Buch lesen: «Safiye Sultan»
M. Turhan Tan, 1885 yılında, Diyarbakır'da doğdu. Lise öğrenimini Gümülcine ve İstanbul Vefa İdadisinde gördü. Bu sırada babasından Farsça; özel bir öğretmenden ise Arapça dersi aldı.
Babasının vefatı üzerine Sivas'ta bulundu. 1902 yılında Hukuk Mektebine girmek için yeniden İstanbul'a döndü. Burada, çeşitli edebî dergilerde nazım ve nesir olmak üzere yazılar yazdı. Çağdaşı yazarlarla birlik oldu lakin bazı arkadaşlarının yakalanması ve hapsedilmesi üzerine Sivas'a döndü. Burada Vali Reşit Akif Paşa'nın himayesi altına girdi, kâtiplik görevini üstlendi. Vilayet gazetesinin başyazarlık görevini yürüttü. Bu dönemde bazı okullarda Türkçe ve tarih öğretmenliği yaptı.
Edebiyat camiasına aruz vezninde kaleme aldığı şiirleri ile girdi. Servet-i Fünûn dergisinde “Bedreddin Mümtaz” ve “Halil Rüşdü” imzasıyla; Meşrutiyet devrinde M. S. imzasıyla; İçtihad ve Rübab dergilerinde ise kendi imzasıyla makale ve şiirler yayımladı.
Ahmet Refik Altınay'ın açtığı yolda ilerledi. Asıl ününü M. Turhan Tan imzasıyla kaleme aldığı romanlarında kazandı.
Oğlunun adı olan M. Turhan Tan'ı kullanmasının sebebini; oğlunun da kendisi gibi edebiyat camiasında bulunması isteğine bağladığını dile getirdi.
Cehennemden Selam adlı eseri ile birlikte tarihî romanlarının ilk yetkin örneklerini vermeye başladı. Uzun bir süre tarihî roman yazma alanında çalıştı, tecrübe kazandı. Elde ettiği birikimler, popüler tarihî roman yazarları arasında yer almasını sağladı. Eserlerinde, sanatın öncelikli olarak millete yönelmesi gerektiğini savunan anlayışı gözetti ve halka faydalı olmayı amaç edindi.
Geçirdiği uzun bir hastalık döneminin ardından 1939 yılında, İstanbul'da vefat etti. Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi.
Başlıca eserleri: Cehennemden Selam (1928), Kadın Avcısı (1933), Cem Sultan (1935), Akından Akına (1936), Hürrem Sultan (1937), Avrupa Notları (1938), Safiye Sultan (1939), Devrilen Kazan (1939), Krallar Avlayan Türk (1944), Cengiz Han (1962), Baht İşi…
I
DELİ CAFER’LE KARA KADI
Türklerin İtalya topraklarına asker döktükleri, Polya bölgesinde at koşturup cirit oynadıkları ve papayı can korkusuna düşürerek hicret hazırlığı yapmaya mecbur bıraktıkları tarihten beri 87 yıl geçmişti. Venedikliler bu uzun devre içinde Türklerden çok sille yemişler fakat Türk karakterini iyiden iyi bellemişlerdi. Türk’ün güler yüze, tatlı söze ve kirsiz öze çok değer verdiğini artık biliyorlardı, onun için de Türklere karşı candan dost görünmeye çalışıyorlardı.
Fakat onların Akdeniz’de “efendi” geçinmek hülyasından feragat etmemeleri, Kıbrıs ve Girit gibi her bakımdan mühim adaları ellerinde tutmaları, o denizin gerçekten efendisi olan Türkleri sinirlendirmekten geri bırakmıyordu. Hele Malta korsanlarını Venedik’in daima himaye etmesi ve o adayı Türklerin muhasarası sırasında el altından şövalyelere yardımda bulunması, Türklerde büyük bir hınç uyandırmıştı. Bununla beraber İstanbul henüz nezaketini, soğukkanlılığını muhafaza ediyordu, öç alma temayülleri göstermiyordu. Hatta Kanuni Sultan Süleyman’ın ölmesi ve yerine Selim’in geçmesi üzerine Çavuş Kubat’ı Venedik’e göndermekten de -saray ve sadrazam- çekinmemişlerdi, sulhperverlikte mümkün olduğu kadar sebat edeceklerini hissettirmek istemişlerdi.
Venedik işte bu elçiyi ağırlamakla meşguldü. Bütün şehir bayraklarla süslenmiş, büyük kanala fenerler dizilmiş, Sen Marko Meydanı’nda taklar kurulmuş, duçeler sarayı baştan aşağı çiçekle ve fenerle örtülmüş bulunuyordu. Bir haçlı seferi esnasında, İstanbul’dan aşırılıp Venedik’e getirilen tunç atlar abidesinin zirvesinde de Türk bayrağı dalgalanıyordu.
