Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 Kavram
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Prof. Dr. Mikâil Bayram, 1940 yılında, İran’ın Hoy bölgesinden göç eden bir ailede, Van’ın Saray ilçesinde doğdu. İlk ve orta tahsilini Van’da tamamladı. 1966 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde bitirdiği lisans eğitiminin ardından, iki yıl kadar orta eğitim kurumlarında öğretmenlik yaptı. 1968 yılında Konya Yüksek İslam Enstitüsü’nde Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyeliğine tayin edildi. Bu sırada bir yıl süreyle Bağdat Üniversitesi’nde Arap dili ve edebiyatı üzerine ihtisas eğitimi aldı. Akademik hayatı boyunca, tarihî el yazmaları üzerinde çalıştı, bilhassa İran kültür sahasının ve Fars dilinin Anadolu’daki yansımaları üzerinde uzmanlaştı. Doktorasını 1975 yılında, Ahi Evren üzerine incelemesiyle tamamladı. 1980 yılında Selçuk Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev aldı. 1990’da Orta Çağ Tarihi doçenti, 1996’da profesör unvanı aldı; aynı fakültede Tarih bölüm başkanlığı yaptı; İslam Tarihi, Türk-İslam Tarihi ve Selçuklu Tarihi dersleri verdi. Arapça, Farsça, Kürtçe ve Pehlevîce bilen Prof. Bayram, evli ve üç çocuk babasıdır.

Bugüne kadar 20 kadar eseri, 180’den fazla bilimsel makalesi yayımlanan Prof. Bayram’ın, Elips Kitap’tan 2020 yılında çıkan Tarihin Kuyumcusu adlı bir de söyleşi kitabı bulunmaktadır.

Mehmet Akif Koç, 1982 Sivas doğumludur. ODTÜ İktisat Bölümünde lisans eğitimini, uluslararası güvenlik alanında yüksek lisansını tamamladı. Hâlihazırda Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi’nde (ASBÜ) Orta Doğu Çalışmaları programında doktora çalışmalarını sürdürmektedir. İngilizce ve Farsçadan edebiyat, tarih ve kültür alanlarında çok sayıda kitap çevirileri bulunmaktadır. 2012’de yayımlanan Rekabetten Geleceğe: Türkiye-İran İlişkilerinin Güvenlik Boyutu başlıklı telif eserinin yanı sıra; Orta Doğu siyaseti, tarihi ve kültürü konularına odaklanan akademik makale ve araştırmaları yayımlandı. Farsçadan edebî çevirileri Elips Kitap tarafından yayımlanmaktadır.

ÖN SÖZ

Türkiye’de, yazılı ve görsel medyada fazla yer bulamadığı ve gönüllü/paralı lobileri olmadığı için geniş kitlelerin pek tanımadığı, ancak zengin müktesebatıyla gerçek birer hazine olan çok sayıda ilim ve kültür insanı yaşıyor. Bu kıymetli insanların bir kısmının yaşı ilerliyor ve çeşitli sebeplerle yazı yazamayacak ve eser de veremeyecek durumdalar. Bu noktada, birikimlerinin kayda geçirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması açısından tedbirler alınması gerekiyor.

Mikâil Bayram’ın Aynasında 99 İsim ve 99 Kavram projesi, işte bu düşünceden doğdu. Elips Yayın Grubu’nun değerli sahibi, kıymetli dost Yasin Topaloğlu’yla 2019 Aralık ayında Konya’daki evinde ziyaret ettiğimiz Mikâil Hoca’ya bu projeyi açtığımızda memnuniyetle kabul etti. Bunun üzerine, editörlüğünü üstlendiğim bu proje için 2020 Ocak, Şubat ve Mart aylarında birkaç sefer Hoca’yı Konya’daki evinde ziyaret ettim ve bu iki kitap çalışmasının altyapısını oluşturmak üzere seri hâlde söyleşiler gerçekleştirdik.

Esasen 2020 Ocak ayında, yine Elips Kitap tarafından, Hoca’nın uzun yıllara yayılmış sohbetlerinden derlenen ve Sevgili Halil Karadeniz’in yayıma hazırladığı bir söyleşi kitabı Mikâil Bayram Kitabı – Tarihin Kuyumcusu yayımlanmıştı. 99 İsim ve 99 Kavram kitapları ise, büyük kısmı itibarıyla önceki kitapta değinilmeyen özgün konu başlıkları altında, daha metodolojik bir perspektifle ve tarihsel dönemler hâlinde, Hoca’nın birikimini okuyucuya derli toplu şekilde aktarmak amacıyla hazırlandı.

