Gülen Polis

Text
Aus der Reihe: Martin Beck #4
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

ÖNSÖZ

55 YIL SONRA MARTIN BECK SERİSİ NE ANLATIYOR?

“Cesedi temmuzun sekizinde, öğleden sonra saat üçü biraz geçe buldular. Kötü durumda değildi ve suyun içinde fazla kalmış olamazdı.”

Tüm dünyadaki okurları Martin Beck’le tanıştıran ilk cümleler böyle. Bahsi geçen temmuz, 1965 yılının Temmuz’u. Ve bu tarihte Stockholm Cinayet Masası’nda görevli olan Martin Beck, yirmi sekiz yaşında yani 1951’de komiser olmuş, sekiz yıldır cinayet masasında görev yapan, evli ve iki çocuğu olan bir adam. Komiser olduğu yıl evlendiği karısı Inga’nın cimriliğe varan tutumluluğundan, sürekli aynı şeylerden şikâyet etmesinden mutsuz ama bu durumu değiştirmek için bir şey de yapmıyor. İki çocuğunun düzeni değişmesin diye boşanmayı düşünmeyen Martin Beck’in -yıllar içinde- eve gitmemek için daha çok çalıştığını, başka bir şehirde/ülkede çok da önemli olmayan bir dava için görüşüne başvurulunca ikiletmediğini ya da evliliğinin 17. yılında “karısını rahatsız etmemek için” bir kanepe aldığını ve orada tek başına daha huzurlu uyuduğunu görürüz. Bir yandan da Martin’in evliliğine ve kendi isteklerine çok kafa yormadığını söylemek mümkün. Belki biraz daha kendine zaman ayıran biri olsaydı gerçekten ne yapmak istediğine karar verebilirdi. Ancak Martin Beck, tam bir görev adamı. Bir dosyayı kapatmadan uyuyamayanlardan, sezgilerini dinleyip bazen işi uzatacak bile olsa her şeyi araştırmak isteyen, titiz polislerden… Çoğunlukla yemek yemeyi unutan, bazen midesini bulandıracak kadar çok kahve içen; “sigarayı bırakmalısın” diyen eşine, evet bırakmalıyım demesine rağmen her gün daha fazla sigara içen, çok az uyuyan, bazen dinlenmeyi unutan bir adam… En rahat uykularını evinde değil, genelde iş-ev arasındaki uzun tren yolculuklarında çeken…

Martin Beck, şehirdeki en iyi sorgu uzmanlarından biri. Bunu okuyunca aklınıza karşısındakini konuşturmak için şiddet dahil her yolu deneyen bir polis gelmesin. Beck, karşısındakini iyice tarttıktan sonra sakince ve genelde nezaketini elden bırakmadan sorularını soruyor, hızlı düşünmek zorunda hissetmeden, zaman vererek ama çoğu zaman bağlantısız olduğu düşünülen tüm detayların peşine düşerek. Herhalde hiçbir polisiye romanda bu kadar sakin ve iyi bir sorgu uzmanı yazılamazdı.

LARSSON, KOLLBERG VE MELANDER

Martin Beck’i daha iyi tanımak için onun çalışma arkadaşlarını ve onlarla iletişimini de takip etmek gerek. Çoğu zaman tembel ve rahatsız edici bulduğu Gunvald Larrson, sevdiği adamlardan biri değil. Ama konu, Kollberg ve Melander’e gelince işler değişiyor. Uzun zamandır birlikte çalıştıkları ve birbirlerine hep dürüst davrandıkları için artık Martin ve Kollberg, ilişkilerinde konuşmadan da anlaşabilme seviyesine yükselmişler. Bir bakışlarından, bir duruşlarından birbirlerinin ne düşündüğünü çıkartıyorlar. En az Martin kadar titiz, işinde başarılı ve gözlemci bir adam olan Kollberg’in, Martin’e göre iyi yanıysa biraz daha enerjik ve konuşkan olması. Tüm seride keyifle okunan sorgu sahneleriyle yarışacak bir şey varsa o da Martin ve Koll-berg’in diyaloglarının aktığı sayfalardır herhâlde…

