Buch lesen: «Pis Adam»
1
Tam gece yarısından sonra düşünmeyi kesti.
Akşamın erken saatlerinde bir şey yazmıştı ama şimdi, mavi tükenmez kalem önünde, gazetenin üstünde duruyordu, tam da çengel bulmacanın sağ kolonunun üstünde. Adam daracık tavan arası odasında, alçak bir masanın önündeki eski püskü ahşap bir sandalyede dimdik ve kılını bile kıpırdatmadan oturuyordu. Başının tepesinde uzun püsküllü, sarımtırak, yuvarlak bir lamba asılıydı. Lambanın kumaşı yıllanmış, solmuştu ve cılız ampulün ışığı buğulu ve belirsizdi.
Evin içi sessizdi. Fakat bu sessizlik göreceli sayılırdı. İçeride nefes alıp veren üç kişi vardı ve dışarıdan belli belirsiz, zonklamaya benzer, anlaşılması neredeyse imkânsız bir mırıltı geliyordu. Sanki uzaklardaki yollarda akan trafik ya da ta ötede köpüren bir denizin sesine benziyordu. Bir milyon insanın sesi. Büyük bir kentte yaşayan bu insanlar kaygı dolu uykularındalar şimdi.
Tavan arasındaki adam bej rengi kalın bir ceket, gri kayak pantolonu, makine örgüsü siyah boğazlı kazak ve kahverengi kayak botları giymişti. Kocaman ama bakımlı bir bıyığı vardı, düzgünce geriye taranmış saçlarından bir ton açıktı. Dar bir suratı vardı, profili netti ve yüz hatları belirgindi. Pişmanlık dolu bir suçlama ve inatçı niyetlerden oluşan taşlaşmış bir maskenin arkasında, neredeyse çocuksu bir ifadeye sahipti. Zayıf, şaşkın ve ilgili bir ifade. Her şeye rağmen bir nebze çıkarcı.
Açık mavi gözleri kararlı bakıyordu ama boştu.
Birdenbire yaşlanmış, küçük bir oğlana benziyordu.
Adam hemen hemen bir saat boyunca heykel gibi oturdu. Avuçları bacaklarının üst kısmındaydı ve gözleri solgun, çiçekli duvar kâğıdında aynı noktaya odaklanmıştı.
Sonra ayağa kalktı, odanın diğer tarafına yürüdü, dolabın kapısını açtı, sol elini uzatıp raftan bir şey aldı. Kenarı kırmızı şeritli, beyaz bir kurulama bezine sarılı, uzun ince bir şeydi.
Bu şey bir karabina süngüsüydü.
Adam süngüyü çekti ve sarı silah yağını dikkatlice sildikten sonra çelik mavisi kınının içine sürdü.
Adam uzun boylu ve oldukça ağır biri olmasına rağmen hareketleri hızlı, atletik ve ekonomikti, elleri de en az bakışları kadar kararlıydı.
Belindeki kemeri çözüp silahın kılıfındaki deri ilmekten geçirdi. Sonra ceketinin fermuarını çekti, eline eldiven, başına ekose tüvit bir kep takıp evden çıktı.
Tahta basamaklar adamın ağırlığının altında gıcırdadı ancak ayak sesleri duyulmuyordu.
Ev küçük ve eskiydi, ana cadde üstünde kalan küçük bir yokuşun en başındaydı. Buz gibi soğuk, yıldızlarla dolu bir geceydi.
Tüvit kepli adam evin köşesinden döndü ve bir uyurgezer kadar emin adımlarla, hemen arkadaki garaj yoluna yürüdü.
Siyah Volkswagen’in sol ön kapısını açtı, direksiyonun arkasına geçti, süngüyü düzeltti, silah adamın sağ uyluğuna yaslanıyordu.
Adam motoru çalıştırdı, farları yaktı, geri geri ana caddeye çıktı ve kuzeye doğru sürdü.
Küçük siyah araba karanlıkta kesin ve kusursuz bir tempoyla, âdeta uzayda ağırlıksız süzülen bir araçmış gibi öne doğru çıktı.
Yol boyunca ilerledikçe binalar sıklaştı ve şehir o ışıktan kubbesinin altında yükselmeye başladı. Kocaman, soğuk ve ıssızdı. Sert yalın metaller, cam ve beton yüzeyler dışında her şeyi koparılıp atılmıştı.