***

Bu kısa ön sözde, kitaba dair metodolojimi, çeşitli gözlemlerimi ve çalışmanın bazı eksikliklerini okuyucuya hülasaten sunmak istiyorum.

Evvela Mikâil Hoca’yı, kendisini tanımayan okuyucular için şahsi penceremden kısaca tanıtmak isterim. Prof. Mikâil Bayram, Türkiye’de Selçuklu Tarihi alanında ilk akla gelen “eski kuşak” hocalar arasındadır. Zeki Velidi Togan, Halil İnalcık, Necati Lugal, Ahmet Ateş, Tahsin Yazıcı, Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel gibi tanınmış hocaların rahle-i tedrisinden geçmiş, çok sayıda eser veren, disiplinli bir akademisyendir. Özellikle Anadolu Selçuklularının siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel tarihi bahsinde, alanın otorite isimlerinin başında gelir. Ahi Evren, Mevlânâ Celâleddin Rumî, Şems-i Tebrizî, Sadreddin Konevî gibi tarihsel şahsiyetlerin yanında; Ahilik-siyaset ilişkileri, Türkmen-Moğol ihtilafları gibi alanlarda kudretli bir uzmandır.

Hoca’nın bir başka önemli yönü; Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamlayan bir tarihçi olarak, İslam Tarihi ve karşılaştırmalı dinler alanındaki ilave yetkinliğidir. Bilhassa kadim İran inançları, bunların İslam inançları ve tasavvufu üzerindeki tesirleri konusunda gayet derinlikli bir isimdir. Bu açıdan Hululîlik, Hurufîlik, Batınîlik, Melâmîlik, Zerdüştîlik, Mazdekîlik ile Avesta kökenli inanç esaslarının sonraki asırlardaki yansımaları konularında ezber bozan bir perspektife sahiptir.

İlahiyat ve tarih, Hoca’nın iki ana akademik disipliniyken, edebiyat âdeta hobisidir. Bu üç alanda aynı anda söz söyleyebilecek yetkinlikte bir uzmanın neredeyse bulunmadığı mevcut akademik çölümüzde, Mikâil Bayram âdeta bir vaha gibidir. Bu nehir söyleşimizde okuyucuların da kolayca fark edebileceği üzere, Hoca, meseleleri ele alırken sadece siyasal ve tarihsel boyutlarıyla konuya değinmez; yeri geldiğinde teolojik kavramları da ehliyetle kullanarak mevzuları analiz eder. Bunun yanında, aynı zamanda Divan sahibi bir şair olarak -şiirlerindeki mahlası, memleketi Van/Saray’a atfen Sarayî’dir- ciddi bir edebî kudret sahibidir; sadece klasik Türk şiirine değil, Firdevsî, Hayyam, Hakânî, Şehriyâr gibi Fars şiirinin usta isimlerinin eserlerine de vâkıf ve Farsça şiirler de kaleme almış bir şairdir.

Mikâil Hoca’nın çok önemli bir yanı lisan bilgisidir; bu yönüyle, tek yabancı dili ve ancak kırık dökük bilen tarihçi/ilahiyatçıların aksine, Hoca her birine hakkıyla vâkıf olduğu dört lisan bilir ve konuşur. İbn Teymiyye’den Arapça, Ebu’l Alâ Mevdûdi’den Farsça kitap tercümesi yapacak kadar bu dillere hâkimdir. Arapça ve Farsçanın yanında -yetiştiği coğrafyanın da yardımıyla- Türkçenin Azerbaycan ağzına ve Kürtçeye de hâkimdir. Ayrıca, Türkiye’de çok nadir görülebilecek şekilde, kadim İran’ın lisanı Pehlevîce de Mikâil Hoca’nın vâkıf olduğu lisanlar arasındadır.

Hoca, aynı zamanda Türkiye’deki yaşayan en önemli yazma eserler uzmanlarının başında gelir. Zaman zaman bilirkişi olarak da uluslararası yazma eser kaçakçılığında eski eserler konusunda uzmanlığına başvurulan Mikâil Hoca -bizzat kendi ifadesiyle- Zeki Velidi Togan ve Süheyl Ünver’den sonra, Türkiye’deki en önemli el yazması kitap otoritesidir. On yıllarını Anadolu’nun yazma eser kütüphanelerinde geçirmiş ve elinden on binlerce eski eser geçmiş, gerçek bir araştırmacı için şaşırtıcı bir özellik sayılmamalıdır bu mukayese.

