Buch lesen: «Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı 1. Kitap»
Marcel Proust, 10 Temmuz 1871’de Paris’in güney yakasındaki Auteuil’de, tarihe damga vuran Fransa-Prusya Krallığı Savaşları’nın sonlanmasının hemen ardından büyük amcasının evinde dünyaya geldi. Varlıklı ve saygın bir burjuva ailesinin çocuğu olan Proust’un çocukluk yılları Üçüncü Cumhuriyetçilerin göreve geldiği dönemlere denk gelmiştir. Babası Achille Adrien Proust, Avrupa ve Asya’da koleranın nedenlerinin ve yayılmasını araştırmak üzere görevlendirilmiş bir uzman doktordu. Annesi Jeanne Clémence Weil ise, Alsaceli zengin ve soylu bir Yahudi ailesinin kızıydı. Kültürlü ve eğitimli ailesi yazmış olduğu makaleler, kitaplar ve mektuplarla da bilinmektedir. Bütün yaşamını etkileyecek olan, A l’ Ombre de Jeunes Filles en Fleur (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı esere de konu olan astım krizlerinin ilkini henüz dokuz yaşındayken yaşamıştır. 1882 yılında Proust, Lycée Condorcet Lisesine kaydoldu, ancak eğitimini hastalığı yüzünden yarıda bırakmak zorunda kaldı. Buna rağmen edebiyat yeteneğiyle ön plana çıkmayı başaran Proust, sınıf arkadaşları sayesinde yüksek burjuva sınıfının salonlarına girebildi, edebiyata damga vuracak olan Kayıp Zamanın İzinde adlı eseri için kayda değer kaynaklar elde edebildi. Sürekli nükseden ve zaman zaman ciddi boyutlara ulaşan hastalığına rağmen Proust 1889 yılında Fransız ordusunda askerlik görevini gerçekleştirdi. Gözlem konusunda farkını ortaya çıkartan Proust romanın üçüncü bölümü olan Guermantes Tarafı’nda da burada yaşadığı deneyimlere yer vermeyi ihmal etmedi. Aynı yıl Fransız roman ve kısa öykü yazarı Guy de Maupassant ile tanıştı ve arkadaşlarıyla birlikte kurduğu dergide makaleler ve edebiyat üzerine eleştiriler yazmaya başladı. 1893 yılına gelindiğinde Swann’ın Bir Aşkı adlı eserinin çalışmalarına başladı.
1894 yılında tüm Fransa’yı etkileyen Yüzbaşı Alfred Dreyfus’un casusluk ve vatan hainliğiyle suçlanarak yargılandığı ”Dreyfus Davası” patlak verdi ve davanın sonucunda Yüzbaşı Dreyfus’ün tutuklanarak Şeytan Adası’na gönderilmesi ülkeyi âdeta ikiye böldü: Dreyfus taraftarları – aleyhtarları şeklinde. Marcel Proust de Dreyfus taraftarları arasında yerini aldı. Olay üstünden üç yıl geçtikten sonra, 1898 yılında dava yeniden alevlendi. Aynı yıl Émile Zola’nın Fransa devlet başkanına hitaben L’Aurore gazetesinde ‘J’Accuse’ (itham ediyorum) manşetiyle yazdığı mektubuyla olayları tekrardan gündeme getirdi. Dönemin diğer pek çok yazarıyla birlikte Émile Zola’dan desteğini esirgemeyen Marcel Proust, yazmış olduğu eserlerinde de bu davayı ve davanın insanlar üzerinde bıraktığı etkileri kaleme almıştır.
Bir eş cinsel olan Proust, eş cinsellik temasını eserlerinde açıkça ve detaylı bir şekilde konu hâline getiren ilk Avrupalı roman yazarı olmuştur.
1903 yılında ağabeyi Robert evlenip evi terk ettikten sonra aynı yılın kasım ayında babası Achille Adrien Proust vefat etti. Babası sürekli oğlunun bir kariyer edinmesi konusunda baskıcı bir tutum sergilese de Marcel Proust’un sahip olduğu hastalık buna hiçbir zaman izin vermedi. Aradan iki yıl geçti ve Eylül 1905 tarihinde annesi Jeanne Clémence Weil’in vefatı Marcel Proust’u derinden etkiledi. “Yaşamım artık o biricik amacını, biricik tatlılığını ve biricik tesellisini yitirdi, anneciğim ölürken küçük Marcel’i de yanında götürdü.” diyecek derecede annesine düşkün olan Proust büyük bir buhrana kapıldı. Hayatında önemli bir konuma sahip olan annesinin vefatı üzerine sosyal ilişkileri azalan ve kendisini yazmaya adayan Proust 34 yaşına geldiğinde yaşadığı bu travma için tedavi gördü. Daha sonra deneme yazılarıyla en önemli eserinin temellerini atmaya başladı. 1908 yılı Marcel Proust’un kariyeri açısında mihenk taşıydı.