Gecenin bu saatinde, şehrin merkezinde bile herhangi bir yaşam izi yoktu. Ara sıra geçen bir taksi, iki ambulans ve bir devriye arabası haricinde her şey ölüydü. Polis arabası siyahtı, kenarları beyazdı ve kendi haykırışları içinde çabucak uzaklaştı.
Trafik ışıkları anlamsız mekanik bir monotonluk içinde kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile, yeşilden sarıya, sarıdan kırmızıya geçti.
Siyah araba trafik düzenlemelerine harfiyen uyarak seyretti, asla hız limitini aşmadı, bütün kavşaklarda yavaşladı ve bütün kırmızı ışıklarda durdu.
Vasa Caddesi boyunca ilerledi, Merkez İstasyonu’nu ve yeni tamamlanan Sheraton-Stockholm’ü geçti. Norra Bantorget’te sola sapıp Tors Caddesi üzerinden kuzeye doğru yoluna devam etti.
Meydanda ışıklandırılmış bir ağaç ve durağında bekleyen 591 no.lu bir otobüs vardı. St Eriksplan üstünde bir hilal asılıydı ve Bonnier Binası’nın üstündeki mavi neon akrep ve yelkovan zamanı gösteriyordu. İkiye yirmi vardı.
Tam o saniyede, arabanın içindeki adam tamı tamına otuz altı yaşındaydı.
Şimdiyse Oden Caddesi üzerinden doğuya doğru seyretti, soğuk beyaz sokak lambalarıyla ve on bin yapraksız ağaç dalının damar damar kalın gölgesiyle in cin top oynayan Vasa Parkı’nı geçti.
Siyah araba bir daha sağa saptı ve Dala Caddesi boyunca yüz metre güneye gitti. Sonra fren yapıp durdu. Oduncu ceketli, tüvit kepli adam kasıtlı bir ihmalkârlıkla Eastman Enstitüsü’nün merdivenlerinin tam önündeki kaldırıma iki tekeriyle çıkarak arabayı park etti.
Adam gecenin içine adımını atıp kapıyı arkasından çarptı.
Tarih 3 Nisan 1971’di. Günlerden cumartesiydi.
Gün, henüz bir saat kırk dakika eskimişti ve herhangi bir olay yaşanmamıştı.
2
Saat ikiye çeyrek kala morfinin etkisi geçti.
En son iğneyi saat ondan önce yemişti, demek ki narkoz dört saatten az tesir ediyordu.
Ağrı gelip gidiyordu, önce diyaframının sol tarafında, sonra birkaç dakika sağ tarafında duyuyordu. Derken yavaşça sırtına doğru yayılıyor, nöbet gibi, bedenine hızlı, ısırış gibi acımasız darbelerle geçiyordu. Sanki açlıktan ölmek üzere olan akbabalar hayati organlarının yerini bulmuştu.
Adam uzun dar yatakta sırtüstü uzandı ve gecenin loş ışığı ve dışarıdan gelen yansımaların, manası çözülemeyen, en az oda kadar soğuk ve itici olan, kareye benzer statik gölgelerin desenler oluşturduğu, beyaza boyalı tavana gözlerini dikti.
Tavan yassı değildi, iki alçak bombe şeklinde kubbeliydi ve uzakta gibi görünüyordu. Tavan sahiden de yüksekti, dört metreden yüksekti ve binadaki diğer her şey gibi eski modaydı. Yatak, taş odanın tam ortasında duruyordu ve onun haricinde komodin ve sırtı dimdik, tahta bir sandalye gibi iki mobilya parçası daha vardı.
Perdeler tamamıyla kapalı değildi, pencere de aralıktı. Dışarıdaki bahar-kış havası, beş santimlik aralıktan serin ve taze geliyordu ama adam gene de, komodindeki çiçeklerin çürüyen kokusundan ve kendi hasta bedeninden çıkan kokudan iğrendi.
Uyumamıştı, uyanıktı ve sessizce uzanmış, ağrı kesicinin çok geçmeden etkisini yitireceğini düşünmüştü.