Mikâil Hoca’nın bir başka yönü, 1960 ve 70’lerin sert kutuplaşmacı toplumsal şartlarında önce öğrenci, sonra öğretmen ve genç bir akademisyen olarak, fikrî tartışmaların da içinde yer almış olmasıdır. Samimi bir dindar olarak, Mikâil Hoca, söz konusu dönemde Türkiye’deki İslamcı hareketlerin içinde bulunmuş, Büyük Doğu Cemiyeti, Nurculuk ve diğer İslami ve muhafazakâr yapıların faaliyetlerinde görev almıştır. Bilhassa 99 İsim çalışmasında görüleceği üzere bu dönemdeki bağlantıları kendisine; Ayetullah Humeyni’den Cemalettin Kaplan’a, Mehdi Bâzergân’dan Erol Güngör’e, Necip Fazıl’dan Osman Yüksel Serdengeçti’ye, Aykut Edibali’den Ercümend Özkan’a kadar çok geniş bir ağ ve çevre tesis etme imkânı vermiştir.

Hoca’nın akademik, ilmî ve aksiyoner yönüne ilişkin olarak kısaca değindiğim bu hususiyetler, 99 İsim ve 99 Kavram çalışmalarında dikkatli okuyucuların gözünden kaçmayacaktır.

***

Çalışmanın metodolojik yönüne ilişkin olarak şu hususları okuyucunun takdirine sunarım:

1. Öncelikle bu çalışma, nehir söyleşi formatında gerçekleştirilen seri sohbet ve buluşmaların bir kaydını içeriyor. Usul olarak, konuşma anında ve hemen o esnada, bilgisayardaki programa yazdığım metinleri, ilgili bölümlerin bitiminde Mikâil Hoca’ya okuyarak teyit ettirdim, kendisinin onayından sonra ilgili bölümler oluştu.

2. Söyleşide takip ettiğimiz usul, nehir söyleşi formatında olmakla birlikte, yazıya dökerken ve yayına hazırlarken bir dizi düzenleme ve değişiklik yaptım. Bu değişikliklerden sonra ortaya çıkan metin; söyleşide ele alınan tüm hususları yansıtan, ancak söyleşi yapanın (söyletenin) her bir bölümde tekrar tekrar görünmediği, daha sade bir hâl aldı.

Bu sayede, hem birbirine benzer soruları her seferinde metne koyup okuyucuyu yormamayı hem de Mikâil Hoca’nın konuyu ele alış tarzını kesmeden vermeyi hedefledim. Bu yeni formatın çalışmaya hafif bir ansiklopedik hava vermekle birlikte, söyleşinin takip edilebilirliğini kolaylaştırdığını düşünüyorum. Okurlardan gelecek tepkilere göre bu söyleşi usulünü yeni çalışmalarda da sürdürmeyi planlıyorum.

Elbette dikkatli gözler, “söyleten” kişinin sorduğu soruları, konuların akışı esnasında anlatım tarzının, üslubun ve olay-kişi örgüsünün değişiminden çıkaracaktır.

3. Her iki kitapta da Mikâil Bayram’ın ömür aynasında kadrajına giren 99 isim ve 99 kavram hakkında özlü fikir ve değerlendirmelerini yansıtmaya çalıştım. Söyleşi öncesinde kendisiyle bilistişare belirlediğimiz 99 isim, Hoca’nın kendi çalışma alanlarında, ilgi sahasında ve -bir kısmı itibarıyla- bizzat hayat deneyiminde yeri olan isimleri yansıtıyor.

Örneğin Ahi Evren, Sadreddin Konevî, Nâsıreddin Tusî, Mevlânâ Celâleddin Rumî, Şems-i Tebrizî gibi isimler, Mikâil Bayram’ın yaklaşık elli yıldır üzerinde akademik çalışmalar yürüttüğü tarihsel şahsiyetler. Bu şahsiyetleri ele alırken, hem kısa hayat öykülerini hem akademik çalışmalarında karşısında çıkan karanlıkta kalmış yönlerini hem de akademik metinlerde yer vermediği bazı ilginç hususları ele aldık.