1896 yılında ilk kitabını çıkarmaya hazırlanan Proust, ünlü yazar Anatole France’ın ön sözünü yazdı Les Plaisirs et les Jours (Hazlar ve Günler) adlı kitabını piyasaya sürdü. Kitabı konusunda oldukça umut dolu olan Proust beklenmedik şekilde hüsrana uğradı. Umudunu kaybetmeyen Proust hayallerine ve ideallerine ulaşmasını sağlayacak olan esere 1905 yılında başladı; özellikle aristokrasinin çöküşü ve orta sınıfın yükselişi dönemine denk gelen Üçüncü Cumhuriyetçiler yönetimi altında gerçekleşen büyük toplumsal değişimleri konu alan Kayıp Zamanın İzinde adlı en önemli eserinin temelleri bu tarihte atıldı. Yılın başlarında yazmış olduğu denemeler ve eleştiri makaleleriyle dikkatleri üzerine çekmeye başlayan Proust, yaşadığı üzüntüsünün de etkilediği uykusuz gecelerinde yazmaya başladı. Yaşadığı sağlık sorunları her ne kadar yazmaktan alıkoysa da Proust’un zihni kitap yazmaya devam ediyordu. İçinde bulunduğu buhrandan onu kurtaran John Ruskin’in eserlerini çevirdi. Ruskin’in mimarlık ve sanata bakış açısından öylesine etkilenmişti ki bir yazarın ortaya bir eser çıkartmak için herhangi bir konuya ihtiyacı olmadığını, içinde bulunduğu, kendisinin de başkahramanı olduğu hayatını yazarak da büyük bir yazar olabileceğini onun sayesinde öğrendi. Yalnızca Ruskin’den değil Michel de Montaigne, Gustave Flaubert, George Eliot, Fyodor Dostoyevski ve Leo Tolstoy gibi edebiyatın önemli yazarlarından da ilham almıştı. Yedi ciltlik seriden oluşan Kayıp Zamanın İzinde adlı eserinin ilk cildini 1913 yılında yayınladı. Du côté de chez Swann (Swann’ların Tarafı) adlı ilk eserini götürdüğü yayınevlerinden olumsuz bir karşılık alan Proust, başka bir yayıneviyle anlaşarak masraflarını kendi cebinden karşıladı. Dönemin edebiyat dünyası tarafından pek onay almıyordu Marcel Proust; çünkü sahip olduğu mal varlığı yüzünden züppe gözüyle bakılıyordu.
Bu kitabıyla da istediği başarıyı elde edemeyen Proust’un başına başka bir talihsizlik daha gelmişti: I. Dünya Savaşı. Aradan 6 sene geçtikten sonra yazdığı À l’ombre des jeunes filles en fleurs (Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde) adlı eseri, serinin ikinci kitabıyla 1919 yılında Goncourt Ödülü’nü kazanmış; aldığı bu ödül sayesinde sadece Fransa’da değil tüm dünyada tanınan bir yazar konumuna gelmişti. Cefayla geçen uzun yılların ardından yazarın yıldızının parlayacağı yıl bu yıldı. 1920 yılında serinin üçüncü kitabı olan Le Côté de Guermantes (Guermantes Tarafı) iki cilt hâlinde, 1921 yılında Sodome et Gomorrhe (Sodom ve Gomorra) kitabı da iki cilt hâlinde yayımladı. Buna takriben 1923 yılında A la recherche du tems perdu (Mahpus), 1925 yılında Albertine Disparue (Albertine Kayıp), 1927 yılında Le Temps retrouvé (Yakalanan Zaman) kitabı yayımlandı.
Marcel Proust hayattayken serinin yalnızca dört kitabı yayımlanabildi; geri kalan üç kitap ölümünden sonra yayımlandı. Dokuz yaşından beri boğuştuğu hastalıklar nedeniyle hiçbir zaman babasının istediği gibi bir işte çalışamayan Proust, ömrünün son günlerine kadar yazmaya devam etti. Son üç yılını çoğunlukla yatağında geçiren Proust gündüzleri uyuyor, geceleri de kitabını tamamlamak için uğraşıyordu. 1922 yılında yakalandığı zatürrenin akciğerine sıçramasıyla hayata gözlerini yumdu. Ardından Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’na defnedildi.