Gece nöbetçisi hemşirenin tahta tabanlı sabolarıyla koridordan geçtiğini duymasının üstünden bir saat geçmişti. O zamandan bu yana kendi nefesi ve belki vücudunda ağır ağır, düzensizce dolaşan kanının sesi haricinde hiçbir ses duymamıştı. Fakat bunlar uzaktan gelen sesler değildi; daha çok onun hayal ürünüydü, yakında başlayacak olan ıstırabına ve anlamsız ölüm korkusuna eşlik eden uygun arkadaşlardı.
Her zaman katı bir adamdı, hataları ya da başkalarındaki zayıflıkları hoş görmezdi, hiçbir zaman kendisinin de günün birinde sendeleyeceğini, fiziksel ya da zihinsel olarak tekleyeceğini kabullenemezdi.
Şimdiyse korkuyordu ve acı çekiyordu. Kendini ihanete uğramış hissediyordu, şaşkındı. Hastanede geçirdiği haftalar esnasında duyuları keskinleşmişti. Her türlü ağrı biçimine karşı anormal biçimde hassaslaşmıştı ve en ufak bir enjeksiyon ya da hemşireler her gün kan alırken dirseğinin içine iğne değeceğini düşünse içi ürperiyordu. Bunun da üstüne karanlıktan korkuyordu, yalnız kalmaya dayanamıyordu ve daha önce hiç duymadığı sesleri duymayı öğrenmişti.
Muayeneler onu bitiriyor, daha da kötü hissetmesine sebep oluyordu. İşin tuhaf tarafı doktorlar bu muayenelere ‘araştırma’ diyordu. Oysa daha hasta hissettikçe, ölüm korkusu yoğunlaşıyor ve tüm bilinçli yaşamını sarıyor, onu dımdızlak ortada, bir nevi tinsel çıplaklık ve neredeyse korkunç bir egoizm ile baş başa bırakıyordu.
Pencerenin dışında bir hışırdama oldu. Tabii ki hayvanın tekiydi, solmuş gül yatağından geçiyordu. Bir tarla faresi ya da kirpi, belki de bir kedi. İyi ama kirpiler kış uykusuna yatmıyor muydu?
Bir hayvan olmalı, diye düşündü ve artık hareketlerinin kontrolünü kaybetmiş vaziyette sol elini kaldırıp elektronik çağrı düğmesine uzattı, erişebileceği uzaklıkta sallanıyordu, yatağın direğine bir tur sarılmıştı.
Fakat parmakları yatağın soğuk metal karyolasına değince eli istemsiz bir spazm yüzünden titredi ve düğme küçük bir tıngırtıyla yere düştü.
Bu sesle adam kendini toparladı.
Elini uzatıp beyaz düğmeye basabilseydi, kapısının üstündeki kırmızı ışık koridorda yanacaktı ve hemşire, derhal tahta sabolarıyla tıkır tıkır yanına gelecekti.
Adam yalnızca korku içinde olmakla kalmayıp aynı zamanda kibirli de olduğundan bunu yapamadığına neredeyse memnun oldu.
Nöbetçi hemşire odaya girer, başının tepesindeki ışığı yakar ve orada sersefil ve perişan yatarken ona sorgulayarak bakardı.
Adam bir süre kıpırdamadan yattı, ağrısının azaldığını ve tekrar ani dalgalar halinde yaklaştığını hissetti, sanki manyak bir makinistin sürdüğü kaçak bir tren misali.
Aniden yeni bir acil durumun farkına vardı. Çişini yapması gerekti.
Tam uzanabileceği mesafede bir şişe duruyordu, komodinin arkasındaki sarı plastik çöp kutusunun içindeydi.
Ama adam şişeyi kullanmak istemedi. İsterse ayağa kalkması yasak değildi. Hatta doktorlardan biri, biraz hareket etmek ona iyi gelir demişti.
Böylece ayağa kalkayım, çift kanatlı kapıları açıp tuvalete yürüyeyim diye düşündü, tuvaletler koridorun diğer tarafındaydı. Ona bir oyalanma, pratik bir görev, bir süreliğine zihnini zorlayan bir şey olurdu.
Battaniyeyi kenara katladı, yatakta doğrulup birkaç saniye, ayaklarını yere sarkıtarak yatağın ucunda oturdu, bir yandan da beyaz geceliğini çekerken altındaki şiltenin plastik kaplamasının hışırtısını işitti.
