Buch lesen: «Duman Olan Adam»
1
Küçük ve salaş bir odaydı. Pencerelerde perde yoktu ve dışarıdaki manzara gri bir yangın duvarı, birkaç paslı armatür ve solmuş bir margarin reklamı afişinden ibaretti. Pencerenin sol yarısında, ortadaki cam kırıktı ve yerine gelişigüzel kesilmiş bir karton parçası konmuştu. Duvar kâğıdı çiçekliydi ancak is ve rutubetten o kadar solmuştu ki desenini seçmek mümkün değildi. Yer yer kalkmıştı, altından dökülen alçı çıkmış ve birçok yerde seloteyp ve ambalaj kâğıdıyla onarılmaya çalışılmıştı.
Odanın içinde bir ocak, altı parça mobilya ve bir resim vardı. Ocağın önünde içi kül dolu bir karton kutu, her yeri vuruk içinde kalmış alüminyum kahve demliği duruyordu. Yatağın ayak ucu ocağa dönüktü; yatağın üstünde kalın bir gazete tabakası, yırtık pırtık bir battaniye ve çizgili bir yastık vardı. Ocağın üstünde asılı duran resimde mermer bir tırabzanın yanında oturan, çıplak, sarışın bir kadın görünüyordu. Resmin bu konumundan ötürü, yatakta yatan kişi uyumadan önce ve sabah uyanır uyanmaz ilk onu görüyordu. Sanki birisi kadının göğüs uçlarını ve genital organını bir kalemle büyütmüştü.
Odanın diğer tarafında, pencereye en yakın yerde yuvarlak bir masa ve iki iskemle duruyordu, iskemlelerden birinin sırt kısmı kaybolmuştu. Masada boş üç vermut şişesi, bir meşrubat şişesi, iki kahve fincanı ve birkaç eşya daha vardı. Küllük ters yüz edilmiş ve etrafa izmaritlerin arasında şişe kapakları, kullanılmış kibrit çöpleri, birkaç pis küp şeker, ağzı açık ufak bir çakı ve bir parça sosis saçılmıştı. Üçüncü kahve fincanı yere düşüp kırılmıştı. Yıpranmış muşamba zemin üstünde, yatakla masanın ortasında, yüzüstü uzanan bir ceset vardı.
Büyük ihtimalle duvardaki resmin hatlarını belirginleştiren ve duvar kâğıdındaki yırtıkları bantla kapatmaya çalışan da bu kişiydi. Bir erkekti, bacakları birbirine yakın yatıyordu, dirseklerini kaburgasına bastırmış, kendini koruma çabası içinde ellerini başına doğru kaldırmıştı. Adamın üstünde yün bir kazak ve eski püskü bir pantolon vardı. Ayaklarında eskimiş yün çoraplar. Üstüne devrilmiş koca bir büfe kafasını ve vücudunun üst kısmını örtmüştü. Üçüncü tahta iskemle cesedin yanına devrilmişti. Oturma yerinde kan lekesi ve sırt kısmının en üstünde de parmak izleri vardı. Yer cam kırıklarıyla kaplıydı. Bu kırıklar büfenin camlı kapaklarından ve duvarın dibindeki kirli iç çamaşırların üstüne fırlatılmış şarap şişesinden geliyordu. Şişeden geriye kalanların üstü ince bir kan tabakasıyla kaplıydı. Etrafına biri beyaz bir çember çizmişti.
Kendi içinde neredeyse kusursuz olan bu fotoğraf polisin elindeki en geniş objektifle ve her ayrıntıya keskinlik katan yapay ışık altında alınmıştı.
Martin Beck fotoğrafı ve büyüteci elinden bıraktı, ayağa kalkıp pencere kenarına yürüdü. Dışarıda tam bir İsveç yazı vardı. Hatta ondan da ötesi. Hava sıcaktı. Kristineberg Parkı’nın çimenlerinde bikinili birkaç kız güneşleniyordu. Sırtüstü uzanmışlardı, bacaklarını ayırıp kollarını uzatmışlardı. Genç ve zayıftılar. Onların deyişiyle ‘inceciktiler’ ve zarif duruyorlardı. Martin Beck gözlerini kısıp iyice odaklanınca bunlardan ikisinin, kendi departmanında çalışan kızlardan olduğunu fark etti. Demek saat on ikiyi geçmişti. Sabahları mayo, pamuklu elbise ve sandaletlerini giyip işe gelen kızlar öğle arasında elbiselerini çıkarıp parkta yatıyorlardı. Çok pratik bir hareket.
Martin Beck’in keyfi kaçmıştı çünkü yakında tüm bunları geride bırakıp Västberga Allé civarındaki gürültü patırtısı bol bir mahallede bulunan güney polis merkezine taşınmak zorunda olduğunu hatırladı.
Arkasında birisinin kapıyı açıp içeri girdiğini duydu. Kim olduğunu anlamak için arkasını dönmedi. Stenström’dü. Stenström hâlâ departmandaki en genç polisti ve herhalde ondan sonra kapıyı tıklatmadan giren bir kuşak yetişecekti.