Bay Gaston Calmette’e,
Derin ve içten şükranlarımın ifadesidir…
Marcel Proust
BİRİNCİ BÖLÜM
COMBRAY
I
Uzun süre, erkenden uyuyakaldım. Bazen, mumu henüz söndürmüşken gözlerim o kadar hızlı kapanırdı ki “uykuya dalıyorum” demeye bile vakit kalmazdı. Yarım saat sonra, artık uyuma vaktimin geldiği düşüncesi beni uyandırırdı; hâlâ elimde tuttuğumu sandığım kitabı yerine koyardım ve ışığımı söndürürdüm. Uyurken bile okuduklarım hakkında düşünmeye devam ederdim ama bu düşünceler kendi yollarını kendileri çizerlerdi. Kitapta bahsedilen benmişim gibi gelirdi: Bazen bir kilise, bazen bir dörtlü, bazen de I. François ile Şarlken arasındaki rekabet duygusu olurdum. Bu sanı, uyandıktan sonra birkaç saniye daha sürerdi, mantığımı yok etmezdi ama mumun artık yanmadığını fark etmemi engelleyecek kadar da gözlerimin önünde bir perde gibi dururdu. Ardından, tıpkı daha önce var olmuş düşüncelerin ruh göçü gibi benim için anlaşılmaz hâle gelmeye başlardı, kitabın konusu benden kopardı, onu düşünüp düşünmemek konusunda özgür olurdum; arkasından görme duyumu yeniden kazanırdım, etrafımı sarmış, gözlerimi ve belki de daha çok, onu nedensiz, akılalmaz, gerçekten anlaşılması güç bir şeymiş gibi algılayan ruhumu dinlendiren sakin karanlığı keşfedince şaşırırdım. Kendi kendime saatin kaç olabileceğini sorardım. Bir ormandaki kuş sesleri gibi, uzaktaki trenlerin mesafeyi vurgulayan düdüğünü duyardım; yakındaki istasyona doğru aceleyle giden bir yolcunun bulunduğu ıssız kırların enginliğini hayal ederdim; yeni yerlere, alışılmadık hareketlere, son günlerdeki sohbetlere, gecenin sessizliğinde onu hâlâ izleyen yabancı bir lambanın altındaki vedalara ve dönüş vaktinin yakın huzuruna borçlu olduğu heyecanından ötürü takip ettiği bu küçük yolun, onu hafızasına kazınacağını düşünürdüm.
Yanaklarımı, yastığın, çocukluğumuzdaki gibi dolgun ve körpe olan güzel yanaklarına gömerdim. Saati görebilmek için bir kibrit yakardım. Neredeyse gece yarısı! Mecburen seyahate çıkmış ve geceyi bilmediği bir otelde geçirmek mecburiyetinde kalan hastanın, bir nöbetle uyanıp kapının altından süzülen ışık hüzmesini fark ederek sevindiği an. Sabah olması ne mutluluk! Hizmetkârlar biraz sonra kalkarlar, zili çaldığında yardıma gelirler. Acılarından kurtulacağı ihtimali ona dayanma cesareti verir. Şimdi ayak sesleri duyduğunu sanır. Sesler yaklaşır, sonra uzaklaşır. Ve kapının altından süzülen ışık hüzmesi kaybolur. Saat gece yarısını gösterir; hava gazını söndürürler, kalan son hizmetkâr da çıkar, hasta çaresiz bütün gece acı çekecektir.
Tekrar uykuya dalardım, bazen, doğramaların çatırtılarını duyacak, karanlığın kaleydoskopuna gözlerimi açıp bakacak, bilincin bir anlık ışıltısı sayesinde eşyaları, odayı ve sadece küçük bir parçası olduğum ve hissizliğine döndüğüm, beni saran uykunun tadına varacak kadar kısa bir an için uyanırdım, bazen de uyurken kolaylıkla, hayatımın ilk yıllarına, asla kavuşamayacağım o yaşlara döner, çocuksu korkularımdan birini, mesela amcamın saçlarımın kesildiği güne kadar -ki bu benim için yeni bir çağın başlangıcıydı- buklelerimi çekmesi korkusunu tekrar hissederdim. Bu olayı uykum boyunca unutmuş olurdum, büyük amcamın ellerinden kurtulabilmek için uyanmayı başarır başarmaz tekrar hatırlardım. Ama rüyalar âlemine dönmeden önce, önlem olarak kafamı büsbütün yastığa gömerdim.
Bazen Âdem’in kaburgasından doğan Havva gibi, bacağımın ters bir duruşundan bir kadın doğardı. Tatmak üzere olduğum hazzı, hazla şekillenen bu kadının bana sunduğunu hayal ederdim. Sıcaklığımı onun bedeninin içinde duyan bedenim ona kavuşmak isterdi, uyanırdım. Yanından daha birkaç dakika önce ayrıldığım bu kadınla kıyaslayınca diğer bütün insanlar bana çok uzak gelirdi; yanağım onun öpücüğüyle hâlâ sıcak, bedenim onun ağırlığı altında ezilmiş olurdu. Bu kadın, bazı zamanlar olduğu gibi, hayatta tanımış olduğum bir kadının hatlarına sahip olsaydı eğer, tıpkı görmeyi çok arzuladıkları bir şehre seyahat eden ve onları cezbeden şeyi gerçeklikte tadabileceklerini sanan insanlar gibi, kendimi tamamen onu aramaya adardım. Hatırası yavaş yavaş silinirdi, rüyalarımın kızını unuturdum.