Ardından dikkatlice yere indi, nemli topuklarının altında soğuk taşları hissetti. Doğrulmaya çalıştı. Apış arasını geren ve uyluklarında sıkılaşan geniş bandajlara rağmen başarmıştı. Üstünde hâlâ bir gün önceki aortografiden kalma köpük basınçlı plastik pansuman duruyordu.
Terlikleri komodinin yanındaydı, adam ayaklarını terliklere geçirip dikkatlice, el yordamıyla kapıya doğru yürüdü. Birinci kapıyı içeri, ikinci kapıyı dışarı doğru açtı ve gölgeli koridordan doğruca lavaboya doğru yürüdü.
Tuvalete gitti, soğuk suyla ellerini duruladı ve geri dönüş yolculuğuna başladı, ardından durup kulak kesildi.
Nöbetçi hemşirenin radyosunun boğuk sesi çok uzaktan duyuluyordu. Yine ağrıları artmıştı, korkusu geri döndü, her şeye rağmen, gidip bir ağrı kesici rica edebileceğini düşündü adam. Müthiş bir etki göstermeyecekti ama en azından hemşire, ilaç dolabının kilidini açmak, şişeyi çıkarmak ve ona biraz meyve suyu vermek zorunda kalırdı ve böylece birisi yine onun için çaba sarf etmiş olurdu.
Hemşire odasına kadar ki mesafe yirmi metreydi. Adam acele etmedi. Terli geceliği baldırlarına çarpa çarpa yavaşça ayaklarını sürüyerek yürüdü.
Nöbetçi odasının ışığı yanıyordu fakat içeride kimse yoktu. Yalnızca yarı boş iki kahve kupasının ortasında kendi kendine serenat yapan transistörlü radyo vardı.
Nöbetçi hemşire ve hizmetli, elbette başka bir yerde meşguldü.
Oda dönmeye başladığında adam, kapıya sırtını dayamak zorunda kaldı. Bir iki dakika sonra kendini daha iyi hissetti ve karanlık koridordan ağır ağır tekrar odasına yürüdü.
Kapılar tam bıraktığı şekildeydi, hafif aralıktı. Adam kapıları dikkatlice kapadı, yatağa kadar birkaç adım attı, terliklerini çıkardı, sırtüstü uzandı ve titreyerek battaniyeyi çenesine kadar çekti. Gözleri cin gibi açık, öylece uzandı ve ekspres trenin vücudunda deli gibi dolaştığını hissetti.
Bir farklılık vardı. Tavandaki desen bir şekilde azıcık değişmişti.
Adam bunu anında fark etti.
Fakat gölge ve yansımaların desenini değiştiren ne olabilirdi ki?
Bakışları çıplak duvarlarda dolaştı, sonra adam başını sağa çevirip pencereye baktı.
Odadan çıktığında pencere açıktı, adam bundan oldukça emindi.
Oysaki şimdi kapalıydı.
Her yanını dehşet sarınca adam anında elini kaldırıp çağrı düğmesine basmaya yeltendi. Ama düğme yerinde yoktu. Kordonu ve düğmeyi yerden kaldırmayı unutmuştu.
Parmaklarını çağrı düğmesinin asılı olması gerektiği demir boruya geçirip pencereye doğru baktı.
Uzun perdelerin arasındaki boşluk hâlâ beş santimdi ama az önceki gibi durmuyorlardı ve pencere kapalıydı.
Personelden biri odaya girip çıkmış olabilir miydi?
Çok düşük bir ihtimaldi.
Adam gözeneklerinden ter fışkırdığını hissetti, geceliği soğuktu ve hassas teninde yapış yapıştı.
Tamamen korkuya kapılmıştı işte. Gözlerini pencereden ayıramayarak yatakta oturmaya başladı.
Perdeler kesinlikle kıpırdamıyordu, yine de adam arkalarında birisinin dikildiğinden emindi.
Kim, diye düşündü.
Kim?
Arkasından kendine gelerek, bir halüsinasyon olmalı, diye düşündü.
Şimdi yatağın yanında ayaktaydı, hasta ve güçsüz, çıplak ayakları taş zeminde. Pencereye doğru belirsiz iki adım attı. Hafif öne eğik vaziyette durdu, dudakları seğiriyordu.
Pencerenin girintisindeki adam sağ eliyle perdeyi ittiği an sol eliyle de süngüyü çekti.
