Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Yeryüzünün tarihi», Seite 3

Schriftart:

Sonsuzlaştırma Tehdidi

Ancak şimdiki bağlamda Âdem öncesi fikirlerin önemi, antik Mısır, Çin ve Babil kayıtlarında iddia edilen görüşlerin etkisini artırmış olmasıydı. Bu kayıtların tümü de insanlık tarihinin toplamının, her türlü geleneksel Batı kronolojisinde öngörülenden çok daha uzun olabileceğini, beş altı bin yıl geriye değil, belki on bin yıldan fazla hatta Babil kayıtlarına inanılacak olursa on binlerce yıl geriye gittiğini gösteriyordu. Bütün bunlar geleneksel düşünce tarzını rahatsız ediyordu: Bunun nedeni yalnızca Yaratılış tarihini veya İncil’in otoritesini kuşkuda bırakması değil, çok daha radikal bir spekülasyon türüne kapıyı açmasıydı. Kayıtlar, Avrupa’da başka konulardaki görüşlerine uzun zamandır saygı duyulan antik çağda yaşamış Aristo ve Platon gibi Yunanlı filozofların bu konuda haklı olabileceğini ileri sürüyordu: Onlar, evrenin ve onunla birlikte yeryüzüyle insan hayatının yalnızca son derece eski değil sonsuz olduğunu, yaratılmış başı veya nihai sonu olmadığını iddia ediyordu. Bu çok rahatsız edici bir görüştü; çünkü insanların bir şekilde yaratıldığını ve bu nedenle ahlaki olarak yüce yaratıcılarına hesap vermeleri gerektiğini inkâr etmek, sonunda tavır ve hareketlerinden sorumlu olacaklarını inkâr etmekle eşdeğer görülüyordu. Bu da ahlak ve toplumun temellerini tehdit ediyordu.

İlk bakışta, (o zamandan beri aldığı isimle) bu “sonsuzluk”, kronoloji uzmanlarının yalnızca bin yıllarla ölçülen kısa ve sonlu öyküsüne karşın, yeryüzü tarihi ve evrenin milyarlarca yılla ölçülmüş halini içeren bir modern resim öngörmüş olabilir. Ancak sonsuzluğun belirgin modernliği aldatıcıdır ve insanı son derece yanlış yönlendirmektedir. Aslında, 17. yüzyılda değerlendirilen iki alternatif olan “genç” yeryüzüyle “sonsuz” yeryüzünün ikisi de aynı düzeyde modern değildi. İkisi de insanların evren için hep çok önemli olduğunu ve olmaya devam edeceğini varsayıyordu. Kronoloji uzmanlarının kısa ve sonlu yeryüzü (ve evren) tarihi, sahnede insansız bir kısa dönem içerse de bunun dışında başından sonuna kadar tamamen bir insanlık dramıydı. Ama sonsuzlukçuların çizdiği resim de aynı şekilde, geçmişte asla insansız olmamış –en azından birkaç rasyonel Âdem-öncesi insan içermiş– ve gelecekte de insansız kalmayacak bir yeryüzü (ve evren) resmiydi. Mısır, Çin ve Babil’de bulunan çok eski –Yaratılış için olası tarih aralığının çok gerisindeki– insanlık kayıtlarının özgünlüğünü savunanlar, bunların bile o günlere gelmeyi başarmış en eski belgeler olduğunu varsayıyor ve zaman içinde tüm izleri kaybolmuş olan, daha da uzun, hatta sonsuz bir insan kültürü dizisi olduğuna inanıyorlardı.