 

Bu isimlerin bir bölümü ise Halid b. Velid, Gazneli Mahmud, Cengiz Han, Emir Timur, İbn Haldun, Ebu Müslim Horasanî, Nadir Şah, Cemâleddin Afgânî gibi doğrudan Hoca’nın akademik çalışma alanında olmayan ama bir tarihçi olarak değerlendirmesini istirham ettiğim tarihsel şahsiyetlerden oluşuyor.

99 ismin üçüncü kısmı ise, Mikâil Hoca’nın tarihçi kimliğinden ziyade bir fikir adamı ve münevver olarak mercek altına aldığı çeşitli fikir ve aksiyon adamlarından oluşuyor. Genel itibarıyla XX. yüzyılda yaşamış olan, Mehmed Akif, Said Nursî, Seyyid Kutub, Muhammed İkbal, Ayetullah Humeyni, Ebu’l Alâ Mevdûdî gibi isimlerin bir bölümü Hoca’nın dünya görüşü ve fikrî altyapısı açısından önemli yeri olan düşünürler. Örneğin Türkiye sürgününde 1960’lı yıllarda Ankara’da, bilahare de Irak sürgünü sırasında Necef’te görüp tanıdığı Humeyni’yi anlatıyor. Keza bir dönem Nurculuğun içinde bulunması ve her ikisi de Doğu Anadolu kökenli olduğu için bir kısım yakınlarını da tanıması hasebiyle, Said Nursî’den detaylı olarak bahsediyor. Benzer şekilde, bir dönem eserlerini tercüme ederek yollarının kesiştiği, İbn Teymiyye (Arapça) ve Mevdûdî (Farsça) hakkındaki kanaatlerini de bu kitabın sayfalarında okuyucuya aktarıyor.

Bu isimler arasındaki son bölüm ise, Hoca’nın bir akademisyen olarak teşrik-i mesai ettiği, yakından tanıma fırsatı bulduğu, kimi zaman çekişip ihtilaflar yaşadığı ilginç bir tarihçi ve ilahiyatçı ekibini mercek altına alıyor. Bu kapsamda hepsini yakından tanıyıp görüştüğü Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Muhammed Tayyib Okiç, Tâvît et-Tancî, Muhammed Hamidullah, Abdülfettah Ebu Ğudde, Zeki Velidi Togan, Abdülbaki Gölpınarlı, Erol Güngör, Abdülkerim Sürûş, Seyyid Hüseyin Nasr, Annemarie Schimmel, Necati Lugal gibi değerli isimleri farklı ve pek bilinmeyen yönleriyle anlatıyor, her biriyle yaşadıkları acı tatlı hatıralar üzerinden okuyucuyu ilgi çekici bir yolculuğa çıkarıyor.

4. Benzer bir noktadan hareketle kurguladığımız 99 kavram da keza oldukça çeşitlilik gösteren bir yelpazede, Mikâil Bayram’ın tarihsel ve güncel kavram, süreç ve hadiselere dair değerlendirmelerini yansıtıyor.

Bu kavramların bir bölümü; doğrudan İslam Tarihi alanının ilk dönemlerine aittir; Asr-ı Saadet, Emevîler, Abbasîler, Karmatîler, Hurremîler, Endülüs Emevîleri gibi başlıklar altında bu dönem tarihinin büyük kargaşa içinde geçen ilk asırlarını ele alıyor.

İkinci bir kavram setinde, Türkiye’de pek fazla bilinmeyen bir alana, İran’ın kadim tarihine ve İslami dönemin hemen başlarındaki çalkantılı asırlara ışık tutuluyor. Bu bölümlerde; 99 isim çalışmasına paralel olarak Zerdüştîlik, Avesta, Hodânâme, Mazdekîler, Pârisîler vb. kavramlar ekseninde günümüzdeki İran’ın kadim köklerine ışık tutuluyor. Keza İslam’ın İran coğrafyasına giriş sürecinde, İran halkıyla birlikte, eski İrani kavram ve geleneklerin de “İslam’a girmesi” gibi -şahsen de çok önemli bulduğum- bir okuma üzerinden “İran’daki İslam ve Şiilik” ele alınıyor. Bu kavramların modern döneme yansıması mahiyetinde 1979 Devrimi, velâyet-i fakih, Şiiliğin protest yönü, İranzemin vb. kavramlarla da kadimden modern döneme köprü kuruluyor ve mukayeseli bir tarih okuması sunuluyor.

