbinden gelen şu:

İşte halife-i rûyı zemîn ve (yeryüzünün halifesinin) sultanlar sultanı padişah hazretlerinin azamet ve ihtişamla oturdukları mukaddes daireler! İşte ümmetin ikinci “kıblegâh”ı! Bunca vakitten beri hasret ateşiyle yanıyordun. İşte göz önünde duruyor. Bak, bak da ateşini söndür, hitabıyla Mansur Bey’in zaten pek güzel olan şekil ve kıyafeti daha cazip bir güzellik ve letafet kazandı.

“İşte Sarayburnu’na geldik.” sesi Mansur Bey’i bu yöne dönmeye mecbur etti.

Osmanlı tarihinin büyük bir kısmını ihtişamla dolduran ve dünyanın en seçkin noktalarından biri sayılan Sarayburnu, Mansur Bey’i yeniden sevgi dolu düşünceler âlemine daldırdı.

Herkesin ağzında dolaşan “Ayasofya”, “Sultan Ahmet”, “Süleymaniye” sözleri Mansur Bey’i herkesle beraber o taraflara bakmaya mecbur etti. Fakat birbiriyle yarışırcasına gözlerini zapt eden güzel manzaralar ile gönlünü dolduran tatlı hatıralara vücudunun tahammülü kalmadı. Sarhoşluk derecesinde duygulanmıştı, zira hakikat rüyanın yerine geçmişti.

Dinin ve iman kuvvetinin timsali gibi heybetle semaya doğru yükselmiş sayısız minareler ve kubbelerle taçlanmış bulunan İstanbul’un eşsiz manzarası bile, sanki Mansur Bey üzerinde, görünüşte, yanındakiler kadar bir tesir uyandıramadı.

Bir müddet sonra, zırhlılar tarafından hava boşluğunu sarsacak derecede şaşaalı bir şekilde selamlanarak, saltanat kayıkları ve her zamanki gibi onlara refakat eden başka kayık ve küçük vapurlar Dolmabahçe’den açıldı. Yaklaşmaya başladılar. Topların dumanı içinden yalnız minare gibi yukarıya doğru sivrilmiş olan zırhlı armaları, Osmanlılar tarafından her zaman can ve gönülden söylenen ve tekrar olunan “Padişahım çok yaşa!” duasıyla Armstrong toplarının gürültüsünü de bastıran deniz askeriyle donandı. Saltanat kayığı vapur hizasına geldi. Mansur Bey’in yüreği göğsüne sığamaz oldu. Frenk turistleri bile şapkalarını çıkarıp sallayarak hep bir ağızdan “Vive Le Sultan-Yaşasın Sultan” diye haykırdılar.

Mansur sesle onlara iştirak etmeye cesaret edemedi. Çünkü duygularında dindarca bir hürmet ve vecd hâli ağır basıyordu.

Saltanat kayıkları Sarayburnu’na geçince kendinden geçmiş bir hâlde olduğu yerde kaldı. Ağzından bir ses çıkmadı. Lakin gözlerinde heyecan ve sevinç gözyaşı eksilmiyordu.

Mansur’un vücudu, zihninden ve kalbinden doğan birbirine zıt gayret ve sadakat duyguları için büyük bir mücadele meydanı kesilmiş bulunduğundan iradesi elden gitmişti.

Bir saatten beri limanda, geminin güvertesinden İstanbul’u, Üsküdar’ı, Kadıköy’ü seyretmekteydi. Dünyada bu kadar güzel, bu derece azametli bir benzerinin bulunmadığını herkes bilir. Hâlbuki Mansur Bey hâlâ kendisini İstanbul’u görmüş saymıyordu. Gözleri yine hayalinde canlandırıp çoktan beri taşıdığı “İstanbul”u arıyordu.

Acaba kendisini mi kaybetmişti? Yoksa İstanbul’u daha heybetli mi görmek isterdi? Peki ama Kurşunlu Mağara açıklarında bulunan geminin güvertesinden, bilhassa cuma günü görülen “Bilad-ı Selase” (Üsküdar, Galata, Eyüp)den daha heybetli bir görünüş hayale bile sığabilir mi?

Vapur yolcularının bir kısmı, kendilerini karşılamaya gelenlerle beraber kucaklaşarak, el sıkışarak gitmiş, kalanları da birer kayık bularak yalnızca çıkmıştı.