“Nasıl gidiyor?” diye sordu.
“Pek iyi değil,” dedi Stenström. “On beş dakika önce oradaydım ve adam hiç istifini bozmadan her şeyi inkâr ediyordu.”
Martin Beck arkasını dönüp masasına yürüdü ve bir kez daha olay yeri fotoğrafına baktı. Gazete kâğıdından örtünün, yırtık pırtık battaniye ve çizgili yastığın yukarısındaki tavanda eski bir rutubet lekesi vardı. Bir denizatını andırıyordu. Biraz iyi niyetle denizkızına benzetilebilirdi. Acaba yerde yatan adamın bu kadar hayal gücü var mı diye merak etti Martin Beck.
“Fark etmez,” dedi Stenström işgüzar bir edayla. “Teknik delillerle adamı enseleriz.”
Martin Beck cevap vermedi. Onun yerine Stenström’ün masasına koyduğu kalın raporu işaret edip, “O ne?” diye sordu.
“Sundyberg’ün sorgusunun kayıtları.”
“Al şu rezil şeyi önümden. Yarın tatilim başlıyor. Koll-berg’e ver. Ya da canın kimi istiyorsa ona.”
Martin Beck fotoğrafı alıp merdivenlerden yukarı çıktı, bir kapıyı açınca kendini Kollberg ve Melander’in yanında buldu.
Muhtemelen pencereler kapalı ve perdeler sonuna kadar örtülü olduğu için burası odasından daha sıcaktı. Kollberg ve şüpheli, masada karşılıklı oturmuşlardı, çıt çıkmıyordu. Uzun boylu olan Melander pencerenin yanında ayakta duruyordu, piposu ağzındaydı ve kollarını önünde birleştirmişti. Gözlerini ayırmadan şüpheliye bakıyordu. Kapının hemen yanındaki iskemlede üniforması ve açık mavi gömleğiyle bir polis memuru oturuyordu. Şapkasını sağ dizinin üstüne koymuştu. Kimseden çıt çıkmıyordu. Hareket eden tek şey kayıt cihazında dönen kasetti. Martin Beck bir yanda, hemen Kollberg’in arkasında yerini alıp sessizliğe katıldı. Perdelerin arkasında cama çarpıp duran büyük bir arının sesi duyuluyordu. Kollberg ceketini çıkarmış, gömleğinin düğmelerini açmıştı ancak böyleyken bile tombul omuzlarının alt kısmında gömleği sırılsıklamdı. Bu ıslak leke yavaşça şekil değiştirip Kollberg’in omurgasından aşağı doğru uzamaya başladı.
Masanın karşı tarafında oturan adam, saçları seyrelmiş, ufak tefek bir tipti. Hırpani kılıklı biriydi ve iskemlesinin kol koyma yerine yapışmış parmakları bakımsızdı, tırnakları pis ve yenmişti. Çehresi zayıf ve hastalıklıydı, ağzının çevresinde incecik çizgiler vardı. Çenesi hafif titriyordu, gözleri bulanık ve suluydu. Adam kamburunu çıkararak sindi ve gözünden iki damla yaş aktı.
“Hı hı,” dedi Kollberg, kasvetli bir edayla. “Şişeyle kafasına vurdun, sonra şişe mi kırıldı?”
Adam başıyla onayladı.
“Yere düşünce bu sefer ona sandalyeyle vurmaya devam ettin. Kaç kere vurdun?”
“Bilmiyorum. Çok değil. Ama az da sayılmaz.”
“Tahmin edebiliyorum. Sonra da büfeyi üstüne devirdiğin gibi odadan çıktın. Bu sıra aranızdaki üçüncü kişi ne yapıyordu? Şu Ragnar Larsson denen şahıs? Araya girmeye çalışmadı mı, yani seni durdurmadı mı?”
“Hayır, hiçbir şey yapmadı. Yalnızca izleyici kaldı.”
“Yine yalan söylemeye başlama şimdi.”
“Uyuyordu o. Sızmıştı.”
“Daha yüksek sesle konuşmaya çalış, tamam mı?”
“Yatakta uzanmış uyuyordu. Hiçbir şey anlamadı.”
“Hayır, ayılıp polise gidene kadar diyelim. Peki, buraya kadar her şey tamam fakat hâlâ anlamadığım bir şey var. Neden böyle oldu? O birahanede tanışana kadar birbirinizi daha önce hiç görmemiştiniz bile.”
“Bana kahrolası Nazi dedi.”
“Her polis haftada birkaç defa kahrolası Nazi hakaretini işitiyor. Yüzlercesi bana Nazi ya da Gestapo demiştir, hatta daha beterini de duydum ama bu yüzden kimseyi öldürmedim.”
“Oturduğu yerden bunu tekrar edip durdu, kahrolası Nazi, kahrolası Nazi, kahrolası Nazi deyip durdu… Ağzından başka laf çıkmadı. Bir de şarkı söyledi.”