Günde on saat uyumadığında mutsuz olan, uyumadığında ve çalışmadığında genelde tuvalette olduğu düşünülen Melander’i unutmayalım. Yanlış bilgi içermeyen bir google hayal edin, işte Melander, bunun 60’lı yıllardaki tam karşılığı denilebilir. Müthiş hafızası ve dikkatiyle neredeyse hiçbir şeyi unutmuyor. Yıllar önceki bir dosyada geçen bir ismi bile… Ve müdür Hammar, siyasileri sevmeyen, polislik işine odaklanmış, çoğu zaman ekibiyle birlikte kafa yoran, sakin bir adam.

55 YIL ÖNCE SERİ NASIL BAŞLADI?

1926 doğumlu Per Wahlöö ve 1935 doğumlu Maj Sjöwall, 1961’de aynı yayın şirketine bağlı bir dergide çalışırken tanışırlar. Tanıştıklarında Wahlöö, Komünist Parti üyesi, saygın bir gazetecidir. Sjöwall ise editör ve sanat yönetmeni. Âşık olduktan bir yıl sonra birlikte yaşamaya başlarlar. İkisi de polisiye okumayı sever. Georges Simenon ve Dashiell Hammett sevdikleri yazarlardır. Birlikte polisiye bir seri yazmak üzerine konuşmaya başlarlar. “Toplumu sol bakış açımızdan tanımlamak istiyorduk. Per daha önce de politik kitaplar yazmıştı fakat bunlar en fazla 300 adet satmıştı. İnsanların polisiye okumayı sevdiğini, İsveç’in refah devleti imajının altında yatan yoksulluk, suça eğilim ve vahşet kavramlarını polisiye romanlar yoluyla aktarabileceğimizi, insanları bunlar üzerine düşündürebileceğimizi fark ettik. İsveç’in, zenginlerin daha da zengileşirken yoksulların daha da yoksullaştığı, soğuk ve insanlık dışı bir kapitalizme doğru gittiğini göstermek istedik,” diyor Sjöwall bir röportajında.

2009 yılında The Guardian gazetesinden Louise France, Sjöwall ile buluşuyor ve Martin Beck serisinin nasıl ortaya çıktığından, eşiyle çalışma yöntemlerine kadar pek çok konuyu ayrıntılı bir biçimde konuşuyor. France şöyle aktarıyor:

“Yayıncılık tarihinde -yazmakla ilgili- en dikkat çekici iş birliklerinden biri. Bir erkek ve bir kadın, bir çift, her akşam yazmak için aynı masaya oturuyor. Yemeği hallettikten ve çocuklarını uyuttuktan sonra… Kadın daha önce hiç kitap yazmamış, adamın yayımlanmış kitapları var ama ikisi de ilk kez bu şekilde çalışıyor… Gerekirse tüm gece uzun uzun yazıyorlar. İkisi de farklı bölümler yazıyor, ertesi akşam bölümleri değiştirerek yazmaya devam ediyorlar. Birinin başladığı bölümü, diğeri bitiriyor. Bölümler ilerledikçe birbirlerinin editörü de oluyorlar. Tartışmıyorlar, en azından kelimeler ve cümleler hakkında. Sanki birbirlerini doğallıkla ve rahatlıkla tamamlıyorlarmış gibi büyük bir uyumla yazmaya devam ediyorlar…”

Yazan ve yazarlarla çalışan bir editör olarak söylemeden geçemeyeceğim, bu gerçekten inanılmaz! On yılda on kitaplık bir seri, her yılda bir kitabı tamamlama hedefiyle, tüm işlerinden ve çocuklarından arta kalan zamanda, yani akşamları, bazen sabaha kadar sadece yazmak… Martin Beck serisindeki on romanda toplam üç yüz bölüm var. Bu üç yüz bölümü dönüşümlü olarak yazmak, birbirinin editörü olmak… Muazzam bir uyum ve inanılmaz zor bir çalışma biçimi. Gerçekten France’ın belirttiği gibi yayıncılık tarihindeki en unutulmaz, en dikkat çekici yazma iş birliklerinden biri.