Uzun geniş bıçağın üstünde yansımalar pırıldadı.
Oduncu ceketli ve tüvit kepli adam öne doğru hızlı iki adım atıp durdu, bacakları ayrık, uzun, dik ve silahı omuz hizasındaydı.
Hasta adam onu anında tanıdı, haykırmak için ağzını açmaya başladı.
Süngünün ağır sapı ağzına gelince adam dudaklarının yarıldığını, diş köklerinin kırıldığını hissetti.
En son duyduğu his buydu.
Gerisi çok hızlı oldu. Zaman elinden kayıp gitmişti sanki. Birinci darbe diyaframının sağ tarafına, hemen kaburgalarının altına indi ve süngü sapına kadar girdi.
Hasta adam hâlâ ayaktaydı, başını arkaya atmıştı ve oduncu ceketli adam silahını üçüncü kez kaldırdığında bu kez sol kulağından sağa doğru gırtlağını yırttı.
Açık nefes borusundan bir köpürme, hafif bir tıslama sesi geldi.
Hepsi bu kadardı.
3
Cuma akşamıydı ve Stockholm kafeleri, angaryalarla geçen haftanın sonunda keyif yapan mutlu insanlarla dolu olmalıydı. Gelgelelim, durum hiç öyle değildi ve sebebini anlaması çok da güç değildi. Geçtiğimiz beş yıl içinde restoran fiyatları da sayıları gibi iki katına çıkmıştı ve ortalama maaşlı birkaç insan, ancak ayda bir kere kendilerine kıyak çekip buralara gidebiliyordu. Restoran sahipleri bu durumdan şikâyetçiydi, krizden bahsediyorlardı ama kolay para harcayan gençleri çekmek için işletmelerini pub ya da diskoteklere çevirmeyenler, yüklü bir masanın üstünden kredi kartları ve şirket hesaplarıyla ödemeyi tercih eden gittikçe artan sayıdaki iş insanı sayesinde boğulmadan su yüzünde kalmayı başarıyordu.
Eski Şehir merkezindeki Glydene Freden de buna örnekti. Saat geçti elbette. Cuma, cumartesiye dönmüştü fakat son bir saat içinde zemin kattaki yemek salonunda yalnızca iki misafir oturuyordu. Bir adam ve bir kadın. Et tartar yemişlerdi ve şimdi kahve ve punsch içip köşede kalan masada alçak sesle konuşuyorlardı.
Girişin karşısındaki küçük bir masada iki garson kız oturmuş, peçete katlıyordu. İçlerinden yorgun görünen kızlı saçlı daha genç olanı ayağa kalkıp barın üstündeki saate şöyle bir bakış attı. Esnedi, bir kumaş peçete aldı ve köşedeki masada oturan konuklara doğru yürüdü.
“Bar kapanmadan önce başka bir sipariş vermek ister misiniz?” derken elindeki peçeteyi kullanarak masa örtüsüne dökülmüş tütün kırıntılarını süpürdü. “Biraz daha sıcak kahve alır mısınız, Başkomiserim?”
Martin Beck, kızın onun kim olduğunu bilmesi karşısında şaşırmıştı. Normalde Cinayet Masası Şefi olarak öyle ya da böyle halka mal olmuş bir karakter olmaktan rahatsızlık duyardı ama uzun zamandır gazetelerde resmi basılmamış ya da televizyona çıkmamıştı. Garson kızın onu tanıyışını, Peace’in, onu düzenli müşteriden saydığının bir işareti olarak algıladı. Yanında bu akşam olduğu gibi ona eşlik eden birinin olması alışıldık bir durum değildi.
Karşısında oturan kız, kendi kızı Ingrid’di. On dokuz yaşındaydı ve kızın sapsarışın, Martin Beck’inse çok esmer olması haricinde son derece birbirlerine benziyorlardı.
“Biraz daha kahve ister misin?” diye sordu Martin Beck.
Ingrid hayır anlamında başını salladı ve garson kız hesabı getirmek üzere geri çekildi. Martin Beck, punsch şişesini buz kovasından çıkarıp kalan içkiyi iki kadehe paylaştırdı. Ingrid kendi içkisini yudumladı.
“Bunu daha sık yapalım,” dedi.
“Punsch mu içelim yani?”