“Şarkı mı?”
“Evet, beni gıcık etmek için. Fitil etmek için. Hitler hakkında.”
“Hı hı. Eh, sen ona böyle konuşması için bir sebep vermiş olabilir misin?”
“Ona benim ihtiyarın Alman olduğunu söylemiştim. Daha önceden ama.”
“İçmeye başlamadan önce mi?”
“Evet. O zaman nasıl bir annem olduğunun bir önemi yok demişti.”
“Sonra tam adam mutfağa çıkacakken şarap şişesini alıp arkadan kafasına vurdun?”
“Evet.”
“Yere mi düştü?”
“Dizlerinin üstüne düşünce kafası kanamaya başladı. Sonra da, ‘Seni lanet olası Nazi domuzu, şimdi görürsün gününü,’ dedi.”
“Sen de ona vurmaya devam mı ettin?”
“Ben… korktum. Adam benden iriydi ve… nasıldır bilirsin… her şey birden durur, gözlerin kararır, kıpkırmızı olur… ne yaptığımın farkında değildim.”
Adamın omuzları deli gibi titriyordu.
“Bu kadar yeter,” dedi Kollberg, kayıt cihazını kapatarak. “Şuna yiyecek bir şeyler verin, doktora sorun bakalım sakinleştirici alabilir miymiş.”
Kapının dibindeki polis ayağa kalktı, katili kolundan sıkıca tutup dışarı çıkardı.
“Şimdilik hoşça kal. Yarın görüşürüz,” dedi Kollberg dalgınca.
Aynı anda önündeki kâğıda mekanik bir tavırla yazıyordu. “Gözyaşları içinde suçunu itiraf etti.”
“Değişik bir tip,” dedi.
“Önceden darptan beş sabıkası var,” dedi Melander. “Her seferinde inkâr etmişti. Onu çok iyi hatırlıyorum.”
“Ayaklı arşiv konuştu,” yorumunu yaptı Kollberg.
Ağır bir hareketle ayağa kalkıp Martin Beck’e uzun uzun baktı.
“Sen burada ne arıyorsun?” dedi. “Hadi iznine çık, tatiline git ve bırak da alt sınıfların yediği haltlarla biz uğraşalım. Nereye gidiyorsun bu arada? Adalara mı?”
Martin Beck başıyla onayladı.
“Akıllıca,” dedi Kollberg. “Ben önce Romanya’ya gidip kızardım, Mamaia denen yerde. Sonra eve gelip haşlandım. Harika oldu. Orada telefonun da olmayacak değil mi?”
“Olmayacak.”
“Şahane. Her neyse, ben duş almaya gidiyorum. Hadi çık artık.”
Martin Beck biraz düşündü. Bu önerisinin bazı avantajları vardı. Hepsinden öte, bir gün erken yola çıkabilirdi. Omuz silkti.
“Ben çıkıyorum. Hoşça kalın, çocuklar. Bir ay sonra görüşürüz.”
2
Çoğu kişinin tatili bitmişti ve Stockholm’ün ağustos sıcağında ısınan sokakları temmuzda yağmurlu birkaç haftayı çadırlarda, karavanlarda ve kırsaldaki pansiyonlarda geçiren insanlarla dolmaya başlamıştı. Son birkaç gündür metro yine kalabalıklaşmıştı ancak şu anda mesai saatlerinin ortasındaydılar ve Martin Beck vagonda neredeyse yalnızdı. Dışarıdaki yeşilliğe bakarak oturdu ve hevesle beklediği tatilinin sonunda gelip çatmasına seviniyordu.
Ailesi zaten bir aydır adalara gitmiş tatil yapıyordu. Bu yaz şanslarına, karısının bir uzak akrabasının kır evini kiralama fırsatını bulmuşlardı. Takımadaların ortasındaki bir adada, tek başına tam ortada duran bir kulübeydi bu. Karısının akrabası yurt dışına çıktığından bu sırada kulübe tamamen onlara aitti. Hem de çocukların okulu açılana kadar.
Martin Beck kapıyı açıp boş evine girdi, doğruca mutfağa gitti ve dolaptan bir bira çıkardı. Lavabonun yanında dikilerek birkaç yudum aldı, sonra şişeyi elinde taşıyarak yatak odasına geldi. Soyundu, üstünde yalnızca şortuyla balkona çıktı. Bir süre güneşte oturdu, ayaklarını balkonun parmaklıklarına dayayıp birasını bitirdi. Dışarıdaki sıcaklık neredeyse tahammül edilemez derecedeydi ve şişe boşalınca Martin Beck bir nebze daha serin olan içeriye girdi.
Kol saatine baktı. Vapurun yola çıkmasına iki saat kalmıştı. Kalacağı ada, takımadaların öyle bir bölgesinde yer alıyordu ki şehirden oraya gidiş geliş hâlâ buharlı vapurla yürütülüyordu. İşte bu tatil fırsatının en iyi yanı bu, diye düşündü.