Sjöwall, serinin biçimi ve dili üzerine çok çalıştıklarını söylüyor. Daha serinin ilk romanını kurgularken hedefleri, eğitimli ya da eğitimsiz, tüm İsveçlilerin anlayabileceği bir biçimde ama olabildiğince akıcı ve eleştirel bir seri yazmak olmuş. Elli beş yıl boyunca serinin tüm kitaplarının ne kadar çok okunduğunu görünce hedeflediklerinin fazlasına ulaştıklarını söylemek mümkün. Sadece İsveç’te değil, pek çok ülkede çoğu genç, anne-babasının kütüphanesinden kitapları alıyor ve okumayı Martin Beck serisiyle sevdiğini söylüyor. “Bu, Sjöwall için satış rakamlarından çok daha önemli, belki de Marksist kökenleri gereği,” diyor France.

Serinin altıncı kitabını yazarlarken Per Wahlöö ağır bir hastalık geçirmeye başlıyor; tahliller, teşhisler… Dört yıl boyunca farklı tedavi yöntemleri deneniyor, Wahlöö bir gün kendisini tedavi eden profesörün odasına gizlice girip notları okuyor ve öleceğini öğreniyor. Hemen Malaga’da bir ev tutuyorlar ve oraya gidiyorlar. Per Wahlöö, serinin son kitabı Teröristler’i çoğunlukla kendi yazıyor, Sjöwall ise hızla editliyor. Tüm ağrılarla, bazen ölecekmiş gibi görünmesine rağmen yazmaya devam ediyor. 1975 yılının Mart ayında İspanya’dan İsveç’e dönen çift, son romanı hemen yayınevine teslim ediyor. Aynı yılın haziran ayında ise Per Wahlöö, Martin Beck serisinin sayısız kez film ve diziye uyarlandığını, onlarca dilde yayımlandığını göremeden hayata veda ediyor.

BİR KANAL GEZİSİNDEN “KAFKA” İSİMLİ BİR DEDEKTİFE

Yazarlar, bir polisiye roman serisi yazmaya karar verdiklerinde henüz ilk romanda neyi anlatacaklarını bilmiyorlardı. Stockholm’den Göteborg’a giden bir teknedeydiler. Tek başına ayakta duran, çok güzel bir ABD’li kadın da tekneydi. Sjöwall, Per’ü ona bakarken gördü ve “neden bu kadını öldürerek başlamıyoruz ilk romana” dedi.

İşte dilimizde Kanaldaki Kadın adıyla yayımlanan, Martin Beck serisinin ilk romanının çıkış öyküsü bu. 1965’in Temmuz ayında kanalda bir kadın cesedi bulunur. Kimliği zorluklarla tespit edilen bu kadın, ABD’den gelen bir turisttir: Roseanna McGraw. Martin Beck, kadının yaşadığı yeri, mesleğini ve diğer kişisel ayrıntıları, ABD’deki meslektaşı Kafka ile telefonlaşıp, mektuplaşarak öğrenir. Kadın, kütüphanede çalışan, tek başına yaşayan, bağımsızlığına düşkün, çok okuyan biridir.

Tabii soruşturma günümüz koşullarında gerçekleşmiyor, internet yok, cep telefonu yok, DNA analiziyle ipuçlarını karşılaştırmak mümkün değil. 1965’te gizemli bir cinayeti çözmek için daha fazla uğraşmak ve daha sabırlı olmak gerekiyor. Soruşturma aylarca sürerken Martin Beck ve ekibinin yüzlerce gezi fotoğrafını incelemesi, maktulle birlikte seyahat eden farklı ülkelere dönmüş onlarca insana ulaşmaya çalışması ve tüm bu titiz çalışmalardan sonra katili bulması…

Hiçbir şey günümüz polisiye romanlarındaki gibi hızlı değil, biraz da bu yüzden daha etkileyici denilebilir mi?