Yani sonsuz derecede eski yeryüzü (ve evren), son derece uzun ama sonlu yeryüzü (ve evren) tarihinin modern bilimsel resmini öngörmemişti. Buna rağmen o dönemde, yani 17. yüzyılda ve hatta daha sonra sonsuzluk, o zaman kültürel olarak egemen olan muhtemelen kısa ama kesinlikle sonlu evrene radikal bir alternatif sunmuştu. Sonsuzluk genellikle sosyal, politik ve dinsel açıdan yıkıcı olarak değerlendiriliyordu. Bu nedenle çoğunlukla adeta yer altında kalmıştı. En çok, geleneksel eleştirmenler tarafından saldırıldığında gün yüzüne çıkıyor; alışılmışın dışındaki yandaşları tarafından açıkça ifade edilmiyordu. Sonsuzluğun insan toplumu için radikal bir tehdit oluşturduğu algısı, hepsinde olmasa da bazı ortamlarda, Genesis’teki Yaratılış öyküsünün kitaba bağlı yorumundan türetilen “genç yeryüzü”nün inatla savunulmasını haklı gösteremeyecek kadar çok eskilere dayanmaktadır. Oysa sonsuzlukçuların desteklemeleri gereken kendi –dindar, kuşkucu, hatta ateist– gündemleri vardı. Yani bu kesinlikle aydınlanmış mantığın, dini dogma aleyhine yürüttüğü apaçık bir mücadele değildi. Tartışmanın iki tarafında da tehlike altında olan “ideolojik” meseleler vardı.

Ancak küresel boyutta, sonsuzluğun ifade ettiği belirsiz hatta sonu gelmeyen bir insan hayatı silsilesi fikri istisna değil normdu. Dünyadaki modernizm öncesi toplumların çoğunun kültürlerinde zamanın daha doğrusu, zaman içinde gözler önüne serilen tarihin, tekerrür ettiği veya bir şekilde döngüsel olduğu; benzersiz ve geri dönülemez şekilde ok gibi tek yönlü olmadığı varsayımı yer alıyordu. Bu varsayımın altında yatan ve onun sağduyu olarak görünmesini sağlayan şey, bireylerin hayatlarında, bir nesilden diğerine tekrarlanarak doğumdan olgunluğa ve ölüme giden evrensel döngü deneyimiydi. Modernizm öncesi toplumların çoğunda insanların hayatında son derece kuvvetli bir belirleyici etken olan mevsimlerin yıllık döngüsü de bunu güçlü bir şekilde destekliyordu. Tüm bunlar bir araya gelince insan kültürlerinde, yeryüzünde ve bir bütün olarak evrende benzer şekilde döngüsel veya “durağan durum” olduğu görüşünü kuvvetlendirdiler. Arka planda yer alan bu görüş karşısında, ilk kez Yahudilikte ortaya çıkan, sonra Hıristiyanlığa (ve daha sonra da Müslümanlığa) uzanan dünyanın tek bir başlangıç noktası ve doğrusal, geri dönüşümsüz, yönlü bir tarihi olduğu fikri çarpıcı bir anormallik olarak göze çarpabilir. Semavi inançların her biri tarihin yönlü olduğu görüşünü kozmik resmi sıradan insanların daha erişilebilir hayatı ölçeğinde yıllık oruç ve bayram (Hamursuz Bayramı, Paskalya vs.) şeklinde tekrarlanan döngüye yoğunlaştırmıştı. Ama büyük ölçekli resim hâlâ üstündü, yani insanlık, yeryüzü ve evrenin hep birlikte gerçek bir tarihi vardı ve bu tarihin geri dönüşü olmayan, oka benzeyen bir yönü vardı.

Bu güçlü tarih duygusu Yahudi-Hıristiyan geleneğine, yeryüzünün derin tarihinin (ve evrenin tarihinin) sonlu ve yönlü olduğu modern görüşüne çok benzeyen bir temel yapı kazandırdı. Daha net bir şekilde ifade etmek gerekirse, insanlık tarihini sayısal doğrulukla belirleme ve niteliksel olarak önemli dönemler veya çağlar dizisine bölme yöntemi olarak kronoloji bilimi, modern “jeokronoloji” bilimiyle çok benzeşiyordu. Zira jeokronoloji de yeryüzünün derin tarihine, benzer türde bir doğruluk ve yapı kazandırmaya çalışırken onu aynı şekilde çağlara ve dönemlere bölmekteydi. Bunlar yalnızca benzerlik mi, yoksa çok daha fazlası mı, işte bu kitabın geri kalanında bu sorunun cevabı incelenecektir.