Mutfağa girdi, boş şişeyi kilerde yere koydu. Kilerdeki bozulabilecek her şey temizlenmişti ama Martin Beck ne olur ne olmaz diye kapıyı kapatmadan önce bir daha kilere göz attı. Sonra buzdolabının fişini çekti, buzlukları lavaboya koydu ve kapıyı kapatmadan önce mutfağa son kez şöyle bir bakarak yatak odasına gitti.
İhtiyaç duyacağı eşyaların çoğunu zaten önceden orada geçirdiği bir hafta sonu adaya götürmüştü. Karısı ve çocukları, istediklerinin listesini ona vermişti ve Martin Beck hepsini toparladığında iki çantayı doldurmuştu bile. Aynı zamanda süpermarketten bir kutu yiyecek de alması lazımdı, bu yüzden taksi tutmaya karar verdi.
Vapurda çok yer vardı, Martin Beck çantalarını yerleştirdikten sonra güverteye çıkıp oturdu.
Sıcak hava tüm şehre yayılmıştı ve neredeyse yaprak kımıldamıyordu. XII. Karl Meydanı’ndaki yeşillik tazeliğini kaybetmişti, Grand Hotel’in bayrakları sünmüştü. Martin Beck kol saatine bakıp aşağıdaki adamların iskeleyi çekmesini sabırsızlıkla bekledi.
Motorun çalışmasıyla gelen ilk titreşimleri hissedince ayağa kalkıp vapurun kıç tarafına gitti. Vapur iskeleden uzaklaşırken parmaklıklara yaslandı ve pervanelerin suda dönüp beyazımsı yeşil köpükler çıkartışını izledi. Vapur düdüğünün kulak çınlatan sesiyle beraber vapur sarsıla sarsıla Saltsjön’e doğru dönerken Martin Beck parmaklıkta durup yüzünü serin rüzgâra verdi. Birdenbire kendini özgür ve tüm sıkıntılardan uzak hissetti; kısacık bir an için, çocukluğunda yaz tatilinin ilk günlerinde duyduğu hissi bir daha yaşadı.
Yemek salonunda yemek yedi, sonra tekrar çıkıp güvertede oturdu. İnecek olduğu iskeleye yanaşmadan önce vapur gideceği adanın önünden geçti, sonra Martin Beck sahildeki kulübeyi, rengârenk sandalyeleri ve karısını gördü. Suyun dibinde çömelmişti ve galiba patates temizliyordu. Karısı doğrulup ona el salladı ancak ikindi güneşi gözüne girerken karısı o mesafeden onu seçebilir miydi Martin Beck bundan pek emin değildi.
Çocuklar sandalla onu karşılamaya geldi. Martin Beck kürek çekmeyi severdi. Oğlunun itirazlarına aldırmaksızın kürekleri aldı, iskeleyle ada arasındaki mesafede kıyıya kadar kürek çekti. Birkaç gün sonra on beşini dolduracak olmasına rağmen hâlâ Ufaklık diye çağrılan kızı Ingrid arka tarafta oturmuş, bir köy dansından bahsediyordu. On üç yaşında olan ve kızlardan hiç hoşlanmayan oğlu Rolf zıpkınla avladığı turna balığını anlatıyordu. Martin ise kürek çekmenin tadını çıkara çıkara yarım kulakla dinledi onları.
Şehir giysilerini üstünden attıktan sonra kayalıklardan denize girip biraz yüzdü, sonra mavi pantolonuyla üstünü giydi. Akşam yemeğinden sonra kulübenin dışında oturup karısıyla sohbet etti, güneşin ayna gibi denizin arkasında gözden yitişini izledi. Oğluyla suya ağ attıktan sonra erkenden yattı.
Çok uzun zaman sonra ilk kez, başını yastığa koyduğu gibi uyumuştu.
Uyandığında güneş ufukta alçaktaydı, Martin Beck çiy kaplı çimenlere yalınayak basarak kulübenin dışındaki kayaya oturdu. Sanki bugün de bir önceki kadar güzel bir gün olacaktı fakat güneş henüz ısıtmadığından Martin Beck pijamalarla üşümüştü. Bir süre sonra tekrar içeri girdi, bir fincan kahveyle verandada oturdu. Saat yedi olunca giyinip oğlunu uyandırdı, çocuk istemeye istemeye yataktan çıktı. Sandalla suya açılıp ağları topladılar, bir avuç yosun ve su bitkisi dışında bir şey takılmamıştı ağa. Geri döndüklerinde diğer ikisi de kalkmıştı ve kahvaltı sofrası hazırdı.
Kahvaltıdan sonra Martin Beck balıkçı kulübesine inip ağları asmaya ve temizlemeye koyuldu. Sabrını sınayan bir işti bu ve ileride, aileye balık getirme sorumluluğunu oğluna yüklemeye karar verdi.