1966’DA BUDAPEŞTE SOKAKLARINDA

Serinin ikinci kitabında yazarlar bizi bu kez Budapeşte’ye götürüyor, yıl 1966. Sovyetler Birliği ayakta, Doğu Berlin, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Yugoslavya…

Otuz iki yaşındaki İsveçli gazeteci Alf Matsson, pek de nitelikli olmayan haftalık bir gazetede Doğu Avrupa muhabiri/yazarı olarak çalışır. Sıklıkla Doğu Bloku ülkelerine seyahat eder, oradaki spor ve sanat insanlarıyla röportajlar yapar. Matsson, yine bir haber yapmak üzere Budapeşte’ye gider, ancak ondan bir daha haber alınamaz. Bir haftadır haber alınamayan bu gazeteciyle ilgili diplomatik kriz çıkmaması için Dışişleri Bakanlığı Martin Beck’i görevlendirir. Martin Beck, Stockholm’den önce Doğu Berlin’e uçar, oradan Prag’a ve nihayet Budapeşte’ye… Kayıp gazetecinin kaldığı otele yerleşir ve araştırmalara başlar. 1966’ının yazında Budapeşte sokaklarına, leziz yemeklerine, şehre gelen turistlerin yapıp ettiklerine şahit olabildiğiniz nefis bir polisiye bu.

 

Budapeşte Emniyeti’nden Komiser Szluka ile Martin Beck’in gerilimli başlayan ilişkisi, sayfalar ilerledikçe daha ilginç bir hâl alır. Herhâlde çok az polisiyede sayfalar boyunca dedektifin sıcaktan bunalmasını, duşa girip çıkmasını, üstünü değiştirmesini ve günde üç öğün yediği yemeklerin detaylarını, o şehirde bulunma nedenlerine dair kendini ikna edemeyişini, hiçbir şey yapmadan sokaklarda dolanmasını hiç sıkılmadan okursunuz. Bunun tadına varabileceğiniz ve Martin Beck’le o eski dünyanın sokaklarında gezebileceğiniz bir roman Duman Olan Adam. Nihayetinde tüm bu iç sıkıntısı ve yazın sıcağı da Martin Beck’i durdurmuyor tabii, kayıp gazeteciye ne olduğu gün yüzüne çıkartılıyor.

STOCKHOLM’DE AZILI BİR ÇOCUK KATİLİ

1967’de yayımlanan serinin üçüncü kitabı, Balkondaki Adam. Bu yıl, Stockholm’deki parklara bir gaspçı dadanır. Özellikle orta yaşlı insanlara bazen gündüz saatlerinde bazen de akşam parklarda saldırır, paralarını, çantalarını alıp ortadan kaybolur. Sivil polisler tüm parklarda dolanıp durur ama uzun bir süre gaspçıyı yakalayamazlar. Derken bu parklardan birinde dokuz yaşındaki bir kız çocuğunun cesedi bulunur, tecavüz edildikten sonra öldürülmüş. Sonra bir çocuk cesedi daha… Tüm şehir, hatta tüm ülke sapık katilin yakalanacağı günü bekler büyük bir korkuyla. Ama Martin Beck ve ekibi için bu o kadar da kolay değildir; tanık yok, ipucu yok, bilgi yok… Polisler, bu korkunç suçun failini bir an önce bulabilmek için neredeyse tüm şehirde operasyon üzerine operasyon düzenlemeye başlar. Elbette romanın sonunda fail de nedenleri de ortaya çıkıyor. Balkondaki Adam, seride sisteme dair eleştirilerin biraz daha sertleştiği ilk roman denilebilir. Aslında bu eleştiriler serinin sonraki kitaplarında daha da artıyor.