Özetleyecek olursak evrenin, yeryüzünün ve insan hayatının tarihi Batı’da geleneksel olarak, modern resimle karşılaştırıldığında çok kısa olarak değerlendiriliyordu. Ancak bu oldukça önemsiz bir farktı: Sayısal zıtlık, niteliksel benzerlik kadar önemli değildi. Önemli olan, Ussher gibi kronoloji uzmanlarının temsil ettiği bilimsel tarihin, neredeyse tamamen metinsel kanıtlara dayanmasıydı (Geçmişteki Güneş/Ay tutulmalarına, kuyrukluyıldızlara vb. ilişkin astronomik kanıtlar da yazılı kayıtlardan alınmıştı). Kircher gibi bilginler tarafından Nuh Tufanı konusunda yapılan tarihsel analizde bile yazılı kanıtlar egemen olmuş ve doğal kanıtlar çok az kullanılmıştı.

Ancak hemen hemen aynı zamanlarda ve hâlâ 17. yüzyılda başka bilginler, etkili olduğu zaman ölçeğini genişletmeye ihtiyaç duymadan yeryüzünün kendi tarihi hakkındaki tartışmalara doğal kanıtları çok daha ciddi şekilde dahil etmeye başladılar. Bir sonraki bölümde bu konuyu ele alacağız.

2
Doğanın Kendi Eski Yapıtları

Tarihçiler ve Antika Meraklıları

Geriye bakıldığında, doğal yeryüzünden edinilen kanıtların –örneğin kayalar ve fosiller, dağlar ve volkanların– “genç yeryüzü” fikrini başından itibaren bariz bir şekilde çürütmesi gerektiği düşünülebilir. Oysa bu tür özelliklerin önemi, çok iyi gerekçelerle bariz olmaktan uzaktı. Bu nedenlerin arasında, ana bileşenleri Yaratılış “haftasında” (kitaba bağlı ya da değil) sahneye yerleştirildikten sonra doğanın gerçek bir tarihinin olabileceği düşüncesinin çok yeni olmasıydı. Çok daha sonra yaşanan istisnai büyük Tufan olayı dışında doğa dünyasının, insanlık tarihinin süregelen dramında durağan bir sahne olduğu düşünülüyordu. Doğanın kendine özgü bir dramatik hareketinin olabileceği ancak tarihçilerin fikirleri ve yöntemleri doğa dünyasına, yani kültürden doğaya aktarıldıktan sonra mümkün görünmeye başladı. Tarih, daha doğrusu insanlık tarihi, 17. yüzyılda çeşitliliği ve yüksek standartlarıyla bu önemli aktarım için verimli bir zemin oluşturan, gelişmekte olan bir bilim dalıydı.

James Ussher’ın MÖ 4004 yılı, kronoloji uzmanları tarafından ana Yaratılış haftası olarak hesaplanan tek tarih değildi. Ama 17. yüzyılda tarihsel çalışmalar yapanlar sadece kronoloji uzmanları da değildi. Kronoloji yalnızca özel bir tarih türüydü. Kaynakları açısından çokdilli ve çokkültürlüydü; dünya tarihini, kümülatif kutsal açıklamalar veya “vahiyler”den oluşan Hıristiyan ifadeleriyle anlatıyor ve genelde sonuçlarını “vakayiname” veya kronoloji uzmanlarının becerebildikleri doğrulukla yıllar bazında düzenlenmiş kayıtlar şeklinde yayımlıyordu. Başka bilginler başka türde tarihler yazmıştı. Bunlar yapı olarak daha sekülerdi, kendilerine model olarak antik Yunanca ve Latince yazan yazarları almışlardı. Bu eserler belirli yerlerin veya halkların, ya da geçmişte belirli dönemlerin veya olayların, ya da çok önemli bireylerin hayatlarının ve yarattıkları etkilerin tarihleriydi. Kronoloji uzmanları gibi başka tarihçiler de geçmişi kendine özgü özelliklere sahip dönemlere bölmüş veya zaten yaygın bir şekilde kullanılmakta olan dönemleri benimsemişlerdi. Dönemler belirleyici olabilse de tarihleri kesin olarak tanımlanmamıştı. Örneğin “orta” çağ, “antik” ya da klasik Yunan ve Roma dünyasıyla, “modern” dünyanın başlangıcını gösteren Rönesans ya da yeniden doğuş arasındaki yüzyılları kaplıyordu.