Vapurda Mansur Bey’den başka kamara yolcularından bir kimse kalmamışken, Mansur Bey’in çıkmak hususunu henüz hatırladığı yoktu. Sersem ve dalgın olarak etrafa bakınıp duruyordu. Lakin bakışlarına dikkat edenler onun gördükleriyle meşgul olmadığını kolayca fark edebilirlerdi.

Vapur hareket ederken içi içine sığmayan Mansur Bey’de şimdi aceleden hiçbir eser kalmamıştı. Demek kendisi için bir dakika evvel kapısını çalmak istediği bir ev, bir an evvel bağrına basmaya koşacağı bir vücut yahut gayretini göstermek için öpmeye koşacağı bir etek yoktu.

Evet, öyleydi. Mansur Bey İstanbul’a ilk defa geliyordu. Gelmesini icap ettirecek bir aile yahut tanıdık bir insan yoktu. Mektepten yeni çıkmış olduğu için etek öpmek usulünün gizli yönlerini ve hünerlerini henüz bilmiyordu. Bilmiş olsa bile bu hususta marifet göstermek için yarışa çıkmaya hevesli olan takımdan değildi.

Mansur Bey “İstanbul”a geliyordu. İşte şimdi İstanbul’un orta yerinde bulunuyordu. Bir tarafa gitmek üzere aceleye lüzum yoktu.

Omzuna hafifçe dokunan bir el ile “Güzel manzara, geniş odalar, nefis yemek, mükemmel hizmet, günlük beş frank (Amerika Oteli), kayık bekliyor, eşyanız varsa götüreyim” sesi, Mansur Bey’i daldığı düşüncelerden uyandırdı.

Gemiden çıkmak lazım olduğunu anladı. Nereye gidecekti?

Gidecek hususi bir yeri yoktu. Otele gidecek. İşte hazır komisyoncu da, kayık da gelmişti.

Komisyoncunun sözlerinde yalnız “beş frank” sözü Mansur Bey’in hoşuna gitmedi. Beş frankın azlığından yahut çokluğundan değildi. Hilafet merkezinin limanında “frank” yerine “kuruş” sözünü işitmeyi arzu etmesindendi.

Bununla beraber kabul ederek kamaraya indi. Ufak bir meşin sandığı işaretle:

“Şunu alınız. İki sandık da kitap olacak. Lakin ambarda olmalı. İşte bilet.” dedi.

Komisyoncu:

“Sandıkları sonra idarehaneye alıp getiririm.” efendim. Siz kayığa buyurunuz.

Kayık, Galata gümrüğünün önüne yanaştı. Gümrük memuru sandığı açtırdı. İçinde her çeşit çamaşırdan başka beş altı cilt kitap mevcuttu.

Memur:

“Bunların içinde zararlı bir şey olmasın.”

Mansur Bey:

“Yoktur. Lakin bakabilirsiniz.”

Memur:

“(Mansur Bey’in çenesini okşayarak) Senin gibi beyefendiler zararlı şey taşımazlar. Haydi kapa da işine git.”

Mansur Bey, memurun bu hareketini o anda takdire muktedir olamadı. Çünkü sandığı açılırken, memura bakarak, kalbinden “İşte ilk tesadüf ettiğim gayret arkadaşım.” diyordu. Belki de çenesine el götürmek derecesinde gümrük memurunda hasıl olan cesaret, Mansur Bey’in bütün bir samimiyet ve muhabbetle yüzüne bakmasından ileri gelmişti. Memurun hareketini de, bu samimiyetin karşılığı gibi telakki edebiliyordu. Fakat gümrük memurunun hareketi, Mansur Bey’de iyi bir tesir uyandıramadı. Sebebi, eli uzatmadaki laubalice cüreti değildi. “Kitaplarda zararlı bir şey olmasın.” diyen memurun eşyasını muayene ile mükellef olduğunu düşünerek hakkıyla vazife yapmada müsamaha göstermiş olmasından dolayı hoşlanmamıştı. Zararlı eserler aramakla mükellef idiyse daha dikkatle bakması icap ederdi. Diğer taraftan, memurun ağzından herkese karşı “sen” yerine “siz” hitabının çıkmasını bekliyordu. Hatta bundan dolayı bastığı yere dikkat etmeyerek yolda uzanmış bir köpeğin ayağına bastı. Köpek acısından havlayarak dizine yapıştı ve pantolonunun paçasını dişledi. Üstelik köpekten sakınayım derken ayağı çamurlu bir çukura gitti.