“Hımmm, çok güzel. Benim evimde olsun ama, Klostervägen’de. Hâlâ görmeye gelmedin.”
Ingrid, anne babası boşanmadan üç ay önce evden ayrılmıştı. Martin Beck kızı Ingrid onu yüreklendirmese, acaba Inga ile tıkanma noktasına gelmiş evliliğini bitirmek için gücünü toplar mıydı diye hep merak ederdi. Ingrid evde mutlu değildi ve daha liseyi bitirmeden bir arkadaşıyla ayrı eve taşınmıştı. Şimdi üniversitede sosyoloji okuyordu ve Stocksund’da kendine yeni bir ev bulmuştu. Şimdilik bir odasını kiraya vermişti ama daha sonraları evin tümünü kendi başına ödemeyi planlıyordu.
“Annem ve Rolf iki gün önce bana geldi,” dedi. “Sen de gelirsin diye umuyordum ama sana ulaşamadım.”
“Yoktum, iki günlüğüne Örebro’ya gitmiştim. Nasıllar?”
“İyiler. Annem yanında bir sandık dolusu eşya getirmişti. Havlular, peçeteler, o mavi kahve servisi ve ne olduğunu bilmediğim daha bir sürü şey. Ah, bir de Rolf’un doğum gününden bahsettik. Annem bizi de yemeğe davet etti. Sen de müsaitsen?”
Rolf, Ingrid’den üç yaş küçüktü. Bir kız ve erkek kardeş ne kadar farklı olabilirse, o kadar farklıydılar ama hep iyi geçinirlerdi.
Kızıl saçlı garson hesabı getirdi. Martin Beck parayı ödeyip kadehini boşalttı. Kol saatine baktı. Bire iki vardı.
Ingrid, çabucak içkisinin son yudumlarını mideye indirerek, “Kalkalım mı?” dedi.
Österläng Caddesi üzerinden kuzeye doğru yürüdüler.
Yıldızlar görünüyordu ve hava gayet soğuktu. İki sarhoş ergen Drakens Gränd’den yürüyerek çıktılar, attıkları naralar eski binaların duvarlarında yankılandı.
Ingrid elini babasının koluna sokup adımlarını ona uydurdu. Uzun bacaklı ve inceydi, iyice zayıflamış, diye düşündü Martin Beck, oysaki kızı rejim yapmam lazım diyordu.
“Yukarı gelmek ister misin?” diye sordu Köpmantorget’e çıkan yokuşu tırmanırken.
“Evet ama sadece taksi çağırmak için. Çok geç oldu, uyuman lazım.”
Martin Beck esnedi.
“Doğrusunu istersen bayağı yorgunum,” dedi.
Bir adam Aziz George ve Ejderha heykelinin dibine çömelmişti. Alnı dizine yaslanmış vaziyette uyuyor gibi görünüyordu.
Ingrid ve Martin Beck geçerken kafasını kaldırıp kalın bir sesle anlaşılmaz bir şeyler söyledi, sonra bacaklarını önüne uzattı ve çenesi göğsüne düşük halde tekrar uyuyakaldı.
“Nicolai’de uyuyor olması gerekmiyor mu?” dedi Ingrid. “Hava çok soğuk.”
“Eninde sonunda kendini orada bulur zaten,” dedi Martin Beck. “Yer varsa tabii. Ama artık ayyaşlarla ben ilgilenmiyorum. Uzun zaman oldu.”
Sessizce Köpman Caddesi’ne girdiler.
Martin Beck yirmi iki yıl önceki bir yazı düşünüyordu. O zamanlar Nicolai bölgesinde yayan devriye geziyordu. Stockholm o zamanlar farklı bir şehirdi. Eski Şehir, sessiz sakin, küçük bir kasabaydı. Elbette ayyaşlık, fakirlik ve sefalet diz boyuydu, ancak sonraları bütün gecekondu mahallelerini temizlemiş, binaları restore etmiş ve kiraları arttırmışlardı, böylece eski kiracıların kalmaya gücü yetmez olmuştu. Burada yaşamak çok modaydı ve Martin Beck artık, bu ayrıcalıklı bir avuç insandan biriydi.