Fakat bu büyük arama yapılmak zorundaydı ve yapıldı da. Saat on bir sularında polis operasyonu başladı ve bu operasyonun haberi sokakta ve uyuşturucu mağaralarında serseri bir yangın gibi yayıldı. Sonuç heves kırıcıydı. Hırsızlar, kaçakçılar, pezevenkler, fahişeler, hepsi deliğine girdi, hatta keşler bile. Saatler geçti ve operasyon hiç güç kaybetmeden devam etti. Bir hırsızı iş üstünde yakaladılar ve oldukça rahat dolanan bir kaçakçıyı enselediler. Polisin gerçekte başardığı tek şey çamuru bulandırmak oldu. Evsizleri, alkolikleri, uyuşturucu bağımlılarını, tüm ümidini yitirmiş olanları, sosyal devletin eli taşı kaldırdığında kaçacak gücü olmayanları uyandırmıştı. Bir tavan arasında on dört yaşında bir öğrenci kız çıplak bulundu. Kız elli tane Preludin hapı almış ve en az yirmi kere tecavüze uğramıştı. Fakat polis geldiğinde tek başınaydı. Kan revan ve pislik içindeydi ve vücudu morluklarla doluydu. Hâlâ konuşabiliyordu ve olan biteni yamuk yumuk anlattı, umursamadığını söyledi. Adamlar kızın giysilerini bile bulamadılar, bu yüzden onu eski bir battaniyeye sarmak zorunda kaldılar. Kızın söylediği adrese arabayla götürdüler. Kapıyı açan, annesi olduklarını tahmin ettikleri kişi kızın üç gündür kayıp olduğunu söyleyip onu eve almak istemedi. Kız merdivenlere yığılınca adamlar ambulans çağırdı. Buna benzer birçok vaka gün ışığına çıktı. 1

1968, ABD KARŞITI PROTESTOLAR VE ÖLDÜRÜLEN BİR POLİS

Serinin dördüncü romanı Gülen Polis şöyle açılır:

Strandvägen’deki Amerikan Konsolosluğu ve ona çıkan yan sokaklar boyunca 412 polis memuru, bu sayının iki katı kadar göstericiyle mücadele ediyordu. Polisin göz yaşartıcı bombaları, tabancaları, kamçıları, copları, arabaları, motosikletleri, telsizleri, megafonları, köpekleri ve histerik atları da beraberindeydi. Göstericilerse ellerinde bir mektup ve karton dövizler taşıyordu ki kartonları, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında hamura dönmeye yüz tutmuştu. Homojen bir grup denemezdi çünkü kalabalığın içinde her türden insan bulunabilirdi; kot pantolonlu ve ekose kabanlı on üç yaşındaki öğrenci kızlardan tutun da ciddi suratlı siyasi üniversite öğrencilerine, ortalığı karıştırıp kışkırtanlardan profesyonel baş belalarına ve mavi ipek şemsiyeli, başında ressam şapkası, seksen beş yaşındaki en az bir sanatçıya kadar herkes oradaydı. Güçlü bir ortak amaç etrafında toplanmış, yağmura ve karşılarına çıkan her şeye göğüs germeye hazırdılar…

Yıl, 1968. Vietnam Savaşı’na karşı ABD Konsolosluğu önünde eylem yapan insanlar ve onlara sert bir biçimde müdahale eden polis. Yazarların dediği gibi “…bir doktor tanıdığı olan ya da paçayı sıyırmayı iyi bilen her polis memuru, bu tatsız görevden kaçınmayı başarmıştı.” Martin Beck ve Kollberg, bunlar olurken evde satranç oynayıp sohbet eder. Aynı akşam yol kenarında bir otobüs bulunur, içindeki insanlar katledilmiştir. Öldürülenlerden biri de cinayet büroda görev yapan bir dedektiftir. Gülen Polis, yazarların üsluplarını da değindikleri konuları da sertleştirdikleri roman olarak kabul edilir. Bu romanla ikili, Edgar Ödülü dahil pek çok ödülü almaya başlar.