Bereket versin ki, Mansur Bey’de eski caddelerimizin şu hâli hakkında kendince bir fikir edinecek hâl kalmamıştı. Gerilmiş duyguları, bunlara gümrük memurunun hareketine verilen ehemmiyet kadar olsun bir ehemmiyet verilmesine meydan bırakmadı.

Bahsettiğimiz vakitlerde tünel ve tramvay henüz yoktu.

Yollar, caddeler açılmamıştı. Araba bile pek seyrek bulunurdu. Komisyoncu beygire binmesini teklif etti. Mansur yaya gitmeyi tercih etti.

Mansur Bey’in köpeğin ısırmasına, çamura batmasına ehemmiyet vermemiş olması komisyoncu Yahudi’nin dikkatini çekti, içinden “Galiba bir mala çattık. Allah vere de herif zengin olaydı.” dedi.

Hırsı kamçılanmış Yahudi, nereden geldiği, İstanbul’da ne kadar oturacağı, bildik ve akrabası olup olmadığı hakkında birçok soru yağdırdıysa da hiçbirine cevap alamadı. Birden vapurda ve gümrükte Türkçe sözler işittiğini unutarak fes giymiş Frenk zannıyla sorularını Fransızcaya çevirdi. Yine merakını gideremedi. Çünkü Mansur Bey “senin nene lazım”ı ifade eder bir bakışla Yahudi’yi susmaya mecbur etti. Yalnız iki yol ağzında, Türkçe olarak, “Ne tarafa gideceğiz?” demekle yetindi.

Diğer bir hamal, bir araya bağlanmış bir düzineden fazla sandalyeyi arkasına almış ve yükü altında kendisi kaybolduktan başka dar sokağı da tamamen kaplamış olduğu hâlde iki büklüm olarak geliyordu. Üstündeki sandalyelerden birinin ayağı bir Frenk mağazasının güneşliğine takıldı. Hamal mağazacıya seslendi. Frenk sesini çıkarmadı. Hamal tekrar etti. Yine cevap alamadı. Zaten ağır yük altında hırslanmış bulunan hamal şiddetlice bir hamle ile ilerleyince güneşlik yerinden koparak sokağa düştü. Hamal da güya hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi yoluna devam etti.

Mağazacı bu defa, lüzum gördüğü vakit süratli hareket edebileceğini göstererek hırsla hamalın arkasından yetişti ve yükünden tutarak alabildiğine geriye doğru çekti. Hamal arka üstü düştü. Hamalın düşmesiyle altında olan iki sandalye kırıldı. Yükünün altından kurtulan hamal mağazacıya bir tokat aşk etti. Öteki de o yolda karşılık vermekten geri kalmadı.

Halk birikti. Gürültü çoğaldı.

Bu duruma çok üzülen Mansur Bey, gözüyle zaptiye memurunu araştırarak vazifesi başında görmek istedi. Fakat kalabalık içinde ona benzer birini görmeye muvaffak olamadı. Mansur Bey, bu gibi işlerde görevli memurların resmî kıyafetlerini henüz bilmediği için, beklediği memurun, toplanan kalabalığın ilk yetişenleri arasında olduğunu düşünerek teselli buldu.

Mansur Bey:

“(titrek bir sesle) Bu gibi ağır yüklerin taşınmasına izin verilen vakit, bu vakit midir?”

Komisyoncu:

“Bunun için İstanbul’da herkes serbesttir. Her şey, her saatte taşınabilir…”

Aralarında başka bir söz geçmedi.

Yüksek Kaldırım’dan, merdivenli yokuştan Beyoğlu’na çıkıldı. Komisyoncu sanki bilhassa yeri seçmiş gibi, Rusya Konsolosluğu’nun önünden geçerken “İşte Beyoğlu’nun büyük caddesi”1 dedi.

Hemen birkaç metre denilecek kadar dar bulunan o yerde bu sözün söylenmesi Mansur Bey’i kendine getirdi. Bir “cadde”ye, bir de Yahudi komisyoncuya baktı. Lakin öyle bir bakışla baktı ki, müzevir komisyoncu sanki yaylı imiş gibi kendi içine girerek büzülekaldı. Mansur Bey sesini çıkarmadı. Fakat sesini çıkarmak değil, hatta şiddetli bir tokat vurmuş olsaydı belki Yahudi’yi bu kadar müteessir etmiş olamazdı. Hâlinde, bakışında tokattan daha tesirli bir şey görünüyordu.