Uyuyan kişi, saatlerin akışından, yılların ve dünyaların sıralamasından oluşan bir halkayla çevrilidir. İçgüdüsel olarak, uyanırken bunları zihninde tartar ve bir anda, dünyanın hangi noktasında olduğunu, o uyurken ne kadar zaman geçtiğini okur; ama bu düzen bazen karışabilir veya bozulabilir. Uykusuz geçen saatlerden sonra sabaha karşı, uyku onu kitap okurken olağan uyuma pozisyonunun çok dışında bir şekilde yakalamışsa eğer sadece yüzüne gelen güneşi durdurmak ve ondan kaçınmak için kolunu kaldırabilir; uyandığı ilk anlarda, saat mefhumu kalmamıştır, az önce uyuduğunu zanneder. Veya daha farklı ve ters bir hâlde, mesela akşam yemeğinden sonra koltukta otururken uykuya yakalanmışsa zaten yörüngesinden çıkmış dünyalar daha da sarsılacak, sihirli koltuk onu, zamanda ve uzayda son sürat gezdirecektir; gözlerini açtığı an aylar önce ve uzak bir ülkede uyuyakaldığını sanacaktır. Ama kendi yatağımda, uykum, ruhumu tamamen yatıştırmaya yetecek denli derindi; öyle ki nerede yattığımı unutmama yetecek kadar çok kaybederdim yer yön duygumu ve gecenin bir yarısı uyandığım zaman, nerede olduğumu anımsayamadığım için ilk anda kim olduğumu dahi bilemezdim; sadece bir hayvanın içinde kıpırdayan o en ilkel varoluş duygusuyla bir mağara adamından daha aciz olurdum ama sonra hatıralar -şu an bulunduğum yerin hatırası değilse de daha önce yaşadığım veya şimdi de yaşama ihtimalim olan yerlerden birkaçının hatırası- tek başıma içinden çıkamayacağım bu hiçlik duygusundan beni kurtarmak için cennetten uzanan bir yardım eli gibi bana geri gelirdi; uygarlığın asırlarını bir anda aşıverirdim ve petrol lambalarının ve ardından devrik yakalı gömleklerin belli belirsiz görüntüsü, benliğimin parçalarını yavaş yavaş bir araya getirirdi.
Çevremizdeki nesnelerin durağanlığı, bizim onların başka nesneler değil de o nesneler olarak var olduklarına duyduğumuz kesin inancımızdan, yani o nesneler karşısında bizim düşüncelerimizin durağanlığından kaynaklanıyordur belki de. Şurası bir gerçek ki bu şekilde uyandığım zamanlar, zihnimde, başarısız bir girişimle nerede olduğumu keşfetmek için çırpınırdım; nesneler, ülkeler, seneler, her şey karanlığın içinde etrafımda dönüp dururdu. Kımıldayamayacak kadar uyuşmuş bedenim, yorgunluğunun aldığı şekle göre, duvarın yönünü, eşyaların yerini, bulunduğu odayı yeniden inşa etmek ve isimlendirmek için uzuvlarının konumunu belirlemeye çalışırdı. Etrafında, hayal edilen odanın şekline göre değişen, zifirî karanlıkta fır dönen görünmez duvarlar varken, bedenimin hafızası, kaburgalarının, dizlerinin, omurgalarının hafızası, daha önce uyumuş olduğu birçok odayı başarıyla sunardı ona; zamanların ve şekillerin eşiğinde duraksayan beynim, topladığı ipuçlarını bir araya getirerek odayı daha tanımlayamazken bedenim, her bir odanın yatak türünü, kapılarının yerlerini, pencerelerinin gün ışığı alma durumunu, bir koridoru olup olmadığını, orada uykuya dalarken ve uyandığımda tekrar aklıma gelen düşüncelerle birlikte hatırlardı. Uyuşmuş, yönünü bulmaya çalışan tarafım, kendini cibinlikli büyük bir yatakta duvara dönük olarak uzanmış hayal ederdi, mesela ve bunun ardından hemen, kendi kendime “Şuna bak, annem bana iyi geceler demek için gelmediği hâlde sonunda uyuyakalmışım.” derdim, uzun yıllar önce ölen büyükbabamın sayfiyedeki evinde olduğumu sanırdım ve zihnimin asla unutmamış olması gereken bir geçmişin sadık bekçileri olan bedenim ve üstüne yatmış olduğum tarafım, şu an tamamen gözümün önüne getirememekle beraber, bana şimdiymiş gibi gelen ve kesin olarak uyanır uyanmaz daha net şekilde göreceğim o çok uzak günlerden aklımda kalan, büyükbabamların Combray’deki evinde yattığım odanın tavanına küçük bir zincirle asılı, vazo şeklinde, Bohemya yapımı camdan gece lambasının alevini, Siena mermerinden şöminesini hatırlatırdı.
Sonra başka bir durumun hatırası canlanır, duvar başka bir yere sıvışırdı: Aman Tanrı’m! Mme de Saint-Loup’nun sayfiye evindeki odamdayım, saat en az on olmalı, akşam yemeği bitmiştir bile! Mme de Saint-Loup’yla alışılagelmiş küçük gezimizden döndüğümde akşam için kıyafetimi giymeden önce yaptığım şekerlemeyi biraz fazla uzatmış olmalıyım. Gezintimizden geç dönüşlerimizde, penceremin camında gün batımının kızıllığının yansımasını gördüğüm Combray günlerimin üzerinden yıllar geçti. Mme de Saint-Loup’nun evinde sürülen hayat, vaktiyle gündüzleri oynadığım bu yollarda şimdi ay ışığında yürümekten, geceleri dışarı çıkmaktan duyduğum zevkten çok daha başka türlüdür; geziden dönerken uzaktan, gecenin içindeki tek fener olan lambasının ışığının pencerenin içinden geçtiğini gördüğüm oda, akşam yemeği için giyinmek yerine uyuyakaldığım odaydı.