Ayrıksı Kitap tarafından büyük bir titizlikle dilimizde yayımlanan ilk dört kitap kısaca böyle. Serinin diğer kitapları da yine Ayrıksı Kitap tarafından sırayla yayımlanacak. Kayıp İtfaiye Arabası, Savoy Cinayeti, Pis Adam, Kilitli Oda, Polis Katili ve Teröristler…

İsveç polisiyesinin temeli sayılan Martin Beck serisi, tüm Nordik polisiye kültürünü etkiledi dersek abartmış olmayız. Milenyum serisi ile tüm dünyada çok okunan yazar Stieg Larrson, topluma ve suça yaklaştığı yer nedeniyle bu seriden çok etkilendiğini belirtir örneğin. Ya da günümüz çok okunan yazarlarından Jo Nesbo, seriyi “İskandinav polisiyesinin mihenk taşları” olarak tanımlar. Çoğu okur gibi benim için de vazgeçilmez bir karakter olan Wallander serisinin yaratıcısı, usta yazar Henning Mankell kendisini en çok etkileyen serinin Martin Beck serisi olduğunu söyler, bu cümleyi Rebus serisinin yazarı Ian Rankin’den de duyabilirsiniz. Pek çok farklı ülkenin, farklı coğrafyanın dolayısıyla farklı kültürlerin yazarları, kendi yapıtlarını yazarken bu seriden etkilenmiştir.

2020’DE MARTIN BECK SERİSİ NEDEN ÖNEMLİ?

Elli beş yıl sonra İsveç’in uzağında bir ülkedeyiz… Dilimizde Martin Beck serisi yıllar sonra tekrar yayımlanmaya başladığı için büyük bir heyecanla 2020’nin ilk sayısında dergimizin kapak dosyasını Martin Beck’e ayırdık. Peki neden? 221B okurlarının; DNA analizlerinin, cep telefonlarının, bilgisayarların, internetin, güvenlik kameralarının olmadığı yıllarda geçen cinayetleri ve bu cinayetleri soruşturan dedektifleri okumasını neden bu kadar tutkuyla isteyelim ki? Artık o yöntemler eskidi, artık polisiyede her şeyin büyük bir hızla, yüksek ritmle anlatılması ön koşul sayılıyor, öyle ki karakterlerin ve suçun nedenlerinin bile bir önemi kalmadı çoğu yazar ve okur için. Daha hızlı polisiye, daha zekice kurgulanmış suçlar, daha makbul sayılmıyor mu bugün?

Pek çoğumuzun aklından geçenlere Balkondaki Adam romanında öldürülen küçük kızın annesinin yanından çıkan Kollberg’in düşündükleriyle yanıt vermek gerekir:

…Aynı zamanda hızla gangsterleşen toplumu düşündü. En son kertede böyle bir toplumun oluşmasında o dahil herkesin payı vardı. Daha geçen yıl polis teşkilatındaki teknolojik gelişmeyi düşündü; buna rağmen, işlenen suçlar hep bir adım öndeydi. Yeni soruşturma metotlarını, bilgisayarları, bunlar sayesinde suçluların belki de birkaç saat içinde yakalanabileceğini düşünürken bu muhteşem teknolojik imkânların az önce yanından ayrıldığı kadına ne kadar az teselli verebileceğini getirdi aklına. Ya da kendisini ne kadar teselli edebilirdi ki? Taşlarla kırmızı çitin arasındaki çalılıklarda yatan küçük bedenin etrafına toplanmış, ciddi suratlı adamlara ne diyebilirdi bu teknoloji? 2

Evet, bilimsel ve teknolojik ilerlemeler nedeniyle artık bir cinayet zanlısının fotoğrafını bulmak için Martin Beck ve ekibi gibi haftalarca beklememize gerek yok. Artık attığımız bir mesaja anında cevap verilmemesine bile tahammülümüzün olmadığı bir hızda yaşıyoruz. Ama insanlar arasındaki eşitsizliğin, yoksulluğun, kadın cinayetlerinin, çocuk istismarının, çocuk cinayetlerinin, göçmen karşıtlığının, iş cinayetlerinin elli beş yıl önceye göre daha da arttığı, daha normalleştirildiği yıllarda ve nesnellikteyiz. Gündelik hayatlarımızda şiddet, suç oldukça yakınımızda ama bu suçların gerçek nedenleri ve çözümleri üzerine çok azımız düşünüyoruz. Wahlöö ve Sjöwall elli beş yıl önce, imajı “refah toplumu” olan İsveç’te, insanlara toplumdaki eşitsizliği, suçun toplumsal nedenlerini anlatmak, bunların konuşulmasını sağlamak için yola çıktı. Herkesin rahatça okuyabileceği bir biçim üzerine çalıştılar. Büyük bir disiplinle ve sorumlulukla yazdılar. Kısaca Wahlöö ve Sjöwall, ne için yazdılarsa, şu anda aynı nedenlerle daha fazla okunmayı hak ediyorlar. Dilimizde ve her dilde… Daha fazla ve birer polisiye romandan fazlası olduklarını bilerek okunmalılar.