Tam sonuncu ağı bitirecekken arkasında motorlu bir teknenin kesintili gürültüsünü işitti, küçük bir balıkçı motoru köşeden dönüp doğruca üstüne geliyordu. Martin Beck teknedeki adamı hemen tanıdı. Nygren’di bu, yandaki adada yaşayan, küçük bir kayıklığın sahibiydi ve onların en yakın komşusuydu. Beck’lerin adasında içme suyu olmadığından suyu ondan alıyorlardı. Nygren’de aynı zamanda telefon da vardı.
Nygren tekneyi durdurup, “Telefon var. En kısa zamanda aramanı istiyorlar. Numarayı telefonun yanındaki kâğıda yazdım,” diye seslendi.
“Kim arıyormuş, adını söylemedi mi?” dedi Martin Beck, oysaki aslında biliyordu.
“Onu da yazdım. Şimdi Skärholmen’e gitmem lazım, Elsa da çilek tarlasında ama mutfağın kapısı açık.”
Nygren tekrar motoru çalıştırdı ve kıç tarafında ayakta durup koya doğru yol aldı. Gözden kaybolmadan önce veda anlamında elini havaya kaldırdı.
Martin Beck onu kısa bir süre izledi. Sonra iskeleye yürüdü, sandalı çözüp Nygren’in kayıkhanesine doğru kürek çekmeye başladı. Kürek çekerken içinden şöyle düşündü: Adı batasıca. Kollberg’in adı batsın, tam da varlığını unutmuşken!
Duvardaki telefonun altında duran not defterinde Nygren, el yazısıyla neredeyse okunmayacak bir tarzda şunu yazmıştı: Hammar 54 10 60.
Martin Beck hemen numarayı çevirdi ve operatörün onu bağlamasını beklerken kafasında alarm çanlarını duymaya başladı.
“Hammar, buyrun,” dedi Hammar.
“Evet, ne oldu?”
“Çok özür dilerim, Martin ama senden en kısa sürede dönmeni rica edeceğim. Tatilinin geri kalanı güme gidebilir. Eh, yani ertelenebilir işte.”
Hammar birkaç saniye sessiz durdu. Sonra, “Gelirsen yani,” dedi.
“Tatilimin geri kalanı mı? Daha tatil yapmadım ki.”
“Çok üzgünüm, Martin, ama seni lüzumsuz yere çağırmam bilirsin. Bugün gelebilir misin?”
“Bugün mü? Ne oldu ki?”
“Eğer bugün gelebilirsen çok iyi olurdu. Gerçekten önemli bir durum. Buraya gelince daha fazla bilgi verebilirim.”
“Bir saat sonra bir vapur kalkıyor,” dedi Martin Beck, sivrisinek lekeleriyle dolu pencereden güneş ışınlarının pırıldadığı koya doğru baktı. “Bu kadar önemli olan da ne? Kollberg ya da Melander halledeme…”
“Hayır. Bunu senin halletmen lazım. Bildiğim kadarıyla birisi ortadan puf diye kaybolmuş.”
3
Martin Beck şefinin odasının kapısını açtığında saat bire on vardı ve tamı tamına yirmi dört saatliğine tatile gidip dönmüştü. Emniyet Müdürü Hammar iri kıyım bir adamdı, ensesi kalındı. Gür kırçıl saçları vardı. Döner sandalyesinde sessizce oturuyordu, ön kollarını masasına yaslamıştı. En sevdiği mesleklerden birini icra etmekle meşguldü yani hiçbir şey yapmıyordu.
Yüzü sirke satarak, “Ah, geldin demek,” dedi. “Tam vaktinde. Yarım saat sonra DİB’desin.”
“Dış İşleri Bakanlığı mı?”
“Aynen. Şu adamla görüşeceksin.”
Hammar başparmağıyla işaret parmağının ortasında bir kartviziti köşesinden, sanki üstünde tırtıl yürüyen bir marul yaprağını tutar gibi tutmuştu. Onun için hiçbir şey ifade etmiyordu.
“Ağır toplardan, üstlerden biri,” dedi Hammar. “Kendini Bakan’ın yakını sanıyor.” Bir an durup sonra, “Ben de bu adamın adını daha önce hiç duymadım,” diye ekledi.
Hammar elli dokuz yaşındaydı ve 1927 yılından beri polisti. Siyasetçileri hiç sevmezdi.
“Bu sefer hiç de öfkeli değilsin,” dedi Hammar.
Martin Beck bir süre bunun şaşkınlığıyla düşündü. Öfkeli olamayacak kadar çok şaşkınlık içinde olduğuna kanaat getirdi.
“Mesele tam olarak ne?”
“Sonra konuşuruz. Hele şu kuş beyinliyle bir tanış da.”
“Ortadan kaybolan birisi var dedin.”
Hammar işkence çekerek pencereden dışarıya gözlerini dikti, sonra omuz silkip konuşmaya başladı. “Aslında tüm bunlar aptalca. Doğrusunu istersen ben… DİB’e gidene kadar sana başka bilgi vermemem söylendi.”
“Onlardan da mı emir almaya başladık artık?”
“Bildiğin üzere, bir sürü departman var,” dedi Hammar dalgın bir şekilde.