Mikâil Hoca’nın asıl çalışma alanı olan Orta Çağ İslam Tarihi ve Selçuklular bahsinde çok sayıda kavramın ele alınıp yorumlandığı üçüncü bir kavram setinde ise; Mevlevîlik, Hurufîlik, Kalenderîlik, Selçukluların siyasi-toplumsal-kültürel kodlarının yanı sıra Moğolların bölgedeki faaliyetleri de bu süreçlere paralel olarak inceleniyor.

Mikâil Hoca’nın fikrî altyapısında önemli yer tutan Cumhuriyet dönemi Türk siyasal hayatına dair kavramlar da kitaptaki dördüncü kavram dizisini teşkil ediyor ve Kürt meselesi, 1915 Ermeni Olayları, Soğuk Savaş döneminde Türkiye’deki toplumsal/siyasal kutuplaşma gibi süreçler üzerinden eleştirel bir yakın dönem okuması yapılıyor. Keza 99 İsim çalışmasında olduğu gibi Hoca’nın bir bölümü polemik ve çatışmalarla geçen akademik hayatındaki çeşitli süreçlerin anlatımıyla 99 Kavram kitabı sona eriyor.

5. Yukarıda değindiğim üzere; her bir başlıkta (toplam 198 başlık) kendi sorularım ve yorumlarımı metne özellikle almadım. Ancak konuları ele alırken, Hoca’yı belirli bir çerçevede yönlendirdiğim metodolojik yaklaşımımı da burada okuyucuya arz etmeyi, akademik etiğin bir vecibesi addediyorum. Her bir konu başlığı altında Hoca’ya temelde şu üç soruyu yönelttim:

i) Bu şahsiyet/kavram, genel tarihsel bağlamda ne anlam ifade ediyor, bu kişiyi/kavramı bir tarihçi/ilahiyatçı/edebiyatçı gözüyle ve akademik perspektiften nasıl tanımlarsınız? (Genel olarak 1-2 paragraf)

ii) Bu şahsiyetle hayatınız boyunca bir araya geldiniz mi, kendisiyle hatıralarınız ve yaşanmışlıklarınız oldu mu? Daha kişisel (hatta duygusal) düzlemde, bu şahsiyeti nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu şahsiyetlerin -varsa- eserlerini tetkik ettiniz mi, (eğer şahsen görüşmediyseniz) çalışmalarının genel bir değerlendirmesini yapar mısınız? (Çoğunlukla 2-3 paragraf)

iii) Bu kavram/süreç/eser, akademik çalışmalarınızın herhangi bir döneminde ilgi alanınıza girdi mi; girdiyse hangi eserlerinizde bunları ele aldınız; ilgili çalışmanızda bu husustaki temel bulgularınızı özet olarak paylaşır mısınız? (Genellikle 3-4 paragraf)

6. Nihayetinde, bu üç temel soru grubu ekseninde, detaylar üzerinde görüş alışverişinde bulunarak, bazı yerlerde müzakere ederek ve tartışarak ilgili bölümleri hazırladık. Söyleşimizde -sorunun doğası icabı kişiselleşen hususlar haricinde- mümkün mertebe objektif kriterlerden ve yazım/anlatım usulünden uzaklaşmamaya gayret ettik. Hatta bazı ihtilaflı konularda Hoca’yla tartıştığımızı ve “bu tezinizi yine yazalım ama en azından beni bu konuya ikna ediniz Hocam” diyerek, kendisini metin dışında ve serbest bir sohbet ortamında zorladığımı da kayıt altına almak isterim.

7. Hoca’nın, 80 yaşını geride bıraktığı bir dönemde, tüm tarihleri hafızasında tutması, tabiatıyla, benim açımdan rasyonel bir beklenti olmayacaktı. Bu nedenle söyleşide dile getirdiği her bir tarihi, kitapları yayına hazırlarken tek tek ilgili kaynaklardan teyit ederek çalışmaya aldım. Söyleşi esnasında genel olarak Hicri takvime göre verdiği tarihleri de -Türk Tarih Kurumu’nun resmî web sitesindeki takvim dönüştürme kılavuzu yardımıyla- Miladi karşılıklarıyla birlikte metnin son hâline dercettim. Keza, Hoca’nın söyleşi esnasında atıf yaptığı kendi eserleri ve diğer kişilerin eserlerini bilahare tespit ederek, dipnotlarda işledim. Benzer şekilde, okuyucuyu bilgilendirmeye yönelik olarak, bazı kavram ve kişilere dair asgari seviyede tutmaya çalıştığım ilave açıklamalarımı da dipnotlarda sundum.