Özlem Özdemir, 221B Dergisi Yayın Yönetmeni

1

13 Kasım akşamı, Stockholm’de sağanak yağıyordu. Martin Beck ve Kollberg, Kollberg’in Skärmarbrink metro istasyonuna yakın, güney banliyölerindeki dairesinde satranç başında oturuyordu. Son birkaç gündür özel bir olay yaşanmadığından ikisi de mesaide değildi.

Martin Beck satrançta kötüydü ama yine de oynardı. Kollberg’in iki aylık bir kızı vardı. Bu bahsettiğimiz akşamda Kollberg bebeğine bakmak zorunda kalmıştı, öte yandan Martin Beck kesinlikle lazım olmadığı sürece eve gitmeye hiç mi hiç meraklı değildi. Hava berbattı. Sicim gibi inen yağmur perde perde çatılardan akıyor, camları dövüyor ve sokaklarda in cin top oynuyordu; görülen tek tük insanların da belli ki böylesi bir gecede dışarıda olmak için acil işleri vardı.

Strandvägen’deki Amerikan konsolosluğu ve ona çıkan yan sokaklar boyunca 412 polis memuru, bu sayının iki katı kadar göstericiyle mücadele ediyordu. Polisin göz yaşartıcı bombaları, tabancaları, kamçıları, copları, arabaları, motosikletleri, telsizleri, megafonları, köpekleri ve histerik atları da beraberindeydi. Göstericilerse ellerinde bir mektup ve karton dövizler taşıyordu ki kartonları, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında hamura dönmeye yüz tutmuştu. Homojen bir grup denemezdi çünkü kalabalığın içinde her türden insan bulunabilirdi; kot pantolonlu ve ekose kabanlı on üç yaşındaki öğrenci kızlardan tutun da ciddi suratlı siyasi üniversite öğrencilerine, ortalığı karıştırıp kışkırtanlardan profesyonel baş belalarına ve mavi ipek şemsiyeli, başında ressam şapkası, seksen beş yaşındaki en az bir sanatçıya kadar herkes oradaydı. Güçlü bir ortak amaç etrafında toplanmış, yağmura ve karşılarına çıkan her şeye göğüs germeye hazırdılar. Polis ise teşkilatın elitlerinden seçmece kesinlikle değildi. Şehirdeki birçok müsait bölgeden toplanmışlardı ama bir doktor tanıdığı olan ya da paçayı sıyırmayı iyi bilen her polis memuru bu tatsız görevden kaçınmayı başarmıştı. Geriye kalanlarsa ne yaptıklarını bilen, bundan zevk alanlardı, hani fazla kendini beğenmiş olan, bu işten kurtulmaya çalışmayacak kadar genç ve çömez olanlardı; ayrıca zaten ne yaptıkları ya da ne için yaptıkları hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Atlar şaha kalkmış, dizginlerini ısırıyordu ve polisler tabancalarına el atmış, coplarıyla milleti itip kakıyordu. Küçük bir kız elinde şu unutulmaz dövizi taşıyordu: GÖREV BAŞINA! SEVİŞMEYE DEVAM EDİN VE DAHA ÇOK POLİS YAPIN! Seksen iki kiloluk on üç polis kızın üstüne atladı, elindeki kartonu paramparça ettiler ve kızı ekip otosuna sürüklediler, kolunu arkadan büküp göğsünü yokladılar. Kız daha bugün on üçüne basmıştı ve hiç göğsü yoktu.