Venedik halkı, üst üste yığılmak suretiyle ve yedisinden yetmişine kadar, büyük meydanda toplanmıştı. Gecelerini, gündüzlerini orada geçiriyorlardı. Bu heyecanlı merak, yalnız elçi Kubat Çavuş’u görmek arzusundan doğmuyordu. O sırada Venedik’e bir Türk yelkenlisi de gelerek Halep alacası, Bursa dokuması gibi Türk işi eşya getirmiş ve gemideki tacirler, büyük meydanda sergi kurup mal satmaya girişmiş olduklarından halk, bu küçük sergiyi de temaşa iştiyakına kapılmıştı. Birbirlerini çiğneyerek, Türk kumaşlarını görmeye koşuyorlar ve bu temaşa sırasında satıcı Türklerin kılıklarıyla, bedenî tenasüpleriyle de ilgileniyorlardı.
Türk gücünün samedanî kudretlerle boy ölçüşecek kadar engin ve derin olduğunu bilmelerine rağmen Venedikliler, kendi şehirlerinde bir Türk sergisi açılmasına kolay kolay rıza göstermezlerdi, o sergiyi açmak isteyenlerin başına mutlaka çorap örerlerdi. Lakin bir Türk elçisinin Venedik’te bulunduğu sırada Türk tacirlerine yan gözle bile bakmak hadleri değildi. Onun için büyük meydanda yapılan alışverişe göz yumdukları gibi sergiye konulan mallardan gümrük resmi almaya da cüret gösteremiyorlardı.
Türk’e saygı, hele bir Türk elçisinin Venedik’e şeref verdiği günlerde, hükûmetin yegâne düşüncesi, yegâne emeli ve yegâne işi olmuştu. Duçe Jerom Priyoli başta olmak üzere on iki has müşavirin, senatoyu teşkil eden yüz prigadi’nin, Büyük Meclise dâhil 470 azanın hepsi elçiye kavuk sallamak, hulus çakmak1 yolunda yenilikler keşfetmeye uğraşıyorlardı. Bu cemileperverlik müsabakası sırasında bulunan “hoşa gitme” çarelerinden biri de Venedik limanına demir atmış ve karaya gümrüksüz mal çıkarıp açık sergi usulüyle alışverişe başlamış olan iki kıranta Türk’ü büyük sarayda elçi şerefine verilecek ziyafete davet etmek düşüncesiydi. Duçe ve bütün Cumhuriyet ricali, seçkin bir kafadan doğan bu fikri alkışlarla kabul ettiklerinden hemen harekete geçmişler ve Sen Marko Meydanı’ndaki sergi sahipleriyle resmî surette temas etmek çarelerini araştırmaya girişmişlerdi.
Türk, tacir değil seyis bile olsa Venedikliler için korkunç bir mahluktu. Bütün İtalyanlar o devirde, Vesuve’nün lav püskürmesinden, ateş kusmasından ne kadar çekinirlerse Türk’ün de gazaba gelmesinden o kadar korkarlardı. Bu sebeple Venedik ricali, büyük meydanda mal satan tacirleri damdan düşer gibi ziyafete davet etmeyi doğru bulmadılar, bu işi güzel bir ağzın sihirli tebessümüne yüklemeyi tercih ettiler.
Bir Türk’ü teshir edecek kadar güzel ağız?.. Bunu bulmak da güçtü. Fakat Onlar ve Yüzler Meclisi, uzun bir toplantı ve sıkı bir müzakere sonunda bu müşkülü yendi, Venedik’in en güzel kızını seçti, Sen Marko Meydanı’nda mal satan iki Türk’ü büyük sarayda verilecek büyük ziyafete çağırmak vazifesini o kıza verdi.
Venedik’te senato ve hükûmet kurulalıdan beri bu kadar isabetli bir karar verilmemiş, hiçbir seçimde bu derece dürüst netice elde edilememişti. Türk elçisine ve dolayısıyla Türk gücüne cemile göstermek kaygısından alınan ilhamla has müşavirlerin de senatörlerin de idraki âdeta genişlemiş gibiydi ve iki Türk tacirini ziyafete gelmek yolunda kandırmak için en münasip vasıta işte bu sayede bulunmuştu.
Kararın isabeti gerçekten söz götürmezdi. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda sergi kuran iki kıranta Türk’e gönderilmesi münasip görülen davetçi, Korfu Valisi Sinyor Leonardo Bafa’nın kızı Sinyorita Agrippine Bafa’ydı. Bu aile bir yandan senatoya, has müşavirler meclisine aza yetiştirmekle bir yandan da İtalya’ya güzel kızlar doğurmakla şöhret almıştı. Gerçi Bafalardan o güne kadar Julia Gonzaga veya Gionna d’aragona ayarında bir kız yetişmiş değildi.2 Fakat Sinyorita Agrippine biraz daha serpilip geliştiği takdirde, o iki ölmez şöhreti gölgede bırakacak gibi görünüyordu ve şimdiden yüzlerce erkeği köleleştirip rikabında3 yürütüyordu.