Arşivlerde ve kütüphanelerde saklanan belgeler ve kitaplar, neredeyse her türlü tarihsel çalışmada büyük önem taşıyordu. Kronoloji uzmanları gibi diğer tarihçiler de, giderek artan bir bilimsel titizlik standardı ve kaynaklarının güvenilirliğini (veya güvenilir olmamasını) daha da eleştirel bir tarzla değerlendirme yöntemi benimsemişlerdi. Dindışı kayıtlar da en az dinsel olanlar kadar eleştirel inceleme gerektiriyordu. Olaylarla aynı dönemde tutulan kayıtlar en çok değer verilenlerdi ve tarihçiler tarih hatası göstergelerini anlamayı öğrenmişlerdi: Belgeler daha sonra düzenlenmiş sahte evraklar olabiliyor ve önemli politik etkiler yaratabiliyordu. Diğer taraftan birçok tarihçi, insanlık tarihinin oldukça iyi bir şekilde belgelenmiş olan Yunan ve Roma çağlarından çok önceki dönemleri hakkındaki değerli kanıtların, görünürde ümit verici olmayan mitolojiler, efsaneler ve fabllar şeklinde saklanmış olabileceğine inanıyordu. Tanrılar ve insanüstü kahramanlarla ilgili öyküler aslında antik çağın büyük hükümdarlarının ve olağandışı doğa olaylarının çarpıtılmış anlatıları olabilirdi. Bu öyküler ilk bakışta tutarsız veya mantıksız görünseler de uygun bir şekilde –antik Yunanlı yazar Euhemerus’un çok daha eski uygulaması nedeniyle “euhemerist” adı verilen bir yöntemle– mitolojik ifadelerden arındırıldıklarında, insanlık tarihinin ilk “muhteşem” veya “mitolojik” aşamalarına ışık tutabilirlerdi.

Ancak tarihçiler başka türde kanıtları da giderek daha çok kullanmaya başlamışlardı. Geçmişte olan olayların başka kayıtları, yazılı belgeleri tamamlayabilirdi. Örneğin klasik Yunan ve Roma’nın geçmişi konusunda, antik binalarda veya kazılarda çıkan yazıtlar vardı ve bunlar da en az geleneksel belgeler kadar yazıydı ama çoğu zaman uzak geçmişte yaşanan olaylar hakkında önemli yeni bilgiler vererek onları tamamlıyorlardı. Sonra, antik yerleşim merkezlerinde bulunan paralar vardı. Bunlar çoğu zaman tarih konusunda yardımcı oluyordu; çünkü eski hükümdarların ve diğer önemli kişiliklerin portreleriyle birlikte metin parçacıkları içeriyorlardı. Diğer eserler, beraberinde metin olmasa da büyük olaylar, hatta çok hayranlık duyulan bu antik kültürlerdeki sıradan günlük hayatlar hakkında önemli kanıtlar sunuyordu.

Şekil 2.1 Kopenhag’dan Danimarkalı bilgin Ole Worm tarafından bir araya getirilen “ilginç şeyler dolabı.” Bu dolapta doğal ya da insan eliyle yapılmış ilginç veya şaşırtıcı özenle sınıflandırılmış her türlü nesne bulunuyordu. Örneğin fosillerinin çoğu alt raflardaydı ve Lapides [“Taşlar”] olarak sınıflandırılmıştı. Burada boyut olarak çok küçültülmüş bu gravür Worm’un koleksiyonunu (Museum Wormianum, 1655) tanımlayan ve resimleyen kitabın görkemli kapak sayfasını ya da görsel özetini oluşturuyordu ve Latince olduğu için Avrupa’nın her yerinde eğitimli insanlar tarafından erişilebiliyordu.


Örneğin, Yunan vazolarından ve Roma heykellerinden Yunan tapınakları ve Roma tiyatroları gibi “anıtlara” değin birçok eserden önemli bilgiler elde ediliyordu. Hep birlikte belgesel kaynakları tamamlayan bütün bu eserler “antikite” olarak biliniyordu. Daha küçük ve koleksiyon malı olabilecekler (günümüz ifadesiyle yalnızca “antika” olanlar) genellikle –doğal ya da insan eliyle yapılmış başka nadir, tuhaf veya şaşırtıcı objelerin yanında– özellikle kendilerine antika meraklısı ya da “antikacı” diyen bilginlerin “ilginç eşyalar dolaplarında” veya özel müzelerinde belirgin bir şekilde sergileniyordu.