Toplamda elli kişi gözaltına alındı. Çoğu kanlar içindeydi. Bazıları ünlü simalardı, gazetelere mektup yazıp radyo ve televizyonda serzenişlerini dile getirebilirlerdi. Mahallenin karakolunda onları gören nöbetçi emniyet amirleri içleri titreyerek krize girdi, özürler dileyip kırılıp dökülerek ve gülümseyerek onlara kapıyı gösterdi. Tutuklanan diğerleriyse kaçınılmaz şekilde ifade verdikleri esnada, bu kadar hoş muamele görmedi. Atın üstündeki bir polis boş bir şişeyle başından vurulmuştu ve o şişeyi birisi fırlatmış olmalıydı.

 

Operasyon, askeri okulda eğitim görmüş, yüksek rütbeli bir polis memuru tarafından yürütülüyordu. Adam nizam sağlamada uzman görülüyordu ve başardığı mutlak kaosa büyük bir tatminle baktı.

Skärmarbrink’teki dairesinde Kollberg satranç takımını topladı, ahşap kutusuna koyup tak diye kilidini kapattı. Karısı akşam kursundan dönmüş, doğruca yatağa geçmişti.

Kollberg dümdüz bir tavırla, “Satranç oynamayı hiçbir zaman öğrenemeyeceksin,” dedi.

“Özel yetenek gerek diyorlar,” diye cevap verdi Martin Beck ağır ağır. “Satranç kafası deniyor galiba buna.”

Kollberg konuyu değiştirdi.

“Bahse girerim bu akşam Strandvägen’de millet sokağa dökülmüştür,” dedi.

“Muhtemelen. Mesele nedir?”

“Büyükelçiye elden bir mektup vereceklerdi,” dedi Kollberg. “Mektup ya, postayla gönderseler olmuyor mu?”

“O zaman bu kadar yaygara kopmazdı.”

“Ama yine de o kadar salakça ki insan utanır.”

“Evet,” diyerek ona katıldı Martin Beck.

Şapkasını takmış, paltosunu giymiş, yola çıkmak üzereydi. Kollberg de hemen ayaklandı.

“Ben de seninle geleyim,” dedi.

“Ne için?”

“Ah, biraz yürüyüş yapacağım.”

“Bu havada mı?”

“Yağmuru severim,” dedi Kollberg, koyu mavi poplin paltosunu sırtına attı.

“Benim üşütmüş olmam yetmiyor mu?” dedi Martin Beck.

Martin Beck ve Kollberg polisti. Cinayet masası ekibindeydiler. O an için yapacakları özel bir işleri yoktu ve vicdanları gayet rahat bir şekilde, kendilerini özgür hissediyorlardı.

Şehir merkezinde, sokaklarda tek polis bile göremezdiniz. Merkez istasyonunun dışında duran yaşlı kadın, bir polisin yanına gelip selam vermesini, gülümseyerek karşıdan karşıya geçmesine yardım etmesini boşuna bekledi. Vitrin camını tuğlayla şangır diye kırsan, devriye arabasının iniş çıkışlı siren sesini duyma endişesi taşımayacaktın.

Polisler meşguldü.

Bir hafta evvel, komiserlerden biri basın toplantısında, Lyndon Johnson ve Vietnam karşıtı savaş nedeniyle Amerikan büyükelçisini mektuplara ve başka şeylere karşı korumak için polislerin düzenli görevlerini ihmal etmek zorunda kaldıklarını açıklamıştı.

Dedektif Komiser Lennart Kollberg de Lyndon Johnson’ı ve Vietnam savaşını sevmiyordu ama yağmurun altında şehrin sokaklarında dolaşmayı seviyordu.

Akşam saat on birde, yağmur devam ediyordu ve göstericiler dağılmış sayılırdı.

Aynı esnada Stockholm’de sekiz cinayet işlendi ve bir de cinayete teşebbüs vardı.

1Balkondaki Adam, Per Wahlöö ve Maj Sjöwall, çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap.
2Balkondaki Adam, Per Wahlöö ve Maj Sjöwall, çev. Bige Turan Zourbakis, Ayrıksı Kitap.