Kendisine birçok şeyler vadolunan Bafa, görünüşte basit, hakikatte ise ağır bir hizmet olan davetçiliği kabul etti; senato tarafından hazırlattırılan zarif sediyeye bindi, on iki silahşorun çizdiği mızraktan çerçeve içinde Türk sergisine gitti. Büyük meydandaki kalabalık, silahşorların zoruna değil, onun deniz kadar yeşil ve deniz kadar derin gözlerindeki sihre mağlup olarak sediyeye yol veriyorlar ve ardından “Bafa, güzel Bafa!” diye alkışa tutuyorlardı.
Sergi önünde toplanan dişili erkekli seyirciler de onun önünde tek bir kucak gibi açılmışlardı. Bafa, o kucağın içine düşer gibi sediyeden süzüldü, yere indi ve duçe sarayından yanına katılmış olan tercümana emir verdi:
“Bu efendilere, kendileriyle üç beş gizli kelime konuşmak istediğimi söyleyiniz!”
Yalnız saygı değil, sevgi de görmek ve insan kılığında çelikten yapılmış iki heybetli kuvvet abidesine benzeyen Türkleri kendi güzelliğine hayran etmek istediği için gözlerine azami mikyasta bir tebessüm, dudaklarına ölçüsüz bir tatlılık işlemişti, bakışlarıyla o iki kıranta Türk’ü ısıra ısıra öpüyor, dudaklarıyla de o hırçın buselerin acısını yalayıp gideriyor gibiydi.
Şapkasını çıkararak yerlere kadar eğilmiş, biraz da helecana kapılmış olan tercüman, kırık ve gülünç bir Türkçeyle Sinyorina Bafa’nın sözlerini tercümeye yeltenirken sergi sahibi iki Türk’ten biri kumaş topları arkasından ayağa kalktı, omuz başına kadar çıplak kollarından birini tercümanın yüzüne doğru uzattı, nefis bir İtalyanca ile onu Türkçeye gadretmekten alıkoydu:
“Sus!” dedi. “Biz senin kadar, belki senden daha iyi İtalyanca biliriz. Onun için Türkçeyi hırpalamaktan vazgeç, bizi küçük hanımla baş başa bırak.”
Ve yüzünü Bafa’ya çevirerek ilave etti:
“Bana Deli Cafer, arkadaşıma da Kara Kadı derler. Bir zamanlar korsandık, rahmetli reisin emri altında iş görüyorduk. Yine onunla devlet hizmetine girdik, birçok savaşlarda bulunduk. Fakat reisimiz iki yıl önce Malta’da vurulunca dünya gözümüze kara göründü. Devlet işinden ayrıldık, ticarete başladık. Karadeniz kıyılarından aldığımızı Marmara iskelelerinde, oradan topladığımızı Akdeniz limanlarında satıyoruz. Buraya da Halep alacası, Bursa dokuması getirdik. Dönüşte ayna, kadife ve çuha alacağız. Acaba sen de bizimle alışverişe mi geldin?”
Deli Cafer, gürler gibi konuşmaya başlamış, kekeler gibi sözünü bitirip susmuştu. Ona bu ahenk değişikliğini veren küçük Bafa’nın büyük güzelliğiydi. Eski korsan o toy kızda saç, kaş, göz, yanak, ağız, diş, gerdan ve endam olarak yan yana gelmiş, temaşasına doyulmaz bir birlik vücuda getirmiş olan güzellikleri ilkin ayrı ayrı, sonra toptan seyrederken garip bir heyecana kapılmış, sesindeki sert tıyneti derece derece kaybederek âdeta kekelemeye başlamıştı.
Kara Kadı da onunla hemhâldi, bulunduğu yerde uzun uzun yutkunuyordu. En keskin kılıçlara göğüslerini açmaktan çekinmeyen, alev alev tutuşmuş gemilerde yanmadan dolaşan, korkunç fırtınaların akıl alıcı uğultularına ıslıkla tempo tutan bu ünlü deniz kurtları, genç bir kızın taşıdığı olgun güzellik önünde işte sersemleşmişlerdi, için için la havle çekip Allah’ın yaratıcı kudretindeki azametine hayraniyetlerini belirtiyorlardı.
İlk büluğ rüyasını belki pek yakınlarda görmüş fakat ezel âleminde olgun kadın olarak yaratılıp o meziyet ve hassasiyetle anasından doğmuş olan Bafa, her iki Türk üzerinde uyandırdığı derin tesiri kavramakta güçlük çekmedi, gözlerindeki bayıltkan tebessümü genişletti, dudaklarındaki büyülü duruma çıldırtıcı bir biçim verdi, yürümekle süzülmek arasında bir eda ile Deli Cafer’in yanına kadar sokuldu, en güzel hanımeli çiçeklerinden daha zarif ve daha muattar olan elini kart denizcinin nasırlı parmakları arasına bıraktı:
“Oh!..” dedi. “Ne tatlı konuşuyorsunuz. İtalyanca, sizin ağzınızda enikonu musiki oluyor.”