Eski eserlerin, yazılı kaynakların hiç olmadığı zamanlarda bile tarihsel kanıt olarak kullanılmaması için bir neden yoktu. Avrupa’nın büyük bir kesiminde, Romalılar eğitimli kültürleriyle çıkagelmeden önceki zamanlara ait kanıtlar, yerlerde bulunan taş aletler veya silahlar gibi tarihi belli olmayan eserlerle veya eski mezarlardan kazılıp çıkarılan bronz eşyalar ve çanak çömlekle ya da İngiltere’nin güneyinde bulunan devasa taşlardan yapılmış Stonehenge dairesi gibi çarpıcı ama gizemli anıtlarla sınırlıydı. Bu eserlerin bazılarının başka yerlerdeki, örneğin Akdeniz civarındaki klasik Yunan gibi ilk eğitimli kültürlerle aynı yüzyıldan kalmış olmaları mümkün görünüyordu. Ama (hepsi de tartışmalı olsa da çok ender rastlanan ilk dini kayıtlar ve başka kültürlerce korunan ilk mitolojiler dışında) bazı başka eserlerin, herhangi bir yerde bulunabilecek her türlü yazılı kanıttan daha eski olması da mümkündü. Bu nedenle antika meraklıları tarafından incelenen eserler, tarih içermeseler de insanlık tarihinin ilk dönemlerine, güvenilir herhangi bir yazılı belgenin bulunduğu çağlardan öncesine ışık tutmaya yardımcı olabileceklerdi. Aslında bunlar, daha geleneksel tarihsel kanıtları tamamlamakla kalmayıp onların yerini alabilirlerdi.

Doğal Eski Yapıtlar

Bu eski eserlerin, insan eliyle yapılmadıkları ve kökenleri doğal olduğu için eser sayılmayan başka önemli antik nesneler tarafından tamamlanmamaları, hatta onların yerini almamaları için de neden yoktu. Doğa, metaforik olarak, kendi antik eserlerine sahip olabilirdi. Bu türdeki en çarpıcı nesneler, bazı bölgelerde denizden uzakta, karada, bazen yükseklerde toplanabilen deniz kabuklarıydı. Bu “doğal eski eserler” klasik dönemlerde çoktan fark edilmiş ve yorumlanmıştı.


Şekil 2.2 İtalya’nın güneyinde yer alan Calabria’da bulunan fosil kabukları (ve bir mercan parçası). Bunlar, Agostino Scilla tarafından basılan La Vana Speculazione (1670) adlı kitapta yer alan çok sayıdaki gravür arasında bulunuyordu. Bunlar Scilla’nın, bu tür nesnelerin bir zamanlar gerçekten canlı olan kabuklu deniz hayvanları ve diğer varlıkların kalıntıları olduğu yolundaki iddiasını destekliyorlardı. Ayrıca bu nesneler yanı başlarınlardaki Akdeniz’de yaşayan yumuşakçaların, denizkestanelerinin, mercanların vb. kabuklarına o kadar benziyorlardı ki Scilla başka bir açıklamanın sadece “anlamsız spekülasyon” olabileceğini iddia ediyordu. (Bu kabuklar, gravürün basıldığı pahalı bakır levhadaki boşluklara gayet güzel uyuyordu.)


17. yüzyılda birçok bilgin, antik dünyadaki ataları gibi bu kabukların, çok uzun zaman önce denizlerin şu andaki sınırlarının çok ötesine uzandıklarını gösterdiğine inanıyordu. Örneğin Sicilyalı bilgin (ve profesyonel ressam) Agostino Scilla yaşadığı adada ve komşu İtalya topraklarında topladığı kabukların öyküsünü yayımlamıştı. Birinci elden gözlemlerinin, bunların bir zamanlar gerçekten hayatta olan kabuklu deniz hayvanlarının kabukları olduğunu açıkça gösterdiğini iddia etmiş ve diğer alternatifleri “mantığa” hiç uymayan “anlamsız spekülasyonlar” diyerek göz ardı etmişti.