 

Galatasaray civarında bulunan “Amerika Oteli”ne kadar komisyoncu beş adımlık bir ara bırakarak efendi efendi yürüdü, vapurdan beri ettiği gevezeliğinden artık bir eser göstermedi.

Mansur Bey, otelin kapısına geldiği vakit üzerinde yalnız Fransızca olarak “Hotel d’Amerique”i gördü. Türkçe yazıdan, rakamdan eser göremedi. Keza yerleşmiş olduğu odanın, eşya ve döşemesini gözden geçirdiği sırada, bazı lüzumlu eşya ile seccadeyi aradıysa da bulamadı. Bunun için odanın döşemesini, genişliğini, bilhassa manzarasını beğenmişken odadan, otelden soğudu. Bununla beraber eşyasını çıkardı. Çamaşırını değişti. Bir sütlü çay içti. Bu meşguliyeti bittikten sonra sağda, Fatih Cami-i Şerifi’ni, solda da Üsküdar’daki Sultan Tepesi Mahallesi ile Çamlıca Tepesi’ni ve ikisi arasında kalan yerleri gören pencereyi açarak önüne oturdu, yavaş yavaş derin bir düşünceye daldı.

Hava hafif poyraz, sema berraktı. Güneşin güney memleketlerine mahsus olan parlaklığıyla manzaranın ancak İstanbul’da görülen güzellik ve tazeliği, acı tecrübelerle henüz yaralanmamış bulunan Mansur Bey’in saf kalbiyle bir ahenk teşkil etmekteydi.

Her şey göz önündeydi. İşte üç taraftan billur çerçeve ile çevrilmiş İstanbul üçgeni! Bulutlara doğru alemlerini kaldırmış olan minarelerinden dolayı bin direkli muhteşem bir gemi şeklinde azametle duruyordu.

İşte binlerce deniz taşıtını arkasına yüklenmiş ve iki büyük çemberle kuşanmış “Altın Boynuz” yani İstanbul Halici!

İşte servilere bürünmüş hazin Üsküdar, Çamlıca, Kadıköy!

İşte tatlı bir duman içinde keyif süren Adalar! Daha arkada Yalova, Mudanya tepeleri.

İşte bulutların bile üstüne çıkmış şöhretli “Ayda”2 Tepesi. Saçı sakalı bembeyaz olmuş, başını gururla semaya doğru kaldırmış! Gururlanmaya da hakkı vardır. Çünkü onun kadar çok görmüş, büyük vakaları seyretmiş bir başka şahit yeryüzünde güç bulunur. Şimdiye kadar “Homeros”tan, kudretli sanatkârlardan hürmet göregelmiştir. Başka sermayesi olmasa bile, eteğine sığınmış dört yüz çadır halkının bir iki asırda cihanı şan ve şerefle doldurarak titrettiğini görüp iftihar etmesi yeter de artar. “Osmanlı kudret ve büyüklüğünün yayıldığı kaynak benim.” diyebildiği için başını o kadar dikmiş, göğsünü o kadar germiş bir hâlde mağrur ve muktedir yükseliyor.

Elektrik cereyanı gibi bir iç cereyanının başından ayağına kadar geçmesinden âdeta vücudu bir kere sarsıldı. Hemen ayağa kalkıp iki üç kere odayı dolaştı.

O sarsılma, birden zihninde canlanan o muazzam Osmanlı Devleti’nin kudret ve büyüklüğüne hayran olmasından, sadakat, şükran, iftihar gibi müessir duyguların kalbine birden hücum etmesinden doğmuştu.

Tekrar Uludağ tarafına döndü.

“Evet hep oradadır. Toprağın her bir karışı birer tarih sayfasıdır. Gayret ve vatanseverlik kanıyla yoğrulmuş hayat ve kuvvet macunudur. Rahim ve Rahman olan Allah’ın seçkin kullarına mekân olmuş birer ümmet ‘ziyaretgâh’ıdır.”

Cihangir olan dört yüz çadır halkının şanlı tarihini hep zihninden geçirmeye başladı.