Parmaklarının tutuştuğunu sezerek kaşlarını çatan Deli Cafer, onu tashih etti:
“Kasırga deseniz daha doğru olur. Çünkü biz, kelimelerin ağzımızdan gürleyerek döküldüğünü biliyoruz. Musiki dediğiniz şey, sizin ağzınızda küçük hanım.”
Kara Kadı, bu güzellik güneşinden uzak kalmaya tahammül edemediğinden aralıksız tahta bir iskemle yakaladı, küçük Bafa’nın yanına bıraktı.
“Buyurun.” dedi. “Oturunuz, siz ayakta durdukça bizim yüreklerimiz de yerlerinden ayrılıp dışarı fırlamak, karşınızda el pençe divan durmak istiyor. Onları bu çılgınlıktan korumak için olsun oturunuz.”
Bafa, riyalı bir rol oynamaya azmetmişti. Venedik cumhurreisiyle müşavirlerinin, senatörlerin Türk elçisine cemile göstermek için ziyafette bulundurmak istedikleri bu iki tacir Türk’ün sebepsiz ve zaruretsiz Frenk sofrasında bulunmayı kabul etmemeleri pek mümkün olduğundan kendisini kandırıcı bir rol yapmayı taahhüt etmiş bulunuyordu. Bu rolün kalple ilgisi yoktu, tamamıyla zekâya bağlı bir işti. Ondan ötürü Bafa, yalandan gülüyordu, yalandan neşeli görünüyordu ve yüreğinden değil, beyninden emir alan dudaklarıyla konuşuyordu.
Fakat Deli Cafer’in de Kara Kadı’nın da şiir diliyle ve terennümü andıran bir şive ile konuştuklarını görünce birden irkildi, kendilerini kandırıp ziyafete götürmeye memur olduğu iki kıranta Türk’ü alıcı bir gözle süzmeye koyuldu.
Bunlar kısa şalvar, kolsuz cepken giymiş, kırmızı börk üzerine Trablus ipeklisi sarınmış, bellerine iki karış ende şal dolamış ve bu şalın ortasına birer karakulak sokmuş kimselerdi. Kasıklarından sekiz on parmak ilerisi açık duran bacaklarında çok ağır şeyler taşımayı vadeden demir bir salabet damar damar göze çarpıyordu. Bitevi çıplak duran kollarda da kan yerine tabiat laboratuvarlarında eritilmiş çelik dolaştığı apaçık görülüyordu.
Bafa, beşerden üstün bir kuvvet taşıdıklarına, bir lahzalık inceleme sonunda kanaat getirdiği bu Türklerin bilhassa gözlerini temaşaya layık bulmuştu. Çünkü bu gözlerin eşi, bütün İtalya’da hatta kızın bir aralık babasıyla giderek görmüş olduğu Fransa topraklarında yoktu. Herkesin gözüne benzeyen bu gözler, aynı zamanda hiçbir göze benzemiyorlardı ve bu hususiyet onlara, bakışlarını yüzden öze, karşılarındaki adamın ta ruhuna ulaştırabilmelerinden doğuyordu. Bafa, Deli Cafer’in elini tutarken ve Kara Kadı’nın sözlerini dinlerken bu hakikati -garip bir iç titreyişiyle- kavramış ve her iki Türk’ün kendi yüreğini okuduklarını lahza lahza anlamıştı.
Fakat buna, bu hâlete şaşmış değildi. Çünkü beşiğe düştüğü günden beri ya ninni ya masal olarak Türkler hakkında çok şeyler dinlemişti. Onların harp sahnelerinde bazen silah kullanmaya tenezzül etmeyerek düşmanlarını işte bu bakışlarla sersemlettiklerini, “İn attan herif!” emriyle küme küme silahşorları ipe sardıklarını biliyordu. Lakin bir Türk’ün şiir diliyle konuşabileceğini o güne kadar duymamıştı. Bu küçük hanımın kanaatine göre, Türklerin ağzında şiir, çınarlarda gül gibi garipti. Güller ancak kendi hacimlerine uygun dallarda açılabildikleri gibi Türk ağızlarında da o ağzın azametiyle, gururuyla, vakarıyla mütenasip sözler ve daha doğrusu naralar, kükremeler, gürlemeler görülmek icap ederdi. Hâlbuki Venedik’in Sen Marko Meydanı’nda izinsiz sergi kurup pervasız mal satmakta bulunan bu iki Türk çok ince düşünüyorlar ve çok zarif konuşuyorlardı.
Güzel Bafa, işte bu hâletten hayrete düştü, kıranta Türkleri derin derin süzdükten sonra Kara Kadı’ya sordu:
“Sizin yüreğiniz her kadın önünde böyle şahlanır mı?”