Aksi belirtilmedikçe, dipnotlardaki ifadeler de Mikâil Bayram’a aittir ve Hoca’nın ilgili konuyu anlatırken verdiği konu dışı detaylarla bir bütün oluşturur. Söyleşiyi yapan ve yayına hazırlayan sıfatıyla, kendi katkı, açıklama ve birkaç kritik yerdeki gözlemlerimi (e.n.) ifadesiyle belirterek dipnotlara ilave ettim. Bu tür söyleşi kitaplarında zaman zaman eksikliği hissedilen; “söyleyen” ile “söyleten” tarafından serdedilen ifadelerin bu şekilde birbirinden ayrılması gerekliliğini, söyleşi yapılan kişiye saygı ve yayın etiğinin de bir rüknü olarak değerlendiriyorum.

8. Çalışmanın sınırlılıkları konusuna da okuyucuya saygı açısından, burada kısaca değinmek isterim. Öncelikle, söyleşiye başlarken hazırladığım kişi/kavram listesinde çeşitli sapmalar oldu; bunların küçük bir kısmını Hoca, gereksiz polemik oluşturabileceği gerekçesiyle listeden çıkarmayı önerdi. Listemdekilerin bir kısmını ise metin içinde bölümler arası muhteva/uzunluk dengesini muhafaza etmek adına, bilistişare listeden çıkardık.

Söyleşi esnasındaki en önemli sorun fiziksel sıkıntılardı. Zira Ankara’dan yola çıkarak, birkaç günlük seyahatler hâlinde, Hoca’yı Konya’daki evinde ziyaret ederek bu çalışmayı gerçekleştirdik. Mikâil Hoca’nın ilerleyen yaşı ve çeşitli hastalıkları nedeniyle, bu çalışmaların sekteye uğradığı dönemler elbette oldu. Ancak eksik kalan bölümleri, bilahare kendisiyle yeniden söyleşip tamamlayarak yayına hazırladım. Süreçteki bir diğer sorun ise, 2020 Mart ayından itibaren küresel bir afete dönüşen koronavirüs salgınıydı.

***

Sonuç itibarıyla, elinizdeki bu iki kitap çalışması, kıymetli Mikâil Bayram Hoca’nın birikimlerini kayıt altına almak ve gelecek nesillere aktarabilmek açısından, önem verdiğimiz bir projeydi. Ümit ediyorum, kitabın okuyucuları ve ilgilileri de içerik ve kapsam itibarıyla beklediklerini bulabilirler. Çalışmanın eksikliklerinden, elbette söyleşiyi yapan ve yayına hazırlayan sıfatıyla doğrudan ben sorumluyum.

Bu vesileyle, son olarak; Mikâil Bayram Hoca’ya, sağlık durumunun elverdiği ölçüde içtenlik ve özveriyle çalışmaya katkı sağladığı için müteşekkirim. Keza, kıymetli eşi Ayşe Bayram Hanımefendi’ye de hoşgörüsü ve nazik ev sahipliği için şükranlarımı sunarım. Bu iki kitabın değerli yayıncısı ve sevgili ağabeyim Yasin Topaloğlu’nun maddi-manevi desteği olmasaydı, elbette bu çalışma ortaya çıkma imkânı bulamazdı; kendisine bir kez daha teşekkür ediyorum. Bu kıymetli çalışmayı kendi adıma, zor günlerimizde daima yanımda olan, sevgili annem ve babam, Ayşe ve Mikdat Koç’a armağan etmek istiyorum.

Mehmet Akif Koç
Balgat, 1 Haziran 2021

1.
Asr-ı Saadet ve Medine Sözleşmesi

“Peygamber çağı” demek olan bu sözle, Hz. Peygamber’in yaşadığı dönem kastedilir. O’nun Mekke’de geçen 13 senelik nübüvvet dönemi içerisinde bir yöneticilik formasyonundan ve siyasi otoritesinden söz edilemez. Ancak Medine’ye hicretinden sonra, Hz. Peygamber’in siyasi bazı aktiviteleri göze çarpmaktadır. Medine’ye geldiğinde, şehirde 3-4 kabile hâlinde Yahudi topluluklar yaşardı, bunların dışında Medine’nin yerlileri olan Araplar vardı, yine çok az olmakla birlikte Hristiyan bir cemaat de şehirde bulunmaktaydı. Bunların arasına Müslümanlar da katılmış oldu. Mekke’den gelen Muhacirlerle, bunları himaye eden yerli dindaşları konumundaki Ensar bu Müslüman cemaati oluşturuyordu.