Akşam oldu. Oda uşağı mumları yaktı, bir emri olup olmadığını sordu. Cevap alamayınca şaşırmış hâlde çıktı.

Mansur Bey’in bunlardan haberi yoktu.

Gururla kaldırmış olduğu başı yoruldu, beyninde bir ağırlık hissetti. Başını öne doğru eğdi. Geniş alnını iki avucunun içine koydu. Dirseklerini dizlerine dayadı. Yine derin düşüncelere dalmış olarak, bir saat kadar da bu hâl ve vaziyette kaldı.

“Bir aralık ‘medeni’ olduğu iddiasıyla mağrur olan Avrupa, hâlâ cehalet devrine mahsus olan garaz ve taassubu bir türlü elden bırakamıyor! Acaba kasıt mı var, yoksa sade gaflet mi?” dedi.

Biraz sonra yine:

“Moribond (can çekişen–hasta adam) mu? Halt etmişler!” dedi.

Hiddetli bir yüzle ayağa kalktı ve birkaç kere odayı dolaştı. Rastgele bir noktada birden durduğu vakit yüzü gülüyordu.

“Biz yine o Osmanlı, o Müslüman’ız. Bütün kâinat nizamını kuran mutlak hikmet sahibi Cenab-ı Allah, hiçbir şahsı, hiçbir cemiyeti hayatı boyunca ehemmiyetli, ehemmiyetsiz bir arızaya uğramaktan masun kılmamıştır.

Tehlikesiz bir geçici arızadır. İlkbaharı müjdeleyen ve ihtiyatlı olmaya sevk eden bir kıştır. Maarifin çiçek açmasıyla yeniden kendini gösterecektir.

Şu mübarek, seçkin diyarı bize kısmet eden âlemlerin Rabbi Cenab-ı Allah bizi yaradılıştan güzel ahlakla da mükafatlandırmıştır.

Tarihimiz kahraman alaylarıyla dolmuş, taşmıştır!

Bir taraftan Osmanlar, Orhanlar, Hüdavendigârlar, Yıldırımlar, Çelebiler, Fatihler, Yavuzlar…

Diğer taraftan Alaaddin Paşalar, Çandarlızadeler, Sokullular, Köprülüler.

Hanedan, yine o yüksek hanedandır; kullar, yine sadık ve fedakâr kullardır.

Sanki bu asırda benzerleri yok mu? ‘Mahmud-ı Adlî’ (II. Mahmud) namının eriştiği makama yükselmek davasına cüret edecek Avrupa’nın üstün insanları kimlerdir?

Reşid’i yetiştiren millet yine bu millet değil mi?

Çeşitli gaileler yüzünden geçici bir arıza gelmiş, Osmanlı heybet ve azametinin yine kahramanlık göstermesi için her nasılsa meydan almış bulunan cehaletin kara perdesini kaldırarak kafaları aydınlatmaktan başka bir şey lazım mı?

Sultan Mahmud’un, Sultan Mecid’in eserleri hep o gayeye ulaşmak için girişilen büyük teşebbüslerden başka bir şey mi? Bugün önünden geçtiğimiz şu zırhlılar. Sultan Aziz’in şu eserleri dahi yaşama gücümüze delil değil de nedir?

Şüphem yoktur. İstikbalimiz mazimize bile gıpta ettirecektir.”

Gözüne parlaklık, dudaklarına tebessüm geldi. Bu hâlde yine bir hayli müddet odada dolaştı.

Elini çıngırağa uzattı. Hizmetçinin gelişiyle uykudan uyanmış gibi yeniden yüzünü yıkadı. Yemek yedi. İsteği üzerine getirilen yerli gazeteleri okuyup bitirdi. Yüzündeki gülümseme yalnız “Courrier d’Orient” gazetesinin makalesini okurken kayboldu, yerine hiddet geldi.

“Açıkça yabancıların menfaatleri desteklensin! Sonra da “Times”ler, “Figaro”lar vesaire utanmadan basının baskı altında bulunduğundan bahseden düşmanca yazıları yayınlamakta devam etsinler.” dedi.

Yatağa girdiği vakit saat üç buçuğu bulmuştu. Dün gece de layıkıyla uyuyamamıştı. Bununla beraber sabaha kadar gözüne uyku girmedi.

1Groznde Reu de Peroz.
2Uludağ