Deniz kurdu, gülümseyerek cevap verdi:
“Niçin soruyorsunuz?”
“Çünkü her kadının ayağına düşmek isteyen gönüllerin kıymeti olmaz. Sizinkilerin de böyle kıymetsiz olup olmadığını anlamak istedim.”
“Hayır küçük hanım, hayır. Biz Türkler yalnız ‘güzellik’e gönül veririz. Dişi, erkek, canlı cansız diye güzellikte ayrılık gayrılık aramayız. Güneşin doğuşunu veya batışını, ayın büyüyüp küçülüşünü, dağların göklerden öpüş aramasını, çimenlerin rüzgârları iliklerine geçirip vecde gelişlerini, denizin kabına sığmayarak başka bir dünya arar gibi coşup taşmasını, çiçeklerin her nefes alıp verişte havaya güzel kokularıyla vergi ödeyişlerini, bir gözde bir kalbin dile gelmesini, bir bakış önünde yine bir kalbin ya ölüm acısı ya bahtiyarlık tadı duymasını biz ‘güzel’ buluruz ve bunlarla benzerlerinin karşısında gaşyoluruz. Fakat güzel bir kadında doğup batan güneşten, büyüyüp küçülen aydan, göklerden öpüş arıyan yüksek dağlardan, rüzgârlarla sevişip vecde kapılan çimenlerden, sakin veya coşkun denizlerden, yüreklere tercüman olan gözlerden, hayat veren veya hayat deviren bakışlardan eserler, izler vardır. Kadını, her güzellikten üstün tutuyorsak sebebi budur, onda birçok güzelliklerin toplandığına inanışımızdır.”
Güzel kız, kendi eline kelimelerden işlenmiş bir aşk danteli sunuluyormuş gibi zevkle, hazla bu sözleri dinlerken Deli Cafer söze karıştı:
“Biz…” dedi. “Ulu Tanrı’nın güzel olduğuna, güzelliği de sevdiğine iman etmişizdir. Allah güzel olmasaydı, bu kadar güzel şeyler yaratamazdı, güzelliği sevmeseydi, bir kadın saçına bin yüreğin dolanıp sarılmasını mümkün kılmazdı.”
Ve birden sesini değiştirdi, karakterine en uygun düşen ahengi takındı:
“Fakat…” dedi. “Buraya gelişiniz bizi güzeller ve güzellikler hakkında imtihan için olmasa gerek. Ben de arkadaşım da yetmişi aşmış, dünyayı dolaşmış denizcileriz. Sevdik de sevildik de. Lakin hiçbir güzel bizim gönlümüzü denizden alamadı. İlk sevgilimiz denizdi, son sevgilimiz de deniz olacaktır ve biz onun, kir tutmayan kucağında gözlerimizi kapayacağız. O hâlde küçük hanım, geveze ozanlar ağzını bırakalım da dürüst konuşalım: Bizden ne istiyorsunuz?.. Yanınızda bir tercüman, sekiz on silahşor bulunduğuna göre, bu şehrin tanınmış hanımlarından biri olduğunuza şüphe yok. Bize bir şey mi ısmarlayacaksınız, yoksa bizden bir şey mi alacaksınız? Adamlarınız sergiye gelmek, alışveriş yapmak isteyenleri hep geriye sürüyor, sizinle bizi baş başa bırakıyor. Yüzünüz güzel, endamınız güzel. Yanımızda bulunmanızdan zevk almamak kabil değil. Lakin alışverişimizin kesilmesi de tatsız. Onun için meramınızı hemen açığa vurun ki meraktan kurtulalım, alışverişe başlamak imkânını bulalım.”
Bafa, belli belirsiz içini çekti.
“Beni…” dedi. “Duçe hazretleriyle senatörler buraya gönderdiler, her ikinizin yarın akşam büyük sarayda verilecek ziyafette hazır bulunmanızı rica ediyorlar. Bu ziyafet, bir haftadan beri Venedik’te bulunan Türk elçisi Ekselans Kubat Çavuş’un şerefine veriliyor. Kendisi sofrada iki hemşehrisini görürse elbet memnun olacaktır.”
Deli Cafer, Kara Kadı’nın yüzüne baktı ve onun gözle verdiği işaret üzerine şu cevabı verdi:
“Çavuş Kubat’ı tanırız, yabancımız değildir. Sizin gibi mayası gülden alınmış, kanına amberler, miskler karıştırılmış bir güzelin yaptığı daveti kıramayız. Duçenize hem teşekkürlerimizi hem ziyafette hazır bulunacağımızı söyleyebilirsiniz!”