Bu dönüp duran karışık çağrışımlar asla birkaç saniyeden fazla sürmezdi; genellikle, nerede bulunduğum konusundaki kısa kararsızlığımla, nasıl koşan bir atı izlerken kinetoskopun1 bize gösterdiği farklı pozisyonları tek tek ayıramıyorsak, bu belirsizliği oluşturan çeşitli tahminleri de birbirinden ayıramazdım. Ama hayatım boyunca yaşadığım odalardan kâh birini kâh diğerini görür, uyandıktan sonra daldığım uzun hayallerde hepsini yeniden ziyaret etmiş olurdum; yatarken bir yastığın köşesi, yorganın üst tarafı, bir şalın ucu, yatağın kenarı ve “Débats Roses”nün bir sayısı, kuşların, yuvalarını güçlendirmek için yılmadan sabırla örmesi gibi birbirinden tamamen alakasız şeylerle ördüğümüz bir yuvaya başımızı gömdüğümüz kış odaları; buz gibi havalarda (yuvalarını bir yer altı geçidinin dibinde, sıcak toprağın içine kuran deniz kırlangıçları gibi) dış dünyadan kopuk olmanın hazzını yaşadığım, şöminede bütün gece yanan ateş sayesinde aniden alevlenen kor parıltılarının içinden geçtiği, sıcak ve gri bir hava bulutuyla çevrili, çok belli olmayan bir tür niş gibi, odanın ortasında oyulmuş bir tür sıcak mağara içinde, sınırları yakıcı ve değişken olan, odanın köşelerinden ve pencereye yakın veya soğuk kalmış şömineye uzak bazı bölgelerden gelen havanın yüzümde kesiştiği odalar -ay ışığının, yarı açık panjurlara dayanmış efsunlu merdivenini yatağın ayak ucuna kadar uzattığı, neredeyse açık havada uyuduğum, esintiyle sallanan bir iskete kuşu gibi, kendimi ılık gecelerle bir olmuş hissetmekten zevk duyduğum odalar- bazen, ilk geceyi geçirdiğimde bile içinde o kadar da mutsuz olmadığım, tavanı hafifçe taşıyan küçük sütunların büyük bir zarafetle yatağın yerini ayırdıkları ve gösterdikleri XVI. Louis üslubu neşeli oda; bazen bunun tam aksine, iki katlı bina yüksekliğinde bir piramidi andıracak kadar yüksek tavanlı, kısmen maunla kaplanmış küçük oda, daha ilk andan itibaren yabancı bir vetiver2 kokusuyla manevi olarak zehirlendiğim, mor perdelerin düşmanlığının ve sanki ben orada yokmuşum gibi var gücüyle çene çalan duvar saatinin umursamaz saygısızlığının şüpheye yer bırakmadığı, dört köşe, odanın bir köşesini çaprazlama kapatan, ayaklı, tuhaf ve acımasız bir aynanın, alışılmış görüş alanımın yumuşak bütünlüğü içinde kendine pek öngörülemeyecek, çıplak bir yer açtığı oda; zihnimin saatler boyunca kendini, yerinden çıkıp uzanmaya zorlayarak tam olarak odanın şeklini alabilmek, bu dev huniyi en tepe noktasına kadar kendisiyle doldurabilmek için olanca gücüyle çalıştığı hatta geceler boyunca bunun için ızdırap çektiği; alışkanlık, perdelerin rengini değiştirene, saatleri susturana, yamuk ve zalim aynaya merhameti öğretene, vetiver kokusunu tamamen kovamasa da gizleyene ve tavanı epeyce alçaltmaya başlayana kadar benim, tavana dikilmiş gözlerle, endişe içindeki kulaklarımla, huzursuzluk yaratan burnumla, hızla çarpan kalbimle yatağıma yayılmış olduğum oda… Alışkanlık! Yokluğunda sınırlı imkânlarıyla, kendine yaşayabilecek sakin bir alan bulamayacağı için zihnimizin geçici bir düzende haftalarca acı çekmesine göz yuman, bu becerikli ama telaşsız yaratılışlı alışkanlık!
Kuşkusuz, artık uyanmış olurdum, bedenim son bir kez daha döner ve kesinliğin iyilik meleği etrafımdaki her şeyi durdurmuş, beni odamda, pijamalarımla yorganın altına yatırmış ve komodinimi, yazı masamı, şöminemi, sokağa bakan pencereyi ve iki kapıyı, karanlıkta neredeyse doğru yerlerine koymuş olurdu, ama uyanışın o aptal anında, belirgin bir görüntü sunulmamış olsa da bu hatırladığım odalardan hiçbirinde olmadığımı bilsem bile en azından var olabileceği ihtimaline olan inancım, hafızamı harekete geçirecek ilk adımı atmış olurdu; hemen uykuya dönmeye çalışmazdım genelde; gecenin büyük bir kısmını; eskiden Combray’de, büyük halamın evinde, Balbec’te, Paris’te, Doncières’de, Venedik’te ve daha başka yerlerde yaşadığımız hayatı, hatta mekânları, tanıdığım insanları, onlar hakkındaki görüşlerimi, anlatılanları düşünmekle geçirirdim.