Asansörle en üst kata çıktılar. Bina yenilenirken yapılmış olan bu asansörden Eski Şehir’de çok yoktu. Martin Beck’in dairesi tamamen modern yapılmıştı ve bir hol, küçük bir mutfak, banyo ve pencereleri doğuda büyük bir avluya açılan iki odadan oluşuyordu. Odalar sıcak ve asimetrikti, derin köşeli pencereleri ve alçak tavanları vardı. İki odadan biri rahat tekli koltuklar ve sehpalarla döşenmişti, şömineliydi. Daha içeride kalan odada geniş raflar ve gömme dolapla çevrili bir çift kişilik yatak ve pencere kenarında, altında kocaman çekmeceleri olan bir şifonyer yer alıyordu.
Ingrid paltosunu çıkarmadan gidip çalışma masasına oturdu, telefonu açıp taksi çağırdı.
“Bir dakika bile kalamaz mısın?” diye seslendi Martin mutfaktan.
“Hayır, eve gidip yatmam lazım. Yorgunluktan ölüyorum. Zaten sen de öyle.”
Martin Beck itiraz etmedi. Birdenbire uykusu açılmıştı, oysaki bütün gece esnemişti, hatta sinemada Truffaut’nun 400 Darbe’sini izlerken neredeyse kafası öne düşüp uyuklayacaktı.
Ingrid nihayet taksi buldu, mutfağa gelip Martin Beck’i yanaklarından öptü.
“Bu güzel akşam için teşekkürler. Daha önce görüşemezsek de Rolf’un doğum gününde görüşürüz. İyi uykular.”
Martin Beck kızını asansöre kadar geçirdi, iyi geceler diye fısıldadıktan sonra kapısını kapatıp evine girdi.
Buzdolabından çıkardığı birayı büyük bir bardağa koydu, içeri yürüyüp masaya oturdu. Sonra şöminenin yanındaki müzik sistemine gitti, plaklarını karıştırdı ve Bach’ın Brandenburg konçertolarından birini koydu. Binada ses yalıtımı iyiydi, Martin Beck komşuları rahatsız etmeden sesi açabileceğini biliyordu. Masaya oturup birayı içti, biraz taze ve soğuktu. Punsch’un tatlı ve yapış yapış olan tadını alıp götürmüştü. Martin Beck Florida sigarasının kâğıt ağızlığını sıktı, sigarayı dişlerinin arasına sokup bir kibrit çaktı. Sonra çenesini eline yaslayıp pencereden dışarıya baktı.
Avlunun diğer tarafında bu ilkbaharda ay ışığının aydınlattığı gökyüzü koyu mavi ve yıldızlıydı. Martin Beck müziği dinleyerek düşüncelerini serbest bıraktı. Son derece rahat ve huzurluydu.
Plağın diğer tarafını koyunca yatağın üstündeki rafa yürüdü ve Flying Cloud adlı sürat teknesinin yarı tamamlanmış maketini aldı. Yaklaşık bir saat boyunca gemi direği ve gövdesiyle uğraştı, sonra maketi tekrar yerine koydu.
Soyunurken önceden tamamladığı iki makete gururla baktı. Maketlerden biri Cutty Sark, diğeri de eğitim gemisi Danmark’tı. Yakında Flying Cloud’da bir tek direkleri tutan halatları yapması kalacaktı, bu kısım en zor ve en sıkıntılı bölümdü.
Martin Beck çırılçıplak mutfağa yürüdü, küllüğü ve bira bardağını lavabonun yanında tezgâha koydu. Sonra yastığının üstündeki aplik hariç bütün ışıkları söndürdü, yatak odasının kapısını aralık kalacak şekilde kapatıp yattı. İki otuz beşi gösteren saati kurdu ve alarm düğmesine basılı mı diye kontrol etti. Önünde boş bir gün olmasını ve canı istediği kadar uyuyabilmeyi umuyordu.
Kurt Bergengren’in Ada Vapurları kitabı komodindeydi. Martin Beck kitaba şöyle bir göz attı, daha önce dikkatlice incelediği resimlere baktı ve ara ara bir paragraf, bir resim altı yazısı okurken içinde bir nostalji duydu. Kitap büyük ve ağırdı, yatakta okumaya pek elverişli değildi, bu yüzden çok geçmeden kolları ağrıdı. Martin Beck kitabı kenara koyup okuma lambasını da söndürdü.
Sonra telefon çaldı.