Bafa, yetmiş yaşını aşmış olduklarını söylemelerine ve yataklı kır bıyıklarına rağmen henüz otuz yaşında imişler gibi çevik ve kıvrak görünen Türklerin ellerini sıkarken gözlerini onların gözleri içinde uzun uzun dolaştırmaktan ve çelik muhafaza içine konmuş zambağı andıran bu sağlam yapılı, bükülmez bilekli, yılmaz yürekli fakat ince ruhlu adamların özlerine yükselmeye çalışmaktan kendini alamadı. Fakat onun bakışları her iki Türk’ün gözleri içinde, engin göklerde avareleşmiş bir çift güvercine benziyordu ve o enginliğin azameti arasında sersemleşiveriyordu.
***
Duçeler sarayında verilen ziyafet gerçekten mükemmeldi. Venedik’in malik olduğu canlı ve cansız bütün elmaslar, inciler, yakutlar oradaydı. Yeşil gözler, iri iri zümrütlerle, kızıl dudaklar en zarif yakutlarla o ziyafet gecesi yarışa çıkmış gibiydi. Öyle boyunlar vardı ki takındıkları inci gerdanlıkları birer dizi ter tanesi zannettirmekteydi ve görenlere o tane tane terleri bayıla bayıla içmek için yanık bir iştiha getirmekteydi. Öyle alınlar vardı ki taşıdıkları ter katreleri uzaktan eşsiz birer inci gibi görülmekteydi.
Senatörler başta olmak üzere bütün siyasi şahsiyetler helecan ve bütün kadınlar heyecan içindeydi. Çünkü Türk elçisinin bu ziyafetten hoşnut veya nahoşnut çıkması Venedik’in mukadderatı üzerinde pek büyük tesirler yapabilirdi. Osmanlı tahtında vukuya gelen değişikliği haber vermek için Venedik’e gelmiş görünen bu elçi, birçok da ihtarlar getirmişti. Hükûmet, elinden geldiği kadar küçülerek, mümkün olduğu derecede dalkavukluk ederek o ihtarları geçiştirmek istiyordu, Venedik güzellerini de bu maksatla seferber etmiş bulunuyordu. Her devlet adamı, Türk elçisinin arzusuna göre oturup kalkmakla, düşünüp konuşmakla mükellef olduğu gibi, saraya getirilmiş bulunan seçme güzeller de iradelerini elçinin iradesine ram etmek emrini almışlardı.
Kadınlar için böyle bir emre lüzum da yoktu. Çünkü on beş yaşına henüz girenlerden kırkını çoktan dolduranlara kadar her Venedikli dişi, Türk elçisinden bir göz busesi, bir dil çimdiği koparabilmek şerefi uğrunda bir hayli şey feda etmeye razıydı. Bu iştiyak, onlarda irsî gibi bir şeydi, Fatih Sultan Mehmet devrinde Venedik’e gelen bir elçi, bütün kadın gönüllerinde sönmez yangınlar yaratmış ve bu yangınlar nesilden nesile geçerek Venedik kadınları için müşterek bir humma hâlini almıştı. Her yeni elçi bu gönül ateşlerini üç beş gün yelpazelediği cihetle humma dediğimiz yangın sık sık tazeleniyordu.
Bununla beraber şu ziyafet gecesinde bir başkalık ve o müşterek hummada da taptaze bir feveran vardı. Çünkü duçe namına hareket eden memurlar her kadının kulağına -perde diplerinde, kapı aralarında ve koridorlarda- bir vazife fısıldamışlar ve bu vazifeyi başaran kadın isminin altın kitaba -müstesna olarak- geçirileceğini anlatmışlardı. Venedik cumhurreisiyle has müşavirlerinin vatandaş kadınlardan istedikleri şey, Don Mikez adlı Yahudi’nin, Osmanlı tahtına henüz çıkmış olan İkinci Sultan Selim nezdindeki hakiki mevkisini elçi Kubat Çavuş’a söyletmekten ibaretti. Don Mikez’in Venedik aleyhine entrikalar çevirdiği İstanbul balyosu4 tarafından hemen her gün duçeye bildiriliyordu. Fakat bu Musevi siyaset dalaverecisinin mesela bir suikasta uğratılması hâlinde padişahın müteessir olup olmayacağı, maktul Yahudi’nin öcünü almak kaygısına kapılıp kapılmayacağı malum değildi. Venedik güzelleri işte bu meçhulü elçinin ağzında malum yapmak vazifesiyle mükellef tutulmuşlardı.