Combray’de her gün batımı, annem ve büyükannemi bırakıp uyumasam da yatağa gitmek zorunda kalacağım saatten çok önce, yatak odam endişelerimin sabit ve melankoli dolu bir durağına dönüşürdü. Beni ziyadesiyle mutsuz gördükleri akşamlar eğlendirmek için, akşam yemeği saatini beklerken lambanın üzerine sihirli bir fener takmayı âdet edinmişlerdi; Gotik Çağ’ın önde gelen mimarlarının ve cam ustalarının üslubunda, elle tutulamayan harelenmelerle, efsanelerin, kararsız ve anlık bir vitraydaki gibi tasvir edildiği, rengârenk, doğaüstü görüntülerin yansımasıyla duvarlardaki donukluğun yerini alırdı bu fener. Ama bu, üzüntümü arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu, çünkü o değişik aydınlanma yalnızca, yatma azabı haricinde katlanılabilir hâle gelen odama olan alışkanlığı yok ediyordu. Artık odamı tanımıyor, içindeyken, trenden inip ayağımın tozuyla ilk defa gittiğim bir otel veya bir “şale”3 odasındaymışım gibi endişe duyuyordum.
Golo, hızlı ve kesik kesik hareketlerle ilerleyen atının üzerinde, tasarladığı kötü emeller zihninde, bir tepenin yamacında bulunan üçgen biçimindeki koyu yeşil korudan çıkar, sıçrayarak zavallı Geneviève de Brabant’nun şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fenerin çerçevelerinin arasına kolaylıkla sığan oval camın şekline uyacak biçimde kavisli kesilmişti. Bu, şatonun görünen parçasıydı sadece ve önünde, Geneviève’nün, belinde mavi bir kemerle hayallere daldığı, geniş bir kır vardı. Şatoyla kır sarıydı ve ben onları daha görmeden renklerini biliyordum çünkü çerçevenin içindeki camdan önce, Brabant isminin altınımsı tınısı kendini göstermişti bana. Golo, büyük halamın yüksek sesle yaptığı kısa konuşmasını dinlemek için üzüntüyle bir an için durur, hiç de yadsınamayacak büyük bir uysallıkla, hareketlerini anlatılan şeye uydurarak gayet iyi anlıyormuş gibi gözükürdü; sonra da atıyla aynı hızlı ve kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Hiçbir şey onun bu gezintisini durduramazdı. Fener yerinden kıpırdasa da perdelerin kıvrımları arasına bata çıka ilerleyen Golo’nun atını görürdüm. Golo’nun, atı kadar doğaüstü yaratılışlı bedeni de fiziki tüm engelleri, karşılaştığı rahatsız edici tüm nesneleri, kendi kemik yapısına katıp içselleştirerek üstesinden gelirdi; bir kapı tokmağı mesela, hemen onun üzerine yerleşir, kırmızı giysisi veya melankolisini ve asaletini her daim koruyan ama bu nakilden duyduğu sıkıntıyı asla yansıtmayan solgun çehresi, yenilmez bir şekilde üstünden kayıp giderdi.
Elbette, Merovenjler4 döneminden çıkagelmiş hissi veren ve böylesine eski bir tarihin yansımalarını çevremde dolaştıran bu parlak görüntülerini çekici bulurdum. Ama yine de zaman içinde benliğimle doldurduğum ve benliğim gibi ona da fazla dikkat etmediğim bir odada, güzellik ve gizemin bu istilasının ne kadar huzursuzluğa sebep olduğunu anlatamam. Alışkanlığın uyuşturan etkisi yok olduğunda düşünmek, hissetmek gibi acı veren şeylere tekrar koyulurdum. Benim nazarımda, sanki çevirmeye gerek kalmadan kendi iradesiyle açılacakmış gibi duran, kullanımı tamamen içgüdüsel hâle gelmiş, bu yüzden de benim gözümde dünyadaki diğer bütün kapı tokmaklarından farklı olan odamdaki bu kapı tokmağı, bir bakıyorsun, Golo’nun astral bedenine hizmet ediyordu. Akşam yemeğini haber veren zil çalar çalmaz Golo ve Mavi Sakal’dan bihaber ancak annemle babama ve güveçte ete aşina olan, ışığını mütemadiyen yayan büyük avizenin olduğu yemek odasına aceleyle koşuyor, Geneviève de Brabant’nun talihsizliği yüzünden benim için daha kıymetli hâle gelen annemin kollarına bırakıyordum kendimi; bu sırada da Golo’nun işlediği suçlar, benim kendi vicdanımı daha da titizlikle gözden geçirmemi sağlıyordu.