Bakışları yaz mevsiminde coşmuş yeşilliğin arasında bir yerde kayboldu. “Burada işe başladığımdan beri, bir alay bakan geldi geçti. Bunların çoğu ben portakal biti hakkında ne kadar biliyorsam polis teşkilatı hakkında o kadar bilgi sahibi. Yani varlığı haricinde hiçbir şey bilmiyorlar. Hoşça kal,” dedi hızla.
“Hoşça kal,” dedi Martin Beck.
Martin Beck kapıya ulaşınca Hammar şimdi kendini toplayıp, “Martin,” dedi.
“Efendim?”
“Ancak sana tek söyleyebileceğim şu. Eğer istemezsen, bu işi almak zorunda değilsin.”
Bakanın yakını olan adam iri yarı, heybetli ve kızıl saçlıydı. Martin Beck’e ıslak mavi gözlerle baktı, hızla ayağa kalkıp bir kolunu öne uzatmış halde masasının etrafından yürüyüp öne çıktı.
“Ne güzel,” dedi. “İyi ki geldiniz.”
Büyük bir coşkuyla tokalaştılar. Martin Beck hiçbir şey demedi.
Adam tekrar döner sandalyesine oturdu, soğuk piposunu aldı ve geniş, sarı, at dişleriyle ucunu ısırdı. Ardından sandalyeye kuruldu, başparmağını piposunun lülesine sokup bastırdı, bir kibrit çaktı ve çıkan dumanın arkasından ziyaretçisine alıcı gözle, soğuk bakışlar attı.
“Merasime gerek yok,” dedi. “Ciddi bir konuşmaya hep böyle başlarım. Eğri oturup doğru konuşalım. Böyle daha doğru olur. Benim adım Martin.”
“Benimki de,” dedi Martin Beck kasvetle.
Bir saniye sonra, “Şansa bak. Şimdi mesele daha da karmaşık bir hal alacak,” dedi.
Adam küçük dilini yutmuş gibiydi. Martin Beck’e cin gibi baktı, sanki bir ihanet kokusu almıştı. Arkasındansa gümbür gümbür bir kahkaha patlattı.
“Elbette. Çok komik. Ha ha ha.”
Birdenbire susup telefona döndü. Gergince düğmelere basarak, “Evet, evet. Kahkahadan geberiyoruz,” diye mırıldandı.
Sesinde mizahtan eser yoktu.
“Alf Matsson dosyasını alabilir miyim,” diye seslendi.
Orta yaşlı bir kadın, elinde bir dosyayla içeri girip dosyayı masada adamın önüne koydu. Adam kadına bakış atmaya bile tenezzül etmedi. Kadın kapıyı arkasından kapatınca Martin, soğuk ve kişiliksiz balık gözlerini Martin Beck’e çevirip aynı anda da dosyayı açtı. Kalemle karalanmış notların olduğu tek bir sayfa vardı içinde.
“Çok karmaşık ve hiç hoş olmayan bir hikâye bu,” dedi.
“Ya,” dedi Martin Beck. “Hangi açıdan?”
“Matsson’u tanıyor musun?”
Martin Beck olumsuz anlamda başını salladı.
“Hayır mı? Aslında bayağı meşhur. Gazeteci. Daha çok haftalık yayınlarda yazıyor. Televizyonda da çıkar. Zeki bir yazar. Burada.”
Bir çekmeceyi açıp içini karıştırdı, sonra bir başka çekmece, derken sonunda kayıt defterini yerinden kaldırıp aradığı şeyi buldu.
Kapıya pis bir bakış fırlatarak, “Özensizlikten nefret ederim,” dedi.
Martin Beck adamın elindekini inceledi, altı üstü Alf Matsson adında birisi hakkında daktiloda muntazamca yazılmış bilgiler içeren bir dosyaydı. Görünüşe bakılırsa adam sahiden de gazeteciymiş, haftalık büyük gazetelerden birinde çalışıyormuş. Martin Beck’in hiç okumadığı ancak çocuklarının elinde gördüğünde açığa vurmadığı bir kaygı ve güvensizlik duyduğu bir gazetede. Ayrıca Alf Sixten Matsson’un 1934 yılında Göteborg’da doğduğu belirtilmiş. Dosyaya iliştirilmiş sıradan bir pasaport fotoğrafı da ekte yer alıyordu. Martin Beck başını yana kırıp oldukça genç, bıyıklı, kısa düzgün bir sakalı ve yuvarlak tel çerçeveli gözlükleri olan adamın resmine baktı. Yüzü öylesine ifadesizdi ki fotoğraf herhalde şehrin her yerindeki şipşak fotoğraf kabinlerinden birinden çekilmişti. Martin Beck dosyayı masaya koyup kızıl saçlı adama soru sorarcasına baktı.
“Alf Matsson ortadan kayboldu,” dedi adam, üstüne basa basa.
“Ah, öyle mi? Yani araştırmalarınız bir sonuç vermedi?”