Elçiden güzel bir buse, hafif bir el okşaması, hülyalı bir temas çalmak isteyen kadıncıklara böyle bir iş yüklemek reva değildi. Lakin vadolunan mükâfat her muhteris yüreği hoplatacak kadar mühim olduğundan kadınların hepsi Türk elçisini kafese koymak ve Don Mikez hakkındaki bilgilerini söyletmek için zekâlarını seferber etmekte tereddüt etmemişlerdi. İşaret ettiğimiz veçhile bu işte muvaffak olan kadının adı altın kitaba yazılacaktı. Bu kitap, vatanperverlikte en yüksek dereceyi kazananların isimlerini ihtiva etmekte olup belki yüz yılda tek bir Venedikli adının oraya geçtiği görülebiliyordu.5
Bununla beraber kadınları iliklerine kadar heyecan içinde tutan yalnız bu mesele değildi. Ziyafette elçiden başka iki Türk’ün daha bulunacağı kulaktan kulağa yayıldığından bu aristokrat Havva yavruları ayakta rüya görmeye başlamışlardı, annelerini ve büyükannelerini yıllarca kıvrandıran Türk kokusu hasretinden o gece biraz sıyrılabileceklerini umar olmuşlardı. Çünkü her güzel Venedikli, gece yarılarına, belki de sabaha kadar sürecek kabul resmi, dans ve eğlence arasında üç Türk’ten birini ağa düşüreceğini zannetmekte, bu zehap ile de sarhoşlatıcı bir hülya içinde uçup gitmekteydi.
Küçük Bafa da bu zümredendi. Büyük meydanda ulu orta sergi açıp alışverişe girişen iki Türk’ü ziyafete gelmek için kandırabilmiş olmak, bu güzeller güzeli mahlukun kıymetini, itibarını çoğalttığından duçeyle has müşavirler ve senatörlerin ileri gelenleri Elçi Kubat Çavuş’a da bilhassa onu musallat etmek istiyordu. Kız da sertlikle yumuşaklığı, ateş kudretiyle pamuk zaafını inanılmaz bir uygunlukla nefislerinde birleştirmiş olan Türklere karşı garip ve tahlili güç bir ilgi beslemeye başladığından hükûmetin tekliflerini münakaşasız kabul etmiş bulunuyordu.
İşte bu hissî ve -tabir caiz ise- fikrî dekor içinde herkes Türklerin gelmesini bekliyordu. Erkeklerin meraktan, kadınların heyecandan hafakanlar geçirmeye başladıkları bir sırada uşaklar -aralarındaki nizamı da unutarak ve birbirlerini çiğneyerek- büyük salona üşüşmüşler, iki Türk’ün gelmekte olduklarını haber vermişlerdi. Belki bin, belki bin beş yüz göz, bu haber üzerine tek bakış hâlinde salon eşiğine dikildi, misafir Türkleri kucaklamaya hazırlandı.
Onlar, kendi yurtlarında, ayrı ayrı birer kıymet teşkil etmekte olan bu küme küme kadınların, bu yığın yığın erkeklerin nasıl bir heyecan içinde bulunduklarını sezmiş görünmeyerek ağır ağır yürüyorlar, önlerinde eğilenleri belli belirsiz bir tebessümle selamlayarak salonun boş iskemleler sıralanmış köşesine doğru gidiyorlardı.
Dikkat uyandıracak hatta yabancı gözleri kamaştıracak kadar renkli giyinmişlerdi. Başlarında külah üstüne geçirilmiş -makdem denilen- birer fes ve feslerin üstünde saçaklı birer puşu vardı. Bir çeşit sarık demek olan puşular Hint’in en nefis ve en kıymetli kumaşlarından seçilmişti. Arkalarında fermene adıyla anılan kolsuz birer salta ve onun altında kısa birer şalvar vardı. Bellerindeki kuşaklar, başlarındaki puşunun kumaşındandı, pek zarifti. Kuşağa sokulan birer çift tabancayla biri kısa, biri uzun bıçak ise altın yaldızlıydı, bıçak kabzalarında elmas dahi görülüyordu.
Ziyafet salonundaki kalabalığı bilhassa ilgilendiren onların üzerlerine aldıkları yağmurluklardı. En pahalı ve en güzel çuhadan bornoz biçiminde yapılan bu üstlüklerin etrafı ağır harçla süslü olup yakalarından birer düğmeyle ilikleniyor ve sağ etekleri sol omza atılıyordu. Bu durum, eski Romalıların togalarını andırdığından salondaki halka neşe vermiş ve Türklerin böyle bir benzerlik hatırı için o üstlükleri giydikleri zannolunduğundan kendileri uzun alkışlara layık görülmüştü.
Elçiye ayrılan yerin yakınında iki yaldızlı koltuk da Deli Cafer’le Kara Kadı’ya tahsis edilmişti. Baş teşrifatçı kendilerine yerlerini -yerlere kadar eğilerek- gösterdiği vakit Kara Kadı, elini bıçaklarından birinin kabzasına koydu ve sordu:
“Bizi buraya çağıran küçük kız nerede?”
Bu suali salon dışında bulunanların bile işitecekleri bir sesle teşrifatçının kulağında gürlettiği için kendi seviyesindeki asilzade kızlarla bir köşeye çekilerek yan gözle Türk misafirleri süzen Bafa, telaş ve sevinç içinde bağırdı:
“Buradayım ekselans, huzurunuzda eğilmek üzere hemen geliyorum!”