Akşam yemeğinden sonra, hava güzelse bahçede, hava kötüyse herkesin bulunduğu küçük odada diğerleriyle gevezelik etmek için bahçede kalan annemden ne yazık ki ayrılmak zorunda kalırdım. “Sayfiyedeyken evin içinde kapalı kalmayı acınacak bir şey” olarak nitelendiren ve çok yağmurlu günlerde dışarıda durmama izin vermeyen, onun yerine beni bir kitapla odama gönderen babamla durmadan tartışan büyükannem dışında herkes dışarıda kalırdı. “Bu çocuğu güçlü ve enerjik yetiştirmenin yolu bu değil.” derdi hüzünle. “Özellikle, hem bedenen hem de ruhen mümkün olduğunca güçlenmesi gereken bu yavrucağı.” Babam omuz silker ve barometreyi incelerdi çünkü meteorolojiyi severdi, bu sırada babamı rahatsız etmek istemediği için gürültü yapmaktan kaçınan annemse ona şefkat yüklü bir saygıyla bakardı ama üstünlüklerinin gizemini delip geçmemek için çok uzatmadan. Ancak büyükannemi, her havada, yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı, Françoise’ın, o çok değerli hasır koltuklarını ıslanmasın diye apar topar içeri aldığı zaman bile onu; sağanağın kırbaçladığı boş bahçede, alnı rüzgârın ve yağmurun sağlıklı etkisiyle iyice ıslansın diye dağınık, ağarmış saçlarını geriye atarken görebilirdiniz. “Nihayet nefes alıyoruz!” diyerek -doğa duygusundan yoksun yeni bahçıvanın, zevkine göre oldukça simetrik olarak düzenlediği ve babamın sabahtan beri havanın düzelip düzelmeyeceğini sorduğu- su içinde kalmış yolları; mor elbisesini, yavaş yavaş gözden kaybolacak yoğunlukta, hizmetçi kızı umutsuzluğa sürükleyecek çamur lekelerinden korumak gibi hiç aklına düşmeyen bir kaygı yerine, fırtına sarhoşluğu, temizliğin gücü, aptalca eğitimim ve bahçedeki simetrinin ruhuna işlediği türlü çeşit çalkantıların yön verdiği hevesli ve kesik kesik attığı küçük adımlarıyla katederdi.
Akşam yemeğinden sonra büyükannemin bahçedeki bu turları başladığında onu içeri girmeye bir tek şey ikna ederdi: O da -gezisinin, muntazaman dönüp dolaşıp bir böcek gibi, içkilerin oyun masasının üzerinde servis edildiği küçük salonun ışığının önünde bölündüğü anlardan birinde- büyük halamın “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” diye bağırmasıydı. Aslında, büyük halam, büyükanneme takılmak için (Büyükannem babamın ailesine öyle değişik bir tabiat getirmişti ki herkes onunla eğlenir, kızdırırdı.) içki içmesi yasak olan büyükbabama, birkaç yudum içirirdi bile. Zavallı büyükannem içeri girer, ona konyağın tadına bakmaması için yalvar yakar olurdu; büyükbabam sinirlenir, ağız dolusu bir yudum içer, büyükannem, üzgün, yılgın hâlde ama yine de gülümseyerek tekrar dışarı çıkardı, çünkü öyle mütevazı, yumuşak başlı bir insandı ki başkalarına duyduğu şefkati, kendi şahsına ve acılarına aldırış etmeyişi, insanların büyük çoğunluğunda görülen o ifadenin aksine, sadece kendiyle alay ettiği bir gülümsemeyle bakışlarında toplanırdı. Büyük halamın kendisine çektirdiği bu işkence, büyükannemin, büyükbabamın kadehini elinden almak için harcadığı işe yaramaz çabaları, nafile duaları ve daha başından yenik düştüğü çaresizliği; zaman içinde, gülerek bunların gerçek bir işkence olmadığı konusunda kendimizi kandırmak için neşeli bir kararlılıkla işkencecinin tarafını tuttuğumuz ve görmeye alıştığımız şeylerden oldu ama o zamanlar beni öylesine dehşete düşürürlerdi ki büyük halamı pataklamak isterdim. Ama “Bathilde! Gel de kocanın konyak içmesine engel ol!” cümlesini duyduğum anda, korkaklık bakımından tam bir erkeğe dönüşür, karşımıza acılar ve adaletsizlikler çıktığında hepimizin büyüdüğünde yapacağımız şeyi yapardım; onları görmek istemezdim, hıçkırarak ağlayıp evin en tepesine, çatı katındaki çalışma odasının bitişiğindeki, zambak kokan, dışarıdaki duvarların arasından fışkıran yabani Frenk üzümünün çiçekli bir dalının aralık penceresinden içeriye dalarak tadını bıraktığı o küçük odaya giderdim; gün boyunca penceresinden Roussainville-le-Pin’nın kale burçlarına kadar görülebilen, aslında basit ve daha çok özel kullanımlar için tahsis edilmiş bu oda -ki muhtemelen kilitlemeye izinli olduğum tek oda olduğundan olsa gerek- okuma, hayal kurma, ağlama ve tensellik gibi mutlak bir yalnızlık gerektiren tüm uğraşlarımda benim için bir sığınak görevi gördü. Ah! Bitmek tükenmek bilmeyen öğlen ve akşam yürüyüşleri sırasında, yaş dönümüyle birlikte sonbaharda sürülen topraklar gibi neredeyse mor renge bürünmüş, çizgi çizgi, dışarı çıktığında hafifçe yukarı kaldırdığı tülle ortadan ikiye bölünen, üzerlerinde her zaman ya soğuktan ya da hüzünlü bir düşünceden kaynaklanan gönülsüz gözyaşlarının kurumakta olduğu esmer yanaklarını, göğe doğru hafifçe yanlamasına bakan güzel yüzünü önümüzden geçerken gördüğümüzde onu ümitsizliğe düşüren şeyin, kocasının arada sırada perhizini bozmasından çok, benim iradesizliğim, her an bozulabilecek sağlığım ve bunların geleceğime gölge düşürmesi olduğunu bilmiyordum.