İnsanlık tarihinde, coğrafyanın değişebileceğine ilişkin bilinen en belirgin nokta Nuh Tufanı’ydı. Kircher’in ve diğer birçok bilginin görüşüne göre güvenilir belgesel kaynaklara kaydedilmiş birinci elden sağlam ifadelerin olduğu bu olay, türünün tek örneğiydi. Eğer Tufan, Genesis’teki anlatının belirttiği gibi kapsam olarak dünya çapında olsaydı bu durum, deniz kabuklarının bu kadar yaygın bir şekilde, denizlerden uzakta ve çoğu zaman deniz seviyesinden yükseklerde bulunmasını açıklayabilirdi. Tufan ya da Sel, bu şaşırtıcı doğal nesnelere “sele bağlı” bir açıklama getiriyordu. Bu nesneleri bu şekilde yorumlayanlar, bırakın baskıcı kilise otoritesini, İncil’le bağlantılı dar görüşlü bir gerçekçilik yüzünden bile böyle yapmak zorunda kalmamışlardı. Bu açıklama, en azından başında, deniz kabuklarının kendileri kadar doğal görünmüştü. Ayrıca bu tarihsel bir açıklama olduğundan, Tufan’ın sebebinin ne olduğu konusundaki belirsizlik, onu reddetmek için gerekçe olmamıştı. Tufan’ın tarihsel gerçekliği (ya da gerçekdışılığı), onun nedeninin keşfedilmesinden ayrı bir konu olarak görülüyordu (nedeninin doğal olduğu düşünülüyordu ama aynı zamanda nihai amacının, ilahi olduğu da söyleniyordu).

Bu deniz kabuklarını Nuh Tufanı’na bağlayan bilginler çoğu zaman bunun Genesis’in ve aslında genelde İncil’in güvenilirliğini artıracağını ummuşlardı. Ancak bu amaçlara karşı çıkanlar ve değişikliklerin Tufan yüzünden olduğunu inkâr edenler veya bundan kuşku duyanlar yine de kabukların büyük coğrafi değişikliklerin güvenilir doğal kanıtları olduğunu kabul edebiliyordu. Bu değişiklikler insanlık tarihinin o kadar başında yaşanmıştı ki bunlar kaydedildiyse bile, sadece karmakarışık mitolojiler ve efsaneler şeklinde kaydedilmişti. Ancak bunların mitolojik unsurları, gerçek karakterlere dayandırma yani euhemerizm yöntemiyle arındırılabilirdi. Kircher ve diğerlerinin iddia ettiği gibi bugünkü kıtaların büyük bölümü bir zamanlar sular altında olabilirken bunun aksi de mümkündü. Platon eskiden üzerinde yaşanan (ve olası yerinin çok tartışıldığı) Atlantis topraklarının şimdi denizle kaplandığını kaydetmişti. Her durumda, denizden uzak iç kesimlerde bulunan deniz kabukları gibi doğal eski eserler, birçok bilgin tarafından büyük bir gayretle toplanmış ve dolaplarında, insan eliyle yapıldığından kuşku duyulmayan daha geleneksel eski eserlerin yanında saklanmıştı. Bunların hepsi insanlık tarihinin ilk dönemleri için potansiyel kanıtlardı.