Duçelerin, Venedik’e komşu hükûmetçiklerin başında bulunan dükaların, prenslerin secdemsi inhinalarla6 selamladıkları bu güzeller güzeli kız dediğini de yaptı, büyük bir kral veya imparatorun huzurunda bulunuyormuş gibi sol dizini kırarak ve kollarını açarak o heybetli iki misafiri selamladı ve Deli Cafer’in “Yanımızda otur, uzağa gitme.” demesi üzerine de bir iskemle alıp ikisinin arasına yerleşti.
Âdeta sevinç ve kıvanç duyuyordu. İçinde, tabiattan üstün ve tabiattan kuvvetli iki kartal arasında oturan bir güvercinin heyecanı vardı. Binbir yuvayı bir demde tarumar etmek kudretinde bulunan bu büyük mahlukların kendine karşı nazik davranmalarından, saygı göstermelerinden zevk alıyordu. Sonra bu çelikten yapılmış insanların özlerini görebilmek, sönük bir yanardağ sükûneti altında sakladıkları lavları, alevleri keşfetmek için de dayanılmaz bir merak duyuyordu. O sebeple gözlerini en son hadde kadar manalaştırarak, dudaklarını elinden geldiği derecede tatlılaştırarak Türkleri söyletmeye çalışıyor ve aklına geleni soruyordu. Deli Cafer de Kara Kadı da onun boyuna öten sevimli bir serçe gibi aralarında cıvıldayıp durmasından hoşlanıyorlardı, her sualine -fakat kısa kısa- cevap veriyorlardı.
Bafa, bir aralık, millî vazifesini de hatırladı, Deli Cafer’in kulağına eğildi.
“Yeni padişahınız…” dedi. “Çok şarap içermiş, öyle mi?”
Bu başlangıçla sözü, Yahudi Don Mikez’e getirecekti. Fakat Deli Cafer, padişah sözünü duyar duymaz şöyle bir doğruldu, kendine çekidüzen verdi.
“Her koyun…” dedi. “Kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”
Ve o bahse hiç taalluku olmayan bir sual ile mevzuyu değiştirdi:
“Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”
Kız, duçenin ve elçi beyin henüz gelmediklerini ve onların teşrifleriyle beraber tanışma merasiminin yapılacağını söyledi, sonra sözü hüsnü aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermelerine, o nazik mevzu üzerinde -sergide yaptıkları gibi- uzun uzun söylenmelerine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi:
“Türk elçisi asaletlu Kubat Çavuş Hazretleri, Venedik doju fehametlu Jerom Priyoli Hazretleri…”
Duçe, Türk elçisinin konuklandırıldığı yere kadar gitmiş ve kendisini alıp -muhteşem bir alayla- büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükûmetini, biri de entrikada gerçekten üstat tacir bir Cumhuriyet’i temsil eden bu iki zat yan yana yürüyerek salona girmişlerdi. Elçi Kubat bu durumda müteharrik bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu: Duçe o kadar cılız ve çelimsizdi, kendisi o derece boylu boslu ve heybetli idi.
O, kılık ve kıyafet bakımından da duçeyi silik ve çok silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü bir kavsıkuzahı kumaş olarak kullanmış ve o kumaştan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.
Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmiş olup sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı, ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.
Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi kavsıkuzaha sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden ziyade belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat uyandırıyordu. Onlar, o kutular ne kalem mahfazası ne piştov kuburu olamazdı. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyük oldukları gibi piştov kılıflarında olduğu misillu iki yanları açık değildi. Bu sebeple merak uyandırıyorlar ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.
Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar Kubat Çavuş’un uzunca bir lahza elbisesiyle meşgul olduktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir mana ilave eden güzel yüzüne bağlamışlardı. Erkekler sarsılmaz bir sıhhat ve solup bozulmaz merdane bir taravet numunesi seyretmekten hem haz hem eza duyuyorlardı. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsî gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında kendilerinin bir sürü kediye dönmesi güçlerine gidiyordu.
Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyorlardı. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı için nasıl samimi bir hayranlık duymuşlarsa Kubat Çavuş hakkında da aynı suretle mütehassis olmuşlardı. Hepsi, istisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken ruhi rüyalar görüyorlar ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamındaki irtifa üzerinde yükseltiyorlardı. Yine hepsi, kendilerine yüklenen vazifeyi nasıl göreceklerini düşünerek ızdıraplı bir heyecan geçiriyorlardı. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız bir güzel vadi gibi görünüyordu ve zavallıların idraki bu renk dolu, ziya dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.
Selim, Kanuni Süleyman’dan sonra padişah olunca Jozef Nasi’yi servete boğdu, birçok malikâneler verdi ve nihayet onun zoruyla Kıbrıs üzerine sefer açarak adayı Venediklilerden zapt etti. Lakin Sadrazam Sokullu’nun engelliği yüzünden Jozef’i adaya kral yapamadı.”
Şu hâle göre Venedik devlet ricalinin Don Mikez’den kuşkulanmalarını yerinde bir hareket olarak kabul etmek lazım gelir. (y.n.)