Tek tesellim uyumak üzere yukarı çıkıp yatağıma yattığımda annemin beni öpmeye geleceğini bilmekti. Ama bu iyi geceler öpücüğü o kadar kısa sürerdi ve annem o kadar ivedi aşağı inerdi ki onun merdivenlerden çıktığını, sonra hasır örgü ipli, mavi muslinden bahçe elbisesinin hışırtısıyla iki kapılı koridoru geçtiğini duyduğum an, benim için acı dolu bir an olurdu. Kendisini takip edecek anı, annemin yanımdan ayrılacağı, tekrar aşağıya ineceği anı işaret ederdi. Dolayısıyla, bu çok sevdiğim iyi geceler öpücüğünün mümkün olduğunca geç vuku bulmasını, annemin henüz yanıma gelmediği o dinlenme süresinin uzamasını diler hâle gelmiştim. Bazen annem beni öptükten sonra gitmek için kapıyı açtığında, onu “Beni bir kere daha öp.” diyerek geri döndürmek isterdim ama yüzünde hemen sinirli bir ifade belireceğini bilirdim çünkü annemin beni öpmek için yukarıya çıkarak, bana bu huzur öpücüğünü getirerek, üzüntüme ve sıkıntıma karşı verdiği taviz, zaten bu ritüelleri saçma bulan babamın canını sıkıyordu; annemse kapının eşiğindeyken rica ettiğim fazla öpücüğü almama izin vermek bir yana bu ihtiyaçtan, bu alışkanlıktan kurtulmaya çalışmamı istiyordu. Onu böyle kızgın görmekse dudaklarımın onun gerçek varlığını ve beni uyutabilme gücünü çekebildiği bir Komünyon5 ayininde kutsanmış ekmeği uzatırcasına sevecen suratıyla yatağıma doğru eğildiğinde daha biraz önce getirdiği o huzurlu havayı tamamen yok ediyordu. Yine de annemin odamda aslına bakılırsa çok kısa kaldığı bu akşamlar, akşam yemeğinde misafirler olduğu zaman bana iyi geceler dilemeye yukarı çıkamadığı akşamlara kıyasla çok daha hoştu. Misafirlerimiz ise şehir dışında bulunan birkaç yabancı dışında Combray’deki evimize gelen neredeyse tek kişi sayılan (o da uygunsuz bir evlilik yaptığından beri annemle babam, karısını misafir etmek istemediği için artık daha seyrek gelmeye başlayan), bazen akşam yemeği için, bazen de haber vermeden yemekten sonra çıkagelen komşumuz M. Swann’la sınırlıydı ekseriyetle. Evin önündeki büyük kestane ağacının altında, demir masanın etrafında oturduğumuz akşamlar, bahçenin girişinden eve “zili çalmadan” giren birinin harekete geçirdiği, donuk, yaygaracı ve bitmek tükenmek bilmeyen, madenî gürültüsüyle duyanları afallatan çıngırağı değil de yabancıların çaldığı utangaç, oval, yıldızlı çifte zil sesini duyar duymaz herkes anında “Misafir mi? Kim acaba?” diye sorardı, oysa hepsi gelenin M. Swann olduğunu pek tabii bilirdi; büyük halam doğal olmasına çabaladığı bir ses tonuyla, davranışı sözlerine ters düşmesin diye yüksek sesle konuşarak gelen insanın kendisi hakkında duymaması gereken şeyler konuştuğumuzu varsayabileceğini ve bunun onun açısından kırıcı olabileceğini, dolayısıyla fısıldaşmamamızı söylerdi; bahçede fazladan bir tur daha atmaya bahane bulduğu için sevinen ve fırsattan istifade geçerken de oğlunun, kuaförün düzleştirdiği saçlarını elleriyle havalandıran bir anne gibi, gülleri biraz daha doğal göstersin diye, fidanları dik tutan sırıklardan birkaçını gizlice yerinden söken büyükannemi keşif eri olarak gönderirdik.