Tufan’ın veya diğer önemli coğrafi değişikliklerin iddia edilen izlerinin tamamı, Scilla’nın deniz kabukları kadar kolay yorumlanamamıştı. Bunlar toplu olarak “fosil” adıyla bilinen çok daha büyük ve kapsamlı nesneler grubu içinde yalnızca bir kategoriydi. Bu kelime aslında sadece “kazılıp çıkarılan şeyler” anlamına geliyordu ve toprağın yüzeyinde ya da çoğunlukla altında bulunan kendine özgü her türlü nesneyi veya malzemeyi kapsıyordu (Kelimenin bu asıl anlamı kazılarak çıkarılan kömür ve yeryüzünün derinliklerinden pompalanarak çıkarılan petrol için kullanılan “fosil yakıtı” deyiminde hâlâ geçerliliğini korumaktadır). 17. yüzyıl bilginlerinin topladığı ve dolaplarında ya da müzelerde sakladığı fosiller, çok çeşitli nesneler içeriyordu. Bunların kapsamı kuvars kristalleri ya da benzer minerallerden, sıradan deniz kabuklarına kadar çeşitlilik gösteriyordu. Arada canlı bitkilere ve hayvanlara az çok benzeyen aşağı yukarı aynı derecede şaşırtıcı objeler de (ya da parçaları da) yer alıyordu. Yani sorun, “fosillerin” kökenlerinde organik olup olmadıklarına karar vermek değil, hangilerinin organizmaların (ya da parçalarının) kalıntısı olduğuna ve hangilerinin olmadığına karar vermekte yatıyordu. Mesele, hangi “fosillerde” bitkilere veya hayvanlara benzerliğin, bu tür canlı varlıkların parçası oldukları için görüldüğünü, hangilerinde benzerliğin rastlantısal veya şans eseri olduğunu belirlemekti. Sadece kökeni gerçekten organik olanlar doğanın kendi eski eserleri olarak değerlendirilebilirdi ve bu nedenle, insanlık tarihinin ve doğal ortamının başka şekildeki kanıtlarını tamamlayabilir veya onların yerini alabilirdi.

Aslında sorun göründüğü kadar basit değildi. “Fosiller”le canlı bitkiler ve hayvanlar arasındaki az çok benzerlik ne şansa ne de basit nedensel bağlantıya dayandırılıyordu. Bu, doğanın inorganik ve organik âlemleri arasındaki temel analojiye bağlanıyordu. İnorganik veya mineral âlemin aslında hiçbir zaman gerçek anlamda canlı olmadıkları halde yaygın bir şekilde, organik veya canlı dünyanın yarattığı şekillerle benzerlikleri ya da bir tür “bağlantıları” olduğuna inanılıyordu. Örneğin kayalar yarıldığı zaman yüzeylerinde hayal meyal görülen eğreltiotu benzeri mineral şekiller (modern ifadelerle ağaçsı işaretler) beliriyordu. Bu tür açıklamaları haklı gösteren doğa algısını şimdi anlamak oldukça zor ama bu algı, 17. yüzyılda çok yaygındı hatta dönemin görüşlerine egemen olmuştu. “Fosillerin” özel durumu, daha açık bir ifadeyle gücü, bu şaşırtıcı nesnelerin tüm şaşırtıcı özelliklerini doğal bir şekilde anlatıyormuş gibi görünmesindeydi. Kısacası, fosillerin şekilleri çoğu zaman bilinen canlı hayvanlardan veya bitkilerden farklıydı; özleri genellikle organik materyaller değil minerallerdi ve konumları, şimdi ortadan kaybolmuş bir denizde yaşayan bir organizmanın içinde değil – yüzeyin altından “kazılıp çıkarılmış”– madenler gibi toprağın altında yetişmiş olduklarını gösteriyordu.

Scilla’nın, “sağduyu” veya gözlem kullanarak ve yerine, fosil kabuklarının bir zamanlar gerçekten canlı olan kabuklu deniz hayvanlarının kalıntıları olduğu açıklamasını yerleştirerek yok etmeye çalıştığı “anlamsız spekülasyon” türü işte buydu. Ancak Scilla’nın savunması gereken dava nispeten kolaydı: “Fosilleri” spektrumun kolay ucundaydı. Şekil olarak Akdeniz’de yaşayan kabuklu deniz hayvanlarına benziyorlardı; özlerinde deniz kenarında yatan kabuklardan biraz farklılardı ve halihazırda denize yakın yerlerde bulunmuşlardı. “fosillerin” diğer büyük bölümünü anlamak çok daha zordu. Çoğu, en azından detayda, bilinen hiçbir canlı hayvana veya bitkiye benzemiyordu. Maddesel açıdan genellikle “taşlaşmış” veya sert oluyor ve çoğunlukla iç kesimlerde, deniz seviyesinden çok yüksekte, sert kayaların içinde bulunuyorlardı. Bunların, canlı ve cansız dünyalar arasında üstü kapalı bir “iletişim” olduğunu söylemek “anlamsız bir spekülasyon”dan ziyade mantıklı bir açıklama oluyordu. Bu nedenle “Fosiller” Avrupa’nın her yerinde hararetli tartışmaların odağı olmuştu, çünkü doğa hakkında temelde farklı algılar söz konusuydu. 17. yüzyılın sonlarında ve 18. yüzyılın başlarında, çeşitli türde “fosillerin” yorumu hakkındaki tartışmalar, neredeyse doğanın temel güçleri, maddenin nihai yapısı veya hayatın vazgeçilmez özelliği hakkında yapılanlar kadar yoğundu.