Hz. Peygamber Medine’ye gelince, bu farklı toplumsal cemaatlerle birtakım görüşmeler yaptı, bu aynı zamanda bir sosyal ve siyasal açılım anlamı taşımaktaydı. Bu görüşmede onlara, şehirde tüm bu cemaatlerin bir arada yaşayacağını, barış ve huzur içinde yaşanabilmesi için evvela ortak hukukun belirlenmesi gerektiğini kaydetti. Bu hukukun tesisinin birbirlerine karşı hak ve yükümlülükleri ortaya koyacağını belirtti, bu kanaat diğer cemaatler tarafından da kabul edildi ve Medine Sözleşmesi olarak bilinen bu ortak yaşam formunda, Hz. Peygamber hakem olarak kabul edildi.

Muhammed Hamidullah’ın da ifade ettiği gibi Müslümanlar bu şehirde azınlıktı ve %10-15 civarında bir nüfusa sahipti. Buna rağmen hakemliğin Peygamber’e verilmiş olması manidardır. Bunun sebebi de hiç şüphesiz, onlara teklif ettiği konuların haklı ve makul bulunmasıydı. O anda hemen yazıya dökülmüş olmasa da (Bilahare hadis kitaplarında yazıya geçirildi.) bu prensipler cemaatler arasında kabul gördü. Onun bu girişimdeki rolü ve önderliğinden dolayı, söz konusu sözleşmenin uygulanmasında kendisini hakem olarak kabul ettiler.

Burada önemli bir hüküm var; Medine Şehir Devleti, dışarıdan bir tecavüze uğrarsa Medine’de sakin olanların hepsinin ortak düşmana karşı birlikte mukabele etmesi esastı ve bu ortak savunma ahdi, sözleşmenin özünü oluşturmaktaydı. Bu sözleşmenin başarısı çevrede fark edilince, Medine çevresindeki kabileler de müracaat edip, kendilerinin de sözleşmeye dâhil edilmesi talebinde bulundular. Bu yüzden, sözleşmeye iki madde daha eklenip, o kabilelere de hitap eder bir konuma getirilmişti.

Bununla birlikte, söz konusu sözleşmenin uygulanmasında bazı problemler de ortaya çıktı. Örneğin, bir pazar yerinde bir kadın bir müşrikin tecavüzüne uğradı, kadın bunun üzerine Müslümanlardan yardım talep edince, bir Müslüman erkek o mütecaviz adama sopayla vurarak onu öldürdü. Bu hadise, adli bir problem meydana getirmiş oldu. Hz. Peygamber o adamın kabilesine adamın diyetini ödetmişti.

Bu sözleşme ilk defa Hendek Savaşı’nda zedelendi, zira anlaşmaya göre Medine dışarıdan birilerinin hücumuna maruz kalırsa, bu ortak düşmana karşı herkesin birlikte mukabelede bulunması gerekirdi. Vâkıâ, burada yardımlaşmadan da bahsedilebilirdi. Ancak Beni Kurayza Yahudileri, sözleşmeye aykırı olarak Mekkeli müşriklerle anlaşarak, hendeği aşmaları için onlara geçit sağladılar. Müslümanlar uyanık davranarak bu geçidi kapattı ve şehir savunmasının düşmesini önlediler.

Sonuçta Mekkeliler geri çekildi. Mekkeliler geri çekilince, Hz. Peygamber sözleşmenin uygulamadaki hakemi konumunu kullanarak, bu hıyanet içindeki grubu cezalandırmayı düşündü. Beni Kurayza’yı muhakeme etti, bu sırada hüküm verilmesi için diğer Yahudilere de danıştı; onlar da Tevrat’a göre cezalandırmayı tercih ettiler. Tevrat’ta bu tür durumlarda verilecek cezanın ölüm olduğu yazılıdır. Hz. Peygamber bu hükme göre esas suçlu konumundaki sekiz kişiyi belirledi, bu sekiz kişinin öldürüldüğü kaynaklarda rivayet edilir.

 

Bu hadiseden sonra bu sözleşmenin uygulanmasında ve sürdürülmesinde bazı pürüzler ortaya çıktı.