“Hiçbir araştırma yapılmadı. Yapılmayacak da,” dedi adam, manyak gibi ileriye sabit bakarak.
O ıslak bakışların altındaki çelik gibi kararlılığı ilk başta gözden kaçıran Martin Beck hafifçe kaşlarını çattı.
“Ne kadardır ortada yok?”
“On gündür.”
Bu cevap Martin Beck’i pek şaşırtmamıştı. Adam on dakika ya da on yıl deseydi de bir fark yoktu zaten. Martin Beck’i tek şaşırtan nokta, o esnada adada sandalda kürek çekmek yerine orada oturuyor oluşuydu. Kol saatine baktı. Muhtemelen akşam vapuruna yetişebilecekti.
“On gün pek uzun bir süre değil,” dedi uysalca.
Yakındaki bir odadan başka bir memur geldi ve konuşmaya öylesine pattadak girdi ki Martin Beck adamın deminden beri kapıyı dinlediğini tahmin etti. Herhalde bir çeşit yönetici, diye düşündü Martin Beck.
“Özellikle bu davada fazlasıyla uzun,” dedi yeni giren. “Durum son derece olağan dışı. Alf Matsson, 22 Temmuz’da uçakla Budapeşte’ye gitti, bir yazı için oraya dergi göndermişti. Ertesi pazartesi, buradaki, Stockholm’deki ofisi arayıp her hafta düzenli olarak yazdığı köşe yazısını okumalıydı. Ancak yapmadı. Alf Matsson’un işlerini her zaman tam vaktinde teslim ettiği gözden kaçırılmaması gereken bir ayrıntı. Yani son teslim tarihini asla geçirmezmiş. İki gün sonra dergi, Budapeşte’deki oteline telefon etmiş, otel adamın orada kaldığını ancak o anda otelde olmadığını söylemiş. Dergi, Matsson’a bir mesaj bırakıp otele gelir gelmez Stockholm’e bilgi vermesini söylemiş. İki gün daha beklemişler. Hiç haber alamamışlar. Dergi burada, karısıyla temasa geçmiş. Karısı da ondan haber almamış. Burada önemli bir gelişme yok çünkü zaten boşanmak üzereymişler. Geçen cumartesi editör bizi aradı. O zamana dek otelle tekrar irtibat kurmuştu ve en son aramalarından bu yana kimsenin Matsson’u görmediğini öğrenmişti. Ancak eşyaları hâlâ odasında, pasaportu resepsiyondaydı. Geçen pazartesi, ağustosun ilk günü, oradaki adamlarımızla iletişime geçtik. Matsson hakkında hiçbir bilgileri yoktu ancak onların deyişiyle Macar polisinin nabzını yokladılar, görünüşe göre ‘oralı değillerdi.’ Geçen salı derginin başeditörü bizi ziyarete geldi. Çok tatsız bir görüşmeydi.”
Kızıl saçlı adam ikinci plana düşmüştü. Buna sinir olarak piposunun ucunu ısırıp, “Evet, aynen öyle. Tatsız bir görüşmeydi,” diye ekledi.
Bir saniye sonra açıklama niyetine, “Sekreterim,” diye ekledi.
“Evet,” dedi sekreter, “her neyse, o konuşmanın sonucunda resmî olmayan yollardan en üst düzeyden polisle temasa geçtik, devamında da bugün siz buraya geldiniz. Sizi burada gördüğümüze çok memnunuz bu arada.”
Tokalaştılar. Martin Beck henüz çözememişti. Düşünceli bir halde burun kemerini ovdu.
“Maalesef tam olarak anlamış değilim,” dedi. “Editörler neden meselenin sıradan bir şekilde bilgisini geçmedi?”
“Birazdan anlayacaksınız. Başeditör ve derginin basılmasından sorumlu kişi, aynı kişi yani, meseleyi polise rapor etmek ya da resmî bir soruşturma istemedi çünkü o zaman bu durum hemen duyulacak ve basına yayılacaktı. Mattson derginin kendi muhabiriydi, üstelik yurt dışına röportaja gittiğinde ortadan kaybolmuştu, dolayısıyla haklı ya da haksız bilemem, dergi bunu kendi haberi olarak algılıyor. Başeditör, Matsson için çok endişeleniyordu, öte yandan onların deyişiyle bir sansasyonel haber, yani bir süreli yayının tirajını şıp diye yüz binlerce sayıya yükseltecek bir haber kokusu aldığını da sugötürmez bir gerçek şeklinde ifade etti. Bu derginin genelde takip ettiği çizgiyi bilseydiniz, o zaman görürdünüz ki… Her neyse, muhabirlerinden biri sırra kadem bastı ve bunun Macaristan’da meydana gelmesi, haberin değerini bir nebze bile düşürmüyor.”
“Yani Demir Perde’nin ardında,” dedi kızıl saçlı adam iç karartarak.