Bu tür tartışmalar, esas olarak kitaplarla veya başka yazılı materyalle çalışan bilginler veya eski eserleri inceleyen antikacılarla sınırlı değildi. Fosiller, hayvanlarla bitkiler gibi doğa tarihinin ürünleri olarak görülüyordu ve bu nedenle, (günümüzdeki amatör ruhu içermeyen bir ifadeyle) “doğabilimciler” adı verilen grup tarafından inceleniyordu. Fosillerin veya sel suyunun kökeni gibi doğal nedenler içeren sorunlar, “filozofların” ve özellikle kendilerine “doğa filozofları” diyen insanların ilgi alanına giriyordu. Bu kategoriler birbirlerinden keskin bir şekilde ayrılmıyordu çünkü bütün bu insanlar, “fen bilimleri” (İngilizce konuşan dünya dışında bugüne kadar kullanılmaya devam edilen kapsamlı ve çoğul anlamıyla) olarak bilinen ilim alanlarının birbiriyle bağlantılı içeriklerine katkıda bulunduklarına inanıyordu. Hepsi kendini “bilgin” (bilgili insanlar) olarak görüyordu ve halk tarafından da öyle değerlendiriliyorlardı. “Bilgin” kelimesi 19. yüzyılda çok yaygın bir şekilde kullanılan genel bir ifadeydi (Burada da bu kelime tercih edilerek, çok daha dar kapsamlı ve 19. yüzyılın ortalarına kadar türetilmemiş ve 20. yüzyıla kadar genel olarak kullanılmamış olan çağdışı İngilizce “scientist–bilim insanı” deyiminin kullanılmasından kaçınılacaktır.)

Her türlü bilgin arasında tartışma fırsatları, birçok Avrupa kentinde özellikle iki politik süper gücün, yani Fransa ve İngiltere’nin başkentlerinde 17. yüzyılda kurulan bilimsel kurumlar ve özellikle bu tür insanlar için yazılmış ilk düzenli bültenler ve süreli yayınlar sayesinde çok kolaylaşmıştı. Bu yeni tartışma ortamları Paris’te, Journal des Savants’ın da yayımlandığı Académie des Sciences ve Londra’daki Royal Society’nin kendi yayımladığı Philosophical Transactions’dı. (Burada “philosophical” kelimesi “doğa felsefesi” anlamında kullanılıyordu ve günümüz ifadesiyle kabaca “bilimsel” ibaresine denk oluyordu). Ancak bilginler arasındaki bilimsel tartışmalar daha geleneksel yöntemlerle, Avrupa’daki yolculukları sırasında buluştuklarında veya başka zamanlarda birbirlerine yazdıkları mektuplarla ve kitapları ya da broşürleri aracılığıyla yayımlayıp dağıttıkları çalışmalarla da devam ediyordu.

Altersbeschränkung:
0+
Veröffentlichungsdatum auf Litres:
03 Juli 2023
Umfang:
56 S. 94 Illustrationen
ISBN:
978-605-7605-95-5
Rechteinhaber:
Maya Kitap
Text
Durchschnittsbewertung 0 basierend auf 0 Bewertungen
Text
Durchschnittsbewertung 2,6 basierend auf 5 Bewertungen
Audio
Durchschnittsbewertung 3,7 basierend auf 3 Bewertungen
Audio
Durchschnittsbewertung 0 basierend auf 0 Bewertungen
Audio
Durchschnittsbewertung 0 basierend auf 0 Bewertungen
Text
Durchschnittsbewertung 0 basierend auf 0 Bewertungen
Text
Durchschnittsbewertung 0 basierend auf 0 Bewertungen