“Biz böyle tabirler kullanmıyoruz,” dedi diğer adam. “Eh, umarım bunların ne anlama geldiğinin farkındasınız. Eğer bu durum ihbar edilirse, basına sızarsa, bu zaten kötü olur. Haber gazetelerde makul bir yer kaplasa ve gerçekleri net bir şekilde yansıtsa bile durum böyle. Ancak eğer dergi bütün gelişmeleri kendine saklar ve sadece kendi amacı için kullanırsa o zaman kim bilir… Eh, neyse önemli ilişkiler zedelenir, ki biz ve başkaları bu ilişkileri kurup geliştirmek için çok zaman harcadık ve emek verdik. Derginin editörü pazartesi günü geldiğinde yanında tamamlanmış bir yazı vardı. Biz de buruk bir zevkle okuma şansına nail olduk. Eğer o yazı basılırsa, bazı açılardan tam bir felakete yol açar. Eğer bu haftaki sayıya koymayı ciddi ciddi düşünüyorlarsa tabii. Bu yazının basılmasını önlemek için bütün ikna gücümüzü kullanmak ve akla hayale gelecek her tür yolu denemek zorunda kaldık. Bütün görüşme, sonunda başeditörün bize ültimatom vermesiyle bitti. Eğer Matsson kendiliğinden nerede olduğunu bildirmezse ya da eğer onu önümüzdeki haftanın sonuna kadar bulamazsak… eh, o zaman kızılca kıyamet kopacak.”
Martin Beck saç diplerine masaj yaptı.
“Anladığım kadarıyla dergi de soruşturmayı kendince yürütüyor,” dedi.
Memur dalgın dalgın üstüne baktı, adam şu anda öfke içinde piposunu içiyordu.
“Benim kapıldığım izlenime göre, derginin o yöndeki çabaları bayağı iyi niyetli. Bilhassa bu alandaki faaliyetleri bir sonraki uyarıya kadar dondurulmuş. Bundan ötürü, Matsson’un nerede olduğu hakkında en ufak bir fikirleri bile yok.”
“Adam şüphesiz sırra kadem basmış,” dedi Martin Beck.
“Evet, aynen. Çok endişelendirici bir durum.”
“Ama duman olup uçmadı ya,” dedi kızıl saçlı adam.
Martin Beck bir dirseğini masanın kenarına yasladı, yumruğunu sıkıp parmak boğumlarını burun kemerine bastırdı. Vapur, ada ve iskele zihninde gittikçe uzaklaşıp silikleşiyordu.
“Benim buradaki rolüm ne?” dedi.
“O bizim fikrimizdi ancak şahsen siz olacağını bilmiyorduk. Biz bunların hepsini kendimiz soruşturamayız, en azından on gün içinde. Her ne olduysa, adam bir nedenle kimliğini mi gizledi, intihar mı etti, kaza mı geçirdi… yoksa başka bir şey mi oldu, polislik bir mesele. Yani bu iş ancak bir profesyonel tarafından yürütülebilir. Dolayısıyla, bayağı gayriresmî bir şekilde, biz de en üst seviyedeki polisle irtibata geçtik. Birisi seni tavsiye etti. Şimdi zurnanın zırt dediği yer, senin bu davayı üstlenip üstlenmeyeceğin. Kalkıp buraya gelmiş olman bile, sanırım diğer görevlerinden alınacağın anlamına geliyor.”
Martin Beck kahkahasını bastırdı. İki memur da ona sertçe bakıyordu. Tahminince, bu davranışını yakışıksız bulmuşlardı.
“Evet, herhalde alınırım,” dedi, balık ağlarını ve kürekleri düşünerek. “Ancak benim tam olarak ne yapabileceğimi düşünüyorsunuz?”
Memur omuz silkti.
“Oraya gideceğini herhalde. Onu bulmanı. İstersen yarın sabah gidebilirsin. Her şey ayarlandı, bizim kanallarımız sayesinde tabii. Geçici süreliğine bizim kadroya transfer edilecek ve maaşını bizden alacaksın ancak resmî bir göreve atanmayacaksın. Doğal olarak sana her yönden yardım edeceğiz. Mesela, istersen oradaki polisle irtibata geçebilirsin ya da geçmeyebilirsin. Dediğim gibi, yarın sabah yola çıkabilirsin.”
Martin Beck şöyle bir düşündü.
“O zaman öbür gün.”
“O da olur.”
“Bugün öğleden sonra haber veririm.”
“Çok fazla düşünme ama.”
“Bir saate kalmaz telefon ederim. Hoşça kalın.”
Kızıl saçlı adam bir telaş masasının arkasından çıktı. Sol eliyle Martin Beck’in sırtını sıvazlarken sağ eliyle de tokalaştı.
“Eh, hoşça kal öyleyse. Hoşça kal Martin. Elinden geleni yap. Konu önemli.”
“Gerçekten öyle,” dedi diğer adam.
“Evet,” dedi kızıl saçlı, “belki de elimizde bir başka Wallenberg skandalı var.”
“Özellikle bu adı ağzımıza almamamız söylenmişti,” dedi diğer adam bezgin bir çaresizlikle.
Martin Beck başıyla onaylayıp çıktı.